Yazar: Tgumusay

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç.

Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının.

Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle.

Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

Ara sokaklarda, duvar dibinden sessiz adımlarla yürür. Hasır şapkası göz hizasındadır. O her şeyi görebilsin, başını eğdiğinde hiç kimse onu göremesin diye.

Boğaz, denizleri parmağında oynatmış güzel ve yorgun bir kadın gibi yaşsız uyukluyordur o saatte. Mahcup, ufak adımlarla ona yaklaşır. Ucuna hiç iğne bağlanmamış kamış oltasını banklardan birine yaslar.

Yoğurt kovasını ağır ağır Boğaz’a sarkıtır. Ağzına kadar doldurup yukarı çeker. Bankın dibine taşır. Başına çömelir. Uzun uzun kovanın içine bakar. Kendini Boğaz suyunun aynasında seyreder.

Elini kovaya sokar. Yüzüne, dudaklarına, şapkasını çıkarıp saçına sürer. Dudaklarını yalar tuzlu tuzlu. Ömrünün en güzel saatleri bu suyun içinde geçmiştir.

Gözünü kapar. Balık olur. Midye olur. Yengeç olur. Yosun olur. Tam Boğaz olacak… İşini yapmıyor diye dalgıçlıktan kovulur.

Kordonda ilk balıkçı görünür. O çaparisini yenilerken durağa bir otobüs yanaşır. Kapısından üç oltalı adam iner. Konuşa konuşa, çantalarını bir banka bırakırlar. Termosta getirdikleri çayı kağıt bardaklara bölüştürüp lodosa karşı birer sigara yakarlar.

Çok geçmeden kordon boyunca dizilmiş balıkçıların sayısı yirmiyi geçer. Kurşunlar iri dolu taneleri gibi art arda denize düşmekte, kamışların uca doğru incelen siluetleri kordonla Boğaz arasına eğriler çizmektedir.

Derken kıraçalar iğnelerin ucunda titreşerek yeryüzüne çekilmeye başlanır. Hasır şapkasını kaldırır; ağarmaya yüz tutmuş sabahın koynunda bir parlayıp bir sönen fosforlu karınları ağzı acıyarak seyreder.

Kurban boldur. Hasılat yüklü. Tek atışta on iğnenin tamamını dolduran da vardır. Misinayı çamaşır ipi gibi bankın üstüne gerip, balıkları salkım salkım toplayan da.

Kamçı gibi gövdesine inen misinalara, suyunu delik deşik eden iğnelere, evlatlarını birer birer kandırıp kaçıran balıkçılara karşı eli kolu bağlıdır, Boğaz’ın. Yüzünü buruşturarak, simli eteğini dalgalandırarak, köpükler saçarak tepki göstermeye çalışır.

Ama hırs bürümüştür balıkçıların gözünü. Hanelerindekileri fazlasıyla doyuracak miktarda balık tutmuş olmalarına karşın gözlerini kısarak, kapüşonlarını takarak, sigaralarının ucundaki külleri savurarak taaruzu sürdürmektedirler. Sürüye denk gelmişlerdir. Parsayı toplamadan bir adım uzaklaşmaya niyetleri yoktur.

Yeryüzüne çekildikten sonra hızla ölmeye başlayan istavritler gibi nefesi daralır onun da. Ağzı balık gibi açılır. Kulakları solungaç gibi uğuldar. Ayakları kuyruk gibi titrer.

Sonra burnu gelir aklına. Onun bir burnu vardır! Burnundan derin derin nefes alıp vererek kendini toplar. Gömleğinin en üstteki düğmesini açıp boynuna asılı yunus düdüğünü çıkarır. Ağzına götürür. Ve tüm gücüyle üfler.

Bir kez daha.

Sonra bir kez daha.

Bekler biraz. Göğsünü olabildiğince şişirir… Biriktirdiği bütün havayı bir kerede üfleyerek, bir kez daha…

Martı çığlıkları biner düdük sesinin üstüne. Hisar tarafından yaklaşan bir yük gemisinin sireni hepsini bastırır.

Dalgaların arasında bir görünüp bir kaybolarak yaklaşan üçgen yüzgeç uçlarını görünceye kadar öttürür.

Ve nihayet rahat bir nefes alır.

Gözü balıkçıların oltalarındadır şimdi. Titreşimi kesilen, iğneleri boşalan, makineleri işlevsizleşen kamışlarda.

Derken birinin “yunus geldi galiba, balık kesildi aniden” diye homurdandığını işitir.

Gülümser kendi kendine. Evden çıktığından beri ilk kez. Yunus düdüğünü öpüp koynuna geri sokar.

Henüz bitmemiştir işi. Şimdi elinde kovası ve kepçesiyle esir dostlarına doğru yürümektedir.

Bağırış çağırış ilerleyen yük gemisi Boğaz’ı çalkalar. Boğaz bayılır yunusların koynunda volta atmasına. İçin için gıdıklanır.

Balıkçılardan biri: “İşte şurda” diye bağırarak kıyıya epeyce yaklaşmış yunus sürüsünü işaret eder. Birden herkes oltayı, balığı, arkadaşını unutur. Bakışlar yunus sürüsüne kilitlenir.

İşte o hayret anında balıkçıların balık dolu kovalarına sessizce yaklaşır. Hala yüzmekte olan istavritleri kepçesi ile yakaladığı gibi kendi kovasına aktarır. Bunu bir çırpıda, ustalıkla yapar.

Yunus sürüsü kordonun açıklarında iki tur atıp gözden kayboluncaya kadar, o tüm balıkçı kovalarını dolaşmış, onlarca canlı balığı koruma altına almıştır.

Balıkçılar yunus sürüsünün o günün bereketini de kuruttuğundan, Allah’ın hikmetinden sual olunmaz ama son günlerde nedense tam da en çok balık tutulan bu sabah saatlerinde ortaya çıkıp kısmetlerini kaçırdığından şikayet ederken, o kovası elinde kıyıdan kıyıdan eski yerine, ucu iğnesiz kamış oltasının başına geri döner.

Yoğurt kovasını yere bırakıp başına çömelir. Bir avuç suyun içindeki birkaç nefeslik havayı paylaşmaya çalışan balık istifine sevgiyle bakar.

Yoğurt kovasını ipinden tutarak dikkatle Boğaz’a sarkıtır. Kova ağzına kadar suya batınca ilk balık, sonra sırasıyla diğerleri özgürlüklerine kavuşurlar. Kovayı gerisingeri yukarı çekmeden önce, onların giderek grileşen ve çok geçmeden gözden kaybolan siyah bir bulut kümesi halinde Boğaz sularına karışmasını izler.

Balıklar gözden kaybolduktan sonra yansımasını bu kez Boğaz’ın durgunlaşmış yüzeyinde görür: Gülümsemektedir. İşte bir tek böyle zamanlarda, kendini gülümserken yakaladığında, hayatın bir anlamı olduğunu hisseder.

Hava iyice aydınlanmadan yola çıkar. Birkaç dakika sonra omzunda kamış oltası, elinde yoğurt kovası, kovanın içinde süzgeçli kepçesi, boynunda yunus düdüğüyle, ara sokaklarda, duvar dibinden sessiz adımlarla ilerlemektedir.

Hasır şapkası göz hizasındadır. Arada başını kaldırıp henüz açılmamış dükkanların camekanlarındaki yansımasına bakmakta, hala gülümsemeye devam edip etmediğini öğrenmeye çalışmaktadır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

BİNDALLI

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu. “Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık. Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

TAHTA KÖPRÜ

Tahta köprüye aynı anda basıyorlar. Ve o ilk adımla beraber konuşmaya başlıyor yaşlı kadın. Her sabah olduğu gibi.

“Seni gördüğüm an yalnızlığımın sonsuza dek sona erdiğini… Ve kendimi bildim bileli eksik olan parçamın nihayet tamamlandığını hissetmiştim.”

Şık takım elbiseli, fötr şapkalı yaşlı adam hiç istifini bozmadan, karşıya bakarak yürümeye devam ediyor. Kuş cıvıltıları ve tahta köprüyü gıcırdatan adımlarından başka ses duyulmuyor bir süre. Sonra kadın konuşmaya devam ediyor.

“O karnaval gecesi, dönme dolap biz en yukarıdayken durunca önce yüreğim ağzıma gelmişti. Bilirsin, hayatım boyunca gölgemden bile korktum ben. Ama sen yanımdayken asla.”

Yaşlı adamın buruşuk, solgun elini tutuyor. Parmaklarını, parmaklarının arasına geçiriyor.

“O gece böyle tutuyordun elimi. Dönme dolap durunca daha da sıkı tuttun. Sen yanımdayken bana hiçbir şey olmayacağına inandım o an. Elektrik hiç gelmese de, gökyüzüne asılı o beşikte sonsuza dek seninle baş başa sallanabilirdim…”

Koluna giriyor yaşlı adamın. Yavaşlatıyor biraz. Soluk soluğa kalıyor yoksa, hem konuşup hem de onun hızına ayak uydurmaya çalışınca.

“Birdenbire önümde diz çöktün. Cebinden bir kutu çıkardın. Gökyüzü yıldızdan görünmüyordu. Öylesine mucizevi bir gece! Kutuyu yavaşça açtın. Ve samanyolunu gölgede bırakan bir pırlanta çıktı ortaya. Gözlerim önce kamaştı. Sonra yaşardı. Yüzüğü ne ara parmağıma taktın. Beni ne ara öpmeye başladın, hiç hatırlamıyorum.”

Başını gökyüzüne çevirip iç çekti.

“Aynı duyguyu bir daha yaşayamayacağımı bilsem bile; her görüşümde bana o gece hissettiklerimi hatırlatacağın için seninle evlenmeyi kabul ederdim.”

Yaşlı adama çeviriyor hala isteyince çapkın bakabilen gözlerini. Tek kaşını kaldırıp gülümsüyor.

“Evliliğin hayatın en riskli kumarı olduğunu söylerdi babam viskiyi fazla kaçırınca. Seninle birbirimizi yeterince tanımıyorduk henüz. Ama ben aklımı tamamen devreden çıkarmaya, yalnızca sezgilerim ve tüm içtenliğimle hayatımın kumarını senin üzerine oynamaya, daha ilk günden karar vermiştim.”

Bu kez sesli gülüyor. Beyaz kıvırcık saçları sallanıyor aşağı yukarı. Hafifçe yaşlı adama omuz atarak:

“Meğer makiniste sen söylemişsin biz en tepedeyken dönme dolabı durdurmasını.” diyor. “Ama dedim ya… Benim için senin varlığın yeterince mucizeviydi zaten. Başka kanıta ihtiyacım yoktu.”

Dengesi bozulur gibi olunca tahta köprünün korkuluğundan destek alıyor.

“Babanı savaşta kaybetmiş olman, annenin vakit kaybetmeden evlenmesi ve seni yatılı okula gönderip evden uzaklaştırmaları, ruhunda kara bir delik açmıştı. Gözbebeklerinin tam ortasında görebiliyordum o deliği. Bazen gözlerimin içine bakmana rağmen beni görmemende. Kaybetme korkusu yüzünden hiçbir şeye tüm benliğinle bağlanamamanda. Geri dönememe kaygısıyla her defasında evden çıkmamak için türlü mazeretler bulmanda, gittiğin her yere geç kalışında…”

Yaşlı adam duruyor aniden. Sazlara konan beyaz kelebeğe takılıyor gözü. Kelebek kanatlanıp gözden kayboluncaya kadar kadın da durup nefesleniyor yaşlı adamın yanında. Sonra birlikte yürümeye devam ediyorlar.

“Hayatı ve kendisi kusursuz insanlara hep şüpheyle bakmışımdır. Senin yaraların bana cesaret veriyordu. Eh, alkolik bir babayla, nevrotik bir annenin kızıydım ben de sonuçta. İki samimi köpek yavrusu gibi, birbirimizin yaralarını yalayarak iyileştirebileceğimize inanıyordum.”

Yaşlı adamın karşısına dikilip, bakışlarını gözlerine dikiyor:

“Hatırlar mısın, yaşadığımız ilk şiddetli kavganın ardından bana sarılmış ve şöyle demiştin: – Evet aşkım. İkimiz de mükemmel değiliz. Çatlaklarımız, komplekslerimiz ve zaman zaman aşırıya kaçan endişelerimiz var. İkimiz de çocukken, -her ne kadar çok uzun sürmese de- gerçek mutluluğu tatmışız. Şimdi ise birbirimizden o günlerin duygusunu talep ediyoruz. Zaman zaman buluyoruz da. Ama bulamayınca öfkeleniyoruz. Kabul etmeliyiz ki aşkım, biz artık ne annemizin karnında tüm ihtiyaçları kendiliğinden karşılanan bebekleriz; ne de ne zaman acıktığı, ne zaman uykusunun geldiği, ne zaman okşanmak istediği ebeveynleri tarafından şıp diye anlaşılan çocuklarız… Sınırsız sevmeye hazırız ama sessizce anlaşılmayı beklemek ya da anlaşılamayınca somurtmak yerine, ne istediğimizi açıkça ifade etmeli, kendimizi de birbirimizi de böyle üzmemeliyiz.”

Yaşlı adamın yüzünü iki elinin arasına alıyor. Dudaklarına bir buse kondururken gözbebeklerindeki deliğin giderek büyüdüğünü fark ediyor. Yaşlı adamın bakışları yeşil otların bulunduğu tarafa kayıyor. Yaşlı kadın, aynı yöne bakınca, beyaz kelebeği otların üzerinde dalgalanırken görüyor.

Acılı bir gülümseme yapışıyor dudaklarına. Yaşlı adamın koluna giriyor. Yürümeye devam ediyorlar.

“Evlilik bize çok güçlü bir tutkunun, ayaklarımızı yerden kesen bir aşkın peşinden geldi. Ve ruhlarımızın asıl ihtiyacı olan şeyi verdi. Huzurlu tekrarları… Aşinalığı… Güveni… Kapısı her zaman ve yalnızca ikimize açık sığınağı…”

Yaşlı adam hafifçe öksürüyor. Kadın gülerek soruyor.

“Ne o beğenmedin mi söylediklerimi?”

Başını iki yana sallayıp devam ediyor.

“Haklısın, rutin ve biraz da sıkıcı bir ilişkiymiş gibi özetleyiverdim. Öyle değil tabii. Huzuru da meydan okumayı da, tekrarı da heyecanı da yeterince tadacak kadar uzun bir birliktelikti bizimki. Yalnızca pirinç, ahşap ve deri karyolalarımız değil, arka bahçedeki şezlongumuz, Grand Hotel’in asansörü, parktaki ördekler ve yazlık sinemaya park ettiğimiz Buick’in arka koltuğu da şahit buna…”

Çapkınca gülüyor yine. “İçimizdeki öteki benlikleri ve başkaları tarafından asla onaylanmayacak tuhaflıklarımızı, kuytuda gizlice birbirine cinsel organlarını gösterip, bundan müthiş haz duyan çocuklar gibi açtık birbirimize.”

Kaşları çatılıyor birden. “Her ne kadar inkar etsen de, senin o tuhaf fantazilerini başka kadınlara açtığından da şüphelenmiyor değilim ama…”

Konuşmasıyla birlikte adımları da duruyor. Yaşlı adam aynı hızda yürümeye devam ediyor.

Yaşlı kadın hızlanarak ona yetişiyor. “Her neyse… Dedim ya ikimizin de asıl ihtiyacı, kendimizi yapayalnız hissettiğimiz bu evrende, bir yere ait olma hissiyatıydı. Ve senin ruhun sevgilim, benim evrendeki yuvam oldu.”

Tahta köprünün sonuna geliyorlar. Yaşlı kadın her günkü yerde adama sıkı sıkı sarılıyor.

“Teşekkür ederim aşkım.” diyor. “Hayat arkadaşım olduğun için… Seni tanıdığım günden itibaren bana çocukluğumu özletmediğin için… Tüm kalbimle teşekkür ederim.”

Başını yaşlı adamın omzundan kaldırıyor. Gözlerinin içine bakıyor. Her zaman yaptığı gibi: Gözbebeklerinin tam ortasına. Kara deliklerin yerinde, dönme dolaptaki geceden birer yıldız görüyor. Ve yanaklarından aşağı kayan iki iri pırlanta.

Mucize, gözlerini önce kamaştırıyor, sonra yaşartıyor kadının.

“Merak etme” diye fısıldıyor yaşlı adamın kulağına. “Sen her gece unutsan da, ben her sabah anlatacağım sana aşkımızı.”

Sözünü bitirmesi ile beyaz saçlarının arasından beyaz kelebeğin havalanması bir oluyor. Yaşlı adam tüm içtenliğiyle, yıllarca yaşlı kadının kapıyı her açışta karşısında bulduğu ifade ile gülümsüyor. Bakışları beyaz kelebeğin peşinden uzaklara gidiyor.

Yaşlı kadın, yaşlı adamın koluna giriyor. Gövdesini geldikleri yöne doğru usulca çeviriyor. Tahta köprüye aynı anda basıyorlar. Kuş cıvıltıları arasında, ağır ağır evlerine dönüyorlar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

EVE DÖNMEK

Sokakta çocuk… Tek başına… Yürüyor… Yürüyor… Evleri tam karşıda… Ama ona bir türlü ulaşamıyor. Ablası dış kapıya yaslanmış. Yolu gözetliyor. Bayramlık pembe elbisesi sırtında. Çocuğun bulunduğu tarafa bakıyor. Elini siper etmiş alnına. Ama onu göremiyor. Hızlandırıyor adımlarını çocuk. Koşmak istiyor. Asfalt geriye kayıyor ayağının altından. Her küçük adımı onu ablasına, evine yaklaştıracağına…

KARANLIK ODA

Haftalarca odasından çıkmadığı olurdu. Yarısı boş, hatıralarıyla birlikte duvarları da delik deşik olmuş, kocadıkça kararmış, nemlendikçe yosunlanmış, ceset gibi kokmaya başlamış bir hanın, en az kullanılan koridorunun ucundaki sığınağından.

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

LOKOMOTİF

Aslında Monica süpermarketin en deneyimli ve becerikli elemanlarından biriydi. Ama o sabah üst üste iki kez uyarı almıştı. İlkinde suç üstü yakalanmıştı: Şef Mario aniden koridorun başında belirip, onu yumuşatıcıların kapaklarını birer birer açıp koklarken gördüğü zaman. İkinci kontrolünde ise yarısı hala kolilerde duran ürünleri fark edince…

ÇOK UZAKLARDA

Cenk ile Sarah, Piccadilly Circus metro çıkışında buluşuyorlar. Leicester Square’e kadar yürüyüp Mr Fogg’s Tavern adlı bara giriyorlar. İçerisi tıklım tıklım. Barda bile yaslanacak yer yok. Derken kapının yanında oturan grup ayaklanıyor. Sarah, Cenk’e göz kırpıp tişörtündeki dört yapraklı yoncayı göstererek, artık şansının döndüğünü ima ediyor.

Sarah biraz topluca, kızıl saçlı, açık mavi gözbebeklerinde yıldızlar parlayan bir İrlandalı. Gülünce titreşen kakülleriyle, kırışıp düğme kadar küçülen burnuyla, neşe saçan çilleriyle, kısacası tüm hücreleriyle gülüyor. Cenk’in ölü doğan Londra yaşantısını suni teneffüsle hayata döndüren gülücük bu.

Masadaki boşlar hızla kaldırılıyor. Sarah bardan iki büyük bardak bira kapıyor. O Cenk’in kahverengi gözlerine aşkla, Cenk onun mavi gözlerine minnetle bakıyor. Kulplu bardaklarını enerjik bir hareketle buluşturup, büyük birer yudum içiyorlar.

Yanlarındaki kapı açılıyor. Bıyıklarının uçlarını inceltip yukarı doğru kıvırmış iki adam kendileri gibi nostaljik görünümlü bir piyanoyu iterek içeri giriyorlar. Cenk şaşkın. Sarah kocaman gülüyor yine. İstese de küçük gülemiyor zaten.

“İşte sürprizim buydu.” diyor. “Bu akşam çok eğleneceğiz. Ve Sevgili Cenk, emin ol bu şehirde eğlenmeyi en çok hak eden kişi sensin.”

Cenk mahcupça gülümsüyor. Önemsenmeyi, hele şımartılmayı unutalı çok olmuş. Bir tek annesi bakar ona böyle. Bir de İngiltere’ye gelmeye karar vermezden önce Mine’si… Birasından okkalı bir yudum daha çekiyor. Kendini başka şeyler düşünmeye zorluyor.

Üniversiteyi bitirip kendi halinde bir Anadolu kasabasındaki baba evine döndükten sonra hep geriye giden hayatından kesitler düşüyor aklına… Bir türlü iş bulamayışı… Tam dört kez memurluk sınavlarında yeterli puanı tutturamayışı… Askerlik dönüşü bir yıl boyunca kursa giderek sınavlara hazırlanışı ve bir kez daha başarısız oluşu… Meslek sahibi olup bir hayat kurabilmek için dil öğrenmekten başka çaresi bulunmadığına kanaat getirişi… Yüzünü kızartarak emekli babasından son kez, İngiltere’deki dil kursunun ilk kur taksiti için para isteyişi…

Yaklaşık altı ay boyunca defalarca reddedildikten, İstanbul’a kabaran evrak dosyalarıyla gidip geldikten sonra nihayet İngiltere Konsolosluğu’ndan vizeyi alışı…

Doğu Londra’nın Forest Gate adlı bölgesinde dönercilik yapan uzak akrabaları Mustafa Enişte’nin büfesine ilk adımını atışı… Aynı gün, sabahın üçüne kadar bulaşık yıkayıp, yerleri süpürdükten sonra, büfenin masaları arasına serilen döşekte, ilkokul mezunu hemşehrilerinin horultuları arasında iç çekerek bir sağa bir sola dönüşü…

Kıvrık bıyıklı İngilizler’den yelekli, papyonlu olanı piyanonun başına geçmiş Beatles şarkıları söylüyor. Gözlüklü, sevimli yüzlü yardımcısı ise hakim yaka beyaz gömleğinin kollarını kıvırmış, müşterilere şarkı sözlerini takip etmeleri için fotokopi kitapçıklar dağıtıyor.

Sarah hemen kitapçıklardan birini kapıyor ve “O Bladi O Blada”nın sözlerini bulup parmağıyla Cenk’e şarkının neresinde olduklarını gösteriyor. Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar.

Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

Cenk, elindeki kitapçıkta yazan sözleri anlayabildiğine, İngilizce’sinin bir şarkıya eşlik edebilecek düzeye erişmiş olmasına seviniyor. Beatles parçaları potpuri şeklinde söylenmeye devam ediyor ve “Hey Jude” kanonu esnasında o da kendini ilk kez bir yabancı gibi hissetmiyor.

İkinci biraları almaya Cenk gidiyor. Sarah onu gevşemiş, elinde iki büyük bardakla gülümseyerek bardan gelirken, hatta ufak ufak dans ederken görmekten son derece hoşnut. Cenk’i ayağa kalkarak, göğüs ve kalçalarının yuvarlaklığıyla uyumlu birkaç dairesel dans figürüyle karşılıyor. Cenk ritme göre başını ve omuzlarını biraz daha sallayıp Sarah’a nazikçe eşlik ettikten sonra yerine oturuyor. Şarkının sözlerini bulmaya çalışıyor. Sarah bir kez daha imdadına yetişiyor. Sayfayı çevirip, parmağıyla hangi mısrada olduklarını işaret ediyor.

Müziğe kısa bir ara veriliyor. Sarah bunu Cenk’e biraz daha yakınlaşabilme fırsatı olarak görüyor. Başını, saçları Cenk’inkine değecek kadar yanaştırarak, inci dişlerinin arasından bu piyanolu şarkıları hep birlikte çalıp söylemenin bir Doğu Londra bar geleneği olduğunu anlatıyor. Cenk bu sırada Sarah’ın mavi gözlerine değil, sevimli çillerine bakıyor. Sarah’ın nefesi Cenk’in yüzünü ılık ılık yalıyor.

Hızlı içilen biralar Cenk’in başını tatlı tatlı döndürmeye başlıyor. Bir gece parti çıkışında Sarah’ın, kız arkadaşları ile Mustafa Enişte’nin dönercisine gelişini anımsıyor. Yerleri paspaslayan Cenk’ten mavi gözlerini alamayışını… Ertesi gece tek başına gelişini… Takip eden haftalar boyunca Cenk’i görme bahanesiyle her gece döner yemekten tam beş kilo alışını…

Sarah bayılıyor Cenk’in böyle gözlerinin içine derin derin bakmasına. İçten içe, o derinliğin kafasını kurcalayan başka şeylere dalmış olmasından kaynaklanıyor olduğunu sezse de…

Bir hafta önce Sarah’ın İrlandalı bir yakının işlettiği barda işe giren Cenk, artık dil kursu taksitini ödeyip bir o kadar da kenara koyabilecek. Kendine ait bir oda tutabilecek. Üstelik haftada iki gece dışarı çıkabilecek.

İki gözünü aynı anda kırparak çocuksu bir gülümseme eşliğinde teşekkür ediyor Cenk. Sarah fazlasıyla karşılık veriyor. Cenk’le iletişimin her türlüsü tüylerini ürpertmeye, göğüs kafesini gıdıklamaya yetiyor.

Kıvrık bıyıklı müzisyenler dönüyorlar piyanonun başına. Papyonlu olan tabureye oturuyor. Diğerinin elinde siyah bira dolu, kulplu bir bardak var bu kez. Hem söylüyor, hem de birasını sallayarak izleyicileri coşturuyor.

Birkaç geleneksel İngiliz şarkısı ve marşı söylüyorlar. Gözlüklü olan, piyanonun yan tarafında açılan bir kapaktan ipe bağlı üçgen Büyük Britanya bayrakları çıkarıyor. Uzayan ip bütün barı dolaşıyor. Hemen hemen herkes coşku içinde şarkıya katılıp bayrakları sallıyor.

Sarah Cenk’in kulağına eğilip, okullarda öğretildiği için bu şarkıları bütün İngilizler’in ezbere bildiğini söylüyor. Bunu söylerken fazla yanaşmış olacak, ıslak dudağı Cenk’in kulağına değiyor.

İngiliz bayraklı eğlence faslına katılmamayı tercih eden Sarah, Cenk’i şaşırtan ani bir hareketle ayağa fırlıyor. Marş söyler gibi kollarını sallayarak, asker adımları ile yerinde sayarak, yeni parçaya eşlik etmeye başlıyor.

Sayfayı çevirerek, Cenk’e “Tipperary Çok Uzaklarda” adlı başlığı gösteriyor. 1912 yılında Jack Judge tarafından yapılan şarkının, Tipperary adlı İrlanda kasabasından Londra’ya çalışmaya gelen bir İrlandalı’nın vatanına, evine ve aşkına olan özlemini dile getirdiğini, 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa cephesindeki İrlanda bölüğü tarafından söylendikten sonra yalnız İrlandalı ve İngilizler’in değil, Fransız ve Rus askerlerinin de en sevdiği savaş, daha doğrusu gurbet şarkısı olduğunu bir çırpıda anlatıp, barda zirve yapan coşkuya katılıyor.

***

TIPPERARY ÇOK UZAKLARDA*

Günün birinde muhteşem Londra’ya bir İrlandalı geldi

Kaldırımlar altın kaplıydı, şüphesiz herkes mutlu

Piccadilly, Strand ve Leicester Square şarkıları söyleniyordu

Ta ki, Paddy heyecanlanıp haykırmaya başlayıncaya dek

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

 

Paddy, İrlandalı Molly’sine bir mektup yazdı

Dedi ki, “Mektubum ulaşınca bana mutlaka haber ver.

Eğer yazım hatası yapmışsam sevgili Molly

Şunu bil ki, yanlışı yapan kalemdir, sakın beni suçlama.”

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

 

Molly, özenli bir yanıt yazdı İrlandalı Paddy’sine

Dedi ki, “Mike Maloney benimle evlenmek istiyor, yani

Strand ve Piccadilly ile vedalaş artık, ya da suçlu sen olursun.

Çünkü aşk beni yeterince sersemleştirdi, umarım sen de aynı durumdasındır.”

 

Tipperary çok uzaklarda; hem de fersah fersah

Tipperary çok uzaklarda, tanıdığım en tatlı kız da

Güle güle Piccadilly, elveda Leicester Square

Tipperary çok uzaklarda, ama benim kalbim orada

***

Şarkının bitimi ile birlikte barda müthiş bir alkış ve tezahürat kopuyor. Herkes adeta zafer sarhoşu. Bira bardakları tokuşturuluyor. Piyanist çalmaya ara veriyor. Yükselen uğultu asırlık duvarlarda yankılanıyor. Sarah’ın İrlandalı kanı iyice kabarmış, iki eli havada nakaratı bir kez daha, haykırarak söylüyor; kıvrık bıyıklı sempatik müzisyen, siyah birasını onun şerefine kaldırıyor.

Bu sırada Cenk, Sarah’a belli etmemeye çalışarak nemli gözlerini siliyor. Çok uzaklardaki memleketini, ayrılmanın her ikisi için de en mantıklısı olacağına karar vermiş olsalar da, tanıdığı en tatlı kız olan Mine’yi düşünüyor. Evinin fersah fersah uzaklarda, ama kalbinin hep orada olduğunu; Leicester Square’deki insanlar çok daha mutlu olsa da, onun kalbinin hep sevdiklerinin yanında olacağını biliyor.

 

* https://www.youtube.com/watch?v=XVM-tFAdADg

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

KARANLIK

Uzakta ince bir ışık gördü. Sokakla bir kıvrılınca ışık genişledi, etrafındaki birkaç bitkin binayı aydınlatacak güce ulaştı. Işıkla birlikte, başlangıçta zihninde çaldığını sandığı melodi de kulakla işitilebilir oldu. Adımları hızlandı. Evet… Bir piyano sesiydi. Öyle tanıdık, öyle dokunaklıydı ki… Notalar kelebek sürüsü gibi sokak lambasının etrafında kanat çırpıyor, ışığın rengini altınımsı hale getiriyordu.

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

SARI MELAHAT

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor. Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde.

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi.

Omzunu oto tamirhanesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

Uzun, ince, yakışıklı bir delikanlıydı. Kızların çoğu yan gözle keserdi onu, tamirhanenin önünden geçerken. Hiç oralı olmazdı.

Derslerle arası pek iyi olmayan haylazlar, hele sınav dönemlerinde imrenerek bakarlardı Tamirci’ye. Arada laf atan da olurdu. O ise ne gülümser, ne sinirlenir, ne de başka bir tepki verirdi. Bakışları deler geçerdi karşısındakini. Onunla göz göze gelen, dönüp arkasına bakardı.

Bazı günler yanına hiç kimse uğramazdı. Çocuklar gözden kaybolunca o da gerisin geri ustasının yanına döner, oto tamirine devam ederdi.

Bazı günler ise okul paydos ettikten sonra, öğrenciler tamirhanenin önünde kuyruk olurdu.

0.5 kalem mekanizmasından çanta kilidine, palto fermuarından kemer iğnesine, ayakkabı tabanından anahtarlık yayına, top patlağından bisiklet frenine, saat kayışına kadar irili ufaklı tamirat işi olan çocukları bayrak törenindeki gibi sıraya dizer, tek tek şikayetlerini dinledikten sonra arızalı eşyalarını sırayla teslim alırdı.

Tamirhanenin bitişiğindeki tahta kapıdan usulca içeri girer, birkaç dakika sonra yine aynı sakin hareketlerle, sorunu halletmiş olarak çıkardı.

Çalışır hale gelmiş eşyalarını hayranlıkla inceleyen çocuklar, bir yandan da kapının gerisinde neler olduğunu, her tür sorunu çözebilen alet edevatı, Tamirci’nin oturarak mı ayakta mı çalıştığını, içeride başka kimsenin bulunup bulunmadığını ve daha bir yığın sorunun yanıtını deli gibi merak eder, ama çizgi kadar karanlık dışında en ufak ipucu vermeyen esrarengiz oda hakkında hiçbir şey öğrenemezlerdi.

***

Tamirci’nin konuştuğu tek kişi vardı. O da “Seyyar” lakaplı, tekerlekli sandalyeli bir delikanlıydı. Sık sık arabası bozulduğundan Tamirci’nin müdavimlerinden olmuştu. İlk zamanlar ondan para almayı reddetmiş, sonra bu eşitsizliğe içerleyen Seyyar’ın ısrarlarına karşı koyamayarak sembolik bir servis ücretini kabul etmeye başlamış, onun verdiği paraları diğer kazançlarından ayrı tutarak bir kavanozda biriktirmişti.

Sonra bir gün, tekerlekli sandalyesine balans ayarı yapılmasını bekleyen Seyyar, içeride her zamankinden uzun kalan Tamirci’yi merak etmeye başlamışken, aralanan tahta kapının arasından gördüğü manzara karşısında hayatının en anlamlı sürprizini yaşamıştı: Tamirci; Seyyar’ın tekerlekli sandalyesine akü takmıştı.

Seyyar nemlenen gözlerini koluyla silip ilk şoku atlattıktan sonra, teşekkür için yemek ısmarlamakta çok ısrar edince, aynı akşam birlikte meyhaneye gitmişlerdi.

Seyyar gece boyunca alkolün de etkisiyle iç dünyasını olduğu gibi ortaya döküp, Tamirci’yi kah duygulandırıp kah güldürdükten sonra nihayet Tamirci de çözülmüş, hayatında ilk kez kendisi hakkında birkaç cümle sarf etmişti:

Doğuştan her türlü bozukluğa, düzensizliğe, aksaklığa karşı aşırı derecede hassastı. Sorunu hızlıca çözemediği takdirde kilitleniyordu. Bu nedenle çocukluğundan itibaren gücünün yetmeyeceği sorunlardan uzak durmaya özen göstermiş, tamir edebileceği her türlü arızaya karşı da hazırlıklı olmanın ve müdahale etmenin yollarını öğrenmişti. Şükürler olsun, uzun süredir ciddi bir kriz yaşamamıştı.

***

Seyyar, o gece eve akülü sandalyesi ile jet gibi girince annesi ile kardeşinin ağızları açık kalmış, annesi Seyyar’ın açıklamasının ardından sevinçten ağlamaya başlamıştı.

Ancak gururuna fazlasıyla düşkün babası uzun süre sessizce önüne baktıktan sonra; böyle bir hediyeyi asla bedelsiz kabul edemeyeceklerini söylemiş, şu an ödeyecek durumları da olmadığına göre, oğluna ertesi gün aküyü iade etmesi gerektiğini bildirmişti.

Seyyar panik halinde Tamirci’nin bu iyiliği tamamen kendi rızası ile yaptığını, malzemeleri bugüne kadar onun tamir için ödediği paraları biriktirerek satın aldığını, yani aslında akünün parasını onun ödemiş sayılacağını sıralamış, bir gecede hayatı boyunca ettiğinden fazla yemin etmişti.

Babası bir türlü ikna olmayınca alkolün de tesiri ile Tamirci’nin kendisine verdiği sırlardan bahsetmiş ve aslında onun kendisini normal hissedebilmek için bu işi yapan, değişik biri olduğunu söyleyivermişti.

Kafası karışan babası uzun süren sessizliğin ardından, bu konuyu iyice düşünüp nihai kararını daha sonra bildireceğini söylerken, Seyyar da asla güvenmediği kardeşi Necla’nın yanında hassas arkadaşının mahremiyetini açık etmiş olmanın vicdan azabını çekmeye başlamıştı.

***

Necla birkaç gün sonra, kimseye haber vermeden bozuk saç kurutma makinesi ile Tamirci’nin yerine gitti. Giyinmiş, süslenmiş, sahte parfüm şişesinin yarısını başından aşağı boca etmişti.

Aslında ondan hoşlanmıyor hatta kirli ellerinden, yağ kokusundan tiksiniyordu. Ama Tamirci okulun son sınıf kızları arasında çok popülerdi. Eğer onu elde ederse, bütün gözler Necla’nın üzerinde toplanacaktı. İlgi odağı olmak onun için herşeyden daha önemliydi.

Tamirci, Seyyar’ın kardeşi olduğu için Necla’yı sıcak karşıladı. Yani yüzüne baktı. Hatta belli belirsiz gülümsedi. Lafı uzatmadan, saç kurutma makinesi ile tahta kapıdan içeri girip gözden kayboldu.

Beş dakika sonra makineyi çalışır durumda geri getirdi. Necla borcunu sorunca, “bir şey istemez” dedi. Necla nazlanarak, sabahtan kremleyip parlattığı omuz başını açıp kırmızı dudaklarını büzerek “olmaz ama öyle” diye ısrar edince, ne diyeceğini bilemedi.

Sonunda Necla kendisi ile konuşmayı bırakıp kapıya yaslanmış, uzaklara bakan Tamirci’nin yanağına ıslak bir öpücük kondurdu. “O zaman ben de böyle öderim” diye kıkırdayıp cilveli adımlarla uzaklaştı.

Tamirci neye uğradığını şaşırmıştı. Soluk alışverişi hızlandı. Eli yanağına gitti. İçi gıdıklanıyor, alnı boncuk boncuk terliyor, kalp atışları düzensizleşiyordu. Tahta kapıyı açtı. Ellerinin titremesi geçene kadar karanlıkta kaldı.

***

Necla iki gün sonra, bu kez bir tencere ve kopmuş tutacağı ile çıkageldi. Tamirci onu görür görmez kıpkırmızı olmuştu. Necla bunu memnuniyetle fark etti. Bu iş tahmin ettiğinden çok daha kolay olacaktı.

Saçlarını savurup, bakışlarını Tamircinin gözlerinin içine sokarak, tencereyi ve tutacağı uzattı. Tamirci gözlerini kaçırarak parçaları aldı, hızla içeri geçti.

Elleri zangır zangır titriyordu. Basit bir tamirattı ama her zamankinden uzun sürdü. Önüne bakarak dışarı çıktı. Başını kaldırmadan, yeniden tek parça haline getirdiği tencereyi uzattı. Yanağına kelebek gibi bir öpücük kondu. Bu kez gülümsemesine engel olamadı.

O gün ustası Tamirci’nin ilk kez şarkı mırıldandığını işitti.

***

Artık paydos saatinden yarım saat önce işi bırakıp kapıya çıkıyor, tek tip üniformaların içinde okulun kapısından oluk oluk akan öğrenci gruplarının içinde Necla’sını arıyordu.

Necla tam karşısından geçerken gerdan kırarak, saçını savurarak, göz kırparak ya da -en fenası- dudaklarını büzüp öpücük gönderek Tamirci’yi selamlıyor, delikanlının yıllar içinde kaya gibi sertleşmiş kas ve duygularını lime lime ediyordu.

Yanındaki kızlar dünya yıkılsa oralı olmayan Tamirci’nin Necla karşısında nasıl değiştiğini şaşkınlıkla ve imrenerek gözlemliyorlardı. Kısa sürede Necla ile arkadaşlık etmek isteyenlerin sayısı artmıştı. Ders aralarında Tamirci ile aralarında ne olduğunu soranlar aldıkları gizemli yanıtlardan etkileniyor, daha fazlasına tanık olabilmek için okul çıkışlarında da Necla’nın yanında olmayı tercih ediyorlardı.

Son günlerde Necla’ya gösterilen ilgi kızlarla sınırlı kalmamış, yakışıklı erkeklerden birkaçı sabahları “günaydın”, öğlenleri “kantinden bir şey ister misin?” demeye başlamıştı.

***

Bir Cumartesi öğleden sonra, Necla bu kez menteşesi kırık, eski bir takı kutusu ile çıkageldi. Sınıfın en popüler ve dedikoducu kızlarından ikisi, tamirhanenin tam karşısındaki çocuk parkında sözde küçük kardeşlerini eğlendiriyor, aslında Necla’nın söylediği saatte orada bulunarak Tamirci ile ilişkisini gözleriyle görmeye hazırlanıyorlardı.

Necla yine en şuh haliyle yaklaştı. Bu kez daha iddialı bir makyaj yapmış, daracık bir kazak giymişti. Takı kutusu bile buram buram parfüm kokuyordu.

Tamirci kutuyu aldı. Gülümsedi. Kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Daha fazla Necla’nın yüzüne bakamayarak arkasını döndü. Karanlık odada kayboldu.

Geri döndüğünde Necla’yı parktaki arkadaşlarına el sallarken yakaladı. Necla hemen kendine çeki düzen verdi. Tamirci, takı kutusunu Necla’nın pamuk ellerine teslim etti. Necla aynı anda parmak uçlarında yükseldi. Tamirci’nin boynuna sarıldı. Ve iki yanağından şapır şupur öptü. Necla’nın göğüslerini göğsünde, saçlarını ve dudaklarını yüzünde, kokusunu en derinlerinde hisseden Tamirci şöyle bir sendeledi. Ayakta durabilmek için Necla’nın belini tuttu.

Her ikisi de arkalarını döndüler. Tamirci yanağını tutarak tahta kapıdan içeri girdi. Necla tanık oldukları sahnenin etkisiyle ağızları birer karış açık kalmış arkadaşlarına göz kırparak, eve doğru işveli adımlarla yürümeye başladı.

***

Aynı günün akşamüstü, sokağın başında Seyyar göründü. Necla gittikten bir saat sonra karanlık odadan dışarı çıkabilen Tamirci, günün kalan kısmını tamirhanenin kapısına yaslanıp Necla’ların evinin bulunduğu tarafa doğru dalgın dalgın bakarak geçirmişti.

Seyyar’ı görünce şöyle bir irkildi. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak arkadaşının yaklaşmasını bekledi. Seyyar’ın yüzündeki ifade hiç görmediği kadar sıkkın ve gergindi.

Kısa bir an için göz göze geldikten sonra her ikisi de bakışlarını kaçırdılar. Seyyar, tek kelime etmeden sıktığı sağ yumruğunu Tamirci’ye doğru uzattı. Elini ters çevirip, avcunu açtı.

Tamirci’nin onardığı takı kutusuna gizlice koyduğu anne yadigarı yüzük şimdi Seyyar’ın elindeydi.

Bir süre ikisi de Seyyar’ın avcuna bakakaldılar.

Sonunda sessizliği Tamirci bozdu:

“Kusura bakma kardeşim.” dedi. “Gönül ferman dinlemiyor.”

Seyyar:

“Asıl sen kusura bakma kardeşim.” diye yanıt verdi. “Al yüzüğünü, gönlüne layık birinin parmağına tak.”

Derin bir nefes alıp devam etti:

“Benim kardeşim senin bile tamir edebileceğin bir arıza değil.”

Tamirci, bilincini yitirmiş halde rahmetli annesinin yüzüğünü Seyyar’ın avcundan aldı. Uzun süre konuşmadan öylece durdular.

Hava karardı. Usta, dükkanı kapatmaya yardım etmesi için Tamirci’yi çağırdı. Tamirci dönmeye hazırlanırken birden durdu. Bakışlarını Seyyar’a çevirip sıkmaktan avcunu kanatmış yüzüğü göstererek:

“Sana kendisi mi verdi bunu?” diye sordu.

“Hayır. Odasında arkadaşlarıyla gülüşmelerini duyup kulak kabarttım. İçeri girip kendim zorla aldım.” diye yanıtladı Seyyar.

Tamirci arkasını döndü. Ustasının yanına gitmek yerine tahta kapıyı açtı. İçeriden bütün gücüyle iterek kapattı. Kapının gürültüsünden karşı parktaki kuşlar havalandı.

Seyyar, kumandanın ileri düğmesine bastı. Ustaya dükkanı kapatması için yardım etmek üzere, akülü tekerlekli sandalyesini tamirhanenin içine doğru sürdü.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

TEMİZLİKÇİ

Alışveriş merkezinin yemek katında onu temizlikçi bonesi ve önlüğüyle bir masada sere serpe otururken gördüğünde, kendisi suç işlemiş gibi irkildi. Kovboy şapkalı, orta yaşlı bir adamın etrafında el dedektörünü dolaştırırken de gözünü temizlikçiden alamıyordu.  Yo, öyle fenalaşmış ya da kısa süreliğine soluklanmak için sandalyenin ucuna ilişmiş filan gözükmüyordu kadın. Dirseklerini masaya dayamış, aheste aheste gözlerini ovuşturuyordu. 

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında. Günün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

AYLAKLAR

“Şu bankayı soyalım hadi, Jim.” “Beni karıştırma Paul! Kaç kere söyledim, patates bile soyamam ben.” “Gördün bankanın kapısındaki protestoları. O sahtekarlar Ortadoğu’daki savaşı finanse ediyor.”
“Hadi ordan Paul! Şimdi de dünya barış elçisi mi kesildin? Striptizci kızı ayartmak için istiyorsun o parayı.” “Sharon gibi bir vücudun olsa banka yerine seni soyardım Jim.”

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri.

Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder.

Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu. Loş holü geçerken kendine çeki düzen verir, rahmetli babasının çerçeveli resmiyle günaydınlaşır. Her sabah yapar bunu. Allah kollayan bakışlarını başlarından eksik etmesin. Hep aynı yerde, babacığının bir bayram sabahı ilk ve son kez başını okşadığı salon girişinde ayağı eşiğe takılır. Tökezler, biraz da gürültü çıkarır. Afacan oğlunun bahar boyunca düdük gibi öten burnundan yükselen hırıltı kesilir bir an için.

Sonra yine hol loşlaşır, babası istirahate çekilir, gözleri fotoğraf olur. Oğlan ağustos böceği gibi kaldığı yerden ötmeye devam eder.

Bahçeye sis inmiştir. Zakkumlara boncuk boncuk çiğ… Tulumbaya bir tas su döker. Dökme demir kolu indirip kaldırmaya başlar gıcır gıcır. Kuyunun karanlığından gün yüzüne çıkan su coşar, köpük köpük kabarır, sakız gibi bembeyaz olur.

Avucu dolar taşar suyla. Yeni doğmuş bir kuzuyu sever gibi oynaşır, öper koklar onu. Yüzünde, boynunda, elinde kalan damlacıklar kendini zakkum gibi diri hissetmesine neden olur.

Ama hafta içidir, bahçede kalamaz daha fazla. Asmanın direklerine gerili telde beşik gibi sallanan havluyla elini yüzünü kurulayıp mutfağa geçer. Karıcığı tıkır tıkır işlenmektedir. Ne ara kalktın gene Münevver? Yalvarır gibi bakar karısının melek yüzüne. Ahh tezcanlı yarim; dinlen demedi mi doktor sana?

Bir çorba kaşığı kestane balı götürür ağzına. Balın geçtiği yerler akşam güneşi vurmuş gibi tatlı tatlı ısınır. Münevver ılık sütün içine çiğ yumurta kırıp çırpar. Bir dikişte bitirir onu da. Bir türkü takılır dilinin ucuna. Münevver de sever o türküyü. Ay gibi gülümser.

Traktör sadık bir at gibi bekliyordur kapının önünde. Münevver ailelerinin medarı iftiharına doğru ondan önce atılır. İçine öğlen yemeği ve birkaç öteberi koyduğu heybeyi koltuğun yanındaki göze yerleştirir.

Elinde bir tas su, geri çekilir. Evlendiklerinden bu yana hafta içi her sabah yaptığı gibi.

Horoz ötmeye başlar. Şimdi kız da camın gerisinde gözlerini ovuşturmaktadır. Tulumbanın suyu gibi gün yüzüne taze çıkmış.

Gömleğinin son düğmesini ilikler. Ceketini sırtına geçirir. Traktöre gururla biner. Ege gibi mavidir traktörünün rengi. Her seferinde denize dalar sanki ona oturduğunda…

Bismillahla marşa basar. Lastikler sabırsızca döner olduğu yerde. Sonunda toprağa tutunur, traktörü ileri fırlatır.

İçine kekik, zeytin, defne, kantoron, zakkum, hodan, zahter ve daha binbir türlü şifalı ot, ağaç yaprağı, çiçek poleni, meyve özü katarak arı gibi gezinen mis gibi dağ havası çarpar yüzüne. İçinden o dağlarda kaybolmak gelir bir an. Sonra kendini toplar.

Münevver’in arkasından döktüğü suyun sesini duyar. Kızının kumru yavrusu gibi sallanan eline karşılık verir. Burnu ötüşlü, şeftali yanaklı oğlunu düşününce genişler gülümsemesi. Onlara ekmek getirmenin sorumluluğu; dağ havasının baştan çıkarıcılığını da yuvadan uzaklaşmanın burukluğunu da alt eder. Basar gaza, tozu dumana katarak uzaklaşır.

O geçerken kuşlar havalanır, kazlar, tavuklar kaçışır sağa sola. Yola doğru sere serpe uzanmış dallar, çalılar şöyle bir çeki düzen verirler kendilerine. Çukurları doldurmuş su birikintileri havalanır, ihtiyaç sahibi otlarla çiçeklerle buluşur. Keçiler çayıra kaçar peş peşe. Köpeklerin çoğu sürünün, en kabadayıları traktörün peşine…

Tarlalarda çalışanlara özenç, sıkılan çobanlara hareket, okul yolundaki çocuklara hayal, yoldan geçen sürüngenlere kabus olur. Ege gibi maviye boyar toprağın üstünü. Geçtiği yeri değiştirir, tozu dumana katar.

Asfaltı bulur derken. Yol büyür, traktör küçülür o zaman. Kamyonlar çağlamaya başlar yanı başında. Kıyıdaki ağaçların yerini direkler, dalların yerini teller, kuşlarınkini izolatörler alır. Pembe zakkumlar yerini demir uyarı levhalarına bırakır. Gökyüzü uzaklaşır. Toprak asfaltın altında ezilir. Dağ kokusu zifte yenilir.

Mavi traktör tozlanarak, aksırarak ilerler. Haddini bilerek, sağdan sağdan gider. Kasabaya yaklaştığını önce grileşen ufuktan, sonra is kokusundan ve nihayet çamurlu, sıska köpeklerden anlar. Traktörle ne oynaşacak, ne de kafa tutacak kadar canı kalmış, sanayi köpeklerinden.

Yağmur çiselemeye başladığında hızlanmak ister. Ama mal indirmek, park etmek, börek almak gibi gerekçelerle yolu tıkayan üstü kapalı araçlar yüzünden ıslanır biraz. Eczane açılmıştır ama oğlanın burun spreyi ile hanımın ilaçlarını dönüşte almaya karar verir.

Dairenin otoparkına yanaştırır mavi traktörü. Koltuğun yanındaki gözden Münevverinin koyduğu heybeyi çıkarır. Karıştırıp kravatını bulur içinde. Bağlayıp boynuna takar. Bu gönüllü teslimiyet, her defasında boğazıyla bir yüreğini de sıkar.

Kafayı dağıtmak için heybeyi karıştırır. Tam sevdiği gibi iyi haşlanmış yumurta, dereotu ve keçi peyniri sarılı yufkayı; Münevverinin, oğlanın yanaklarını hatırlatsın diye son zamanlar kumanyasından eksik etmediği olgun şeftaliyi; kayınvalidesinin sarı kızın sütüne mayaladığı tazecik yoğurt dolu tası okşayarak seyreder.

Son olarak vazo niyetine masasından eksik etmediği su dolu çay bardağının içine koyması için, karıcığının solgun ve güzel eliyle bahçelerindeki zakkumdan kopardığı pembe çiçekli dalı burnuna götürür. En derinlerine çeker.

Yağmur yeniden atıştırmaya başlayınca mavi traktöründen atlar. Sıkı sıkı sarıldığı heybesini göğsüne bastırır. Mesaisine başlamak üzere dairenin merdivenlerini tırmanmaya koyulur.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

GRİ

Kovulmuştu. Ve hiç fena hissetmiyordu kendini. Rüzgar yüzünü tatlı tatlı yalıyordu. Omuzlarındaki tek ağırlık ceketi. Onu da çıkardı. Kravatını katlayıp cebine koydu. Şehir bomboştu. Hiç görmediği kadar… Belki o saatlerde hep böyle olurdu. Kovulmasa haberi bile olmayacak.

TEKLİF

Boğaz hattında karşılaşıyorlar ilk.

O sıralar kız zayıflamak, erkek bir derneğe yardım toplamak üzere katılacağı yarışa hazırlanmak için koşuyor.

Boğaz koşucuları birbirlerini tanımasalar da selamlaşırlar. Bir tür dayanışma ve yüreklendirmedir bu. Kız’la Erkek de selamlaşıyorlar ilk karşılaşmalarında. Kız bunun Kuruçeşme Parkı’nın girişinde gerçekleştiğinden emin. Erkek ise Bebek Parkı’nda olduğunu iddia eder hala.

Sonra Çırağan’da, Ortaköy’de, Aşiyan’da, Rumelihisarı’nda devam ediyor bu rastlaşmalar. Zıt yönlerde koşuyor, bir noktada karşılaşıyorlar. Selamlaşmalarına gülümsemeler eklenmeye başlıyor. Her defasında biraz daha genişleyen gülümsemeler…

Daha sık karşılaşmak için daha sık koşmaya başlıyorlar. Her sabah karşılaşmak için her sabah koşmaya… Yağmur yağarken, kışın karanlıkta, karın altında, buzun üstünde ara vermeden koşuyorlar.

Bedenleri kemik gibi oluyor zamanla. Nabızları düşmüyor bir tek. Birbirlerini görmeden önce ayrı kalp çarpıntısı. Gördükten sonra ayrı.

Ve poyrazın iliklere işlediği karanlık bir kış sabahı, yollar, parklar ve Boğaz bomboşken; martılar, köpekler, servisler ve balıkçılar henüz yeryüzü sahnesine çıkmamışken, Akıntıburnu’nda deniz fenerinin dibinde karşılaşıyorlar.

Zamanının geldiğini anlıyor ikisi de. İlk kez o sabah uzaktan ellerini kaldırıp selamlaşmıyorlar. Gülümsemiyorlar da. Hız kesmeksizin, büyülenmiş gibi birbirlerine doğru koşmaya devam ediyorlar. Finish çizgisini göğüsler gibi… Kendi rekorlarını kırar gibi… Ruhları gövdelerinden birkaç adım önde, kucaklaşıyorlar.

Erkek sımsıkı tutuyor kızın belini. Dönüyor, dönüyorlar. Deniz feneri gibi çakıyor gözleri. Boğaz’dan bir dalga yükseliyor. Kordonu aşıp coşkularına ortak oluyor. Terleri köpüklere karışıyor.

Bu ilk kavuşmalarında konuşmuyorlar hiç. Deniz fenerinin dibindeki banka oturup, el ele günün ağarmasını seyrediyorlar.

Ertesi gün yine aynı banktalar… El ele değiller bu kez. Sözcükler girmiş aralarına.

Kız: “Koşarken kendime ait herşeyi geride bırakmayı seviyorum.” diyor. “Ve bana ait olmayanı kucaklamayı.”

Erkek: “Seninle sonsuza dek kucaklaşalım.” diye karşılık veriyor. “Ama hiçbir zaman birbirimize ait olmayalım.”

Sözlerini tamamlarken kızın serçe parmağını yakalıyor.

Kız: “Ne kadar güçlü olduğumu koşmaya başladıktan sonra fark ettim.” diyor. “Ve aslında bunun ne kadar önemsiz olduğunu…”

Erkek: “Güçlü olmaya çalışmayalım.” diyor. “Devam edelim yeter. Ve hiçbir zaman önemsemeyelim kendimizi.”

Şimdi kızın ikici parmağı da erkeğin elinde.

Kız: “Koşarken, koştuğumu unutmayı seviyorum.” diyor.

Erkek: “Öperken sevdiğini unutmak gibi…” derken Kız’ın saçlarına bir buse konduruyor.

Çığlık çığlığa bir martı geçiyor başlarının üstünden. Ürperiyor Kız.

“Koşmasaydım sana rastlayamazdım.” diyor.

Erkek: “Sana rastlamasaydım, aşk peşinde koşmazdım.” diye tamamlıyor.

Eğilip gözlerinden öpüyor Kız’ı.

Kız’ın gözleri doluyor. “Seni gördükten sonra koşmak için yaşamaya başladım ben.” diye fısıldıyor Erkek’in kulağına.

Erkek: “Seni koşarken gördükten sonra yaşamaya başladım ben de.” diye yanıt veriyor.

Kız dudaklarını Erkek’inkine bastırıyor.

Gözleri kapanıyor ikisinin de. Yüzlerine yağmur taneleri düşüyor. Bir balıkçı teknesi geçiyor pata pata. Boğaz’ı kaplayan sis tabakasının içinde esrarengiz biçimde kayboluyor. Kül rengi bir dinginlik esir almış kenti. Uzaktan geçen bir yük gemisinin burnu hayal meyal görünüyor. Bir karabatak şamandıranın üstünde kanatlarını açmış, geriniyor.

Erkek Boğaz havasını derinlerine çekiyor. Kız’ın elini avcuna alıyor. Kelebek tutar gibi, ürkütmekten çekinerek tutuyor.

“Bugüne dek…” diyor, “Hep ayrı yönlerde koştuk seninle.”

Kız kirpiklerini kırpıştırıp onaylıyor.

“Seni her gün, kısacık bir an için de olsa karşımda görmek eşsizdi…” diye devam ediyor. “Ama ben…”

Derin bir nefes alarak sesini toklaştırıyor.

“Artık seni karşımda değil yanımda hissetmek istiyorum.”

Kız’ın gözleri kocaman açılıyor.

“Yani…” diye soruyor. “Bana bundan böyle birlikte koşmayı mı teklif ediyorsun?”

Erkek, köpük köpük gülümsüyor.

Kız daha fazla yerinde duramıyor. Banka doğru eğilip, koşu öncesi esneme hareketlerine başlıyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

KOLYELER

Yeşilin içinde yürüdüler, yürüdüler… Çiğ düşmüştü otlara. Ayaklarını ıslatacak kadar değil, ayakkabılarını parlatacak kadar. Saçlarına kelebekler kondu. Arılar neşeyle vızıldadılar etraflarında dört dönerken. Sanki çiçek sandılar onları, basbayağı kur yaptılar. Ağaçlar tatlı bahar meltemini bahane ederek dallarını eğdiler yerlere kadar.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor.

Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor:

“Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

Aynı sözcükleri hiç durmadan, hüzünlü ve tekdüze bir melodi eşliğinde tekrarlıyor. Tiz sesi, birbirlerine yaslanarak ayakta durmaya çalışan kocamış evlerin dış cephelerinde yankılanıp, Esma’nın minik adımlarının ritmine ayak uyduruyor.

Yaşlı kadın, yan gözle siyah bereli oğluna bakıyor. Sokak lambasının altından geçerken bakışlarının donuklaştığını, omuzlarının hepten çöktüğünü fark ediyor. Yürüdükçe uzayıp kısalan karaltısını, rüzgara karşı titreşen, zayıf alevli bir mumun gölgesine benzetiyor.

Sinir bozan tekerlemesine son vermesi için Esma’nın kulağına doğru eğiliyor.

“Biliyorum güzel yüzlüm. Yoruldun, acıktın, üşüdün…” diye fısıldıyor. “Bir nöbetçi eczane bulalım. İlacımı alalım. Dosdoğru evimize gideceğiz.”

Kız yüzünü buruşturuyor.

“Yarın alsan olmaz mı ilacını?” diye sorarak şansını zorluyor.

Adamın omuzları belli belirsiz geriliyor.

“Olmaz bir tanem. Saati var bunun.” diye yanıtlıyor yaşlı kadın. Ses tonundaki mecburiyet vurgusu, sonraki cümlede tehdide dönüşüyor: “Yoksa Allah muhafaza…”

“Tövbe tövbe… Anne demesene öyle şeyler ya…” diye sözünü kesiyor adam.

Kız, durumun ciddiyetine ikna oluyor.

“Neden caddede değil de ara sokaklarda arıyoruz ki nöbetçi eczaneyi?” diye soruyor bu kez. “Buralar hep ev. Bakkal bile yok!”

Yaşlı kadın ne diyeceğini bilemiyor. Şimdiki çocuklar neden bu kadar akıllı diye geçiriyor içinden. Yan gözle oğluna bakıp yardım istiyor.

“Az önce bir tanesinin önünden geçtik.” diyor adam, elini kızın omzuna atarak. “Kepenkleri kapalıydı, o yüzden fark etmedin sen herhalde. Bu gece o nöbetçi diye biliyordum da o yüzden…”

Babasının güçlü eli omzunu sarınca kızın üşümesi kesiliyor. Elini çekmesin diye beş on dakika hiç sesini çıkarmadan, omzunu kıpırdatmadan yürüyor.

Derken yine karnı guruldamaya başlıyor. Sesine nazlı, bebeksi bir ton vererek, “Ne yiyeceğiz akşama babaanne?” diye soruyor.

Parmaklarını büzüp ağzına götürüyor, yaşlı kadın. “Şöyle sıcacık bir tarhana çorbası içeriz” derken iştahla ağzını şapırdatıyor.

“Haaayır!” diye çığlık atarak aniden duruyor, Esma. Kollarını göğsünün üstünde sıkı sıkı bağlıyor. Kaşlarını çatıp tabanlarını kaldırıma vurarak:

“Artık tarhana çorbası içmek istemiyorum.” diyor. “Her gün aynı yemeği yemekten bıktım. Ayrıca yemek bile değil o. Çorba!”

Tarhana çorbasından ne kadar iğrendiğini göstermek için dilini çıkarıp öğürürken, babasının eli omzundan kayıp gidiyor. Şimdi Esma’nın öfkesine yalnızlık ve suçluluk duygusu da ekleniyor.

“Ama kızım öyle denir mi? Allah’ın gücüne gider.” diyor babaannesi. Esma’nın tek elini avcuna alırken oğluyla bir kez daha göz göze geliyor. Adam parmağını havada çevirerek “sen onu oyala” gibilerden bir hareket yapıyor.

Yaşlı kadın torununa doğru eğiliyor. Oğlu birkaç adım geride kalan çöp konteynırlarına yöneliyor.

“Babaannesinin bir tanesi. Tarhana deyip geçme. İçinde yoğurt var, un var, kurutulmuş biber var, nane vaaar…”

Kız dayanamıyor: “Biliyoruz, biliyoruz… Günışığı vaaar. Köy havası var… Hepsinden önemlisi babaannenin el emeği, göz nuru var.” diyerek kadının konuşmasını taklit ediyor.

Kızın sözcükleri adamın ensesine iğneler batırıyor. Acıyan yerlerini tutarak çöpe yaklaşıyor. Konteynırlar yan yana dizilmiş. Kapakları açık.

Birinci konteynır ağzına kadar çürük meyve, sebze dolu.

Vakit kaybetmeden ikincisine geçiyor. Ağzı bağlı market poşetleri yığını… Kapıcı apartmanın çöpünü yeni boşaltmış olmalı.

Umutsuzca üçüncüsüne yaklaşıyor. En üstteki parçaları inceliyor: Mikrop bulaşmamış, taze yiyecekler yalnızca orada bulunur.

Babaanne göz ucuyla oğlunu keserken, küçük kıza iyice sokuluyor. Esma arkasına bakmaya yeltenirse engel olabilmek için elini omzuna atıyor.

Esma bu dokunuştan, az önce babasının avucundan aldığı sıcaklığı alamıyor. Her akşam tarhana çorbası içmekten sıkılıp evi terk eden annesinin özlemi minik kalbini sızlatıyor.

Üçüncü konteynırdan tekir bir kedi fırlıyor.

Dördüncü konteynıra terzi uğramış olmalı. İçinde rengarenk kumaş kırpıklarından başka bir şey görünmüyor.

Adam beşinci konteynırın başında duraksıyor. Süngerleri fırlamış bir çocuk yatağı ve suntası kabarmış, kapaksız bir ayakkabılık neredeyse tamamını doldurmuş. Dikkatli bakınca ayakkabılığın arkasında, ucu konteynırın dışına çıkmış kare şeklinde bir kutu fark ediyor. Kutunun üstüne basılı pizzacı logosunu hemen tanıyor.

Soluk alıp vermesi hızlanıyor. Kutu tertemiz. Yeni atılmış, hatta elle konulmuş olmalı. Kapağını yavaşça açarken, tek gözü kapanıyor. İçinden dua ediyor.

Esma ile babaannesi dar sokakla ana caddenin kesiştiği köşedeler. Esma aniden durup, karşı kaldırımdaki eczaneyi işaret ediyor. Eczanenin kapısı açık, ışıkları yanıyor.

Babaannesi panik halinde şimdi ne halt edeceğini düşünürken, Esma arkasına dönüveriyor.

Yaşlı kadın gözlerini kapayıp çaresizce Esma’nın elini sıkıyor.

“Baba! İşte nöbetçi eczane!” diye sevinçle bağırıyor Esma. Babasını oldukça geride, konteynırların başında görünce şaşırıyor.

Adam soğukkanlılığını yitirmiyor. Dengesini yitirmiş de konteynırdan destek almış gibi yaparak doğruluyor, kızına doğru yürümeye başlıyor.

“Bravo kızıma.” diyor gülümsemeye çalışarak. “Sen olmasan bu soğukta kim bilir kaç tur daha atacaktık.”

Esma’nın yüzü gururla aydınlanıyor. Yine de daha fazla sabredecek hali yok. Dudaklarını büzüp sesini incelterek:

“Ama çok yoruldum. Çok acıktım. Çok üşüdüm artık ben baba…” diyor.

Adam kızına hak verdiğini belli eden yüz ifadesiyle başını sallıyor. Bakışlarını annesine doğru çevirerek:

“Siz doğruca eve gidin.” diyor. “Anne sen tarhanayı ateşe koy. Ben önce eczaneye uğrarım…”

Elini bir kez daha kızın omzuna koyup, şefkatle okşuyor.

“Sonra da Esma’ya iki dilim pizza alır, yetişirim.”

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Esma babaannesinin elini tutmuş, evlerine doğru uslu uslu yürüyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

ŞIKIRDIM

Uzun zamandır tadilat görmediğinden dışarıdan harap görünen bir ev, daha doğrusu altında üç göz kayıkhanesi bulunan bir yalıydı. Gündüzleri pencereleri açılıp havalandırılırken Boğaz’dan esen yelle tülleri gelin duvağı gibi uçuşan bu mütevazı görünümlü yalının; geceleri ağır perdeleri indirilir, dışarı toplu iğne başı kadar ışık sızması engellenirdi.

Yalının içi ise neredeyse bir vezir ikametgahı kadar iyi döşenmişti. Her gece meşhur çingene mahallesi Lonca’dan en hünerli saz takımları, en cilveli çengi kızları ve civelek köçek oğlanları çağırtılır, içki sofraları hazır edilir, Boğaz’ın karanlık sularında süzülerek teşrif eden konuklar kayıkhanede karşılanarak üst kata buyur edilirdi.

Bir dönem İstanbul’un en lüks yeniçeri koltuğu olarak nam salmış bu umumhanenin işletmecisi çingene asıllı Çakır Esma’ydı. Geçkin bir fahişe olmasına karşın uzun boyu, edalı halleri, diriliğini korumuş esmer yüzü ve iğde kokulu kadife teni sayesinde ilk kez görenin yirmilerinin başında sandığı, gösterişli bir dilberdi.

Karşısındakinin gözlerine çelik oklar gibi sapladığı sürmeli çakır bakışlarına kayıtsız kalabilen erkek henüz yalının kapısından adımını atmamıştı.

Yirmi beşine kadar yağız yeniçerilerin, çelik pazılı kalyoncuların kolları arasında gezinmiş Çakır Esma, son demlerinde gençlik iksirlerim dediği bıyıkları yeni terlemiş körpe oğlanlara meyilli olmuştu. Beslediği uşakları hamamlara, iskelelere, bedestene, meyhanelere gönderiyor; tellak çıraklarından, yeni yetme kayıkçı ve salapuryacılardan, tazecik hamallardan, köçeklerden ayartılmaya müsait olanları kendine alıkoyuyor; paralı, orta yaşlı daimi konuklarını ise genç cariyeleriyle eşleştiriyordu.

Celalin Esad, Çakır Esma’nın adamları ile hamamda sabahlamaya hazırlandığı bir gece tanıştı. Ona “Celalin” denmesinin nedeni, tazelik çağında Üsküdar tulumbacılarından ve Balaban İskelesi hamallarından Kürt Celal’in şıkırdımı olmasıydı.

Ergenliğe gireceği yaşta çımacılık yapan babası ölüverince yetim kalan Esad’ın yalnızca yüzünü değil, aynı zamanda sesini ve köçek gibi ahenkli dansını da pek güzel bulan Celal; kendisi de kıt kanaat geçinmesine rağmen, elinde avcunda ne varsa cömertçe Esad için harcamaktan çekinmemiş, onu mahallenin en şık delikanlısı olarak insan içine çıkarmıştı.

Celal’in himayesinde palazlanan Esad, kış gecelerinde nara ata ata keten helva satar, kandillerde sebilcilik, ramazanda davulculuk yapar, gündüzleri kahvehanede iskambil oynar, kaybedince rakiplerini hilekarlıkla suçlayıp çıngar çıkarırdı.

Hamisinin bekar odasında kalır, eğer Celal’in Galata’dan veya Tophane’den gece yatısına misafiri gelmişse, ya bir sabahcı kahvesinde, ya tekkede ya da Çakır Esma’nın adamlarına rastladığı gece olduğu gibi hamamda sabahlardı.

Hamama gittiği akşamlar, beline sardığı uzunca şalın ucunu yere değdirerek külhabeylerine özgü -levendane de denilen- it adımı ile yürürdü. Hamamda geceleyen işsiz takımının, varlıklı müşterilerin eşyalarını çaldığını bilir; yine de mağdurların hırsızlığı fark ettiği durumlarda, diğer külhanbeyleri ile bir olup kavgaya karışırdı. Bu kavgalarda erkekliğini ispatlamak için son derece gözü pek dövüşür, akranları çoluğa çocuğa karışırken kendisinin hala Kürt Celal’in kanatları altında yaşıyor olmasının ezikliğini, günahsız müşterilerden çıkarırdı.

İşte hamamdaki o akşam, Esad’ın şahin gibi atılarak; gümüş sigara tabakasını çaldıkları iri yarı müşteri tarafından hırpalanmakta olan iki çelimsiz külhanbeyini nasıl kurtardığına ve sonrasında da burnundan soluyan müşteriyi iki okkalı tokatla ılıklığın beyaz mermerine nasıl serdiğine tanıklık eden Çakır Esma’nın adamları hiç vakit kaybetmeden bu civa gibi delikanlıya yanaştılar.

Son zamanlarda sık sık Celal’in misafirleri yüzünden açıkta kalan Esad, biraz canı sıkkın olduğundan biraz da meraktan uşakların ısrarına “olur” dedi ve hep birlikte, daha önce methini pek çok kez işittiği Çakır Esma’nın yalısına doğru yola çıktılar.

Esad ve Esma yalının açık penceresindeki beyaz tülle esmer perde gibi kah ayakları yerden kesilip havalanarak, kah birbirlerine sımsıkı tutunarak; kah döşeğin derinliklerine savrularak, kah Dersaadet’i cibinlik gibi etraflarına dolayarak, yalının sultan odasında öyle bir gece geçirdiler ki, şafak sökerken ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin müptelası olacaklarını kavradılar.

Sevdalarından haberdar olunması durumunda Esma koca yarısı kabadayı müşterilerinin, Esad ise senelerdir hamiliğini yapan Kürt Celal’in, başlarına bela olacağını biliyorlardı. Bu nedenle Esma, yalının tavan arasını temizletip, duvardan duvara yer yatağı döşetip, pencerelerini tahta ile çivileterek, Esad ile ikisi için kuytu bir aşk odası haline getirdi.

Artık Esma ile Esad vakitlerinin büyük bölümünü bu aşk odasında birlikte geçiriyor; Esma’nın müşterileri gelince Esad gizlice kayıkhaneye inip, kayıkla Boğaziçi’ne gezintiye çıkıyordu.

Yıldızsız bir akşam, koltukta çalışmakta olan uşaklardan birinin jurnali sonrası her türlü ahlaksızlığa karşı amansız bir mücadele vermekte olan Sadrazam, bostancılarını Çakır Esma’nın yalısına göndererek önce eşyasını yağmalattı, sonra da yalıyı çıra gibi yaktı.

Neyse ki, bostancılardan biri Esma’nın kadim müşterisiydi de önden ulak gönderip baskından birkaç dakika önce Esma ile Esad’ın kayıkla yalıdan kaçıp, kurtulmalarını sağladı. Mehtaplı gecede, hayatı boyunca biriktirdiği her şeyin görkemli bir Boğaz meşalesi gibi alev alev yanışını izleyen Çakır Esma, bebekliğinden beri ilk kez hıçkıra hıçkıra ağladı.

Esma’nın göğsündeki kesede sakladığı kara gün parasıyla Yenibahçe’de bir bostan kulübesi yaptırıp, orada yaşamaya başladılar. Esad, başlarına gelen felaketin Esma’nın yosmalığı bırakmasına vesile olmasından hoşnuttu. Çevredeki tek tük komşu onları Rumeli göçmeni diye biliyor; Esma, falcı çingene karısı rolünü pek güzel oynuyordu. Esad ise yalıdan kaçmak için kullandıkları kayığı ekmek teknesi yapmış, Haliç’in iki yakası arasında yolcu taşımaya başlamıştı.

Esma’nın falcılıkta da namı yürüyünce İstanbul’un çeşitli semtlerinden müşteriler, kulübenin önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başladı. Esma yine esrarengiz çakır gözleri, işveli halleriyle müşterilerinin aklını başından alıyor, laf arasında ağızlardan aldığı bilgileri allayıp pullayarak geri satıyor ve her yaştan kadını kendine hayran bırakarak yolcu ediyordu.

Bunaltıcı bir yaz günü, Esma’nın karşısına iri kıyım, çatlak elli biri oturdu. Simsiyah bir ferace giymiş, yüzündeki peçeyi çıkarmamıştı. Kart sesiyle, zamanında bir civanı olduğunu, bütün hayatını ona adayıp, saçını süpürge ettiğini ama sonra bir gün büyücü yosmanın tekinin onu elinden alıp kapatması yaptığını ve o gün bugündür, o yosmanın peşinde olduğunu söyledi.

Esma karşısındakinin Kürt Celal olduğunu fark ettiğinde, herşey için çok geçti. Tulumbacı arkadaşlarından birinin zevcesinin yardımıyla izini bulduğu Esma’nın günahkar bedenini oracıkta delik deşik eden Celal, yine geldiği gibi feracesini giyip, peçesini takarak gözden kayboldu.

Esad yorucu bir günün akşamında kulübelerine döndüğünde karşılaştığı feci manzaranın etkisinden uzun süre kurtulamadı. Kendini içkiye, afyona vurdu. Zaten Esma’nın koltuğuna girdiğinden beri geceleri kabuslar görüyor, tam Celal sevdiğinin boğazını keserken kan ter içinde uykusundan uyanıyordu. Ama ıssız bir bostanın ortasındaki bu küçük kulübeye taşınıp geçmişlerine sünger çektikten sonra, Esma’sıyla hayatının en saadet dolu günlerini yaşarken böyle bir felakete uğramak onun kolunu kanadını kırmıştı.

Vaktiyle Esma ile bülbül yuvası adını taktıkları kulübede bir başına yas tuttuğu ayların ardından, bir sabah şafak sökerken döşeğinden fırladı. Koca bir çuval alıp Üsküdar’a geçti. Arkadaşı olan Rum kayıkçıya Balaban İskelesi’ne yanaşmasını söyledi. Hamallar arasında sıra bekleyen Celal’i çok uzaktan fark etti.

Kayıkçıya Celal’i işaret edip, eline bir miktar para sıkıştırdıktan sonra çuvalın içine girdi.

Kayıkçı, Esad’ın tembihlediği gibi Celal’e taşıma parasını peşin ödedi. Çuvalı götürmesi gereken yeri söyledi. Celal, adres olarak kendi bekar odasının bulunduğu “Acemin Evi”ni işitince önce şaşırdı. Sonra çuvalın büyüklüğüne bakarak, halıcı ev sahibinin mal sipariş etmiş olacağına kanaat getirdi.

Kayıkçının yardımıyla çuvalı küfesine yerleştirdiği gibi yola koyuldu. Farkında olmadan Esad’ı, bir zamanlar birlikte paylaştıkları bekar odasına kadar sırtında taşıdı. Cansız bedeni tıpkı Esma’nınki gibi delik deşik edilmiş halde, yatağında bulundu.

Esad, bu intikam cinayetinin ardından her gece kabus görmeye devam etse de ergenliğinde ruhuna vurulmuş prangadan kurtuldu. Celal’in himayesinde ve sonrasında Esma’nın koynunda geçirdiği sığıntı yılların ardından kendini ilk kez hür hissetti. Ama Esma’sını hiçbir zaman unutmadı.

Eski mahallesinde bir bekar odası tuttu. Güzel havalarda kayıkçılık yapmaya devam etti. Kış gecelerinde nara ata ata keten helva satıyor, kandillerde sebilcilik, ramazanda davulculuk yapıyordu. Bu arada kendine bir de şıkırdım bulmuştu. Ergenliğe henüz ayak basmış bu tazecik yetimin adı Celal’di. Mahalleli ona Esadın Celal diyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PAPATYA GİBİ

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesi… Ahşap köşklerden, mor salkımlı bahçelerden, geniş balkonlardan kahkaha sesleri yükseliyor. Sardunyalar, sokak lambaları, kediler, zakkumlar, taze sulanmış dükkan önleri… Her yerde, her şeyde abartısız bir güzellik, doğal bir hafiflik var. Hava limonata kıvamında. Meltem yanık tenleri ılık ılık okşuyor. Uzaklardan bir faytonun nal ve çıngırak sesleri duyuluyor.

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

VLTAVA NIN KIYISINDA

Kız, Erkek’e doğru bir adım atıyor, ona dokunacak ya da kulağına bir şey fısıldayacakmış gibi yapıyor, sonra yine geri çekiliyordu. Erkek, Kız’a bir kez sarılırsa bir daha bırakamayacağını biliyor,

ZAMANE PİNOKYOSU

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar.

Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

Arkasındaki leş kokulu erkekler tuvaletinin kapısında bekleşenler var. Biri savrulan sarı saçları fark ediyor. Onun çapaklı bakışlarının bir noktaya sabitlendiğini fark eden diğerleri de sırayla başlarını oraya çeviriyor. Hemen çıplak bacaklara iniyor gözler. Sigaralardan derin fırtlar çekiliyor. Gözler kısılarak, yılan gibi tıslanarak bakılıyor. Kızın arkası dönük; ne bakıştan, ne de bıyıktan haberi oluyor.

Feribotun demir gövdesine açılmış camsız panaromik çerçeveye paralel kızın yüzü. Gidiş yönünün tersine durmuş. Feribot ilerledikçe manzara akıp gidiyor. Kızın zihni de o akışla bir hareket ediyor. Kendi karasına uzaktan bakıyor, yeni kıyıları, bilmediği olasılıkları düşlüyor.

Kitap okuma niyetiyle otobüsünden inmemiş bir delikanlının bakışları da bir başka açıdan kilitlenmiş kıza. Parmağı kitabın kaldığı sayfasında, kızın Yunan heykellerini andıran şiirsel duruşunu okuyor artık delikanlı… Rüzgar estikçe masum yüzünü yalayan sarı saçlarını… Her an yaşla dolabilir ya da güller açtırabilir gibi bakan buğulu gözlerini… Ellerini kalp yapar, dua eder gibi göğsünde birleştirişini…

Aşık olmayı beklediği kızın o olabileceğini hissediyor. Ama utangaç biri, delikanlı; aşağı inip konuşamaz. İlahi bir işaret bekliyor.

Feribot yola çıktığından beri bir martı uçuyor açığında. Üst kattaki yolcuların fırlattığı simitler bitince arkadaşları dağılmış. Ama o vaz geçmiyor. Keskin bakışları denizi tararken, köpük beyazı gövdesi feribotla aynı hızda ilerliyor. Rüzgar süzülmesine izin vermediğinde kanat çırpıyor. Suyun yüzeyine çıkacak bir balık için pusuda bekliyor.

Tuvalette işini bitiren bıyıklı bir gölge, kemerini ilikleyerek kıza adım adım yaklaşıyor. Bir kaç metre kala şöyle bir duraklıyor. İki avcuyla rüzgarı kesip sigarasını yakıyor. Kızın burnuna kibrit kokusu geliyor. Adam yürümeye devam ediyor. Kızın yanından geçerken yavaşlıyor. İkinci feribot babasının başında duruyor. Ayağını demirin üstüne koyup uzaklara bakar gibi yapıyor. Rüzgar perçemini ve gömleğinin eteğini havalandırıyor. Kız adamın kıllı, yağlı göbeğini görüyor.

Otobüsteki delikanlı soluğunu tutmuş onları izliyor. Kitabın kaldığı sayfasını işaretleyen parmağı kayıyor. Gözlerini kızla adamdan ayırmadan kitabı önündeki koltuğun filesine sıkıştırıyor.

Suyun yüzeyinde irice bir balığın pulları parlıyor. Martı kanatlarının açısını değiştirerek alçalmaya başlıyor.

Bıyıklı adam gövdesini ani bir hareketle kıza doğru çeviriyor. Sigaranın dumanını dudağının kenarından denize doğru üflerken, cebinden çıkardığı paketi kıza doğru uzatıyor. Kız, yüzünü buruşturarak başını iki yana sallıyor. Ellerini göğsünde kavuşturuyor. Bir adım geri atarak mesafe koymaya çalışıyor.

Adam kıza doğru iki adım atıyor. Rüzgar, sarı dişlerinin arasından yükselen alkol ve nikotin kokusunu kızın yüzüne doğru savuruyor. Adam bir şeyler diyerek kıza doğru bir adım daha yaklaşıyor. Elinin tersiyle kızın yanağını okşamaya yeltenirken terliği yeşil halatların arasına sıkışıyor. Kız ürküp geri kaçıyor. Adam uzanıp kızın kolunu yakalıyor. Sigarasını öfkeli bir fiskeyle denize fırlatıyor.

Kız dehşetten irileşmiş gözlerle etrafına bakınarak yardım istemeye hazırlanıyor. Adam bunu fark edip, diğer eliyle kızın ağzını kapatıyor. Olan biteni soluksuz izlemekte olan delikanlı koltuğundan fırlayıp üç adımda otobüsten atlıyor. Koşarak bıyıklıyla kızın arasına giriyor. Adamı itmeye yelteniyor. Ama yerinden kıpırdatamıyor. Bu kadarı bile kızı adamın elinden kurtarmaya yetiyor. Adamın yüz hatları öfkeyle geriliyor. Delikanlının yüzüne balyoz gibi bir yumruk indiriyor. Delikanlı uçup kızın üstüne düşüyor. Birlikte yere yuvarlanıyor.

Martı pike yapıyor. Parlayan pullara doğru kurşun gibi dalıyor. Balık oldukça iri. Martı onu gagasıyla sıkıştırıp sudan bir kaç santim yukarı çıkarıyor. Balık can havliyle çırpınınca, martının gagasından kurtulup denize düşüyor. Ve feribota doğru kaçmaya başlıyor. Martı inatçı. Hemen toparlanıp balığın peşine düşüyor. Balık zıpkın gibi ilerlemeye devam ediyor. Martı yukarıdan onu takip ediyor.

Balık suyun yüzeyinde köpükler çıkaran yeşil halata yaklaşıyor. Ani bir manevrayla halatla feribotun çelik gövdesi arasına saklanıyor. Martı iyice alçalıp balığın peşinden suya dalıyor. O sırada halatın naylon lifleri martının tırnaklarına takılıyor. Balık, peşinde martı ve onun da peşinde halat dibe doğru birbirlerini kovalıyor.

Martının gagası tam balığa uzanacakken halat ayağından çekerek ona engel oluyor. Balık kaçıp kurtuluyor. Martı epeyce çırpındıktan sonra iki tırnağını halatın ucunda bırakarak suyun üstüne çıkıyor ve ıslak kanatlarını çırparak havalanıyor.

Martının çırpınışı esnasında feribotun demir korkuluğundan kurtulan halat aşağı doğru kaymaya başlıyor. Ucu denizin derinliklerine iniyor ve pervanenin çekimine kapılıyor.

Bir kaç saniye içinde halatın iskele babasını saran kısmı, makaradan kurtulan iplik gibi denize doğru çözülüyor. Ayağı halata takılı bıyıklı adamın iri gövdesi pervanenin gücüyle baş edemeyerek halatın peşisıra korkuluğun üstünden havalanıp denizi boyluyor.

Tam o denize düştüğü sırada halat korkunç bir ses çıkararak, kanatları arasına sıkıştığı pervaneyi kırıyor ve feribotun motorunu durduruyor.

Olan bitene tanık olan bir gemici hiç zaman kaybetmeden, bir elinde can simidi, diğerinde tırtıklı büyük bir bıçakla denize atlıyor.

Kız delikanlıya sıkı sıkı sarılmış, şoku atlatmaya çalışıyor. Delikanlının dudağından kan sızıyor. Ama o ara sıra yarasını omzuna silmek dışında hiç hareket etmiyor. Kız ürkmesin, hep kollarının arasında kalsın, o an hiç bitmesin istiyor.

Bir kaç dakika sonra gemici tarafından önce halattan sonra boğulmaktan kurtarılan bıyıklı adam nefes nefese feribota geri dönüyor.

Kız usulca başını kaldırıp delikanlıya bakıyor. Delikanlının gözbebekleri pul pul ışıldıyor. Gülümseyişi kızın varlığını yeşil halat gibi sımsıkı sarıyor. Kız artık yalnız ve hür olmadığını, iki kişilik bir adaya ayak bastığını anlıyor.

Şimdi iskele babalarının çevresi tıklım tıklım. Aracından inen, kaza yerini gözüyle görmek üzere kızla delikanlının bulunduğu tarafa geliyor.

Kız uzanıp delikanlının dudağındaki yarayı öpüyor. Delikanlının gözünden bir damla yaş kayıp, tam yarayla kızın dudağı arasına iniyor.

Tuvalete doğru aksayarak ilerleyen bıyıklı adamın peşisıra bir martı topallıyor. Kız delikanlıya onları işaret ediyor. Gülüşüyorlar. Rüzgar kızın altın rengi saçlarını delikanlının yüzüne savuruyor. Saçların dokunduğu yerler tatlı tatlı gıdıklanıyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HATIRALAR MEZARLIĞI

Kahramanlarımız sevdikleri binaların teker teker yıkılmasına, mahallelerinin tanınmaz hale getirilmesine, parklar, okullar, pastaneler, sinemalar ile birlikte çocukluklarının, gençliklerinin, aile yadigarlarının adım adım yok olmasına alışamayan, varlıklarında yırtıklar açan bu hoyratlıklara karşı tepkisiz kalamayan bir grup genç.

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum. İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor…

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

YAZGI

Gece çözülürken çıkar sokağa. Gündüz henüz olmamışken. Yağmur dinmiş ama yerler sırılsıklam; gölgeler cisimlerle eşit belirginlikte, yansımalar sokak lambaları kadar parlakken.

Islak bir sokak köpeği kadar serseri, çöplükte eşelenen bir martı gibi aşağılık, sevgi arsızı bir kedi kadar yüzsüz olmayı sever o ıssızlığın ortasında.

Akıntıya kapılmış ölü bir istavrit gibi sürüklenmeyi… Sahipsiz bir kayık gibi çalkalanmayı… Poyrazın eteğine tutunmuş bir yağmur damlası gibi şehrin üstünde iradesizce savrulmayı…

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların…

Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

Onlara kahvaltı hazırlarken hüzünlü gözleri dalıp giden, bütün bu fedakarlıkların bir hiç uğruna yapılıyor olabileceğini yalnızca sabahın ilk saatlerinde, henüz düşler dünyası ile bağları tam olarak kopmamışken sezen annelerin bile alarmlı saatleri çalmamıştır daha.

Ruhlarını, ödünç aldıkları kimliklere uydurmaya çalışanların en azimli olanlarıyla iş yerine en uzakta oturanları uyanmıştır yalnızca. Tek tük aydınlanmış buğulu banyo, mutfak camlarının gerisinde birilerinin işine yaramaya hazırlanmaktadırlar.

Şehir uğultusuz, Boğaz pervanesiz, yollar tekerleksizdir. Martılar sessiz, banklar sahipsiz, trafik lambaları işsiz…

İnsanı kendine götürebilecek bir vakittir, bu. Tek vakit.

Yeryüzüyle gökyüzünün, denizle kordonun mavinin aynı derin tonunda buluştuğu gibi; sarhoşla dindarın, katille çocuğun, kadınla erkeğin uyku aleminde kucaklaştığı gibi, insan da yazgısına kavuşabilir bu saatte.

El yordamıyla kendi yolunda ilerleyebilir. Hiç kimse farkında değilken yürüyor olmaktan, yolun nereye çıkacağını bilmiyor olmaktan ve bunların onu özgürleştiriyor olduğunu hissetmekten ağırbaşlı bir memnuniyet duyabilir.

İlerledikçe bu yürüyüşün tek şansı olduğunu daha güçlü kavrar. Bir tek bu saatlerde, nesnelerle doğanın iç içe geçip birbirinde eridiği, hiçbir şeyin kesinliğinin kalmadığı bu anlarda aslında dışarıdakinin ne kadar geçici, önemsiz ve etkisiz olduğu apaçık ortaya çıkar çünkü.

Dışarıdaki yalnızca içeridekinin yansımasıdır. Ve insanın yazgısı dışarıda değil içeridedir.

Geride bıraktıkları ve varacağı nokta önemini yitirir yavaş yavaş. O nereye basıyorsa var oluş oradadır. Nereye bakıyorsa, yansıma orada.

İçinden yükselen nefes, dışarı çıkar çıkmaz görünür olur. Güler geçer kendi dumanının içinden. Dışarıdan anlaşılmaz güldüğü. İçinden güler.

Kendi yolunda ilerlediğinden emin olur ansızın. Bundan nasıl emin olduğunu asla açıklayamayacağını ama bir sezgi olarak hep içinde taşıyacağını anlar. Çünkü kişi bir kez kendi yolunu buldu mu onu asla unutmaz. Başkasının yolunda kaybolmaz.

İçi içine sığmaz olur. Koşmaya hazırlanır. Tam o sırada uzunlarını yakmış bir araç, tekerlekleri ile yağmur sularını keskin bir makas gibi keserek tam karşıdan yaklaşır. Sert bir frenle yanı başında durur.

Minibüsün içi esneyen, soluk yüzlü çocuklarla doludur. Uyku kokusu şoförün camından sızarak yüzünü yalar.

Şoför camı indirir. Alnı ter içindedir. “Kusura bakma abi.” der. “Servis şoförü hasta bugün. Onun yerine ben kullanıyorum. Okulun yolunu bulamadım bir türlü. Tarif edebilir misin sana zahmet?”

Çocukların melek yüzlerine bakar önce. Sonra servis şoförünün yolunu yıllar önce kaybetmiş, panik haline.

“Okul onların içinde.” der. “Rahat bırakın çocukları. Kendi yollarını bulsunlar.”

Şoför başını iki yana sallayıp söylenerek camı kapatır. Gazı kökler. Lastikler ıslak asfalta tutunamadan havada birkaç tur döner.

Şoförün hemen arkasında, cam kenarında oturan çocuk konuşulanları duymuştur. Araç ileri doğru ok gibi fırlarken kaldırımdaki adama doğru usulcacık el sallar. O da elini kaldırıp, karşılık verir.

Yola çıkmak üzere olduğunu anlar çocuğun.

Ters yönlerde, kendi yazgılarına doğru ilerlerler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MEZARCI

Zarif adamdı aslında. Çay kaşığını tutuşuyla, bacak bacak üstüne atışıyla, uzun kirpiklerini kırpışıyla. Çürük ama güzel güler, eski ama temiz giyinirdi. Mezarlıktan çıkacağı zamanlar muhakkak gasilhanede yıkanır, saçlarını gül suyu ile tarar, kazanda kaynattığı ölü giysilerinden mevsimine göre uygun bir şeyler seçer, eliyle kırışıklıklarını ütüledikten sonra sırtına geçirirdi.

AMELE

“Ne zor hayatları var di mi lan Hasan?” dedi Yaşar, dudaklarını büzüp sigarasının dumanını havaya üflerken. “He ya… Ben de onu düşünüyordum, Yaşarcan.” “Ben sana diyim bak. Bunların çimentosu olsa kumu olmaz. Kumu olsa çimentosu. De ki ikisini de buldular; suyunu ayarlayamazlar…” Gülüştüler. Hasan devam etti: “Her gün kırk kişiyle muhatap olurlar. Kırkının da kafasından ayrı ses çıkar. Hepsine de kendilerini beğendirmeye çalışırlar.”

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş,

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.