KARA SEVDA

KARA SEVDA

Yenikapı ışıklarda durdu. Trafik levhasının direğine yaslandı. Cart sarıya boyalı ince örgü saçlarıyla kahverengi tenli Jessica geçti önünden. Yanında uzun mesafe koşucularını andıran zayıf, hafif kambur duruşlu bir arkadaşı vardı. Senegalli üç kadından ikisi caddenin karşısında, kır saçlı, bıyıklı iki adamla pazarlık ediyorlardı. Üçüncüsü avını ağır ağır takip eden taksi şoföründen kurtulmaya çalışıyordu.

Langa tarafındakiler, caddenin kıyısında renkli, parlak tüylü siyah kuşlar gibi seri adımlarla geziniyorlardı. Kurmalı oyuncakları andıran otomatik hareketlerle, ikişerli gruplar halinde belli bir rotada ilerliyor, sonra aniden durup yön değiştiriyorlardı. Sanki bir uzaktan kumanda tarafından kalabalık neredeyse, oraya doğru yönlendiriliyorlardı.

Bütün bu devinim Yenikapı ışıklar civarında oluyordu. Yirmi kadar Afrikalı kadın, geniş caddenin iki yakasında biriken kalabalıkla beraber kırmızı ışığın değişmesini bekliyor, yeşilin yanmasıyla yaya geçidine iniyor, kısa süre yol arkadaşlığı yaptıkları topluluk kendi yoluna giderken onlar ara sokaklara doğru göstermelik bir yürüyüşün ardından gerisin geri ışıklara dönüyor, yeni bir kalabalığın arasında bir kez daha karşıya geçme bahanesiyle şanslarını deniyorlardı.

Caddeyi geçen grubun içinde Luciba’yı gördü. Pembe, pullu bir bluz giymiş, yorgun gözlerini yeşil farla örtmüştü. Luciba Zimbabveli’ydi. Hasan’ın kaldığı dairenin karşısında, Kumkapı’daki bir bodrum katında iki arkadaşı ile birlikte yaşıyordu.

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?”

Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.”

Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti.

Hasan saatine baktı. Ustasından laf işitmeden tezgahın başına geçmesi için on dakikası vardı. Elini kaşının üstüne siper ederek, güneşi arkasına alan caddeyi son kez dikkatlice gözledi.

Gönülsüzce arkasını dönüp, elleri ceplerinde yürümeye başladı. İlk sokağın başındaki bakkala yarım ekmek salam yaptırdı. Öğle yemeğini dişleyerek atölyeye doğru yola koyuldu.

***

Bütün öğleden sonra hiç kimseyle konuşmadan çalıştı. Jasmine’in görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu. Çizgili beyaz elbisesi, oyuncak bebeklerinkini andıran kuzguni gür saçları, açık alınlı, zeytin gözlü, kiraz dudaklı, abanoz renkli yüzü ve sert, bir o kadar ritimli, bir o kadar kendinden emin adımlarıyla karşıdan güldür güldür gelişi zihninde hiç durmadan yineleniyordu.

Onu gördüğünden bu yana her gece rüyalarında tekrarlandığı gibi meydan okurcasına, her şeyi göze alırcasına, hiç kimseyi umursamazcasına; sımsıkı sarılacakmış gibi yaklaşıyor, yaklaşıyor, Hasan elini uzatsa dokunacakmış kadar yaklaşıyor, sonra birden yanından geçip, görünmez oluyordu.

Hasan ona dokunmamış, dokunamamış olmanın acısını yaşıyordu her saniye. Hayatında herhangi bir yabancı kadına dokunmuşluğu yoktu oysa ki. Ama Jasmine herhangi bir kadına benzemiyordu. Hasan’ın tanıdığı hiç kimseye, hiçbir şeye benzemiyordu.

Öyle başka türlüydü ki, varsa da tüm kusurlarını örten gergin siyah teniyle, kıvrımlı kalçası, çıkık elmacık kemikleriyle, kabadayı kadar sert, dansöz gibi kırıtkan yürüyüşüyle… Gülmeye, öpmeye, alay etmeye ve tükürmeye eşit ölçüde yakın yüz ifadesiyle… Gerçek olamayacak kadar kusursuz gözüken, kafatasının ortasından fışkırmış gibi iki yana dalga dalga dökülen saçlarıyla…

İncecik beli, kısacık eteği, dantelli çoraplarıyla Hasan’a ve Hasan’ın bildiği, gördüğü, duyduğu her şeye öylesine yabancıydı ki; Hasan, kendini bu şehirdeki herkese yabancı hisseden, otogarına ayak bastığından bu yana kendini bir sokak köpeğinden daha yalnız, değersiz, biçare hisseden Hasan, onun varlığında kendisininkine benzer, bir başka aleme ait olma hali sezmiş ve işte onun bu hali öylesine güçlü, yürekli, umursamazca göğüslemesine aşık olmuştu.

Hasan işte tam buna aşık olmuştu. Ve bunu Jasmine’e ya da herhangi birine açıklayabilmesinin olanak dışı olduğunu biliyordu.

***

Ayakkabıcılık kolay iş değildi. Yaz sıcağında cehenneme dönen atölyede bütün gün deri ve ilaç kokusu solumak, kesmek, dikmek, çakmak, bütün bunları firesiz yapmak, fire verince bir araba küfür yemek, üstüne de yevmiyeden olmak herkesin çekeceği dertler değildi.

Artık bu işi yalnızca başka çaresi olmayanlar yapıyordu. Onlar arasında ise Hasan gibi eli yatkınını, namuslusunu bulmak zordu. Ustası bunu gayet iyi biliyor, üç dört gündür hali tavrı değişen, hepten ketumlaşıp dalgınlaşan delikanlının durumunu endişeyle takip ediyordu.

Sigara molası bahanesiyle günün yarısını kaldırıma ya da çöpten kurtardıkları kanepe eskisine yayılarak geçiren, ağızlarına gelen herkese, her şeye küfretmeyi marifet bilen diğer işçilerden başkaydı, Hasan. Ara vermeden çalışır, öğlen oldu mu tek başına yokuşu inip ya Kumkapı’ya deniz kıyısına, ya Kadırga’ya havuzlu kahveye ya da Langa sokaklarından Yenikapı’ya gider; denizin, tarihin, kalabalıkların karşısında yalnızca kendisinin değil dertlerinin de aslında ufak olduğunu duyumsar, ancak öyle zamanlarda biraz olsun nefes aldığını hissederdi.

O öğlenlerden birinde rastlamıştı Jasmine’e. Bugün dikildiği yerde, ışıkların kıyısındaki trafik levhasının dibinde. Adeta içinden geçmesine karşın onu fark etmeyen onlarca, yüzlerce insanın karşısında dimdik, dalgakıran gibi dururken… Jasmine aniden ortaya çıkmış, simsiyah bir kısrak gibi dört nala karşıdan gelip Hasan’ın soluğunu kesmiş, o kendini toparlayıncaya kadar yanından geçip, kalabalığın arasında gözden kaybolmuştu.

***

Akşamüstü, kaldırımda sigara molası veren işçilerden biri merdiven arasından aşağıya, atölyeye doğru bağırdı:

“Hasan zenci bir kadın seni arıyor.”

Hasan duyduğunu idrak edene kadar, çekiç tutan eli bir süre havada asılı kaldı. Sonra aniden silkinerek yerinden fırladı. Gerisin geri dönüp çekici masaya bıraktı. Ustasına doğru birkaç adım attı. Usta hiç istifini bozmadan elindeki ayakkabı tabanına çivi çakmaya devam ederken, başıyla Hasan’a çıkabileceğini işaret etti.

Kapının önünde dikilen Luciba’ydı. Yeşil farları solmuş, gözlerinin altındaki çökükler belirginleşmişti. Hasan’ı görünce bembeyaz gülümsedi. Hasan, pembe bluzlu komşusunu kuytu bir köşeye çekip mesai arkadaşlarının ilkel bakışlarından kurtarır kurtarmaz:

“Ne oldu Luciba?” diye sordu.

“Jasmine geldi az önce. Bilmiyorum neredeymiş. Yine kaybolmadan haber vereyim dedim.”

Hasan’ın yüzü, fener tutulmuş gibi aydınlandı.

“Bekle Usta’dan izin alayım da beraber gidelim.” deyip aşağıya indi.

Usta, sigarasını yakmış Hasan’ı bekliyordu.

“Usta… İzin verirsen Yenikapı’ya kadar gitmem lazım.”

Usta, cebinden cüzdanını çıkardı.

“Kaç para lazım?

Para mevzusu Hasan’ın hiç aklına gelmemişti. Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz, minnettar bir ifade ile “bir dakika” diye işaret yapıp, yukarı koştu. Az sonra tekrar ustasının karşısındaydı. Soluk soluğa:

“200 lira lazımmış, Usta.” dedi. “Varsa çok makbule geçer. Haftalığımdan kesersin.”

Usta 200 lirayı Hasan’ın eline saydı. Delikanlının ilk kez yıldızlı gördüğü kahverengi gözlerine baktı. Cüzdanından iki tane yüzlük daha çıkardı.

“Bu da benden olsun.” dedi. “Olur da ne kadar şanslı olduğunu anlaması için bir saat yetmezse, bunu da verirsin.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir