YOL ARKADAŞI

YOL ARKADAŞI

Delikanlı cam kenarındaki koltuğa ilişmiş, elinin tersiyle buğulanmış otobüs camını siliyor. Cam yer yer donmuş; sabahtan beri aralıksız kar yağıyor. Delikanlının gözü, buz tutmuş kaldırımda dikilen adamla kadında. Orta yaşlı çiftin gülümsemeye çalışan buruk ifadelerinden, çocuklarını uğurlamak üzere orada oldukları anlaşılıyor.

Baba soğukkanlı; arada elini indirip cebine sokuyor. Anne ise kanat çırparcasına, hiç durmadan el sallıyor. Aniden duruyor sonra. Salladığı elini ahize tutar gibi kulağına götürerek, İstanbul’a varınca telefon açmasını işaret ediyor. İstediği tepkiyi alınca yine kaldığı yerden el sallamaya devam ediyor.

İkisinin de ağızlarından buhar çıkıyor. Delikanlı onları şimdiden özlüyor. Rüzgar, kar tanelerini yukarı doğru üflüyor. Minik, beyaz kelebekler gibi yükseliyorlar. Düşmüyor, uçuşuyorlar. Yukarıdan gelen diğer kar tanelerine karışıyorlar.

Zaman da kar gibi asılı kalmış. Otobüs çalışıyor ama hareket etmiyor. Sevdiklerini yolcu etmeye gelmiş bir avuç insanın elleri havada, aşağı inmiyor. Yolcular dakikalardır onlara karşılık veriyor. Hiç kimse ayrılıktan memnun değil. Öte yandan herkes içinden otobüsün bir an önce yola çıkmasını ve bu bunaltıcı sahnenin sona ermesini diliyor.

Nihayet otobüs geri geri hareket ediyor. Eller son bir gayretle, daha hızlı sallanmaya başlıyor. Araç tıslayarak birkaç manevra yapıyor.

Delikanlının annesi ile babası oğullarını son bir kez görecekleri noktaya hareketlenerek el sallamaya devam ediyorlar.

Ve otobüs garajdan çıkarak gaza basıyor. Herkes derin bir oh çekiyor. Yorgun düşmüş eller istirahate çekiliyor.

Delikanlı bir aydır keyfini sürdüğü güvenli, konforlu, şefkat dolu hayatla vedalaşmanın sızısını duyuyor içinde. Annesi ile babasının bir kar küresinin içindeki biblolar gibi dakikalarca soğukta bekleyişleri gitmiyor gözünün önünden; kendisini her zamankinden daha borçlu ve zayıf hissediyor.

Karlı manzaraya dalgın dalıp gitmişken burnuna nane kokusu geliyor. Başını kokudan yana çevirince ağzı açık şeker paketiyle karşılaşıyor. Sonra da onu uzatan eli takip ederek kavruk yüzlü gençle göz göze geliyor.

“Alır mısın?”

Delikanlı, Anadolu insanının geri çevrilmekten hoşlanmadığını biliyor. Aslında limon kolonyası ve nane şekerini hiç sevmez. Yine de gülümsemeye çalışarak paketten bir tane alıyor. Ağzına atıyor.

“Benim adım Mustafa” diyerek bu kez diğer elini uzatıyor, genç. Kısa boylu, kemikli yüzlü, kara gözlü… Çenesinde tıraşlanmış bir tutam sakal olmasa, köse sayılır. Sırtında siyah ekoseli kahverengi bir ceket var. Delikanlı kaç yaşında olduğunu tahmin edemiyor. Tokalaşıp, o da kendini tanıtıyor.

“Üniversite öğrencisi misin?” diye soruyor Mustafa.

“Evet.”

“Hangi fakülte?”

“İşletme. İstanbul İngilizce İşletme.”

Bu cevabıyla Türkçe İşletme kazanan birine en az otuz puan fark attığının altını çiziyor. Mustafa’nın da hemşehrileri gibi “işletmeyi bitiren ne iş yapıyor” diye sormasını bekliyor.

“Lisan bilmek güzel şey.” diyor Mustafa. “Her geçen gün eksikliğini daha fazla hissediyorum.”

Kapalıçarşı’da, otelde filan mı çalışıyor acaba diye düşünüyor, delikanlı.

“Sen ne için gidiyorsun İstanbul’a?” diye, o soruyor bu kez.

“Ben de üniversiteye.” diye yanıtlıyor Mustafa. “Tıp okuyorum.”

Delikanlı şöyle bir doğruluyor.

“Öyle mi?” diye sorarken gencin yüzüne ilk kez bu kadar dikkatli bakıyor. “Kaça gidiyorsun?”

“Orası biraz karışık. İkinci yılım ama birin derslerini alıyorum.”

Muavin başlarında dikiliyor. Konuşmaya ara verip ellerini açıyorlar. Muavin avuçlarına limon kolonyası döküyor.

“Tıp çok zor diyorlar. Ağır mı geldi dersler?” diye soruyor delikanlı.

“Gitmedim ki okula, ağır gelsin.” diye kısa kesiyor Mustafa, kolonyalı eliyle yüzünü sıvazlarken. Kendisi hakkında konuşmaktan hoşlanmadığını belli eden gergin bir hareketle belden yukarısını koridora doğru eğip, ön camdan yolu izlemeye koyuluyor.

Bir süre konuşmuyorlar. Delikanlı başını cama yaslayarak dışarı bakıyor. Mustafa ile laflamalarının yuva özlemini unutturduğunu fark ediyor. Canı yeniden sıkılmaya başlayınca sohbet açmayı deniyor.

“Sivas’ta mı okudun liseyi?”

“Evet” diye yanıtlıyor, Mustafa. Az önceki soğukluğundan eser yok. “Annem okuma yazma bilmez benim. Babam desen ilkokul terk. Yalnız sen değilsin yani Tıp Fakültesi’ni kazanmama şaşıran.”

Mustafa’da neyin tuhaf olduğunu anlamaya çalışıyor delikanlı. Toy mu olgun mu, cahil mi bilge mi, mesafeli mi cana yakın mı, dürüst mü yalancı mı? Hiç belli etmiyor.

“Yurtta mı kalıyorsun?”

“Evet. Geçen yıl Edirnekapı’daydım. Bu sene Fatih’e geçtim.”

“Niye değiştirdin?”

“Her şeyi böyle kurcalar mısın sen?”

Yine o buz gibi bakışlar…

“İlginç bulduklarımı.”

“İlginç değilim ki ben. Baksana beni kimse uğurlamaya bile gelmedi. Seninkilerse neredeyse kurban keseceklerdi arkandan.”

Alaycı bir gülümseme yerleşiyor şimdi de yüzüne.

“Pek doyamadık birbirimize de ondan. İlkokuldan sonra hep evden uzakta okudum. ”

“Bizde herkes kendi derdindedir. Anamdan gayrı kimse hislerini açığa vurmaz. ”

Yollar bembeyaz. Otobüsün silecekleri deli gibi çalışıyor, kaşla göz arasında ön camı örten tipiyle köşe kapmaca oynuyor. Delikanlı, kısa bir tereddüdün ardından Mustafa’nın üstüne gitmeye karar veriyor.

“O yüzden mi anlatmıyorsun geçen yıl olanları?”

Mustafa dudağını büzüyor. Hoşlanıyor mu sorudan geriliyor mu; yine anlaşılmıyor.

“Ne yapacaksın ki benim hikayemi?” diye soruyor.

“Ne bileyim… Benim için ilk dönem tam bir hayal kırıklığıydı. Allah’ın dağında bir fakülte… Liseli gibi servisle okula gelip giden tipler. Okuyan yok. Tiyatroya, operaya giden yok. Şehri tanıyayım, kendimi geliştereyim diyen yok. Kızlı erkekli eğlenmeyi becerebilen bir grup yok… ”

Mustafa gözünü kısmış. Sabit bir noktaya bakıyor. Dalmış ya da bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi… Delikanlı devam ediyor.

“Sanırım diğer üniversitelerin de benimki kadar sıkıcı olup olmadığını merak ediyorum. Ya da bundan sonrasını daha ilginç hale getirmek için tavsiye…”

Mustafa aniden delikanlıya dönüp sözünü kesiyor.

“Bizim okulda dersler çok ağır. Hayat sizinkinden daha eğlenceli değil yani.” Alnı kırış kırış oluyor. “Doğrusu, okuldaki insanların ne yaptığını…” Dudağını büküyor: “Çok da iyi bilmiyorum.”

Otobüs Yozgat’ta mola verince, Mustafa rahat bir nefes alıyor. “Çay içelim mi?” diye soruyor. Yanıtını beklemeden ayağa kalkıyor.

Boyunun ne kadar kısa olduğunu o zaman anlıyor delikanlı. Kapı açıldıktan sonra otobüsün içi hızla soğuyor. Paltosuz, tesise doğru koşuyorlar. Tipi iyice yoğunlaşmış.

Çaylar zift gibi. Neyse ki, sıcak… Delikanlı çay bardağı ile ellerini ısıtıyor. Mustafa ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkarıyor. Delikanlıya tutuyor. Delikanlı tırnağının ucuyla bir tane çekiyor. Hayatında içtiği sigara sayısı iki elin parmaklarını geçmez oysa. Neden şimdi… Cevabını bilmiyor.

Tütün başını döndürüyor. Mustafa açılmış, geçtiğimiz yıldan bahsediyor. Fakültede tanıştığı, görüştüğü tek bir arkadaşı olduğundan… Aslında arkadaşının okula kayıtlı olmadığından… Yalnızca kadavra derslerine misafir öğrenci olarak girdiğinden… Geçtiğimiz yılın başında tanıştıklarından… İstanbul’u hiç bilmeyen Mustafa’yı sürekli değişik yerlere götürdüğünden…

Delikanlının başı tatlı tatlı dönmeye devam ediyor. Çay ocağından buharlar yükseliyor. Tesise park eden otobüslerin farları tipiyi belirginleştiriyor. Çaylar tazeleniyor. Aralıksız anonslar yapılıyor. Sözcükler arasında boşluk bırakmadan, tuhaf bir şiveyle, mikrofon ağıza sokularak yapılan bu konuşmalardan delikanlı hiçbir şey anlamıyor.

Mustafa cama bakarak konuşuyor. Delikanlı uyuşmuş gibi… Mustafa’nın söyledikleri dahil her şeyi rüyadaymış gibi, esrarengiz bir tülün ardından algılıyor.

Mustafa son anonsun kendileri için yapıldığını söylüyor. Çay paralarını ödüyor. Tesisin kapısından otobüse varıncaya kadar delikanlının saç dipleri donuyor.

Yerine oturup titremesi yatıştıktan sonra:

“Mesela…” diyor. O sırada Mustafa’nın verdiği nane şekerini emiyor. “Mesela… Nerelere götürüyordu seni?”

Mustafa gözlerini kısıyor.

“Mesela” diyor. “Bir gün köhne bir semte gittik. Ahşap, cumbalı evler… Kiminin camı kırık, kiminin çatısı… Kiminin yarısı yok. Arada moloz, hurda dolu boş arsalar… Dedim ya ben nereye gittiğimizi bilmezdim. O da pek söylemezdi. Gelir kendisi alır, sonra da yurda bırakırdı beni.”

“Eee ne yaptınız orda?”

“Müstakil bir evin önünde durduk. Merdivenleri beraber çıktık. Çift kanatlı, tokmaklı bir kapısı vardı. Kapı numarasının arkasındaki boşluktan paslı bir anahtar aldı. Bana “sen bekle” dedi. İçeride bağırış çağırış oldu. Kapılar çarpıldı. Ben bayağı gerildim. Birkaç komşu cama çıktı. Neyse ki, çok geçmeden arkadaşım geri geldi.”

Mustafa bunları hayal meyal hatırlar gibi. “Ne olduğunu sordum. ‘Boş ver’ dedi. Yakında bir meyhaneye gittik. Kapıda iki şarapçı vardı. Onları da doyurdu. Birinin sesi çok yanıktı. Hep beraber şarkı söylediğimizi hatırlıyorum en son… Herhalde o evden para almıştı. Epey de bahşiş bıraktı çünkü.”

Delikanlı hikayeden hoşlanıyor. “Başka?” diye soruyor, sabırsızca.

“Başka ne?” diye tersliyor, Mustafa.

“Başka nerelere gidiyordunuz?”

“Bunları…” derken sesi kısılıyor Mustafa’nın. “Hiç kimseyle konuşmadım bugüne kadar… Kafamda kopuk kopuk sahneler, resimler var.”

“Neden kimseyle konuşmadın?”

“Bilmem. Okulda başka arkadaşım yoktu dedim ya. Yurtta ikide bir oda değiştirdim. Zaten yatmadan yatmaya gidiyordum. Sonunda da atıldım.”

“Ne oldu ki?”

“Geceleri enteresan bir sokağa götürüyordu bir dönem beni. Karanlık, izbe bir yer. Bir oto yıkamacı vardı yakınlarında. Onu hatırlıyorum. Bir sürü adam içinde ateş yanan fıçıların etrafında toplanıyordu… Aralarında fakiri, sarhoşu, keşi de vardı… Bildiğin, kelli felli, giyimi kuşamı düzgün olanı da. Kimi şarap içiyordu. Kimi cigara tüttürüyordu. Kimi yalnızca sohbete katılıyordu. Demin dedin ya kitap konuşan yok etrafta diye. Bunların arasında kütüphane gibi adamlar vardı.”

Delikanlının gözleri yıldız gibi parlıyor.

“Hangi konularda konuşuyorlardı?”

Mustafa gülüyor. “Bana dün ne yediğimi sorsana…” Nikotinden sararmış dişleri ilk defa bütünüyle açığa çıkıyor. “Ne konuştuklarını hatırlamıyorum ama muhabbetler çok derindi. Filozof gibi uzun, beyaz sakallı, gerilla bereli bir adam hatırlıyorum mesela. Karşısında iki lafı bir araya getiremeyen yırtık pırtık paltolu bir sarhoş… Saatlerce konuştular bir gece. Biz de ağzımız açık dinledik…. Bazen mektepliler ağır basardı; bazen de sarhoşlar, fakirler onlara hayat dersi verirdi. Sokakta kimin kime üstünlük sağlayacağı belli olmaz.”

Muavin, avuçlarına bir kez daha kolonya döküyor. Mustafa yorulmuş gibi. “İşte böyle… Sabahlara kadar sokaklarda sürttüğüm için sonunda yurttan attılar beni. Eş dost araya girdi de başka yurtta yer bulduk güç bela. Yoksa mecbur dönecektim köye.”

Konuyu kapattığını gösterir bir hareketle koridora doğru bacak bacak üstüne atıyor. Delikanlı yine karanlığı gölgeleyen kar taneleri ile baş başa kalıyor. Birkaç saat önce yüreğini kabartan yuva özleminin yerinde, şimdi serüven duygusu var.

Mustafa gözlerini yumuyor. Delikanlı bunun, daha fazla konuşmamak için yapılmış bir taktik olduğunu hissediyor. Sonra sonra onun da göz kapakları ağırlaşıyor. Ve arka koltuklarda birbiriyle yarışan horultulara rağmen uyuklamaya başlıyor.

“Molaya iniyor musun?”

Delikanlı irkilerek, perdeye yaslı başını kaldırıyor. Mustafa’nın bu kez daha yaşlı gözüken yüzüne bakarak nerede olduğunu anlayabilmesi biraz zaman alıyor.

“Ben tuvalete gidiyorum. Çayhanede görüşürüz, inersen.” diyen Mustafa’ya başını sallıyor. Gerinirken annesini özlüyor. Derken Mustafa’nın tuhaf hikayelerini anımsıyor. Hemen toparlanıp peşinden gidiyor.

“Bu kez ben ödeyeceğim yalnız hesabı.” diyerek, iki kesme şeker attığı çayı karıştırmaya koyuluyor. Mustafa hiç uyumamış gibi, gözleri çakmak çakmak bakıyor.

“Sen uyurken düşündüm biraz.” diyor. “Hakikaten geçen senem çok tuhafmış. Sisler içinde, acayip olaylarla dolu. Ama hiç kimseyle konuşmadığım, üzerinde düşünmediğim için ben de bu gece anımsıyorum bazı şeyleri.”

“Aklına gelen başka şey oldu mu?”

“Evet” diyor Mustafa. Birer sigara yakıyorlar. Birer nefes alıp uzun uzun üflüyorlar.

“Bir akşam Taksim’de yürüyorum. Bizimki karşıda belirdi. O kadar kalabalık arasından beni nasıl buldu? O saatte orada olacağımı nereden bildi, bilmiyorum. Ama öyleydi, ummadığın anda karşına çıkıverirdi.”

“Eee?”

“Saatine baktı. Oyalanalım biraz, dedi. Meydanda hamburger filan yedik. Bir taraftan da etrafı gözlüyordu. Birilerini mi arıyordu, birilerinden mi kaçıyordu onu da tam bilmiyorum. Aslında bunları başlarda soruyordum ama ben soru sorunca birden değişiyordu. Sinirli, mesafeli birine dönüşüyordu. Ben de sorgulamamaya, kendimi olayların akışına bırakmaya alışmıştım o yüzden.”

“Korkmuyor muydun?”

“Yoo… Hiç tehlikeli bir durumla karşılaşmadım. Bazen onun için bir yerlerden paket alıp getiriyordum. Ya da otobüs durağında, sinema önünde filan bekleyip, bir arkadaşı gelip sorarsa, onun nerede olduğunu söylüyordum. Beni nasıl bulup tanıyorlardı? Onu da bilmiyorum.”

“Senin eşkalini veriyordur herhalde onlara.”

“Herhalde.” diyor dudaklarını büzüp başını sallayarak. “Onun dışında benden hiçbir şey istemedi. Hesapları hep o veriyor, beni sürekli ilginç yerlere götürüp, değişik insanlarla tanıştırıyordu. Hayal bile edemeyeceğim şeyler yaşıyordum.”

Çaylar tazeleniyor. “Peki hiç sormuyor muydun, bu cömertliğin nedenini? Yani İstanbul’da yeni tanıştığın biri insana günahını vermez, bilirsin.”

“Sordum bunu başlarda çokça. ‘Sen safsın, bozulmamışsın’ diyordu. ‘Bu şehirde herkesin leşi çıkmış. Senin gibi temiz bir dost bulmuşum, bırakır mıyım?’ diyordu. ‘Bundan böyle bu şehirde tanıdığım, bildiğim herkes, her yer, cebimdeki her kuruş senin sayılır…’ diyordu.”

Delikanlı bir süredir zihnini kemiren soruyu nihayet sormaya karar veriyor. Başını Mustafa’nın kulağına yanaştırıp sesini kısarak:

“Uyuşturucu işinde filan değildi, di mi bu arkadaşın?” diye soruyor. “Seni de kurye olarak kullanmış olmasın sakın. Paket filan da taşıtmış baksana…”

Mustafa’nın yüzüne gölge düşüyor. Kararıyor… Kararıyor…

Başını geri çekerek delikanlıdan uzaklaştırırken: “Ne alakası var?” diye tersliyor. İzmaritini kültablasına bastırıyor. Masanın üstüne birkaç bozuk para atıp aniden kalkıyor.

Delikanlı arkasından: “Bu defa çayları ben ödeyecektim.” dediyse de sesini duyuramıyor.

Bir saat boyunca otobüste ne uyuyabiliyor, ne de konuşabiliyorlar. Biri koridora, diğeri cama doğru yaslanmış birbirlerine sırtlarını dönmüş, mümkün olduğunca uzak oturuyorlar. Cam silecekleri şimdi düşük devirde çalışıyor. Kar lapa lapa yağıyor. Delikanlı, artık Mustafa’dan çekiniyor.

Mustafa aniden yüzünü delikanlıya çeviriyor. “Az önce bahsettiğim hatıranın devamını anlatacağım.” diyor. Delikanlı bu kez tepki vermiyor. Mustafa başlıyor:

“Biz hamburgerleri yedik, İstiklal’e çıktık. Hava iyice kararmış bu arada. Arkadaşım hızlı yürüyor. Ben de peşinden. Ara sokaklara giriyoruz. Sağ, sol, sağ, sol… Sokak lambasız, zifiri karanlık yollar. Daracık kapılardan, apartman geçitlerinden geçiyoruz. Tek tük dairede ışık yanıyor. İlerledikçe onlar da seyreliyor. Nihayet ışıksız bir yere geliyoruz. Sokakta mıyız, arsada mı, uzayda mı, o bile belli değil. Arkadaşım koluma girmiş. Köşeyi dönüyoruz. Karşımıza pencerelerinden mum ışığı sızan bir bina çıkıyor. Hani filmlerde ikinci dünya savaşında bombalanmış bitik binalar olur ya… Onlara benziyor. Arkadaşım, ‘Şimdi sessiz ol’ diyor. Kapıya darbukacı gibi ritimli vuruyor.”

Delikanlı başını sallıyor. Yine can kulağıyla dinlemeye başlıyor. Artık soru sormamaya, yorum yapmamaya dikkat ediyor.

“Aynı ritimle kapıyı birkaç kez çalıyor.”

Mustafa koltuğun arkasındaki servis tepsisine parmağıyla vurarak o tempoyu çalıyor.

“Kapının gerisinden bir bayan sesi duyuluyor. Bir soru soruyor. Arkadaşım onu yanıtlayınca paslı, dev kapı gıcırdayarak açılıyor. Bizi elinde şamdan tutan, beyaz entarili, uzun sarı saçlı, dünya güzeli bir kız karşılıyor.”

Arka sıradaki adamın horlaması zirve yaparak kendisini uyandırıyor.

“Kızın peşinden merdivenleri çıkıyoruz. Kırık dökük merdivenler… İkinci katta geniş bir salona giriyoruz. O sahneyi gerçekten gördüm mü rüya mıydı, emin olamıyorum şu an: Duvar dibinde dev bir şömine var. Onun başında bir sürü güzel kız, genç erkek… Kimi yerdeki örtünün üstünde çırılçıplak, üst üste uyuyor. Kimisi koltuklarda sayıklar gibi bir şeyler konuşuyor. Bazısı bizi karşılayan kız gibi beyaz entariler giymiş. Şömine alev alev yanıyor…”

“İnanılmaz.”

“Sahiden öyle. Arkadaşım şömine başındakileri tanıyor. Yanlarına gidip, onlarla sohbet etmeye başlıyor. Ben bir koltuğa oturuyorum. Bizi karşılayan sarışın kız yanımda. Arada bana bakıp gülümsüyor. Ben de ona karşılık veriyorum. El ele tutuştuk mu, başını omzuma yasladı mı, saçlarını öptüm mü, yoksa bunların hepsini hayal miydi bilemiyorum…”

Muavin yaklaşıyor… “Beyler rahatsız olan var, biraz sessiz olur musunuz?” diye uyarıyor.

Mustafa bu uyarı ile toparlanıyor. Sırtını dikleştirip ciddileşiyor. “Her neyse…” diyor. “Molada sana sinirlendim ama… Bir saattir düşünüyorum da…” derin bir nefes alıyor. “Anlattığım bütün bu tuhaflıklar dediğin gibi bir zıkkımdan kaynaklanıyor olabilir.”

Delikanlı bu konuda tek kelime etmemeye özen gösteriyor. Mustafa devam ediyor:

“Yani o insanlar, o ortamlar, o esrarengiz buluşmalar, telefonlaşmadan karşılaşmalar… Şüphe çekmeyen saf bir Anadolu çocuğuna taşıtılan paketler…”

Mustafa yutkunuyor.

“Peki ben bu işin içinde bir pislik olabileceğini hiç sezmedim mi?” Dudağını ısırıyor. “İlk zamanlar İstanbul’da çok zorlanmıştım. Tanıdık yok, para yok. Bildiğim bir tane adres yok… İçime kapandıkça kapandım. Bazı günler yurttan çıkmıyor, bütün günü battaniyenin altında geçiriyordum. Ciddi ciddi köye dönmeyi düşünüyordum.” Başını sallayıp kendini onaylıyor. “Sonra onunla tanışmak, hayata karışmak ilaç gibi geldi. Bu şehirde belki de normali budur; böyle yaşanıyordur diye düşünüyordum.” Sıkıntıdan başını kaşıyor. “Aksini düşünmekten, olayları kurcalayıp yine yapayalnız kalmaktan korkuyordum.”

Derin bir nefes alıp devam ediyor. “Ama hissediyordum demek ki. İçten içe bütün bunların normal olmadığını seziyordum ki… Hiç kimseye anlatmadım bugüne kadar…”

İç çekerek: “En çok da kendimden kaçtım.” diye fısıldıyor. Bunu söyledikten sonra yüzü geriliyor. Acı çektiği belli oluyor.

Delikanlı ona acıyor. Yine de merakına engel olamıyor:

“Peki hafızan sisli olduğuna göre, yani olayları kesik kesik hatırladığına ve her şeyi birbirine karıştırdığına göre ki, anlattığın sahnelerin normal koşullar altında değil bir yılda, ömür boyu unutulması mümkün değil bence; acaba sana da uyuşturucu vermiş olabilir mi?”

Mustafa yine uzaklaşıyor. Koridora doğru eğiliyor. Kaşları çatık, sinirli sinirli çenesini kaşıyor. Artık silecek çalışmıyor.

Mustafa ani bir hareketle dönüyor: Tütün kokan ağzını delikanlının kulağına yanaştırıp: “İşletmeci senin dilin bayağı uzunmuş…” diyor.

Dişlerini sıkıp fısıldayarak devam ediyor: “Bak yol arkadaşım. Hayatımı deştiğin yeter. Gerçeği bilmiyorum. Ve bu konu hakkında daha fazla düşünmek istemiyorum.”

Siyah gözleri hırçınca parlıyor. Sesini biraz yükselterek: “Anlaştık mı?” diye soruyor.

Delikanlı başıyla onaylarken Mustafa’nın yüzündeki öfkenin azaba dönüşmesine tanıklık ediyor.

Otobüs öndeki kamyonu sollamaya kalkışıp, bir çift farla karşılaşınca sert bir manevra ile kendi şeridine dönüyor. Birkaç dakika öncesine kadar serüven ateşiyle yanıp tutuşan delikanlı, şimdi güvenli evini, hatta üniversitedeki sıkıcı yaşamını özlüyor.

Bir saat boyunca ikisi de içlerine kapanıyor. Mustafa gülümsemeye çalışarak nane şekeri uzatıp, barış çubuklarını yakıyor. Havadan sudan bir kaç kelime ediyorlar. Sonunda delikanlı cesaretini toplayıp:

“Kızmazsan son bir sorum olacak.” diyor. “Hayatın nasıl normale döndü sonra?”

“Okuldan atılmak üzere olduğuma dair bir uyarı gitmiş köye. Babam kahvede okutunca bütün köy haberdar olmuş. Zaten yurttan atılınca işkillenmişlerdi, bu mektup da üstüne tuz biber olmuş.”

Muavin, terle karışık ucuz parfüm kokusu saçarak yanlarından geçiyor.

“Bir sabah yurtta babamla amcamı karşımda buldum.” diye devam ediyor Mustafa. “Babam arkadaşımla ilişkimi kesmem ve o günden sonra devamsızlık yapmamam konusunda annemle kardeşlerim üstüne yemin ettirdi.”

Mustafa bunu söylerken, delikanlının gözlerinin içine ilk kez bu kadar kendinden emin bakıyor. Delikanlı Mustafa’nın ettiği yemine sadık kaldığını anlıyor.

“Amcam, şehirde bir hısım bulmuş. Bizim okulun öğrenci işlerindeki memurlardan birinin yakınıymış. Her hafta yoklamalarımı faksla bizim köyün muhtarına gönderecekmiş. Sınav sonuçlarımı benden önce onlar öğrenecekmiş. Babam eğer ikinci senenin sonunda da derslerimi veremezsem, beni köyde hayvanlarla bir sabana vuracağını söyledi. Annemin okuyup üflediği muskayı boynuma takıp gitti.”

Mustafa muskasını gösteriyor. Delikanlının burun direği anne baba özlemiyle sızlıyor.

“O günden sonra arkadaşımla birkaç kez karşılaştık. Kendisiyle görüşmek istemediğimi söyledim. Önce inanmadı. Sonra sinirlendi. Boynumdaki muskayla dalga geçti. Birkaç kez kenara çekip uzun konuşmalar yaptı. Sonunda benden umudu kesti. Okulda da görmüyorun zaten epeydir.”

Mustafa derin bir nefes alıp, uzun uzun bırakıyor.

“Ben de senin bahsettiğin; okuldan yurda, yurttan okula giden sıkıcı tiplerden biri oldum anlayacağın.” Bunu söylerken göz kırparak gülümsüyor.

“Babanın kriz planı işe yaradı mı bari?” diye soruyor delikanlı dostça gülümseyerek.

“Valla yaradı. İlk dönem kırığım yok. Böyle giderse bu yıl derslerin hepsini verir, sabana sürülmekten yırtarım inşallah.”

Karşılıklı gülüşüyorlar. İkisi de yorgun ama rahatlamış görünüyor. Başlarını koltuklarına yaslayıp birkaç dakika içinde uyuyakalıyorlar.

Delikanlı sabah İstanbul Otogarı’nda muavinin sesiyle uyanıyor.

“Son duraaak… Cümleten geçmiş olsun.”

Otobüs döne döne park yerine giriyor. Delikanlı uyku sersemi, öteberisini toparlamaya çalışıyor.

Otobüs tıslayarak kapısını açıyor. Delikanlı paltosunu giyerken Mustafa’nın yanında olmadığını fark ediyor.

Bagajdan bavulunu aldıktan sonra aracın etrafında iki tur atarak Mustafa’yı arıyor. Bulamıyor. Bir an için gece olup bitenler gerçek miydi, rüya mı; şüpheye düşüyor. Muavine Mustafa’yı sormayı düşünüyor. O sırada yolcular muavinin etrafını sarmış, herkes bagaj fişini uzatıyor.

Delikanlının aklına annesine verdiği söz geliyor. Sağ salim vardığını haber vermek üzere ankesörlü telefon aramaya koyuluyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir