GÖLGELİ YOKUŞ

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini asla değiştiremeyeceklerini bile bile tutunmaya çalışırlar yokuşa. Yolun sonunun olmadığını, güneş çıksa da hep ters açıda kalacaklarını, birer gölge olarak geldikleri dünyadan yine gölge olarak göçeceklerini bile bile yorgun, tozlu, karıncalar gibi hareket etmeye devam ederler.

Kendileri gibi yıpranmış, bakımsız, içten içe çürüyüp giden binaların kıyısından, soluk, is kokulu çamaşırların altından, asfalt tutmayan yollara takıla takıla ilerlerler. İlerleyemeyecek kadar yorulduklarında bellerini tutup başlarını kaldırırlar, sönük ciğerlerine kömür kokulu havadan çekerler.

Göğe bakmazlar ama. Gökyüzü başka alemleri, olasılıkları anımsatır çünkü. Onlar öyle şeyler düşünmek, hissetmek, boşu boşuna umutlanmak istemezler. Kuş değildirler neticede. Tıpkı karıncalar gibi gökyüzüne bakmazlar, baksalar da görmezler hiç.

Biri yokuşun dikliğine, uçsuzluğuna dayanamayıp yuvarlanarak yanlarından geçerken durup bakarlar şöyle. Ellerini uzatmaz, durdurmaya kalkmazlar. Bunu yaparlarsa düşenle bir yuvaralanıp dibi boylayacaklarını bilirler çünkü. Oflarlar puflarlar ama mahkumun celladına aşık olması gibi yokuşlarına tüm varlıklarıyla bağlıdırlar.

Hepsi birbirine benzer. Renksiz, umutsuz, ışıksız… Hepsi birbirine benzediği için, bütünüyle umutsuz ve diğerlerinden farksız oldukları için içleri rahattır. Ezan kadar huzurludurlar. Çanlar kadar vurdumduymaz. Kendilerinde ne güç ne de suç bulurlar. Ölüm pek korkutmaz onları, hatta içten içe öldükten sonra daha mutlu olacaklarına inanırlar. Yukarı doğru yürürler. Yürürler… Kendilerinden öncekiler de aynısını yapmıştır çünkü. Sonrakiler de öyle yapacaktır.

Daha hızlı yürüyenlerle, geride kalanlardan haber alınmaz. Gözle görülebilen mesafe kadardır hayat. O kadar. Kolaylaştırır bu. İletişimsizlik hayatı kolaylaştırır. Kaybedecek bir şeyi, ulaşacak bir hedefi olmamak basitleştirir. Tozlu, hastalıklı köpekler, sokak ortasına boşaltılmış çöpler, simsiyah duman tüten bacalar, yalnız olunmadığını hissettirir. Yalnız olmamak ve kimseye gereksinim duymamak yalancı bir iyilik hissi yaratır. Yüze yansımaz ama derinde hissedilir bu. Pek de derinlik yoktur gerçi. Yine de içten içe hissedilir.

Gölgeler acıkmaz. Susamaz, aşık olmaz, konuşmaz. Titrer arada bir. Göze batmaz. Hedefi yoktur. Kamburu çıkmış, yokuş çıkarken görürsün. Sonra gözün bir el arbasına ya da hamal sırtlığına takıldığı sırada aniden yok oluverir. Ne zaman yok olduğunu bile fark etmezsin.

Yokuşlar unutkandır. Halkı nereden geldiğini hatırlamaz, nereye gittiğini sorgulamaz. Daima hüzünlüdür ama derin acılar da çekmez bu sayede. Çınar gölgesinde huzur bulur bir tek. Kendi gölgesinin ağırlığından kurtulduğunda. Yokuşun ucunda dev bir çınar ağacı olduğu fısıldanır bazı yaşlılar tarafından. Herkesin gölgesinde eriyeceği dev bir çınar ağacı.

Az sonra unuturlar bunu. Yokuş yukarı ağır ağır, gölge gölge yürürler. Ters ışıkta biraz daha belirgin…

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ÇOCUKLUK

Adını unuttuğu arkadaşlarıyla sineklerin kanatlarını koparıp kibrit kutusuna hapsettikleri, bakkalın deposuna tünel kazdıkları, annesi arkasını döndüğünde komşunun küçük kızını ağlattıkları,

TEKLİF

Kız: “Koşarken, koştuğumu unutmayı seviyorum.” diyor. Erkek: “Öperken sevdiğini unutmak gibi…” derken Kız’ın saçlarına bir buse konduruyor. Çığlık çığlığa bir martı geçiyor başlarının üstünden. Ürperiyor Kız. “Koşmasaydım sana rastlayamazdım.” diyor. Erkek: “Sana rastlamasaydım, aşk peşinde koşmazdım.” diye tamamlıyor.

SARMAŞIKLAR

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir