ZAMANE PİNOKYOSU

ZAMANE PİNOKYOSU

Kentin daracık, tarihi sokaklarından birinin köşesindeki sevimli dükkanı, tıpkı babası ve dedesi gibi her sabah gün ağarmadan açardı.

Kahve makinesini çalıştırırdı ilk iş. İlk yudumun ardından raflara dizili irili ufaklı yüzlerce Pinokyo’nun tozunu almaya başlardı. Hassastı bu konuda. Pinokyo dediğin çapaksız, çentiksiz, pürüzsüz olmalı; gövdesi elma şekeri gibi kıpkırmızı, pırıl pırıl parlamalıydı.

Toz alma işi bitince kapının önünü süpürür; cafésini henüz açmakta olan komşusu ve kiliseye doğru yürüyen rahibelerle selamlaşırdı. Hediyelik eşyacı, dondurmacı ve antikacı ortalıkta görünmezdi sabahın o saatlerinde.

Dükkanına döndüğünde kırmızı önlüğü ile yakın gözlüklerini takar, tezgahın başına geçer, yarım kalmış tahta parçasını eline alır, incelemeye koyulurdu.

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

***

Bir eline önceki gün kabaca şekillendirdiği tahtayı, diğerine kurşun kalemini aldı. “Nasıl devam edelim?” diye sordu şefkatle. Sabahın bu saatlerinde, kent henüz uyanmamışken, tahtanın sesi daha işitilebilir oluyordu.

Kalemini dikkatle havada tutarak işaret bekledi. İşaretin ancak beklemeyi unuttuğu an geleceğini bile bile…

Dışarıda yağmur çiselemeye başladı. Oldum olası yağışlı havalarda çalışmaya bayılırdı. Babası nemin tahtaya iyi gelmediğini söylerdi gerçi. Ama sokaklar yıkanmış, ıssızlaşmışken; dükkanın vitrinini tıkırdatan yağmur taneleri onu düşünmekten kurtarıp, tıpkı elindeki ağaç dalı gibi doğanın bir parçası olduğunu hatırlatırken; kendini koca evrende yapayalnız ve bir o kadar da herşeyle iç içe hissederdi. Öyle zamanlarda elleri adeta bağımsızlığını ilan eder, tahta ile bütünleşir, yağmur dindiğinde onu bile hayrete düşürecek ustalıkta kuklalar yaratmış olurdu.

Yağmur şiddetini artırmış, bulutlar bir ara aydınlanmaya yüz tutmuş gökyüzünü büsbütün karartmıştı. Gepetto hala elinde kalemiyle, yakın gözlüklerinin üstünden dikkatle tahtayı süzüyor, bir işaret bekliyordu.

Derken belli belirsiz sola döndü tahta. Gepetto kalemi ile sağ ve sol bacakların enini ölçtü. Sol bacak yarım santim kalındı. Hemen fazlalığı işaretledi.

“Başka?” diye sordu, sakince. Üç yağmur tanesi düştü camekana arka arkaya “pıt… pıt… pıt” diye. Gepetto gülümseyerek fark etti, Pinokyo’nun üçüncü düğmesinin çevresini henüz oymadığını. Hemen ikinci düğmenin altına bir yuvarlak çizdi.

Sol eli üst kısmına kaydı tahtanın. Tam külahın sınırlarını çizmeye hazırlanıyordu ki, tahtanın baş kısmı önce sağa, sonra sola doğru hafifçe kıpırdayarak, bunu reddetti.

“Ne istiyorsun peki kuzum?” diye sordu Gepetto.

“Başka türlü bir şapka…”

Fısıldayan çocuk sesi Gepetto’nun gülümsemesine neden oldu. Sokağı göz ucuyla kontrol ederek, devam etti:

“Ama yüzyılı aşan bir geleneğimiz var burada. Pinokyo’nun başında külah olur.”

“Ama ben herhangi bir Pinokyo olmak istemiyorum.” diye karşı çıktı aynı ses.

Gepetto başını kaşıdı. İlk kez böylesiyle karşılaşıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra dudağının kenarında babacan bir gülümseme ile konuşmaya başladı:

“Bak… Müşteriler bu dükkana beğenmediğin o Pinokyo’lardan birine sahip olmak için geliyorlar. Çünkü dünyanın dört bir yanından insanlar küçük yaşta Pinokyo’nun hikayesini dinlediler. Kitabını okudular. Çizgi filmini izlediler. Ve aslında onlar kuklaya ilgi duydukları için değil, çocukluklarına ait bir parçayı evlerine götürmek için bizim Pinokyolarımız’dan birini satın alıyorlar… Kısacası insanlar daha ilginç şapkalı, daha farklı giysili, daha havalı bir kukla değil, çocukluk arkadaşları Pinokyo’nun bir kopyasını istiyorlar.”

“Bana hep onların ne istediğini anlatıyorsun. Peki ya ben onların istediği gibi bir Pinokyo olmak istemiyorsam…”

“O zaman kimse seni satın almaz. Dünyayı göremeden, bu dükkanın raflarında kurur gidersin.”

“Kişiliksiz bir kopya olarak, kendini kandıran bir müşterinin biblosu olacağıma burada seninle kalmayı tercih ederim.”

“Ama ben o aşağıladığın Pinokyolar ve kendini kandırdığını söylediğin müşteriler sayesinde bu dükkanın kirasını ödeyebiliyor, seni var edebilecek ağaç ve alet edevatı satın alabiliyorum.”

“Anlıyorum Gepetto. Ve bu döngüde emeği geçen herkese teşekkürü bir borç biliyorum. Ama ben sıradan bir Pinokyo olmak istemiyorum.”

“Nasıl farklılaşmayı düşünüyorsun peki?”

“Beyzbol şapkası takmak istiyorum mesela.”

“Başka?”

“Spor ayakkabı olabilir.”

“Eee?”

“Şu düğmeli eski zaman giysisi yerine de daha rahat bir şey… Tişört mesela.”

“Bu kadar mı?”

“Hayır. Son bir isteğim daha var.”

Yağmur şiddetini iyice artırmıştı. Hava hala karanlıktı.

“Burnum küçücük olacak. Seninki kadar.”

“Bu olanaksız işte!”

“Nedenmiş?”

“Pinokyo’yu Pinokyo yapan şey, var oluşunun özü; külahı, giysisi, ayakkabısı hatta tahta oluşu bile değil… Burnu da o yüzden…”

“Sevgili Gepetto… Bana hep geçmişten bahsediyorsun. Bu yüzden baban dedenden, sen de babandan farklı hiçbir şey yapmadınız hayatınız boyunca. Bu yüzden benim de sizler ve bu tezgahtan geçen binlerce Pinokyo kopyası gibi davranmam gerektiğini söyleyip duruyorsun.”

“Bak dostum…”

Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti Gepetto. “İnsanoğlunun yeniliklere olduğu kadar değişmeyen bazı şeylere de ihtiyacı vardır ve benim ailem…”

“Bana ailenden bahsetme lütfen Gepetto. Kendinden bahset. Hiç mi içinden geçmiyor sana ait bir eser, bu dünyadan geçtiğine dair sana özgü bir iz bırakmak?”

“Kimin içinden geçmez? Ama yeniliklerden başı dönmüş, hiçbir şeye tam olarak yetişememekten ötürü kaygı ve yetersizlik duyguları içine düşmüş insanların; tıpkı asırlık çınar ve zeytin ağaçları gibi, Roma tapınak ve çeşmeleri gibi, her defasında aynı sıcaklıkla onları karşılayan anneleri gibi bazı değişmezlere, naifliklere, korunmuşluklara ihtiyacı var. Hem de her zamankinden daha çok… Bu ihtiyaca yanıt vererek onların hayatlarında küçük de olsa bir iz bırakmış olmuyor muyum sence?”

“Ah Gepetto. Bana sürekli başkalarına adanmış bir hayattan söz ediyorsun. Bense içimden gelenlerden… O üstüne titrediğin topluluk mutlu olacak diye ben neden ahlaksız doğayım ve hep öyle kalayım ki?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Pinokyo’nun neden burnu uzar?”

“Yalan söylediği için.”

“Yani senin deyişinle geleneksel bir Pinokyo’nun varoluşunun temel özelliği yalan söylemek.”

“Evet, onu var eden en belirgin farklılık bu.”

“Yani insanlar kolayca fark edip satın alsın diye sen beni uzun burunlu yaratmak istiyorsun. Ve hayatım boyunca beni yalancılığa mahkum ediyorsun.”

Gepetto kalemi masaya bıraktı. Tahta, derin bir iç çekerek devam etti:

“Bak Gepetto. Ben yalancı bir kukla olarak doğmak istemiyorum. Ayrıca hayatın yalnızca doğru ve yalan üzerine kurulamayacak kadar zengin olduğunu düşünüyorum.”

“Nasıl bir zenginlikmiş bu?” diye mırıldandı Gepetto.

“Hayal kurmak mesela… Doğru mu yalan mı? Bir tahta ile konuşuyorsun dakikalardır. Bunu birine anlatsan yalancı deyip, keser atarlar. Pinokyo olsan burnunu uzatırlar. Ama unutma ki, şu an sıkıcı bir tahtadan Pinokyo yontan, dürüst ve sıkıcı bir usta da olabilirdin.”

Gepetto kalemi kulağının arkasına koydu. Yağmur şiddetini azaltmış, dinmeye yüz tutmuştu. Hava yeniden aydınlanıyordu. Gepetto yorgun bir tonlamayla:

“Ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu.

“Beni benim istediğim gibi yap.” diye yanıtladı tahta.

“Sonra?”

“Beni satma.”

“Büyük büyük dedemin ilk Pinokyo’su gibi sen de benim oğlum mu olmak istiyorsun?”

“Arkadaş olalım istersen. Senin de ihtiyacın var gibi hem.”

Gepetto gülümsedi. Tahta devam etti:

“Yağmurlu sabahlarda yalanlardan ve gerçeklerden, insanlardan ve kuklalardan konuşuruz. Ne dersin?”

Gepetto’nun gülümsemesi genişledi. Başını sallarken:

“Anlaştık.” dedi. “Şapkanla burnunu nasıl yapıyorduk şimdi?”

“Şapka: Beyzbol. Burun: Seninki gibi.”

Hava aydınlandı aniden. İçeri bir grup turist girdi. Gepetto tahtayı tezgaha bırakırken, gülümsemesine engel olmaya çalışıyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

DERYA ANA

Derya Ana’yı sevmemiştim hiç. Ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Onu bir sorun olarak görmüştüm. Bir sabah aynada karşıma çıkıveren küçük ama can sıkıcı bir sivilce. Beni rahatsız eden, zaaflarımı harekete geçiren, tuhaf biçimde yanından geçip gidemediğim bir ruh kemirgeni.

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

MEZARCI

Zarif adamdı aslında. Çay kaşığını tutuşuyla, bacak bacak üstüne atışıyla, uzun kirpiklerini kırpışıyla. Çürük ama güzel güler, eski ama temiz giyinirdi. Mezarlıktan çıkacağı zamanlar muhakkak gasilhanede yıkanır, saçlarını gül suyu ile tarar, kazanda kaynattığı ölü giysilerinden mevsimine göre uygun bir şeyler seçer, eliyle kırışıklıklarını ütüledikten sonra sırtına geçirirdi.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir