FERAHFEZA

FERAHFEZA

Yamuk bir soba borusu çıkıyor pencereden. Borunun ucuna tozlu bir tutam pamuk gibi yapışmış, duman… Sarı köpek her zamanki köşesinde. Uzanmış, dumanı seyrediyor. Biliyor ki, o tütüyorsa Adem Bey’in keyfi yerindedir. Kocaman esniyor ama uyumuyor. Baca bu kadar yoğun tüttüğüne göre, işin içinde kestane olabileceğini seziyor.

Adem Bey oldum olası sever Pazar günlerini. Hele Cumartesi gecesi bir meyhanede çalıp haftalık odun parasını çıkarmışsa… Üç beş kuruş da kestane kebap için ekstra toplamışsa…

Bıçakla kestanelerin göbeklerini çizerken, çizgili pazen pijama vardır altında. Üstünde gömleği ve eski sevgililerinden birinin el emeği, göz nuru hırkası…

Frekansını hiç değiştirmediği lambalı radyosunu açmış, klasik türk musikisi kanalını dinlemektedir. Tıraş olurken, kanarya ötüşüne benzer içli, kıvrak ıslığıyla müziğe eşlik eder. Bir tek ince beyaz bıyıklarını keserken dudaklarını gerdiği sırada ara verir ıslığa.

Adem Bey’in ocağı, sobanın üstüdür. Kestaneleri çaydanlığın etrafına özenle dizer. Soba borusuna takılı askılarda kuruttuğu çorapları toplar. Elinde plastik sürahi, menekşesini sulamak üzere pencere kenarına doğru ağır ağır ilerler.

Çayın demlenmesini, kestanelerin pişmesini beklerken udunu alır kucağına. Çalmaya başlamadan önce yanaklarını, sarkık gıdısını tatlı tatlı tokatlar, tıraş sabunu ve kolonya kokusu şöyle bir dikleştirir omuzlarını. Sevgilisiyle buluşacakmış gibi dinçleşir.

Hayat arkadaşının elini tutar gibi kavrar udun sapını. Mızrap, parmakları arasında kıvrılıp, reverans yapar.

Gözlerini kapatır Adem Bey. Radyoda çalan peşrevi, taksimi ya da saz semaisini usul usul içine çeker. O an ne çalındığı hiç fark etmez. Adem Bey kah nazlı nazlı, kah çağlayarak akan musiki nehrinin kıyısına dikilip, gönül gözünü bir kez dikti mi notalarına, çok geçmeden onunla bir akmaya başlar.

Parmak uçları bilinç dışı bir gezginlikle perdesiz sazın tellerini belli belirsiz sıvazlar. Nasırları hamarat bir arının iğnesi gibi her defasında doğru noktaya kararlılıkla iner kalkar. Sağ eli kalp şeklinde bükülüp, kendine tutsak ettiği mızrabın ucunu sol elinin gelgitleri ile ahenk içinde tellere dokundurdukça, yorgun kalbi dinginleşir.

Uduyla sarmaş dolaş olmak, yaşlı adamın gergin omuzlarını, kalkık kaşlarını, buruşuk göz kapaklarını indirir. Onu yaşlı bedeninden, yoksul ahşap evinden ağır ağır koparıp başka alemlere doğru sürükler.

İşte tam öyle bir anda Ferahfeza Saz Semaisi başlar.

***

Ev arkadaşı kemençeci Yorgo ile Yedikule kapısından geçmektedirler bir Mayıs akşamüstüsü. Sazları ellerinde. Tatlı bir meltem yalıyordur yüzlerini. Sabah denize girmişlerdir surlardan. Saçları dalga dalga deniz kokmaktadır hala. Tenleri yanık. Beyaz gömlekler sırtlarında. Uçları sararıp kıvrılmış göğüs kılları yakalarından gençlik iştahıyla fışkırmış.

Dünyayı fethetmeye hazırdır ikisi de. Surp Kevork Kilisesi’nden dağılan düğün kalabalığının arasına dalmışlardır az önce. Musikileri ile şapkalı, tuvaletli, mis kokulu Ermeni kadınlarını; fraklı, smokinli ciddi bakışlı beyefendileri büyülemişlerdir… Gelinin babası okkalı birer bahşiş iliştirmiştir ceplerine. Lambalı radyo parasını toparlayıp hafta sonları canlı Zeki Müren konserleri dinlemelerine pek bir şey kalmamıştır artık.

Hayat para düşünmek ve plan yapmak için fazla uçucudur. “Yaşamak güzel be arkadaş” diye haykırır Yorgo. Kollarını birbirlerinin omuzlarına atarlar. Ferahfeza Saz Semaisi dudaklarında. Islık çalarak Yedikule Bostanları’na girerler.

Yemyeşildir surların dibi. Bin beş yüz yılın gölgesi sebzelerin üstünde. Dermeçatma Ayhan’ın kır bahçesine doğru ilerlerler. Ailecek uzak semtlerden gelmiş olanlar da vardır etrafta ama çoğu Yedikule’den, Samatya’dan, Yenikapı’dan tanıdık simalar…

Selamlaşmak ne güzel. Gülümsemek ne güzel. Kızlar ne güzel. Hayat ne güzel!

Ayhan ayakta karşılar müdavimlerini. Sakız gibi kumaş örtüler serili masalarda yalnızca tuzluk vardır. Her zamanki gibi havuz başındaki masaya otururlar. Havuzun suyu hemen yanı başındaki kaynaktan borularla aktarılmaktadır: Tertemiz, buz gibi… Ayhan havuzda yüzen yağlı, pırıl pırıl marulları teker teker kaldırıp, en iyisini seçer. Suyunu bahçeye doğru silkeler. Damlacıklar pırıl pırıl pırlantalar gibi dökülürler toprağa. Ayhan marulu beyaz kocaman bir tabağın içine koyar. Masaya zarifçe bırakır.

Yorgo’nun ön iki dişi biraz büyükçedir. Dişlek sayılmaz aslında ama kendisiyle dalga geçmeye bayılır. En dıştaki yaprağı marulun gövdesinden hoyrat bir hareketle ayırır. Dibinden başlayıp, tavşan gibi kırt kırt yemeye koyulur. Burnunu da oynatır arada. Adem’i her defasında güldürür bu çocuksuluğu. Kahkahasına arka masadan iki Rum kızı dönüp bakar.

Yorgo tanır onları: “Hey Agata, Fedora gelsenize yanımıza!”

Kızlar gülüşerek gelirler. Mehtaplı bir yaz gecesi gibi simsiyahtır ikisinin de saçları. Birinin teni süt beyaz. Mavi nehirler gibi damarları akmaktadır şeffaf teninin altından. Diğerinin cildi ise güneşi doyasıya çekmiş içine; teni esmer, gözleri pırıl pırıl. İkisi de gülmek için gelmişler dünyaya. Dişleri, dudakları gürül gürül havuza akan su gibi berrak ve iştahlı.

Bir büyük marul daha söylerler. Kızların ısrarlarına dayanamayarak sazlarını çantalarından çıkarıp çalmaya başlarlar. Deniz Kızı Eftalya gibi birinin sesi… Çevre masadakiler konuşmayı keser, yürüyenler yavaşlar, Ayhan işi gücü bırakır. Martılarla serçeler bile kıpırdamadan o billur sesi, o sevda şarkılarını dinlerler.

Gökyüzü pembelere, eflatunlara bürünerek nazlandıkça nazlanır. Rüzgar, Kumkapılı Ermeni balıkçıların selamını getirir. Theodosius’un Altın Kapı’sından, Genç Osman’ın kederli kulesinden geçerek dört genci şehirlerine, birbirlerine, hayata aşık eder.

***

Yanık kokusu gelir Adem Bey’in burnuna. Zihninin marullardan kestanelere dönmesi birkaç dakika sürer. Udu divanın üstüne bırakıp ayağa fırlar. Neyse ki, kömürleşmiş birkaç kestane dışındakileri kurtarır.

Üfleye üfleye, nasırlı parmaklarıyla hızlıca soyar. Soyduklarını emaye kasenin içine koyar. Kabuklarını sobaya atar. Giyotin pencereyi güçlükle kaldırıp paslı mandalın üzerine oturtur. Sarı köpek ayaklanır hemen. Adem Bey kasedeki kestanelerin yarısını ona doğru fırlatır.

Sarı köpek burnuyla, patisiyle kestaneleri bir köşede toplar. Sonra teker teker, tadını çıkara çıkara yemeye başlar. Adem Bey dostuna gülümser. Yüreği sıcacıktır. Evi soğutmamak için pencereyi kapatır.

Çay demlenmiştir çoktan. Demliği kaldırıp çay bardağına yanaştırır. Tam dökecek, Yorgo’nun hatırası tutar elini.

Çaydanlığı gerisin geri sobanın üstüne bırakır. Divanın altından rakı şişesini çıkarır. Çay bardağının yarısını doldurur. Üstüne plastik sürahiden su ekleyip, bardağı kestane kasesi ile birlikte, divana bitişik sehpaya taşır.

Düğmesini çevirip lambalı radyoyu kapatır. Divana oturur. Udunu kucağına alır. Ağzına bir tane kestane atar. Yanık değil ama fazla kurumuş olduğundan takma dişleri azıcık damağına batar. Yine de lezzetinden hoşnut kalır.

Çay bardağını Yorgo için kaldırır. Yukarı doğru: “Yasu” der. Ve okkalı bir yudum içer. Yorgo ile ilk rakı yudumlarının ardından yaptıkları gibi ağzını koluna silip muzipçe gülümser.

Uduna sarılır. Ferahfeza Saz Semaisi’ni tıngırdatmaya başlar.

Yorgo, o Mayıs akşamüstüsü Yedikule Bostanları’nda omuz omuza yürürlerken çaldığı ıslıkla ona eşlik eder.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

VLTAVA NIN KIYISINDA

Kız, Erkek’e doğru bir adım atıyor, ona dokunacak ya da kulağına bir şey fısıldayacakmış gibi yapıyor, sonra yine geri çekiliyordu. Erkek, Kız’a bir kez sarılırsa bir daha bırakamayacağını biliyor,

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir