MEZAT KAHVEHANESİ

MEZAT KAHVEHANESİ

“Şu elimde görmüş olduğunuz ganimet; iki el yapımı bakır tabak, bir ayak ve tabakları ayağa bağlayan zincirden oluşuyor. Alttaki tabağa mum, üsttekine de su konsun, içine hoş kokulu yağ ve esanslar damlatılsın da bulunduğu yeri ağır ağır, misler gibi kokutsun diye imal edilmiş yüz yıl önce, kim bilir hangi memlekette…”

Ekrem kahvehanenin tam ortasına dikilmiş, ortama hakim olmaya çalışıyordu. Hakkında konuştuğu eşyayı parmaklarının ucunda, bu dünyanın üstünde bir varlıkmışçasına olabildiğince yukarıda tutuşundan, ses tonunu yumuşatıp dudaklarını usulca yalayışından, dokunaklı bir hikayeye başlamak üzere olduğu anlaşılıyordu.

Menemen ve köftelerini yemekte olan mezat kahvehanesi gediklileri lokmalarını daha ağır çiğneyerek, çaylarını karıştıranlar kaşıklarını usulca tabaklarının yanına bırakarak, gözlerini dikkatle Ekrem’in elindeki nesneye dikmişlerdi. Ekrem derin bir nefes alıp devam etti:

“İstanbul’un işgal altında bulunduğu yıllarda, Abanoz Sokak’taki bir genelevin madamı tarafından, Galata Limanı’nda egzantirik yabancı memleket eşyaları satan bir dükkandan satın alınmış.”

İsabetli tek bir öksürükle sesinin hırıltılı çıkmasına neden olan balgamı söküp, devam etti:

“Madam, bu koku biblosunu dış kapıya yakın bir yerde bulundurur, üstteki tabağa bolca lavanta yağı doldurturmuş. Mum alttan ısıttıkça mis gibi lavanta kokusu evin hem içine hem dışına dalga dalga yayılır, içerideki kızların moralini yükselterek duruşlarını canlandırır, tek tek evleri dikizleyip hangisine gireceğine karar vermeye çalışan sokaktaki beyzadelere, bıçkın delikanlılara olumlu tesir edermiş.”

Tezgahın gerisinde kahvecinin karısı hiç durmadan çay bardağı yıkıyor, demliğe çay ekliyor, hep aynı bezle bardakları kuruluyor, tezgahı siliyor, demliğin sapını tutuyordu. Sobanın dibinde oturan bit pazarcının tezgahtar oğlu bakışlarını Ekrem’den ayırmıyor, böyle fuhuşlu filan hikayeleri daha bir can kulağıyla dinliyordu.

“Kısa bir süre sonra, Madam’ın evi sokağın açık ara en çok iş yapan mekanı olmuş. Diğer evlerin madamları, pezevenkleri anlamışlar tabi işin içinde bir bit yeniği olduğunu. Ama çözememişler. O zamana kadar evin boyalı, badanalı, temiz; kızların etine dolgun, alımlı, bakımlı; çarşafların sakız gibi olmasının işleri körüklediği bilinirmiş. Her gün beyaz sabunla yıkanıp, giysilerini lavantalı sandıklarda saklayan kızların müdavimi fazla olurmuş ama Madam’ın evinde bu meziyetlerden hiçbiri diğer evlerdekinden üstün değilken, nasıl olup da kapısında kuyruklar oluşmaya başladığına kimse akıl sır erdiremiyormuş.”

“Lezzetli parçaymış be Ekrem!” diye bağırdı Müslüm. Kırmızı pantolonlu, fularlı, beyzbol şapkalı, Malatya şiveli, topluca bir adamdı. “Çaylar benden olsun, Madam’ın mis kokusu hatırına.”

Kahveci notunu aldı. Karısı bardakları doldurmaya başladı. Ekrem, Müslüm’e göz kırpıp sağ elini göğsüne vurarak, kaldığı yerden devam etti:

“Derken, Madam’ın işleri açıldıkça müşterisi azalmakta olan bir pezevengin aklına bir hinlik gelmiş. Bu pezevengin kardeşi denizciymiş ve yıllarca yedi düveli dolaştıktan sonra tam o sıralar İstanbul’a ayak basmışmış. Abanoz Sokak’ta kimse onu tanımadığından müşteri gibi Madam’ın evine girebilirmiş. Üstelik yağız, yakışıklı, gün görmüş bir delikanlı olduğundan fahişelerin ağzından laf alması da pek zor olmazmış.”

Çaylar karıştırıldı. Bardaklar havaya kaldırılarak Müslüm’e teşekkür edildi. Müslüm işaret parmağını dudağına götürerek muzipçe sessizlik istedi ve Ekrem’i işaret etti. Ekrem, çayından bir yudum çektikten sonra omuzlarını dikleştirip, göğsünü kabartarak, yine hikayeci duruşuna döndü. Kahvehaneyi çay ocağının buharı gibi saran meraktan hoşnut görünüyordu.

“Efendim uzatmayalım. Bizim delikanlı adrese yollanıyor. Daha merdivenlerin başındayken tertemiz, tatlı bir hisse ayak basıyor. Çocukluk yıllarında arkadaşlarıyla Boğaz sırtlarındaki çiçek tarlalarına dalışları geliyor aklına. Öylece neşelenerek giriyor kapıdan. İçerde Madam karşılıyor onu. Sedire sere serpe oturmuş kızlar şöyle bir toparlanıp göğüslerini dikleştiriyor, eteklerini yukarı çekiyorlar hafiften. Ne de olsa delikanlı bir başka bakıyor, okyanuslar aşmış çakır gözleriyle. Ferahlık kokusu burda daha da yoğun. Delikanlının başı, bir karaf şarabı kafasına dikmiş gibi tatlı tatlı dönmeye başlıyor. Derken odalardan birinden hülyalı bir kız çıkıyor. Sanki etrafta başka kimse yokmuş gibi, bir şarkı mırıldanarak, beyaz geceliği ile delikanlının önünden adeta süzülerek geçiyor ve karşı odaya giriyor. Yüreği yerinden fırlayacak gibi oluyor delikanlının. Onu istiyor. Madam tereddüt ediyor başta. Ama çok ısrar edip, misli misli ödeme alınca, kıramıyor delikanlıyı.”

“Neden tereddüt ediyor ki bal dilli Ekrem’im?” diye soruyor; beyaz saçlı, sakallı, genellikle Mısır koleksiyonlarıyla Osmanlı tapu ve evrakları toplayıp satan Bedri Bey.

“Bedri Abi, kız Madam’ın öz kızıymış çünkü. Öyle her müşteriye peşkeş çekmezmiş kendi kızını ama delikanlıda şeytan tüyü, e bi’ de yüklüce mangır varmış işte. Neyse, bizimki çıkmış odaya beklemeye başlamış. Kız gelmiş çok geçmeden. Delikanlı tecrübeli sözde ama kızı görünce dili tutulmuş, damağı kurumuş. Kız adeta bir kar çiçeği, çöl gülü imiş. Onca günahın ortasında, kanatsız bir melek.”

“Ah ulan ah…” diye iç çekti Müslüm. Kahvecinin karısı dahil herkes güldü. Ekrem muhabbetin gevşemesine izin vermeden devam etti.

“Kızın yanakları al al olmuş. Gözlerini kaldırıp bakamamış oğlana. Delikanlı kızdan bir şarkı söylemesini istemiş. Kızınki adeta denikızı sesi. Karanlık okyanus gecelerinde nöbet beklerken delikanlının kulağına çalınan sesin tıpkısının aynısıymış…”

“Ulan Ekrem sanki sen de odada karyolanın altında filandın o sıra, nerden bilirsin bu kadar ayrıntıyı.” diye laf attı Kahveci. Ekrem bu müdahaleyi iltifat olarak kabul etti. Bıyık altından gülümseyip devam etti.

“Şarkılar söyleyip, şiirler okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlar. Madam kapıyı tıklattırınca kendilerine gelmişler. Delikanlı kıza vurulduğunu itiraf etmiş. Kız o zaman kaldırmış başını. Çakır gözlere ilk o zaman bakmış. Ve o da aşık olmuş o an. Kız, elini Delikanlı’nın nasırlı denizci ellerinin arasına bırakırken gözünden bir damla yaş kaymış, oğlanın elini ıslatmış.”

“Şerefsizim ben de ağlıycam.” diye bağırdı Müslüm. Bereket millet buna güldü de kahveyi basan duygusallık biraz dağıldı.

“Bizim koku zımbırtısına ne oldu bu arada?” diye sordu Bedri Bey.

“Hah Bedri Abi…” diyerek soruyu göğsüyle yumuşattı Ekrem. “Delikanlının da tam çıkarken aklına gelmiş bu mesele. Kıza Madam’ın evindeki çekiciliğin sırrını sormuş. Kız da holdeki şömine mermerinin üzerinde dumanı tüten, işte bu elimdeki bibloyu işaret etmiş göz ucuyla. Delikanlı bir bakışta anlamış bunun Uzak Doğu’da gördüklerine benzer bir koku kabı olduğunu. Daha eve yaklaşırken insanı içeri davet eden cazibenin de bundan yayılan kokudan kaynaklandığını…”

“Hadi oğlum, hızlan biraz, altıma edicem, meraktan helaya gidemiyorum yav.” diyerek bir kez daha herkesi güldürdü Müslüm.

“Pezevenk, kardeşini ağzı kulaklarında görür görmez anlamış baltayı taşa vurduğunu. Madam’ın evinin sırrını öğrenip öğrenmediğini sormuş hemen. Delikanlı da sırrı öğrenmesine öğrendiğini ama Madam’ın kızını almadan bunu açıklamayacağını söylemiş soğukkanlılıkla. Pezevenk, kardeşinin yakasına yapışıp sarsmış biraz ama onun çelik gibi kaslı denizci gövdesine kaba kuvvetle laf geçiremeyeceğini anlamış çok geçmeden.”

Bu sırada Kahveci, işaret diliyle çay siparişlerini topluyordu.

“Madam, kızı vermeye yanaşmamış ilkin. Ne de olsa planı, güzel kızını bir banker ya da tüccar ile baş göz edip dünyalığını yapmakmış. Ama Pezevenk, evin sırrını öğrendiğini, eğer kızı vermezse derhal bütün Abanoz Sokak sermayedarlarına duyuracağını söyleyince paniklemiş. Ne de olsa o varlıklı günlerinde, evdeki bulgurdan olmak en son isteyeceği şeymiş. Düşünmüş, taşınmış, iki koşul öne sürmüş. Birincisi: Damat adayı bir daha asla denize açılmayacak, Beyoğlu’nda bir ev tutacak ve kızını Madam’dan uzaklaştırmayacak. İkincisi: Sır, Pezevenk ile Madam’ın arasında kalacak. Bu iki koşuldan birine uyulmaması halinde, Delikanlı bir daha Kız’ın yüzünü dahi göremeyecek.”

“Madam da eşeğini sağlam kazığa bağlamış ha…” dedi Müslüm tuvalete doğru yollanırken. “Ekrem dayanamıycam, biraz bağırıver ben çıkıncaya kadar. Beyler, kapıyı aralık bırakıyorum ona göre.”

Ekrem sesini yükseltip, “hay hay” diyerek kaldığı yerden devam etti:

“Delikanlı derhal denizciliği bırakmış. Çocukluğundan beri seferde olduğundan epey birikmişi varmış. Onunla Galata’da ahşap bir ev satın almış. Bir şekercinin yanına girip lokum, şeker işinin inceliklerini öğrenmeye koyulmuş. Bu arada Pezevenk de bir an önce evlensinler de şu sırrı öğrensin diye kardeşine destek oluyormuş.”

Müslüm kahvecinin karısına bir çay işaret ederek yerini aldı. Rahatlamış ve bir şey kaçırmamış olmanın memnuniyetiyle, sesli bir “oh” çekerek sedire yayıldı.

“Artık düğüne gün sayılıyormuş. Sene 1922. Yunan ordusunun savaşı kaybedip Anadolu’yu terk ettiği zamanlar. Türk ordusunun yaklaştığı haberleri ile birlikte İstanbullu Rumlar arasında panik başlamış. Madam da bu panikten nasibini almış tabi: Ee sen olsan ne yaparsın? Hem Rum’sun, hem fuhuş işiyle uğraşıyorsun.”

“Madam Rum muydu?” diye sordu Müslüm.

Kahveci: “Herhalde Müslüman olacak hali yok.” diye yanıtladı.

Bedri Bey, “Gayrimüslim olduğu aşikar ama menşeini söylemedi” diyerek Müslüm’den yana çıktı. Ekrem, söylemiş olduğunu sandığını ama atladıysa da işte şimdi unutkanlığını telafi ettiğini belirterek konuyu toparladı. Ve sonuna yaklaştığı hikayesine, kaldığı yerden devam etti:

“Madam, parasını, altınını, senedini, sepetini valizlere doldurmuş, sermayeleri ile birlikte Galata Limanı’ndan Pire’ye hareket eden bir gemiye binmek üzere biletlerini almış. Artık buraları terk ettiğine göre anlaşmanın da hükmü kalmamış; yani kızını da yanında götürecekmiş. Ama geminin kalkacağı sabah, gün doğmadan birkaç saat evvel, Kız pencereden sarkıttığı çarşafa tutunarak evden kaçmış. Çarşafın diğer ucunda onu bekleyen Delikanlı… Kız’ın cebinde ise şu görmüş olduğunuz koku biblosu varmış.”

Kahvehanede huzurlu bir sessizlik oldu. Gergin bekleyiş, mutlu sonu daha da kıymetli hale getirmişti. Sükuneti Bedri Bey bozdu:

“Baştan beri koku biblosu ile birlikte tuttuğun o siyah kutuda ne var peki?”

“Ben de tam onu söyleyecektim, Bedri Abi. Madam, Pire’ye gittikten sonra Delikanlı ile Kız evlenmişler. Damat, Beyoğlu’nda dükkan açıp, şekercilik yapmaya başlamış. Bu bibloyu dükkanın girişine koymuşlar. Oranın da bereketini artırmış. Bu elimde görmüş olduğunuz kutu da Cumhuriyet’in ilk yıllarında o dükkanda satılan bir lokum kutusu. Bu ikisini beraber 100 liradan satışa çıkarıyorum. Var mı artıran?”

Eller havaya kalktı. Anlaşılan bu kez açık artırma oldukça çekişmeli geçecekti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç. Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının. Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle. Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir