HACI

HACI

Hacdan getirdiği zemzem suyuyla yoğururdu köfteleri. Ekmeği, dört öksüzünü büyütmeye çalışan Yakup’un fırınından; soğanı, maydanozu rahmetli çocukluk arkadaşı Süleyman’ın aklı hesap kitaba basmayan kırmızı yanaklı oğlundan; baharatı yanında Suriye’li çalıştırmaya başladığından beri Tekkaş Niyazi’den alırdı.

Et konusunda çok hassastı. Eskiden hemşehrisi Çolak İsmet çekerdi dana döş, kuzu kuyruk karışımı kıymasını. O öldükten sonra damadı Camgöz Bekir de rahmetlinin etini aratmamıştı.

Kapalıçarşı’nın bitişiğinde ufacık bir esnaf lokantasında komi olarak başlamıştı köfteciliğe. On dört yaşında… Ona sorsan dün sanki.

Sonra simitçilik. Sultanhamam’da nevresim, havlu toptancılığı… Kısa bir süre sepetçilik ve en son hırdavatçı kalfalığı… Son işyerinde tam yirmi beş sene…

Emekli olmaya hazırlanırken patronu Levon Bey ölüvermişti, toprağı bol olsun. Madam’ın kimsesi yoktu İstanbul’da. Kocasından iyi olmasın hisse vermiş, dükkanın başına getirmişti Hacı’yı. Allah’ın hikmeti işte, bir de açılıvermesin mi işler… Rüstem Paşa Camisi’nden ahbabı vardı epey, onlar da Hacı’nın dükkandan alışveriş ederek destek vermişlerdi, sağ olsunlar. Hacı mahcup olmadığına seviniyordu. Madam, cumaları dükkana uğrayıp deste deste paraları teslim alıyor, Allah için Hacı’nın payını da eksiksiz ödüyordu.

Odun taşımaktan, soba yakmaktan, evi çekip çevirmekten iki büklüm olmuş karıcığı, Hacı’nın Kurukahveci Mehmet Efendi’den taze çektirdiği kahveyi ağır ateşte pişirip, köpüklü fincanı kocasının önündeki sehpaya bıraktıktan sonra usulca: “Hacı Bey” derdi. “Paraya tamah etmenden korkar oldum. Allahıma bin şükür, başımızı sokacak bir evimiz, iki kuru boğazı hayli hayli doyuracak emekli maaşımız var. Çoluk çocuk da kısmet olmadı madem. Bırak fazlasını ihtiyacı olan kazansın. Biz israf etmeyelim.”

Hacı, kahvesini höpürdetir, fincanını tabağa geri koyarken “Evhamlanma yine Muazzez Sultan” diye takılırdı. “Su akarken testimizi dolduralım. Hac paramızı biriktirelim. Az daha dişimizi sıkıp, bir evcağız daha alalım. Sonra ileride bugünleri aramayalım…”

“Amin aramayalım tabi…” derdi Muazzez Hanım. “Ama arayanları da unutmayalım sakın.”

Melek Muazzez derdi ona konu komşu. Evini tepeden tırnağa temizleyip pırıl pırıl ettiği, Şeyh Vefa’nın türbesini ziyaret ettiği, kocasının sefer tasını çok sevdiği köftelerle doldurduğu huzurlu bir günün gecesinde meleklere karıştı.

Cenazeden sonra bir daha dükkana dönmedi Hacı. Allah’tan af ve sabır niyaz etmek üzere, sevabı karıcığının ruhuna, Umre’ye gitti.

Geri döndüğünde sakallıydı. Omuzları, avurtları biraz daha çökük. Bahar vakti başında yün bir takke. Gözleri daha gri ve dalgın, gıdısı biraz daha sarkık…

Eşe dosta danışarak, köfte arabasını satılığa çıkarmış iki üç kişi buldu. En çok ihtiyacı olandan, ederinin iki mislini ödeyerek arabasını satın aldı.

Mercan yokuşunu inerken beyaz bir iş önlüğü beğendi kendine.

Boş köfteci arabasını Vefa Camisi’nin önüne park etti. Şeyh Vefa türbesinde dua etti. Karıcığının, anacığının, Levon Bey’in ve tüm ustalarının ruhlarına okudu, üfledi.

Oradan doğru Camgöz Bekir’in kasap dükkanına… “Hep iyi verdin eti Camgöz” dedi. “Yalnız benim değil, Muazzez Sultan’ın da hakkı helaldir sana. Bundan böyle daha da dikkat et. Bebeğine verir gibi özen, olur mu? Mahcup olmayalım eş dosta.”

Tekkaş Niyazi yoktu, baharatçı dükkanında. Kimyonu, karabiberi, kekiği Suriyeli’ye tarttırdı. Bir torba dolusu defter kalem almıştı kırtasiyecilerin önünden geçerken. Hepsini Suriyeli’nin çocuklarına bıraktı.

Manav Süleyman koşup ellerini öptü Hacı Amcasının, başsağlığı diledi. Kırmızı yanaklarını okşadı onun. Bir çuval soğan aldı. Bir demet de maydanoz. “Taze taze doğrayayım, yarın uğrar bir demet daha alırım.” deyip, devam etti.

Yakup’tan birkaç kuru ekmek istedi. “Sabaha da yirmi beş ekmek hazır edersin bana, en gevreğinden” diye de tembihledi. “Büyük oğlan on dördüne bastı demek. Müsait olunca çıraklığa gönder, el vereyim ona.” diye takıldı. “Eksik olma Hacı Dedesi” derken yazar kasanın yanındaki deftere kapanmış, parmak sayarak matematik ödevini yapan oğlanı gösterdi Yakup. “Bizimkinin aklı fikri okumakta.”

Arabayı zincirle evin demir parmaklıklarına kilitledi. Malzemeyi yukarı çıkardı. Ellerini uzun uzun sabunla yıkadı. Saçı dökülmesin diye başına beyaz namaz takkesini geçirdi.

On dört yaşından beri köfte yapmamıştı. Kuru ekmeğin kabuklarını çıkardı önce. Suya ısladı. Soğanın kabuklarını soydu bir güzel. İnce ince kıymaya başladı. Karısını düşündü bunu yaparken. Gençliğini düşündü. Tamahkarlıklarını, günahlarını, on dört yaşında arkadaşıyla paylaşmadığı yüklü bahşişi… Patron tatildeyken, sattğı iki takım nevresimin parasını kasaya koymayıp karısının ilaçlarına harcayışını… Üstüne basıp ezdiği sepetleri kimin o hale soktuğunu bilmediğine yemin ettiği günü… Madam’ın paralar aktıkça alenileşen cilvelerine kapılıp gitmese de usuldan karşılık verişini… Belki gücü yetse, İstanbul’a getirip tedavi ettirebilse genç yaşta kaybetmeyeceği anacığını… Verebilecekken vermediği borçları, emekli olup sultanını daha az yorabilecekken, yaşından başından utanmadan mal mülk peşinde koşturmaya devam etmesini…

Soğanla bir yandı göz pınarları. Gözyaşları büyüdü, taş gibi kaskatı oldu. Buruşuk gözlerine sığmadı… Derken yağ gibi kaygan, akmaya başladı. Önce kır sakalını, sonra yeni önlüğünün göğsünü ıslattı.

İncecik parçalara ayırdığı soğanı kıymanın üstüne boca etti. Ayçiçek yağını dökerken boğazını düğümleyen yumru da küçüldü sanki biraz. Kimyon ve karabiberden birer tutam aldı. İçinden sure okumaya koyuldu. Baharatları kıymanın üstüne serpti. Okumayı bitirip üfledi.

Islak ekmek içini aldı yaşlı avcuna. Öyle bir sıktı ki lavabonun üstünde, birazcık kötülük kalmışsa kalbinde onu da akıttı, ekmek kadar saflaştırdı.

Ve bütün malzemeyi karmaya başladı.

Çocukluğuyla gençliğini, namusuyla zaaflarını, yatırlarla yatırımları, sultanına duyduğu sevgiyle bunu yeterince ifade edememiş olmanın sızısını, patronlarına karşı minnet ve kırgınlıklarını, Allah’tan isterken cömertçe açtığı ellerinin başkalarına verirken titreyişini, insan olmanın yücelten ve aşağılayan hallerini karıştırdı. Yoğurdu, yumrukladı. Sıkıştırıp kaldırdı; bütün gücüyle tezgaha vurdu. Bir daha, bir daha vurdu.

Tüm yaşadıklarını içine alacak kadar büyük; tek tek yaşantılarını unutturacak kadar iç içe geçmiş bir karışım elde edinceye dek karıştırmaya devam etti.

Soluk soluğa kaldı. Dinlenmeye bıraktı biraz. Köfte harcını ve yaşlı bedenini…

Sonra yapışmasın diye parmak uçlarını zemzem suyuna batırarak harcı parçalara ayırmaya başladı. Yassı yassı köfteler yaptı ondan… Hayata dair, insan olmaya dair ne varsa hepsinin özünü taşıyan parçalara ayırdı harcı. Köfte adı verilen parçalara…

Karısını kaybettikten sonra ilk kez o gece rahat bir uyku çekti.

Sabah erkenden uyandı. Yün beresini geçirdi ilk iş başına. Altına yün donunu, içine yün gömleğini, üstüne kazağını, onun da üstüne bembeyaz önlüğünü giydi. Köfte dolu tepsisini alıp, çocuk gibi şen ve aceleci indi sokağa. Arabasının kilidini söktü. Yoldan kömür aldı bir çuval. Mangalı yaktı.

En fazla yoksulun barındığı semtleri avcunun içi gibi biliyordu. Sırayla dolaşmaya başladı. Küçükpazar’daki işçi evlerini… İMÇ’nin arkasında 50 kuruşa paçavra satmaya çalışan seyyar satıcıları… Süleymaniye eteklerindeki hurdacı yıkıntılarını… Zenci, Türkmen, Suriyeli işçilerin çalıştığı atölyeleri, depoları… Kürek sapı, portakal sandığı filan yapılan marangozhaneleri… Yağa, toza bulanmış lastik tamircilerini…

Köfteyi bol koyuyor, isteğe göre soğan, domates, tuz ekliyor; kağıda sarıp “afiyet olsun canım” diyerek müşterisinin eline tutuşturuyordu.

“Kaç para Hacı Amca?” diyenlere, elini göğsüne götürerek “Eyvallah, bir şey istemez” gibilerden bir şeyler mırıldanarak karşılık veriyor; ısrar edenlere kaşlarını çatarak, “Ben emir kuluyum. Köfteler Müzeyyen Sultan’ın ikramı” diyor, karnını doyurduktan sonra soğan kokan ağzından “Allah razı olsun” dökülen her müşterinin ardından kendini biraz daha hafiflemiş hissediyordu.

Son köfteleri Vefa Camisi’nin önünde dağıttı. Şeyh Vefa’nın türbesine ve avludaki mezarlarla birlikte Muazzez Sultan’ın ruhuna birer fatiha okudu. Yere düşen köfteleri biriktirdiği poşeti boca edip kedileri doyurdu. Huşu içinde mahalleye döndü.

Sırasıyla Camgöz Bekir’e, Tekkaş Niyazi’ye, Süleyman’ın oğluna uğradı. Yakup’a ertesi sabah için otuz ekmek sipariş etti. Yakup’un oğlu ders çalışmayı bitirmiş babasına yardım ediyordu. Bayat ekmekleri torbaya o koydu. Yakup:

“Bu arada Hacı Dedesi sana bir haberimiz var.” dedi. “Dün akşam konuştuk bizim delikanlıyla. Yaz tatilinde sana çıraklık etmek istiyor. Eti senin, kemiği benim artık. İlk altın bileziği senden olacak kısmetse…”

Yüzü aydınlandı Hacı’nın.

“Gözün arkada kalmasın Yakup. Önce Allah’a sonra bana emanet.”

Cam gibi parlayan gri gözlerini boncuk boncuk bakan oğlanın kara gözbebeklerine kenetledi. “Biliyor musun evlat…” diye devam etti.

“Senin yaşındayken başlamıştım ben de köfteciliğe… Bana sorsan dün sanki.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ZAMANE PİNOKYOSU

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir