VLTAVA NIN KIYISINDA

VLTAVA’NIN KIYISINDA

Vltava Nehri’nin kıyısındaydılar. Erkek birasını yudumlarken topuklarını duvarın tuğlalarına vuruyor, kız gitmekle kalmak arasında asılı duruyordu. İkisi de gözlerini Prag Ulusal Tiyatro binasına dikmişlerdi. Orada başlamışlardı. Bundan sonra neler olacağının yanıtını da oradan bekliyorlardı.

Erkek, bir gece önce nişanlısı ile birlikte gitmişti tiyatroya. İlk perde boyunca bir türlü kendini gösteriye verememiş, nişanlısının zarif elini her zamanki gibi sıkı sıkı değil, parmak uçlarından, zoraki tutmuştu. Salonun karanlığı, içindeki boşluğa sızmış, göğsünü sıkıştırmıştı. Çıkıp gitmemek için kendini zor tutmuş, arayı iple çekmişti.

İlk perde kapanırken, nişanlısına şarap içip biraz hava almayı teklif etmiş, kız yorgun olduğunu söyleyince hiç ısrar etmeden tek başına fuayenin yolunu tutmuştu.

Büfenin önünde kuyruk oluşmuştu bile. Takım elbiseli erkekler, gece kıyafetleri içindeki ağır makyajlı kadınlarla gülüşerek selamlaşıyor; nazikçe sohbet halkaları oluşturuluyor; hemen herkes ölçülü bir neşe içinde durumundan memnun görünüyordu. Sırası gelinceye dek, o da birkaç kişi ile (babasının bu tür sanat faaliyetlerine papyon takarak katılan iş arkadaşı, gıdısı her görüşünde biraz daha sarkan lise biyoloji öğretmeni ve ismini bilmediği ama hemen her konser ve açılışta rastlaştığı kızıl, kabarık favorili eleştirmen) zoraki selamlaşmıştı.

Sonra güleryüzlü görevli kızın eline 100 Çek Korunası tutuşturarak tezgahtaki kırmızı şarap kadehlerinden ikisini almış, tek omzunu duvara yaslayarak tekini yarılayıvermişti. İşte o ilk yudumun ardından, kadehini indirirken görmüştü onu. Mavi bir elbisenin içinde, bembeyaz mermerden bir heykel gibi kuyruğun en gerisinde dikiliyordu.

Kıza doğru adeta çekilmiş, elindeki ikinci kadehi ona doğru uzatmıştı. O kadehi, o an için, onun için almış olduğunu sezmesi de aynı anda olmuştu. Kız, giysilerinden daha mavi gözleri ile Erkek’e bakınca anlamıştı onu seveceğini. Hiç konuşmadan duvara yaslanıp şaraplarını yudumlamışlardı, gözlerini birbirlerininkinden ayırmadan.

Gösteri başlamak üzereyken Erkek, Kız’ın elindeki kadehi kendisininki ile birlikte tezgaha bırakmış, Kız’ın boşalan elini beyaz bir güvercin tutar gibi şefkatle avuçlarının arasına almış ve gücünü toplamak için bir kez daha gözlerinin içine baktıktan sonra salon yerine, çıkışa doğru yürümeye başlamıştı. Kız da hiç itiraz etmeden eşlik etmişti ona.

İki dakika sonra Legii Köprüsü’nde öpüşüyorlardı. Kız’ın çıplak omuzlarına kar taneleri düşüyordu. Paltolarını vestiyerden almayı unuttuklarının farkında değillerdi henüz. Hala tek kelime konuşmamışlardı.

Israrla çalan cep telefonu öpüşmelerini kesince işitmişti Erkek Kız’ın sesini ilk kez: Yabancı dilde bağıra bağıra konuşan bir adama, omuz başları kadar pürüzsüz bir tonda yanıt verirken. Erkek, Kız’ın konuştuğu dili bilmiyordu. Ama sesinin de diğer her şeyi gibi, tam olması gerektiği gibi olduğunu düşünüyordu. Aynı dili konuşmuyor olmaları da öyleydi: Tam olması gerektiği gibi.

Erkek’in telefonu da titremişti Kız konuşmayı sürdürürken. Nişanlısından art arda mesajlar geliyordu. Telefonu tutan elini havaya kaldırmış, kolunu germiş ve cihazı bütün gücüyle nehre fırlatmıştı. Bağırmaya devam eden adam karşısında kendini savunmaya çalışmaktan kaşları yay gibi gerilmiş Kız’ın gözleri ışıldamıştı buna tanıklık edince. O da telefonu önce kulağından sonra da elinden uzaklaştırınca, beyaz telefon ve ahizesinden yükselen ses köprüden aşağı süzülmüş, kar taneleri ile birlikte nehrin karanlık sularına gömülmüştü.

Sonra koşmaya başlamışlardı. Üşüdüklerinden mi, içleri içlerine sığmadığından mı? Kıkırdayarak koşuyorlardı. Erkek ceketi ile kızın omuzlarını sarmış, kravatını elektrik direğine bağlamıştı. Arada –mesela yanlarından ışıklı bir tramvay geçtikten hemen sonra- duruyor, doyasıya öpüşüyor, sonra yine koşmaya devam ediyorlardı.

Tiyatro binasından yeterince uzaklaştıklarına ikna olunca sıcak bir café’ye girmişlerdi. Morararak birbirine karışmış parmaklarını hiç gevşetmeden, cam kenarındaki masaya oturmuş, gözlerini birbirinden ayırmadan kahvelerini yudumlamışlardı. Erkek ceplerini boşaltmış, bütün parasını yığmıştı masanın ortasına. Kızdan ancak kahvelerin parasını ödeyebilecek kadar çıkmıştı. Epeyce gülmüşlerdi buna. Birbirlerinin parmaklarını öperek ısınmaya çalışmışlardı.

Sonra oda fiyatını karşılayabilecekleri, kendi halinde bir otele gitmişlerdi. Vltava Nehri kıyısında. Işıkları kapatıp perdeleri açınca ay ışığı vurmuştu bedenlerine. Giysilerini çıkarıp sarılmışlardı. Ötekinin tenine dokunan her yerleri ürpermişti ayrı ayrı. Hazdan gözleri dolmuştu kızın. Göğüsleri dolmuştu.

Tipi odanın camlarını titrettikçe, Erkek Kız’ın içine çekiliyordu. Sürükleniyor, gömülüyor, tam oluyordu. Kaybettiği yuvasına dönmüş gibi içi sevinçle doluyordu. Kimin kimi okşadığı anlaşılmıyordu. Erkek kendi omzunu öpmüştü bir keresinde. Kız buna dakikalarca, göğsüne inciler dökerek gülmüştü.

Erkek uzaklaşıyordu bazen. Gidip cam kenarındaki koltuğa oturuyordu. İşte bedenine dokunmuyordu artık. Karanlıkta gözlerini de görmüyordu. Hala hiç konuşmaya yeltenmemişlerdi zaten. Yine de hiçbir şey eksilmiyordu! Kız’ın odadaki varoluşuna doğru çekiliyordu. Bu çekilme dahi Erkek’i kendisinden kurtarıyordu.

Pencere ile pervaz arasından sızan fırtına perdeleri havalandırıp çıplak bedenini yalayınca, huylanarak kendine geliyordu, Erkek. Ayrı kaldıkları zamandan ötürü pişman, koşarak Kız’ın yanına süzülüyordu. O zaman perde gibi beyaz yorgan da havalanıyordu.

Yeterince kenetlenirlerse, aralarında en ufak bir boşluk bırakmazlarsa hiçbir fırtınanın onlara işleyemeyeceğini seziyorlardı. Bunun ancak çırılçıplakken mümkün olduğunu, çırılçıplaklığın yalnızca bedensel olmadığını konuşmadan fısıldıyorlardı birbirlerinin kulağına.

Kız uzun öpüşmelerinden birinde Erkek’ten ya da herhangi birinden hiçbir şey beklemediğini, yalnızlığında sonsuza dek oyalanabileceğini, Erkek ile birlikte olmayı varlığına bir sürpriz, eşsiz bir ödül olarak kabul ettiğini, bu ödülün geçiciliğini ya da kalıcılığını düşünemeyecek kadar mutlu olduğunu, bu gece için şükran duyduğunu anlatmıştı dilinin ucunu Erkek’in dudaklarında dans ettirirken.

Erkek bütün bunları nasıl anlayabildiğine değil, aniden nasıl bu denli hafiflediğine şaşırmıştı. Aralarındaki incecik boşluklar da kapanmıştı kendiliğinden. Karyola kar fırtınasına yaz mevsimi kadar uzaktı artık.

Gün ağarırken birbirlerinde uyuyakalmışlardı. Doğduklarından bu yana gördükleri en güzel düşe sarılarak.

***

Belki otelin temizlik görevlisi oda kapısını o kadar sert vurmasaydı, aynı anda gözlerini öyle korkuyla açmayacaklar, birbirlerine yabancıya bakar gibi bakmayacaklar, bedenlerini utanarak geri çekip odanın buz gibi aydınlığında ürpermeyecekler, birbirlerini suçlar gibi uzaklaşmayacaklardı.

Otelden dışarı ayak basmaları ile Kız’ın titreme nöbetine tutulması bir olmuştu. Bunun kalplerindeki ani soğumadan kaynaklandığını hemen sezmişti Erkek. Çaresizce ceketini Kız’ın çıplak omzuna atmış, sarılarak onu ısıtmaya çalışmış, ama tüm bunların nöbetin şiddetini artırmaktan başka işe yaramadığını görmüştü. Bunun üzerine Kız’ın elini, bu kez bir sevgili gibi değil, bir kız çocuğunun elini zorla tutan yetişkin gibi kavrayıp, onu caddenin karşısına geçirmiş, ikinci el giysi satan bir dükkana sürüklemişti.

Erkek’in altın kaplama mezuniyet yüzüğüne karşılık, her ikisine birer kazak ve palto, kıza bir jean, ayakkabı ve bir gece önce giydiklerini taşımak üzere bir sırt çantası almışlardı.

Erkek kalan son parasıyla soğuk bir bira istemişti bitişikteki büfeciden. Kız hiçbir şey istememişti.

Vltava Nehri’ne doğru sessizce yürürken yolda bir ara el ele tutuşmuşlardı. Sonra parmakları kayarak ayrılmıştı ötekininkilerden.

Şimdiyse erkek nehrin kıyısındaki duvara oturmuş, bira şişesini ağzına götürürken topuklarını yaşlı tuğlalara vuruyor, kız gitmekle kalmak arasında asılı duruyordu. İkisi de gözlerini Prag Ulusal Tiyatro binasına dikmişlerdi.

Birbirlerini yeterince tanımadıklarını, yeterince tanısalar asla öyle bir gece geçiremeyeceklerini düşünüyorlardı.

Bir geceliğine sonsuzlaşmanın bedelini, ölümlülüğe mahkum olarak ödemek istemiyorlardı.

Kız, Erkek’e doğru bir adım atıyor, ona dokunacak ya da kulağına bir şey fısıldayacakmış gibi yapıyor, sonra yine geri çekiliyordu. Erkek, Kız’a bir kez sarılırsa bir daha bırakamayacağını biliyor, sarılmaktan da sarılmamaktan da aynı derecede korkuyordu.

Başlarını yaklaşan siren sesine doğru çevirdiler. Parkın girişinde bir polis arabası sert bir fren yaparak durdu. Fosforlu sarı yelekli iki polis memuru, tek elleri ile sallanan tabancalarını tutarak Kız’la Erkek’e doğru koşmaya başladılar.

Rüzgar şiddetini artırmıştı. Şimdi Vltava nehrinin gri suları daha hızlı akıyordu. Polisler, koşmaktan kızarmış suratları seçilebilecek kadar yaklaşmışlardı. Erkek’le Kız birbirlerine baktılar. Erkek birasından bir yudum daha aldı. Bir gece önce cep telefonunu attığı gibi bira şişesini de bütün gücüyle nehre doğru fırlattı. Doğrulup duvarın üstünde ayağa kalktı.

Kız başını kaldırıp, bir gece önceki gibi masmavi gülümsedi Erkek’e. Erkek elini uzattı. Kız duraksamadan yakaladı onu. Erkek bir hamlede Kız’ı yanına çekti. Dudakları ve bedenleri tutkuyla, aralarından ne geçmiş ne de gelecek rüzgarını sızdıracak kadar sıkı kenetlendi.

Polisler birbirlerine baktılar. Birer adım geri çekildiler. Şimdi Vltava nehri daha hızlı akıyordu. Prag Ulusal Tiyatrosu’nun altın kaplama çatısı, gri bulutların arasından aniden boy gösteren güneşin dik ışıkları altında ışıldıyordu.

Erkek ile Kız, dünyada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi öpüşüyorlardı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş,

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

GÖÇ

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için. Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için. Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için. Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için. Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için. Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

Tgumusay Yazar:

2 Yorum

  1. Zeynep
    6 Temmuz 2016
    Yanıtla

    Ben bu öyküyü çok beğendim. Aslında amatör gibi, biraz umutlu, biraz yaşlı, biraz entelektüel, birazcık taşra. Ama güzel.

  2. Ayfer
    13 Şubat 2017
    Yanıtla

    Bu öyküyü ve burdaki bir kaç öyküyü okudum hepsini çok begendim . Kaybettigim okuma hevesimi yeniden kazandım galiba .

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir