PAPATYA GİBİ

PAPATYA GİBİ

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesi… Ahşap köşklerden, mor salkımlı bahçelerden, geniş balkonlardan kahkaha sesleri yükseliyor. Sardunyalar, sokak lambaları, kediler, zakkumlar, taze sulanmış dükkan önleri… Her yerde, her şeyde abartısız bir güzellik, doğal bir hafiflik var. Hava limonata kıvamında. Meltem yanık tenleri ılık ılık okşuyor. Uzaklardan bir faytonun nal ve çıngırak sesleri duyuluyor.

Alis, Lale sinemasının önünde en iyi arkadaşı Luiza ile buluşuyor. İkisi de sakız beyazı giysiler içinde. Başlarında gündüz birlikte topladıkları papatyalardan yaptıkları taçlar… Lacivert gecenin koynunda birer yıldız gibi ışıldıyorlar. Kol kola, şarkı söyleyerek, seke seke Aya Yorgi tepesine doğru ilerliyorlar.

“Papatya gibisin beyaz ve ince.

Eziliyor ruhum seni görünce.”*

Cıvıltılı sesleriyle çamların arasından su gibi akıyorlar. Dilek ağacının dibine vardıklarında Luiza aniden ciddileşiyor. Alis’in kulağı yaklaşıp, ona bir sır vereceğini fısıldıyor. Önce kimseye söylemeyeceğine yemin ettiriyor. Sonra birkaç kez yutkunuyor. Ve nihayet ağzındaki baklayı çıkarıyor. Bir oğlanla öpüştüğünü itiraf ediyor!

Alis’in gözleri fal taşı gibi açılıyor. Luiza dudaklarını büzüp havaya bir buse kondurarak, nasıl yapıldığını gösteriyor. Alis’in şaşkınlığı öfkeye dönüşüyor. Başrahibe gibi kaşlarını çatarak: “Evlenmeden öpüşürsen cehennemde cayır cayır yanarsın” diye parmak sallıyor. Luiza’nın oralı olmadığını görünce, diğer elini beline koyarak: “Ya biri görüp babana söyleseydi?” diye tehditlerini sürdürüyor.

Luiza hiç oralı değil. Kendine sımsıkı sarılmış, hayali dudaklarla öpüşmeye devam ediyor. Dilek ağacına bağlı çaputların arasından iki pervane yükseliyor. Luiza’nın başının üstünde dönmeye başlıyorlar. Sanki pervanelerin kanatları Alis’in avuçlarını, koltuk altlarını gıdıklıyor. Alis onları seyrederken sakinleşiyor. Usulca gözleri kapanıyor. Rüyalarından tanıdığı ılık haz duygusuna doğru, pürüzsüz bir kaydıraktan kayar gibi çekiliyor. Göz kapaklarını tekrar araladığında, Luiza’nın kollarını iki yana açmış pervanelerle birlikte dönmekte olduğunu görüyor.

Alis dayanamıyor. Ayağa fırlayıp onlara katılıyor. Hep birlikte kendilerinden geçerek dans ediyorlar. Alis ile Luiza elleriyle birbirlerine öpücük göndererek kıkırdıyorlar. Pervaneler, onların papatyadan taçlarına konup, havalanıyor. Yıldızlar her zamankinden daha parlak ve kalabalık, uçsuz bucaksız bir mücevher tarlası gibi yanıp sönüyor.

O gece pervaneler mehtaba doğru kanat çırparken, Luiza ve Alis sırt üstü çimlere seriliyor. Alis, “Vay canına” diyor nefes nefese. “Demek… Ben bunun için yaratılmışım!”

***

Bir yaz sonra. Luiza’nın babası adadaki evlerini satıp, ailesi ile birlikte ülkeyi terk etmek zorunda kalmış. Alis, Luiza’yı çok özlüyor. Artık akşamları ya ailesiyle Lale Sineması’nda uslu uslu gazozunu içip romantik filmler izliyor ya da tek başına çamlığa gidip mehtaba karşı hülyalara dalıyor.

Bir gece çamlıkta, yol kenarındaki ağaçlardan birine yaslanmış, Luiza’nın Aya Yorgi yokuşunda anlattıklarını düşünerek hayal kurarken büyülü bir ses işitiyor. İnsanın ruhunu okşayan, pervaneler gibi bir duygudan diğerine konan, kıvrak bir ezgi bu. Müzik öylesine zengin ki, Alis onun gramofonda dönen bir plaktan yükseldiğini tahmin ediyor. Efsunlanmış gibi ayağa kalkıyor. Sesin peşinden çamlığın derinliklerine doğru ilerliyor.

Yorgo’yu ilk o gece; uçurumun kıyısında, bir kayanın üzerine oturmuş, ayaklarını yakamoza doğru sallandırmış, Yunan Tanrılarını andıran bir siluet olarak görüyor. Meltem perçemini usul usul oynatırken… Bedeniyle bütünleşmiş akordeonuyla, dolunaya karşı vals yaparken…

Alis’in göğüs kafesinde pervaneler uçuşmaya başlıyor. Saç diplerinden ayak parmaklarına kadar gıdıklanıyor. Yorgo’ya o an, daha yüzünü bile görmeden aşık oluyor.

Müzik aniden kesiliyor. Çatlak bir ergen sesi çalıların arasındaki çıtırtıya doğru “Kim var orada?” diye bağırıyor.

Alis’in kalbi duracak gibi oluyor. Beyaz elbisesi ile karanlıkta gizlenmeye çalışmasının bir yararı olmayacağını fark ediyor. Ürkekçe, santim santim ayağa kalkıyor.

“Sen miydin?” diye soruyor, Yorgo. Bembeyaz dişleri ay ışığında yıldızlar gibi yanıp sönüyor. “Korkuttun beni.” Birden ciddileşiyor. “Gizli gizli beni mi seyrediyordun?”

“Yoo… Hayır…” diye kekeliyor Alis. “Çok güzel… çalıyorsunuz… yani… ben… şarkınızı… duydum da uzaktan…”

Yorgo bir kez daha, bu defa daha da aydınlık gülüyor. “Papatya tacın çok güzelmiş.” diyor. Ve yüzünü dolunaya dönerek Alis’in en sevdiği şarkıyı çalmaya başlıyor.

“Papatya gibisin beyaz ve ince…”

***

O gece Alis’in gözüne uyku girmiyor. Sabaha kadar odasındaki pencereden yıldızları seyrediyor. Ertesi sabah herkes uyurken sokağa fırlıyor. Kedileri kucaklıyor, topal martıyla çene çalıyor. Deniz kabuklarından kolye yapıyor. Dedesinin elinden hortumu kapıp bahçeyi suluyor. Gün boyunca defalarca papatya falı bakıyor. Akşamı zor ediyor.

Yemeğini her zamankinden hızlı bitirerek, sofradan kalkıyor. Gizli gizli dudağına annesinin rujunu sürüp evden dışarı fırlıyor. Nefes nefese dilek ağacına varıyor.

Eski giysilerinden kestiği iki kumaş parçasından ilkini dilek ağacına bağlarken, Yorgo’yla tıpkı Luiza’nın anlattığı gibi öpüşebilmeyi diliyor.

İkincisini ince bir dala sıkıca düğümlerken ise, tıpkı Yorgo’nunki gibi bir akordeona sahibi olabilmeyi.

Sonra Luiza ile yaptıkları gibi ellerini iki yana açarak dönmeye başlıyor. Dönüyor, dönüyor… Bağladığı kumaş parçalarının etrafında uçuşan iki pervaneyi görünceye kadar… Aşk sarhoşluğundan ayakta duracak hali kalmayıncaya kadar… Dengesini yitirip papatyaların arasına devrilinceye kadar…

***

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesinde Alis’in ilk dileği gerçekleşiyor. Eve dönüp başını yastığa koyduktan sonra sabaha kadar gülümsüyor. Luiza gibi havaya buseler konduruyor, kendi bedenine sarılıyor. Artık ne için yaratılmış olduğuna dair en ufak şüphesi kalmıyor.

***

Yaz tatilinin son günleri. Hava serinlemeye başlamış. Alis artık çamlığa sırtında hırkasıyla çıkıyor. Hırkası papatya işlemeli… Yorgo’nun akordeonuyla düğün ve davetlere çağrılmadığı gecelerde hep aynı yerde, uçurumun kıyısındaki kayada buluşuyorlar. Birlikte yakamozu seyrediyorlar. Birbirlerine kayan yıldızları gösteriyorlar. Alis’in uçuşan saçları Yorgo’nun yüzünü yalıyor. Yorgo Alis’leyken bir başka çalıyor, parmakları akordeonun tuşları arasında görünmez oluyor. Alis gözlerini kapayarak akordeonun yelpaze gibi açılıp kapanan körüğü ile bir sallanıyor. Bazen ansızın dudaklarına kıpır kıpır bir şey konuveriyor. O zaman Alis gözlerini daha da sıkı kapıyor. Onun bir pervane mi, yoksa Yorgo’nun dudakları mı olduğunu tahmin etmeye çalışıyor. Başı tatlı tatlı dönüyor, dönüyor. Bu gizemli tutku sonsuza dek sürsün istiyor.

***

Bir gece Alis akşam yemeğinden sonra, her zamanki saatinde, çamlığa varıyor. Uçurumun ucundaki kayanın üstüne oturup beklemeye başlıyor. O gece Yorgo ilk kez buluşmalarına geç kalıyor. Yakamoz yok. Yıldızlar ışıldamıyor. Çamlık romantik değil, ürkütücü görünüyor. Sert rüzgar Alis’in narin gövdesini çam dalları gibi bir o yana, bir bu yana sallıyor.

O sabah Yorgo’nun balığa çıktığını bilen Alis’in endişesi her geçen dakika büyüyor. Çamlığın derinliklerinde bir baykuş ötüyor. Gök gürlemeye başlıyor. Alis daha fazla dayanamıyor. Elleriyle yüzünü kapıyor. Hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Papatyalı hırkasının yakası, kolları sırılsıklam oluyor.

Derken arkasında bir hışırtı duyuyor. Korkudan ne yapacağını şaşırıyor. Başını ağır ağır sesin geldiği yöne çevirince, çalıların arasında hareket eden bir şey görüyor. Titremeye başlıyor. Gözlerini kısıp biraz daha dikkatli bakınca Yorgo’nun perçemini fark ediyor ve hemen altında onun eşsiz bakışlarını yakalıyor. Sevinç çığlığı çamlıkta yankılanıyor. Yorgo gizlendiği yerden çıkıyor. Birbirlerine doğru bütün güçleriyle koşuyorlar. Alis, Yorgo’nun boynuna sarılıyor. Saçları, etekleri, ayakları havalanıyor. Pervaneler gibi dönüyor, dönüyorlar…

Ayağı tekrar yere bastığında Alis, Yorgo’nun elindeki bavulu görüyor. Tam onu niçin taşıdığını soracakken diğer elinin bileğine kadar beyaz sargı bezleri ile sarılı olduğunu fark ediyor.

“Eline ne oldu?” diye sorarken çığlık atıyor.

“Bugün balıkta üç parmağım halatın arasına sıkıştı.” diyor Yorgo sakince.

“Eeeee?” derken Alis’in gözleri ve kaygısı iyice büyüyor.

“Denize düştüler, bulamadık.” diyor Yorgo, herhangi bir nesneden bahseder gibi soğukkanlılıkla.

Alis fenalaşıyor. Yorgo onu son anda belinden yakalayıp çimlere oturtuyor.

“Üzülme lütfen” diyor Yorgo. “Hiç dönmeye de bilirdim. Son anda kolumu kurtarmasam halatın ucundaki demir beni peşinden suyun dibine de sürükleyebilirdi. İnsan ölümle böylesine burun buruna gelince, kendisi için aslında neyin önemli olduğunu çok daha iyi kavrıyor. Eğer sen de kabul edersen papatyam, bundan böyle hep seninle birlikte olmak istiyorum.”

Alis başını Yorgo’nun omzuna yaslayıp bir kez daha, bu defa hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Üzüntü, şükür ve sevinç göz yaşları birbirine karışıyor. Derken aniden ağlamayı kesip doğruluyor. Yaşlı gözlerini Yorgo’nunkilere dikiyor.

“Peki ya akordeon?” diye soruyor. “Artık akordeon çalamayacak mısın?”

“Ah Sevgili Alis…” diyor Yorgo. “Annem sürekli, ‘her şerde bir hayır vardır’ der.” Sağlam elindeki tutacağı Alis’in avcuna bırakıyor. “Hayır artık yalnızca şarkı söyleyeceğim.”

Alis, Yorgo’nun kendisine teslim ettiği bavulun içinde akordeonunun bulunduğunu o zaman anlıyor. Rüzgar diniyor. Yorgo’nun dinmek bilmeyen gülümsemesi bulutları yavaş yavaş dağıtıyor. Yıldızlar yeniden teker teker göz kırpmaya başlıyor.

Yorgo eğiliyor. Alis’in dudaklarına bir buse konduruyor. “Bundan böyle sen akordeon çalacaksın. Ben şarkı söyleyeceğim.” diye fısıldıyor.

Böylece Alis’in ikinci dileği de gerçekleşmiş oluyor.

***

O geceden sonra iki pervane gibi, gece gündüz birbirlerinin etrafında dönerek yaşıyorlar. Alis’in çalmayı öğrendiği ilk şarkı “Papatya” oluyor. Yorgo onu gözlerini kapayarak,  Alis’in kollarında yelpaze gibi açılıp kapanan körükle bir sallanarak söylüyor. Bazen ansızın dudaklarına kıpır kıpır bir şey konuveriyor. O zaman perçemini geri atarak gülümsüyor. Gözlerini daha da sıkı kapıyor.

 

 

*Söz ve Müzik: Necdet Koyutürk

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri. Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder. Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu.

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir