TULUMBACI

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

“Gönül gurbet ele çıkma

Ya gelinir ya gelinmez

Her dilbere meyil verme

Ya sevilir ya sevilmez”

Akşam güneşinin altın rengine boyadığı camın kenarında boylu boslu, yağız bir delikanlı, dudaklarını belli belirsiz kımıldatarak semaiye eşlik ederken; bir yandan da kahve ocağında taze fokurdattığı suya sabunlu fırçasını batırarak, hamamda yanakları gül lokumu gibi yumuşayıp pembeleşmiş müşterisini tıraş etmeye hazırlanıyordu.

Beyazıt Kulesi’nde atılan topun gür sesi bir anda kahvehanedeki huzurlu havayı teyakkuza dönüştürdü. Top atışı devam ederken berber delikanlı fırçasını tahta sapına kadar kaynar suya batırarak parmaklarıyla ucundaki sabunu sıyırdı.

“Top üç kere patladı. Yangın Süleymaniye’de, Bahattin.”

Pes ses, ocağın arkasında bardakları kurulayan Numan Ağa’ya aitti. Delikanlı parmak uçlarındaki köpüğü uçkurundan sarkan beze silerken başını ölçülü bir hareketle sallayarak babalığını tasdik etti. Çocuk yaşta anasını babasını kaybettikten sonra ona hem babalık, hem de ustalık yapmış Numan Ağa’ya karşı beslediği minnet ve saygının tarifi yoktu.

Reis canhıraş kahvehanenin kapısından girdiğinde Bahattin ocağın arkasında, dizlik adı verilen paça kısmı diz kapağı altından sıkma iç donunu ve yalnızca Gedikpaşa tulumbacılarının taşıdığı renkte fanilasını giyinmiş, başına serpuşunu takıyordu. Reis, pazuları şişkin, gövdesi yay gibi gergin civanın eli çabukluğundan hoşnut:

“Hazır mısın Mahzun?” diye sordu.

Devrin bütün ayak takımı gençleri gibi tulumbacılığa heves edip babalığının izni ile Gedikpaşa Sandığı’na uşak olarak yazıldıktan sonra koşarlı ayakları ve gözü pekliği ile kısa sürede parlayıp, sandık arkadaşları tarafından “Mahzun” lakabına layık görülen delikanlı:

“Hazırım, Reis” dedi. “Oğlumuz olmuş?”

Tulumbacılara has özel bir lisan vardı. Yangın Beyoğlu’nda çıktıysa “kız”, sur içinde ise “oğlan oldu” denirdi.

Reis: “Öyle.” diye tasdik etti. “Süleymaniye’de… Elimizi çabuk tutmazsak Edirnekapılılar bizden önce varır.”

Reis sözünü bitirirken Gedikpaşa Hamamı’ndan yola çıkan sandık, kahvehanenin kapısına yanaştı. Sandığın dört kolu; iki külhanbeyi, iki kayıkçı tarafından taşınıyordu. Kafesçi Ahmed, Benli Haçik ve Deligavur Angilidis ise onlar yorulduğunda sandığı omuzlayacak ikinci takım olarak hazır kıtaydı. Hepsi de güçlü kuvvetli, gözü kara adamlardı.

Reis “Fatiha” diye bağırınca tulumbacılar avuçlarını göğe açıp dualarını ettiler. Mahzun Bahattin, Numan Ağa’nın elini öperek helalliğini aldı. Ve sandığın ön kolunu, kayıkçıdan devralarak omuzladı.

Reis’in narası daracık Gedikpaşa yokuşunun iki yakasına dizilmiş ahşap evlerin duvarlarında yankılanarak, kumru ve güvercinlerle beraber göğe yükseldi.

“Heeeeeyyyyt… Yaman Geliriz… Yaman Gideriz…”

Mahzun Bahattin fenercinin arkasından ok gibi fırladı. Çıplak ayaklarıyla taşın, toprağın üzerinde uçarcasına ilerlemeye başladı. Diğer uşaklar ona ayak uydurabilmek için büyük gayret sarf ediyor, sandık yıldırım hızıyla hedefe doğru ilerliyordu. Reis naralarıyla hem yolun açılmasını sağlıyor, hem de uşakları aşka getiriyordu.

“Heeeeeyyyttt… Gedikpaşa aslanları geliyor… Savulun…. Heeeeeyt!”

Çocuklar kapı eşiklerinde, ihtiyarlar yol kenarında, kadınlar pencereleri örten kafeslerin gerisinde yiğit tulumbacıların geçişini izliyor; sıçrayan bir patlıcan kızartma yağından, mangal kömürü kıvılcımından ya da komşunun dikkatsizliğinden her an kendi hanelerinin de başına gelebilecek, İstanbullu’nun en büyük kabusu yangınlara karşı aslanlar gibi savaşan bu cevval yiğitlere kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı.

O gün Gedikpaşa tulumbacıları bir paşa konağının önünden rüzgar gibi geçerken, penceresindeki kafesin gerisinden sokağı seyretmekte olan paşa kızı; sandığın ön kolunu adeta kanadı yapmış, sanki koşarak değil de uçarak felaketzedelerin yardımına süzülen Mahzun Bahattin’i gördü. Ve ilk görüşte gönlünü kaptırdı.

Artık her gece düşlerinde o meçhul tulumbacının erkeksi ve merhametli yüzünü görüyor, onu düşünmeden bir an dahi geçiremiyordu. Bohçacılar vasıtasıyla ismini, mesleğini, nerede yaşadığını öğrendi. Ne var ki, bir paşa kızının ayak takımından bir tulumbacı ile izdivacı söz konusu bile edilemezdi. Aşk acısı paşa kızını sararttı, soldurdu. Yataklara düşürdü.

Konağa hekimlerin biri giriyor, biri çıkıyor, hiç biri derdine derman olamıyordu. Derken bir gün kızcağız ateşler içinde sayıklarken sevdiğinin adı ağzından çıkıverdi. Gündüz vaktiydi ve başucunda hasta ziyaretine gelmiş konu komşu vardı. Böylece talihsiz kızı yataklara düşüren esrarengiz sebep duyulmuş oldu.

Haberin mahallede hızla yayılması ve dedikoduların gerek kızın gerekse paşa babasının namusuna leke sürecek meyilde seyretmesi, ev ahalisinin telaşa kapılmasına neden oldu. Kızın büyük teyzesi, olay başkaları tarafından paşaya duyurulmadan, kendilerinin münasip bir dille durumu izah etmelerinin daha isabetli olacağına kanaat getirdi. Ancak paşanın gazabına uğramamak için, mevzu aksettirilirken biraz değiştirilecekti.

Güya baldırı çıplak tulumbacının biri kızcağıza musallat olmuştu. Sürekli penceresinin altında volta atıyor, dışarı çıktığında peşine takılıyor, bohçacılarla şiirler, ufak tefek hediyeler gönderiyordu. İşte kızın hastalığının nedeni bu tacizlerden ötürü ziyadesiyle tedirgin olması ve mahcubiyetinden paşa babasına tek kelime söyleyememesiydi.

Paşa bunları işitince küplere bindi. Derhal üç tane dev cüsseli, eşkıya kılıklı hamal buldurdu. Adamlara Mahzun Bahattin’i ölümle tehdit ederek İstanbul dışında yaşamaya mecbur etmeleri karşılığında yüklüce bir ikramiye vaat etti.

Süleymaniye’de alevlerin üstüne şahin gibi atılıp tulumbacı arkadaşları ile yangını yiğitçe söndürdükten sonra ev sahiplerinin kestiği kurbandan payına düşen et ile kahvehaneye dönen ve kendi halinde hayatına kaldığı yerden devam eden Mahzun Bahattin’in; ne paşanın kızı ne de hakkında konuşulanlar hususunda en ufak bir malumatı yoktu.

Bir gece kötü bir düş gördü. İçindeki sıkıntı bir türlü geçmeyince ertesi gün davetli bulunduğu Hançerli Bostan’daki düğüne gitmemeye karar verdi. İkindi vakti Numan Ağa’yı düğüne yolcu etti. Bir yiğidin ağzından Üsküdarlı Vasıf Hoca’nın destanını dinledi. Kahvehanenin son müşterisi Balıkçı Hüsam da topallayarak evinin yolunu tutunca kepenkleri kapattı. Abdest alıp akşam namazını kıldı. İki peykeyi birleştirdi. İdare kandilinin titrek alevi eşliğinde erkenden uykuya daldı.

Kim bilir ne kadar zaman geçtikten sonra kahvehanenin kapısı yumruklanmaya başlandı. Bahattin uyku sersemi doğrulup sokaktan gelen erkek sesine kulak verdi. “Çabuk aç kapıyı Mahzun” diyordu. “Baban öldü, naaşını getirdik.”

Mahzun Bahattin bu sözleri duyar duymaz kendini kaybetti. Keder ve telaş içinde derhal kapıya koştu. Kilidi açmasıyla üç hamal kanlı gözleri, vahşi hayvan pençelerini aratmayacak iri ve biçimsiz elleri ile delikanlının üzerine çullandılar.

Seher vakti kahvehanesine dönen Numan Ağa, Bahattin’ini on beş yerinden bıçaklanmış, kanlar içinde yerde yatarken buldu. Yaşlı adam hayatında ilk kez o gece göz yaşı döktü. Fayda etmeyeceğini bile bile sabaha kadar evlatlığının yaralarını temizledi, sardı, okudu, üfledi. Mahzun Bahattin acıdan ve dermansızlıktan sık sık şuurunu yitiriyor, kendine geldiği zamanlarda inleyerek başına gelen felaketi anlatıyordu. Bir ara hamalların eşgalini tarif etti. Sonra, üç adamın konuşmalarından iftiraya uğradığı sonucunu çıkardığını söyledi. Hayatı boyunca babalığının şerefine en ufak gölge düşürecek bir yanlışta bulunmadığı gibi bu vakada da tamamen günahsız olduğunu fısıldadı. Namusu üzerine yemin etti. Helallik istedi. Ve son nefesini verdi.

Ertesi gün Mahzun Bahattin’in cenazesi münasebetiyle üç yüz tulumbacı neferi, bir o kadar kahveci ve berber, söndürdüğü yangın evlerinin sakinleri, onların komşuları ve bütün Gedikpaşa ahalisi yolları, yokuşları doldurdu. Gedikpaşa’daki kahvehanenin önünden başlayan insan seli Yedikule sur dışındaki mezarlığa kadar uzandı. Çocuklar kapı eşiklerinde, ihtiyarlar yol kenarında, kadınlar pencereleri örten kafeslerin gerisinde tabutun geçişini gözyaşları eşliğinde izledi. Cemaat sur içini gök gürültüsü gibi inleterek, hep bir ağızdan hakkını helal etti.

Cenaze, paşanın konağının önünden geçerken halk öfkesini dizginleyemedi. Konak taşlandı. Bütün camları kırıldı. Paşa o günden sonra, o konakta yaşamaya devam edemedi. Başka bir semte taşındı. Gedikpaşalılar cinayetten birkaç gün sonra ikramiyelerini tahsil etmek üzere Paşa’nın konağına gelen hamalları kıskıvrak yakaladılar. Adamlar linç edilmek üzereyken son anda zabıta tarafından Mahzun Bahattin’in omuzdaşı tulumbacıların elinden alındı. Sinop Zindanı’nda yirmi beşer yıl pranga mahkumiyeti cezasına çarptırıldılar.

Paşanın kızı, Mahzun Bahattin’in başına gelenleri duyduktan sonra aklını yitirmiş vaziyette konaktan kaçtı. Bir akraba evine sığındı. Onca acıya ne zayıf bedeni, ne de hassas ruhu dayanabildi. Birkaç ay sonra veremden öldü. Vasiyeti gereği, Tulumbacı Mahzun Bahattin’in Yedikule dışındaki kabrinin yanı başına defnedildi.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KIYI

Karaya sağlam basmak mı istiyorum ben, denizde serüvene atılmak mı? İstanbul’a mı ait olmak isterim, memleketime mi? Güvercinler gibi sürünün parçasıyken mi daha huzurluyum, martılar gibi hür ve yalnızken mi? Erkeklerin benden uzak durmasını mı istiyorum aslında, yoksa etrafımda dört dönmelerini mi?

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini…

AYNALI CADDE

Bu toprakların insanları korkar aynalardan. Hele böyle köşe bucağı kaplayıp kaçacak delik bırakmayanından iyice korkar, uzak dururlar. Caddenin olağanüstü bir hali yoktur oysa. Gördüğünü yansıtabilir ancak. Herkesten, herşeyden; en yakın dosttan, sevgiliden, ana, babadan bile daha dürüsttür yani. Kollamaz ama dürüsttür.

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir