PATRON

PATRON

Sabah akşam paslı mavi kapının yanındaki makam suntasına oturur. Boynunda tespih, elinde hesap makinesi. Hesap makinesi hasılatı hesaplamak, tespih canı sıkılınca çekmek için.

Güldüğü görülmemiştir. Konuştuğu çok nadir. Öteki çocuklardan farkı, onun çoktandır çocuk olmamasıdır.

Mavi kapının arkasında su damacanaları durur. Onların gerisinde paslı bir dolap. Kağıt bardaklar, yedek bidonlar ve oyuncak torbası dolabın içinde, dolabın anahtarı tespihin ucundadır.

Çocuklar her sabah bidonlarını bu damacanalardan doldururlar. İç içe geçmiş karton bardaklardan oluşan silindirleri fişek gibi lastik kemerlerle bellerine sıkıştırıp mıntıkalarına -Eminönü’ne, Kapalıçarşı’ya, Cağaloğlu’na, Nuruosmaniye’ye- doğru yollanırlar.

***

Dolabı kilitledikten sonra makam suntasına geri döner. Ağır ağır uzaklaşan çocukları, görüş açısından çıkana dek seyreder. Birileri kendisinden uzaklaşacaksa bunun aniden, habersiz gerçekleşmesindense böyle yavaş ve kontrollü olmasını yeğler.

Çocuklar gözden kaybolduktan sonra da bakışlarını yoldan ayırmaz. Kendini bildi bileli bir gözü hep yoldadır zaten. Yıkık dökük binaların, moloz ve hurda yığılı arsaların arasında can çekişen tozlu yolda. Ve o yolun birkaç karış üstünde beliren; kızgın güneşin yeryüzünden yükselen buharla, sevimsiz gerçeğin gündüz düşleriyle iç içe geçmesinden oluşan esrarengiz geçitlerde.

O esrarengiz geçitlerden birinde kanada benzer bir gölge belirir. Gitgide büyür. Koca bir elmiş meğer. Usulca onun başına konar. Anne kanadının altına sığınmış kuş yavrusu gibi hisseder o an. Saçlarının arasına giren parmaklara teslim olur. Okşanır, okşanır. Saç diplerinden iç organlarına ve daha onlar oluşmadan önceki zamanlara uzanır okşamalar. Ruhu kamaşır kuş tüyüyle gıdıklanır gibi. Sevildiğinden şüphe duymayan masum bir yavru gibi.

O anı kaybetmemek için; belleğinin sabitleri arasında yer almayan, nadiren, canı isterse, tütsü dumanı gibi ortaya çıkan ve ilk esintide aslında hiç ona ait olmamış gibi sırra kadem basan o duygu biraz daha yanında kalsın diye, usulca duvara yaslar başını. Dünyanın şefkat dolu, güvenilir bir yer olduğunu hayal eder.

***

Sokakta çıt yoktur. Bir kumru öter hüzünlü. Uzaktan süpürge sesleri gelir. Peşinden arap sabunu kokusu… Ah annesi gelir aklına. Hiç tanımasa da bilir annenin kumru gibi, talih kuşu gibi insanın başına konan, arap sabunu gibi tertemiz kokan bir varlık olduğunu. Başını, duvara sürter usul usul. Kendini, anne hayaline sevdirir.

Minicik gövdesi bir çift bacağın üstünde şimdi. Bir görünüp bir kaybolan oyuncak sepeti… Başının altında bir yastık. Bacaklar yastığı salladıkça onun yanakları da bir sağa düşer bir sola. Her sola düşüşte sepeti görür. Ve içindeki plastik hayvan oyuncakları: Bir ayı, bir keçi, bir tavuk.

Fırlar ayağa. Kulağında birkaç dakika sonra anımsayamayacağı ninninin, hayatın anne koynunda uyanılan bir sabah kadar tatlı ve koşulsuz verici olduğunu mırıldanan ezgisi çınlarken, az önce zihninde canlanan hayvanların isimlerini duvara kargacık burgacık harflerle yazar.

***

Kucaktadır bu kez. Ağaçlıklı bir yolda ilerlerken, bir taraftan da tok ve huzurlu ses tonuyla yanındakilerle konuşmaktadır onu kollarıyla göğsü arasına sıkıştırmış olan güçlü kişi. Dünya büyülü bir yerdir ve mis gibi ter kokan, göğsü beton gibi sert, o dünyanın en güçlü kişisi onu dünyanın büyüsünü keşfetsin diye uzaklara taşımaktadır. O ise ağaç dallarının arasından yıldızları seyretmektedir. Bütün bu mucizelerin onu şaşırtmak, eğlendirmek, mutlu etmek için var olduğunu düşünmektedir. Ve yıldızlar göz kırpmakta, sonsuzluğa kaymakta, var güçleriyle ışıldamaktadır uçsuz bucaksız karanlıkta.

Bu kez yerinden kalkmadan yıldızlar çizer başının üstüne. Dünyada yapayalnız olmadığının kanıtlarıdır bunlar. Hayata tutunabileceği kulplar.

Bir tren belirir geçidin ucunda. El sallar ona. Sallar. Sallar. Minik gövdesi koca bir el olur, titremeye başlar… Tren gider yıldızlara doğru. Dönmeyeceklerin ilkidir o. Benliğindeki ilk yarık. Dünyanın sepetteki hayvanlar, gökyüzündeki yıldızlar ve arap sabunu kokusundan ibaret bir cennet olmadığının ilk bilgisi. Güçlü kolların çocukluk havuzunun tıpasını çekip, karanlıkta kaybolduğu gece.

Ayağa kalkar. Duvarın erişebildiği en uzak noktasına bir vagon resmi çizer.

***

Çocuklar akşamüstü boş bidonlarla birer birer satıştan dönmeye başlarlar. “Patron” derler ona. Kaç bardak su sattıklarını söyleyip parayı eline sayarlar. Kalan karton bardaklarını teslim ederler. Önce parayı sayar, parmaklarının ucunu yalayarak. Desteyi kıvırıp şortunun cebine koyar. Sonra bardakları sayar tek tek. Sonra hesap makinesini açar. Çocukların söylediği rakamı, kalan bardak sayısı ve toplam hasılatla karşılaştırır.

Hesap tutuyorsa, dolabı açar. Boş bidonu ve bardakları dikkatlice raflara yerleştirir. Elini poşete sokar. Acele etmeden karıştırır. İçinden rastgele bir oyuncak seçer. Satıcı çocuğun o günkü ödülüdür o. Ne çıkarsa bahtına: Küçük araba, topaç, çakma bir süper kahraman figürü, oyun hamuru, zıplayan top, ışıklı anahtarlık…

Hesap tutmuyorsa, yeni oyuncak vermediği gibi eskisini de alır çocuğun cebinden. Ödülün olduğu yerde ceza da olmalı. Bütün gücüyle fırlatır asfalta. Kimi çocuk kaleci gibi oyuncağının üstüne kapaklanıp, daha fazla sekmesine engel olarak hasarı azaltmaya çalışır. Kimi ise kalakalır öylece. Sonra da döner, gider. Makam suntasının çevresi tekeri kırılmış arabalarla, paramparça olmuş anahtarlık plastikleriyle, toza bulanmış oyun hamuru parçalarıyla doludur. İbret olsun diye kaldırtmaz onları. Ertesi sabah çocuklar bidonlarını doldururken bir gözleri kırık oyuncaklara takılır.

***

Karşı apartmanın birinci katında tek bacağı kopuk bir adam oturur. Gece gündüz cam kenarında. Onun da gözü çoğu zaman yoldadır. Bakışları makam suntasına, mavi kapının ağzındaki hazırlıklara ve asfalt yoldaki infazlara takılır bazen de.

Manzaralar değişse de onun avurtları çökük, saçı sakalı birbirine karışmış, kavruk yüzünde herhangi bir değişiklik olmaz. Puslu, karanlık, hınçlı bakar. Patron gibidir o da. Güldüğü görülmemiştir. Konuştuğu çok nadir.

Bazı günler başka kavruk adamlar gelir ziyaretine. Ellerinde dolu market poşetleriyle… Yarım saat kadar sonra geldikleri yönde, sabahları çocukların bidonlarıyla adım adım yok oldukları yolun sonunda onlar da gözden kaybolurlar.

Bazı günler de küf kokulu, loş apartmanının girişinde görünür tek bacağı kopuk adam. Koltuk değneklerine yaslanmış, penceredeki görüntüsünden çok daha uzun boylu. Şalvarının tek bacağının ucu düğümlü.

Makam suntasına tık tık yaklaşır.

“İyi misim Patron?” diye sorar gırtlaktan, ağır şivesiyle.

“Hamdolsun Kumandan.” yanıtını alır. Ciddi, tok ve kısa.

Patron, sözünü bitirir bitirmez kenara kayıp, makam suntasında yer açar. Kumandan duvardaki yazıları, yıldızları inceler. Koltuk değneklerini yaslayıp Patron’un yanına ilişir. Mis gibi ter kokusu gelir Patron’un burnuna.

Hiç konuşmadan dakikalar, bazen saatler boyunca otururlar. Bazen Patron tespihini çıkarır boynundan. Birlikte çekerler. Gözleri yola dalıp gider. Yıkık dökük binaların, moloz ve hurda yığılı arsaların arasında can çekişen tozlu yola. Ve o yolun birkaç karış üstünde beliren esrarengiz geçitlere.

***

Kumandan o geçitlerin birinden kan ter içinde çıkar bu defa. Kopuk bacağının sızısının yatışmasını bekler. Elinin tersiyle alnındaki terden boncukları silerken, testere gibi tırtıklı bir sesle:

“Patronlukla, kumandanlıkla yaralar kapanmıyor evlat.” diye hırıldar. “Anca derinleşiyor.”

Feri çoktan kaçmış kapkara gözlerini Patron’unkilere diker.

“Yol yakınken siktir et sen patronluğu! Çocuk ol yeniden. Ve hep öyle kal.”

Bu defa su gibi akışkan çıkar sesi. Şefkatli ve tereddütsüz.

Patron gözlerini kapatır. Kumandan, koltuk değneğine tutunarak güçlükle ayağa kalkar. Duvardaki vagon resminden Patron’a doğru bir çizgi çeker. Vagonun içini yıldızla doldurur.

***

Patron’un gözleri kapalıdır hala. Kirpiklerinin altında beliren yıldızlar göz kırpmaya, var güçleriyle ışıldamaya başlarlar. Başına kocaman bir el yaklaşır. Şefkatle saçlarını okşar.

Hesap makinesi kayar Patron’un elinden. Bir kumru öter. Burnuna arap sabunu kokusu gelir. O duygu biraz daha yanında kalsın diye, usulca duvara yaslar başını. Dünyanın şefkat dolu, güvenilir bir yer olduğu esrarengiz bir geçide doğru tatlı tatlı çekilmeye başlar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini…

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir