FIRFIR HÜSNÜ

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık.

Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

Derme çatma da olsa baba yadigarı pembe bir evinin, cadaloz da olsa bir anasının, alkolik de olsa bir ağabeyinin, şaşı da olsa iyi göbek atan bir kız kardeşinin, veresiye veren bir bakkallarının, hastalansa hastaneye yetiştirecek, evlense kendisinden çok oynayacak komşularının olduğu zamanlara…

Her günü, her gecesi ayrı şenlik, şamatayla geçen; her türlü pislikle güzelliğin; kavga dövüşle eğlencenin; insanlarla, atların, tavukların, güvercinlerin koyun koyuna yaşadığı; dünle yarın dışında herkese, herşeye eyvallah denen kalaylı, dantelli zamanlara…

Romanların hafızası pek güçlü değildir aslında. “Ama bin yıl be kardeşim.” diye iç çeker, bir ucunu sarı topacın çıngırağına bağladığı ipin diğer ucunu işaret parmağına dolarken. “Bin yılın hafızası vardı Sulukule’de.”

Daha o kundaktayken cümbüşçü babası bir meyhane kavgasında kim vurduya gittiğinden, anası müzisyen olmasına izin vermemiştir. Ama kulağına iki nota çalınmayagörsün kanı kaynar, gizliden tempo tutmaya başlar; şu an işaret ve orta parmaklarının eklembacaklıları andıran devinimlerle topacın kafasına inip kalkması ondandır.

Sepet örmüş, atla talaş taşımış, simitçilik, tombalacılık, hurdacılık yapmış, güvercin yetiştirmiştir. Hiçbir meslekte sebat edememiş, aniden kapısını vurup çıktığı işlere geri dönebilmek için sonra çok yalvarıp yakarmış; tekrar kabul edildikten birkaç gün sonra yine firar etmiştir. Çıldırttığı ustasının, arkasından: “Ulan fırdöndüüüü!” diye avaz avaz bağırdığı gün, “Fırfır Hüsnü” diye anılmaya başlamıştır.

İzmaritini topuğuyla ezip, ayağa kalkar. Müzenin önünde volta atmaya başlar. Kafedeki tek tük yerli müşteriyi saymazsak ortalık bomboştur. Bir tur daha atar.

Geri döndüğünde, az önce oturduğu kaldırımda kara, iri bir köpek yatıyordur. Başını iki yana sallar. Ağzı açılmaz. Güldüğü kısılan gözlerinden, uzayıp derinleşen kırışıklıklarından anlaşılır. Topacı fırlatır kara köpeğe doğru. Ucundaki çivi tam hayvanın kıçına çarpacakken ipi ani bir hareketle gerisin geri çeker. Sarı topaç, parmaklarını açarak iyice düzleştirdiği avcunun içinde dönmektedir şimdi.

İşte ömrü böyle topaç gibi fır fır dönüp durmakla, çivisini bir türlü toprağa sabitleyemediğinden, güç bela ele geçirdiklerini etrafa saçmakla geçmiştir.

Topaç durunca kafenin masalarını saymaya başlar sıkıntıdan. Saymaktan da sıkılır… Mahalledeki devriye evlerini saymak da zordu bir ara… Her odasında ayrı eğlence yapılan tam otuz iki ev… Her birinde yirmi beş, otuz müzisyen… Onlarca dansöz… Otuz simitçi… Bir o kadar çekirdekçi. (En çok parayı çekirdekçilikten kazandığını hatırlar.) Yirmi otuz ayak işçisi. İstanbul’un her semtine müşteri taşıyan yirmi beş taksi şoförü… Zeki Müren’in, Müzeyyen Senar’ın eğlenmeye geldiği zamanları Sulukule’nin altın çağı diye anlatır büyükler. O günleri görmek nasip olmadıysa da, Fırfır Hüsnü’nün gençliği de lale devridir en azından.

İçi cız eder. Ateş basar birden. Yerinden fırlar. Hızlı hızlı yürür. Azıcık sakinleşince yavaşlar. Müzenin dış cephesine gerilmiş vinillere yaklaşır. Mozaik resimlerinden birindeki tavus kuşuna takılır gözü. Aklına Aysel düşer.

Ne aşıktı ona! Romanlar ayran gönüllü olur derler, onunki süzme yoğurttu o sıralar. Kız kardeşiyle aynı devriye evinde dans eden Aysel’in adeta uydusu olmuş, bir dönem fır fır dönmüştü etrafında.

Aysel de ona karşı boş değildi, hani. Herkese mavi boncuk dağıttığını söylerdi Gırnatacı Nuri ama… Ona karşı bir başkaydı. Tavus kuşu gibi uzun kirpiklerini kırpıştırıp badem gözlerini gözbebeklerine nişanladığı müşterilerden az çekirdek istememiş, Hüsnü düğün parasını biriktirip de onu bir an önce alsın diye beybabalara az cilve yapmamıştı.

İçi daralmaya başlar yine. Tavus kuşunu kovalayıp, Pembe Köşk’ün masalarına yönelir. Henüz afyonu patlamamıştır müşterilerin. Kimsenin gözünün topaç görecek hali yok.

Nurten’i surlara götürdüğünü duyunca mı suratına tokadı yapıştırmıştı Aysel, fırdöndü oynayıp çeyiz parasını kaybettiğini öğrenince mi; çatar kaşlarını ama hatırlayamaz.

İpi çabucak sarar topacın çivisinin çevresine. İki parmağı ile konik tahtayı ortasından sıkı sıkı kavrar. Sertçe fırlatır. Kız kardeşine sevdalı delikanlının, pembe evlerinin camlarını bir bir aşağı indiren taşları fırlattığı gibi hırçın ve kararlı.

Yemin billah, kız kardeşinin kemancıyı sevdiğinden haberi yoktu, delikanlıya söz verip parasını aldığı sırada. Fırdöndü oynamıştı evet, ama niyeti o parayı büyüterek, onlara dillere destan bir düğün yapmaktı. Ne dese boş; ismi fırfıra çıkmıştı bir kere, sabaha kadar yemin etse kimseyi inandıramazdı.

Dönerek inen topaç parke taşlarından birine temas eder etmez, ipi yukarı çeker. Avcunun içine alıp, orada döndürmeye devam eder.

Kıyak günleri olmuştu ama hayatını hiçbir zaman şu topaç gibi avucunun içine alamamıştı. Kentsel dönüşüm meselesi konuşulmaya başlandığında mahalleli ile bir olup isyan bayrağını çekmişti. Ama devletin, belediyenin kararlılığını görünce ilk dönenlerden olmuştu. “Hangi devlet, hangi devirde, hangi çingeneye kulak asmış ki? Nasılsa alacaklar evlerimizi elimizden, bari daha fazla para koparmaya bakalım.” diyerek kendini savunmuştu.

Köpürmüşlerdi ona yine. “Yalnızca evlerimizi değil, komşuluğumuzu, mesleklerimizi, kültürümüzü, hayatımızı yıkacaklar. Anlamıyor musun ulan Fırfır?” diye yüklenmişlerdi.

Anlamıştı anlamasına. Herşeyin iyisini, doğrusunu anladığı gibi bunu da almıştı kalın kafası. Ama her zamanki gibi iş işten geçtikten sonra… Şehrin 40 km dışına yapılan dairelerinin taksitlerini, aidatını ödeyemeyince; atlarını, tavuklarını yanlarında götüremeyince; o çevrede iş bulamayınca, buralara gelmek için harcadığı yol parası çoğu gün kazancını aşınca; kız kardeşi güneye iş bulmaya giden kemancıyla kaçınca; içki alacak paraları, veresiye satan bakkalları kalmayınca; alkolik ağabeyi camı açıp kendini beşinci kattan aşağı bırakınca; anasının yorgun kalbi bütün bunlara dayanamayıp uykusunda durunca…

Müzeye yönelen bir turist kafilesi görünce omuzları kendiliğinden dikilir. Hızla ipi topaca sarar. Tüm gücüyle fırlatır. Rahmetli Darbukatör Remzi’den öğrendiği gibi avucunda dönen topacı göstererek gruba yaklaşır.

Uğursuz daireyi elden çıkarıp, artık lüks bir siteye dönüşen eski mahallesine yakın kiralık bir odada yaşamaya başladıktan sonra komşu olduğu, eskinin iyi müzisyenlerinden Darbükatör Remzi sayesinde başlamıştır bu işe.

“Bu millette ne cüzdan ne de gönül zenginliği kaldı be Fırfır.” dediğini hatırlar bir gece portakal sandığının üzerinde rakı içerek, talihli bir günün hasılatını ezerlerken.

“Ben turistten başkasına çalışmam artık. Yüzleri güler. Kafaları hinliğe çalışmaz. Dolar’ı, Euro’yu trink basarlar. Bir de meşhurmuşsun gibi seninle fotoğraf çekinirler. Zaten biz de turist sayılırız kendi memleketimizde. Öyle değil mi Fırfır?”

Turist kafilesinden orta yaşlı, etine dolgun bir kadın, kısa saçlı arkadaşına topaççıyı göstermektedir. Fırfır Hüsnü, zokayı yutan avına hızla yaklaşır. Kadınlar gülümseyerek, topacın fiyatını sorarlar. Fırfır Hüsnü, bir avucunda sarı topacı döndürmeye devam ederken diğer eliyle rakamı işaret eder. Kısa saçlı turist, bütün kafileye birer tane hediye etmeye karar verir.

Fırfır Hüsnü yerlere kadar eğilerek topaç salkımının yarısını kadına uzatır. Nasıl çevirmesi gerektiğini birkaç kez uygulamalı gösterir. İki kadın pür neşe parayı verdikten sonra hatıra fotoğrafı çektirmek isterler.

Fırfır Hüsnü şevkle, her zamankinden daha hızlı çevirir sarı topacı. Parmaklarını iyice açar. Elini ileri uzatır. Avcunu düzleştirir. Kadınlar iki yanına geçip poz verirler. Fırfır Hüsnü’nün ağzı açılmaz. Güldüğü kısılan gözlerinden, uzayıp derinleşen kırışıklıklarından anlaşılır.

O sırada oynak bir parça yükselir Pembe Köşk’ten. Fırfır Hüsnü’nün, topaç salkımını tutan parmakları bacağına belli belirsiz vurarak tempo tutmaya başlar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YALNIZLIK

Siyah pardösüsü ile gece yarısı ışıksız sokaklarda yok oluvermekten hoşlanır. Metruk binaların buz gibi tırabzanlarını tutup, kırık basamaklarını tırmanmayı… Sahibiyle birlikte aklını da yitirmiş is kokulu odalarda dolaşmayı… Sanayi mahallelerinde ansızın köpek çetelerinin ortasında kalmayı… Sırtından beline doğru misket gibi soğuk ter damlalarının inmesini…

KEDİ MEMO

Küçükken tıka basa antika eşyalarla dolu dükkanlarında, babası misafirleriyle çay içip laflarken o kendine kuytu bir köşe bulur, büyük bir tablonun arkasına on sekizinci yüzyıldan kalma bir çalışma masasının altına ya da şanslıysa eski bir Osmanlı

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı. Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu.

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri. Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder. Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir