UFUKTA AŞK VAR

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar.

Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları.

Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

Hoş, kastettiklerimin hemen hepsi ya erkek, ya da eş dost çocukları.

Ama dedim ya, ben öyle hissediyorum. Ve hislerim hiç yanıltmamış henüz.

Toprak yoldan sahile doğru yürüyorum. Yılın en sıcak günlerinden birinin öğlen saatleri. Ağustos böcekleri inatla cırlıyor. Tozla karışık kuru ot kokuyor hava. Zakkumların plastiği andırdan sivri uçlu yaprakları yolun kıyısına kayarsam tenime batıyor . Boz bir köpek ağacın gölgesine kıvrılmış, kestiriyor. Rengi, şekli yanındaki kayaya ne kadar da benziyor. Köpekle kayanın arasında iri delikli bir karınca yuvası. İyi çeken bir lavabo süzgeci gibi kırmızı karıncaları emiyor.

Doğayı seviyorum. Onunla birliğimi koruyabildiğim sürece yolumu kaybetmeyeceğimi biliyorum.

Sahil bomboş. Hafta içi bu saatte genellikle böyle. Zaten ben de böyle olduğu için bu saatleri tercih ediyorum. Kumsala havlumu atıp, üzerine sırtüstü uzanıyorum.

Güneş tam tepede. Gözümü kısınca göğsümden yükselen ince buharı görebiliyorum. Bedenim şimdiden boncuk boncuk. Boncuklar mercek işlevi görüyor. Güneşlenmek filan değil, basbayağı kavrulmak bu. Ve kanımın bu şekilde kumda kahve gibi ağır ağır fokurdamasından tuhaf bir haz alıyorum.

Kaynama noktasına gelince ayağa kalkıyorum. Denize terliksiz ulaşmak mümkün değil. Terlikle bile kolay değil.

Terliklerimi ıslak kumun sınırında bırakıp suya basıyorum. Hiç uzatmadan dalıp denizin altında gözlerimi açıyorum. Suyun yüzeyine incecik, mavimsi bir jelatin sıvanmış gibi. Yer yer buruşup, dalgalanıyor. Güneş tepede, ona tekrar teslim olmamı bekliyor. Çıkmamakta direniyorum. Dipte; kaygan bitki örtülü bu serin, esrarengiz alemde daha uzun kalabilmek için nargile gibi fokurduyorum.

Güneşi nefessizliğe tercih etmek zorunda kaldığımda jelatini yırtıp havaya ulaşıyorum. Bilinçsizce ufuk çizgisine doğru kulaç atmaya başlıyorum. Aynı renkte iki apayrı var oluşun; gökyüzüyle denizin tek çizgide birleşmesi tahrik edici duygular uyandırıyor içimde. Nefes nefeseliğim, çıplaklığım, ıslaklığım, karadan kopukluğum besliyor bu duyguları. Ritimli, kararlı kulaçlar keskinleştiriyor.

Sırtüstü dinlenmeye geçtiğimde kollarım iki yana açık, göğsüm körük gibi inip kalkıyor. Yavaş yavaş sakinleşiyorum. Üstüm sıcak, altım serin… Olasılıklar gökyüzünde, gerçekler karada… İkisinin ortasında, her ikisiyle de temasta, ikisine de teslim olmadan, dalganın keyfine göre çalkalanmayı seviyorum.

Dönmeye hazırlanırken kumsalda hareket eden siyah bir karaltı çarpıyor gözüme Önce onu da güneş ışınlarının retinama oynadığı gölge oyunlarından biri sanıyorum. Yaklaştıkça kara noktanın yanılsama değil, bir insan silüetinin özeti olduğunu anlıyorum.

Canım sıkılıyor biraz. Bütün deniz, bütün kumsal, bütün gökyüzü yalnızca beni sarıp sarmalasın, ben buradayken zaman başka kimseyle oynaşmasın istiyorum.

Yaklaştıkça nokta büyüyor. Hareketi azalıyor. Nihayet sabitleniyor. Silüet bacak bacak üstüne atmış, güneşleniyor. Kitap var sanırım elinde. Yüzü görünmüyor. Başında bir kadın şapkası… Kalbim küt küt atıyor.

Denizden yalpalayarak çıkıyorum. Direkt ondan yana bakamıyorum. Yan gözle kesebildiğim kadarıyla o da hiç oralı olmuyor. Terliklerime ulaşıp, havluma doğru yürüyorum. Koskoca plajda başka yer yokmuş gibi birkaç adım önüme uzanmış. Teninden yayılan tropik krem aromasının içinden geçerken hafif sendeliyorum.

Onu gözetleyebileceğim bir açıda, yüzükoyun havluma uzanıyorum. Tam arkasında, hafif sağ çaprazındayım. Kitabının çok heyecanlı bir yerinde olmalı; bir yanına çantasını, bir yanına güneş kremini fırlatmış. Kendini dış dünyaya kapatmış.

Öğlen sıcağında tek başına ıssız bir plaja gelebilen, kitaplara düşkün, başkalarının hakkında ne düşündüğünü umursamayan, ilk kez ayak bastığı kumsalda salonundaki kanepedeymişçesine rahat uzanan biri var on adım ötemde. Üstelik bir kadın! Üstelik kitabı nasıl da zarif tutuyor. Beyaz ojesi teninin rengi, siyah bikinisi nasıl da birbiriyle uyum içinde. Denizin dibindeki çakıl taşları gibi, koyun koyuna ışıldıyorlar… Dizleri yükselmiş, kum tepecikleriyle bir. Ve kum rengi şapkasının fiyongu kumsalla gizlice flörtleşiyor.

Onun yanı başımdaki varlığını; bir deniz canlısı gibi karaya vuruvermişliğini, bir kelebek gibi yeryüzüne konuvermişliğini, yabani bir çiçek gibi kumda bitivermişliğini hayranlıkla seyrediyorum. Onunla aynı havayı solumaktan iç gıdıklanmasına benzer, nefes kesici bir haz alıyorum.

Çok geçmeden bu haz ağır ağır zehirlemeye başlıyor beni. Aniden ışıldayan varlığının, aynı sebepsizlikle sönüvermesinden çekiniyorum. Onunla iletişim kuramamanın neden olacağı pişmanlıktan, bu pısırıklığın artık bir kişilik özelliği olarak bende iyice oturuyor olmasından kaygılanıyorum. Gözümü karartıp laf atmaya kalkarsam beni terslemesinden ve bunun beni pısırıklıktan da beter bir değersizlik duygusuyla baş başa bırakmasından korkuyorum.

Ufuk çizgisi üzerinde mavi bir gemi ilerliyor.

Aniden dönüp, yüzükoyun uzanıyor. Bedeni leopar kıvraklığında yapıyor bunu. Göbek deliği kırmızı karınca yuvası gibi beni içine doğru çekiyor. Göz göze geliyoruz. Daha doğrusu gözleri gözlerimi bir bakışta esir alıyor. Göğüsleri bikiniye sığmayacak kadar özgür ve canlı. Dişleri bembeyaz bir avuç çakıl taşı. Gülüşü kumların üstüne sırılsıklam saçılıyor.

Gülümsüyorum farkında olmadan. Yani karşılık veriyorum. Verilmeyecek gibi değil çünkü. Kitabı açık halde kumun üstüne bırakıyor. Bir uçtan diğerine yalayarak dudağını nemlendirirken göz ucuyla gemiyi işaret ediyor. Ya da ufuk çizgisini…

Bir şey söylüyor mu, söylüyorsa bunu hangi sözcüklerle, hangi dilde yapıyor anımsamıyorum. O ayağa kalkarken ben de aynısını yapıyorum. Göbek deliğini, göğüslerini, yanık, pürüzsüz tenini seçmiyor artık gözüm. Şapkasının süzülerek kitabın üstüne konuşunu anımsıyorum. Onu da hayal meyal.

Elini uzatıyor. Terliklerimi giymeden, yanında bitiyorum. El ele tutuşuyoruz. Olasılıkla gerçek, denizle gökyüzü gibi.

Kıyıya nasıl vardığımızı anımsamıyorum. Tabanlarımda en ufak bir yanma hissi yok. Kalbimden dumanlar yükseliyor.

Öpüşmeye başlıyoruz. Çocukken top oynadıktan sonra çamlıktaki çeşmeden içerdik böyle kana kana.

Gülüyor. Suya düşüyor gülüşü. Dalganın ucu dantel gibi köpürüyor. Ayaklarımı gıdıklıyor köpük. Gözlerim nemleniyor. Terden belki, bilmiyorum.

Suyun dibinde sarılıyoruz doya doya. Kaygan bitki örtülü bu serin, esrarengiz alemde yunuslar gibi birbirimize sürtünerek geziniyoruz. Kıkırdayınca burnumuzdan nargile baloncukları çıkıyor. Mavi jelatini birlikte yırtarak gökyüzüne doğru yükseliyoruz.

Gözlerimiz ufka dalıyor biraz sakinleşince.

Asla birbirinin içinde erimeyecek özgün ve özgür varlıklar olduğumuzu ikimiz de biliyoruz.

Ama ufuk çizgisine baktıkça; denizle gökyüzü gibi, sonsuz bir çizgi boyunca birbirimize kesintisiz dokunabileceğimizi de görebiliyoruz.

Tepeden tırnağa tahrik oluyoruz bu olasılık karşısında. Nefes nefeseliğimiz, çıplaklığımız, ıslaklığımız, karadan kopukluğumuz arzumuzu besliyor.

Olasılıkla gerçeğin kesiştiği yere; mavi geminin ilerlediği ufuk çizgisine doğru ritimli ve kararlı kulaçlarla ilerliyoruz.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

KARANLIK

Uzakta ince bir ışık gördü. Sokakla bir kıvrılınca ışık genişledi, etrafındaki birkaç bitkin binayı aydınlatacak güce ulaştı. Işıkla birlikte, başlangıçta zihninde çaldığını sandığı melodi de kulakla işitilebilir oldu. Adımları hızlandı. Evet… Bir piyano sesiydi. Öyle tanıdık, öyle dokunaklıydı ki… Notalar kelebek sürüsü gibi sokak lambasının etrafında kanat çırpıyor, ışığın rengini altınımsı hale getiriyordu.

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

BEYAZ DAVET

Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir