ALTIN SABAH

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silüeti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı. Gluk gluk ediyordu teknenin pervanesi döndükçe. Beyaz beyaz köpüklenmiyor, yoğunlaştıkça kırışığı azalıyor, cildi parlaklaşıyordu.

Uyanır uyanmaz anlamıştı bu sabahın o sabah olduğunu. Çocukluğunda rahmetli dedesinden dinlediği, onun kendi dedesinden, onun da kendi dedesinden dinlediği “Altın Sabah”tı bu. Torunlarını etrafına topladığı kış gecelerinde nasırlı parmaklarıyla kestane çizerken, bayram sabahları babaannesinin açtığı cevizli baklava yenirken, hafta sonu kahvaltılarında sıcak sütünü höpürdeterek içerken uzun uzun anlatırdı o sabahın alametlerini.

Bu yüzden bu sabahın o sabah olduğunu anlaması için gözünü açtıktan sonra bir kaç dakika yetmişti. Denizin böyle yaldıza bulanmasının; Kız Kulesi’nin dibindeki paslı giderin kapağı ile Sarayburnu’ndaki altın çeşmenin musluğunun peş peşe ve aynı görünmez el tarafından açılmasına bağlı olduğundan haberi vardı mesela.

İstanbul siluetinin yer yer dağılıp gökyüzüne karışması, sisin insanın genzine şekersiz pamuk helva gibi sıvanması, hepsi öyle gerçek dışı, öylesine büyüleyiciydi ki, uyanıp da bütün bunlara kısacık bir an için tanık olanlar kendilerini hayatlarında gördükleri en tuhaf ve güzel rüyanın ortasında sanıp, uyumaya devam ediyorlardı. Tıpkı dedesinin dedesinin dedesinin anlattığı gibi şehirde uyanık kimse yoktu bu sabah. Bir kısım efsunlanıp gerisin geri uykuya dalmış, bir kısım henüz hiç uyanmamıştı.

Çaydanlığa su doldurdu. Küçük tüpün üstüne koyup abdest almaya koyuldu. Çayı demleyip namaza durdu. İki rekat da şükür için kıldı. “Fazla da oyalanmaya gelmez” demişti dedesi. Öyle yaptı. Metal bardağını demli çayla doldurdu. Yün beresini taktı. Balıkçı barınağının derme çatma kapısını tekmeleyerek dışarı çıktı.

Ne martı vardı görünürde, ne de bir Allah’ın kulu. Hava serindi ama üşütecek kadar değil. Tek asılışta motoru çalıştırdı. Motor hep böyle gürültülü mü çalışırdı? Pek üstünde durmadı. Halatı çözdü. Tekneye atladı. Dedesinin atalarından bahsettiğinde tasvir ettiği gibi: Yağız ata binercesine müteşekkir.

Teknenin yan cephesinde el oyması bir ahşap deniz atı vardı. Dedesinin, onun dedesinin ve onun da dedesinin teknelerinden miras. Atın kabartma yelesini okşadı.

Tekne usulca kaymaya başladı sırları dalga dalga yükselen dev aynanın üstünde. Çayından keyifli bir yudum aldı. İstanbul’un rimelleri akmış, birazı göğe birazı denize karışmıştı. Soktu elini suya. Çenesini sıvazladı. Islak parmağıyla kaşlarını düzeltti. Teknenin camında yansımasını gördü. Beğendi kendini, hayret. Kim bilir ne zamandır ilk defa. Tuzlu dudaklarını yaladı. Dişlerini sıktı ne halt edeceğini bilemediğinde yaptığı gibi. Çay bardağına sarıldı yine. Bir yudum daha içti, bu kez heyecanı keyfinin önünde.

Dümeni sise doğru kırdı. “İstanbul Boğazı’nın en geniş yerinin tam ortasına…” demişti dedesi. Sis, Rumelihisarı ile Anadoluhisarı arasında başlıyordu. Boğazın en dar yerinde. Tam başlaması gereken yerde.

Önce yön, sonra düzlem, sonra da zaman kavramını yitirdi. Pusula bozulmuş, saat durmuştu işte. Suyun üstünde mi gidiyor, dibinde mi, yoksa gökyüzünde mi süzülüyor, kestiremiyordu şimdi. Daha önce defalarca yaşamıştı bu anı. Çocukluğunun en sık tekrarlanan rüyasında.

Sonra bir ara bunları aslında kendisi yaşamıyor, dümendeki dedesi anlatıyor zannetti. Dedesi “Altın Sabah”ı ezberlettiği vurgularıyla, arada derin derin soluklanarak, yine aynı yerlerde aynı şakaları yaparak, sona yaklaştıkça biraz daha ağırlaşarak anlatıyor, o ise elini denize sokmuş, teknenin kıçında balık gibi oynatıyordu.

Hava durgundu o ana dek. Birdenbire güçlü bir rüzgar esti. Tül gibi aralandı sis. Limana demirlemiş kırmızı, mavi, yeşil teknelerin gerisinde beyaz büyük bir fener göründü. Derken esinti başladığı gibi aniden kesildi. Gelmişti demek… Anadolu Feneri ile Rumeli Feneri’nin ortasına, boğazın en geniş yerine yaklaşmıştı.

Biraz daha ilerleyip motoru kapadı. Boynuna asılı zincirin ucundaki dede yadigarı pirinç silistre düdüğünü ağzına götürdü. Yanaklarını şişirip bütün gücüyle üfledi. Sonra bir daha. Ve dedesinin söylediği gibi üçüncü kez.

Hiçbir hareket olmadı.

“Bekle” demişti dedesi. “Muhakkak gelecek. Üç kere daha çal. Ve bekle.” Öyle yaptı. Yine sessizlik. Ürpertecek kadar. Silistre düdüğünü ağzına götürdü. Bir tur daha…

Bir şıpırtı duyar gibi oldu. Uzaktan geldi ses. Anadolu Feneri’nin bulunduğu taraftan. Yeri belli olsun diye üç kez daha üfledi. Şıpırtı tekrarlandı, yaklaşmaya başladı.

Dedesinin anlattığı altın saçlı deniz kızı mıydı gelen? Bu da gerçek olabilir miydi? Suya bir şey, belki de denizkızının kuyruğu çarpıyor, devinimiyle bizimkinin teknesine yaklaşıyordu.

Soluğunu tutmuştu şimdi. Bir kayığın ucu belirdi az ötede. Sisi yararak yaklaştıkça, genişleyen ahşap gövdesi ortaya çıkıyordu. Kürekler göründü derken. Sonra onları tutan eller. O narin, bembeyaz ellerin sahibi çıktı ortaya. Yavaş yavaş… Belki yüz yıl sürdü bu. Dedesinin onlarca kez tarif ettiği, rüyasında yüzlerce kez gördüğü beden tamamlandı nazlanarak. Evet oydu karşısındaki: Altın Saçlı Kız.

Kayık sürtünerek tekneye yanaştı. Kız halatı uzattı. Öyle duru, öyle gösterişsiz bir güzelliği vardı ki. Bizimki sersemliği zor attı üzerinden. Halatı yakaladı, bir çırpıda kendi teknesine bağladı. Elini uzattı altın saçlara doğru. Kızı çekerken belinden aşağısına kaydı bakışları. Kuyruğu değil ayakları vardı. Daha da sevindi buna. Hayret! Dedesi ilk kez yanılmıştı.

Kızla bir süre birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Sis iyice etkisini artırmıştı. Başka bakacak yer yoktu yani. Onlara zaten başka ihtimal yoktu.

“Nasıl buluşabildik, bir fikrin var mı?” diye sordu balıkçı.

“Büyükannemin büyükannesinin büyükannesi…” diye başladı kız yüzü kadar duru, Boğaz kadar pürüzsüz sesiyle. Kızın söylediklerini, ezbere bildiği hikayeye ekleyince her şeyi anladı.

Dedesinin dedesinin dedesi, Altın Saçlı Kız’ın büyükannesinin büyükannesinin büyükannesi ile böyle bir altın sabahta ayrılmak zorunda kalmışlardı. Yaşayamadıkları aşklarını masallaştırmış, sonraki nesillere miras bırakmışlardı.

Ne var ki, o gün bugün, bir kez bile altın sabah olmamış ya da olduysa da önceki nesillerden hiçbir oğlan ve kız bu masala onlar kadar inanmamıştı.

“Ben seni altın saçlı bir deniz kızı sanıyordum.” dedi oğlan gülerek.

“Öyle sayılırım.” diye yanıtladı kız, beline dökülen altın sarısı saçlarını okşayarak. “Hep deniz kıyısında, şu Boğaz köyünde yaşadım.”

“Ben de seni denizatlı prens sanıyordum.” derken mahcupça gülümsedi kız.

Oğlan ayağa kalktı. Teknenin yan cephesindeki ahşap oyma denizatına vururken kızın gülümsemesine karşılık verdi:

“Öyle sayılırım zaten.”

Her ikisinin da yıllarca dinlediği hikayede olduğu gibi sis dağılmaya başladı. Önce Anadolu Feneri, sonra Rumeli Feneri sahilleri görünür oldu. Deniz usul usul asıl renginin mavi olduğunu anımsadı. Dalgalanmaya başladı. Bembeyaz köpükler coşkuyla dalgaların ucuna asıldı.

Altın Saçlı Kız’ın bavulunu yanlarına alıp, kayığını teknenin kıçına bağladılar. Burunlarını ters yöne çevirdiler.

Dedelerinden, büyükannelerinden dinledikleri gibi, aynı çocukluk rüyasını birlikte görür gibi, nikahlarını kıydırmak üzere Arnavutköy Tevfikiye Camisi’nin imamına doğru pata pata ilerlemeye koyuldular.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

EVE DÖNMEK

Sokakta çocuk… Tek başına… Yürüyor… Yürüyor… Evleri tam karşıda… Ama ona bir türlü ulaşamıyor. Ablası dış kapıya yaslanmış. Yolu gözetliyor. Bayramlık pembe elbisesi sırtında. Çocuğun bulunduğu tarafa bakıyor. Elini siper etmiş alnına. Ama onu göremiyor. Hızlandırıyor adımlarını çocuk. Koşmak istiyor. Asfalt geriye kayıyor ayağının altından. Her küçük adımı onu ablasına, evine yaklaştıracağına…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir