Yazar: Tgumusay

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi.

Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

Anneleri ise Meraklı Mahmure… Çöp kamyonunun içine girip kuyruğunu kaybettikten sonra almıştı bu ismi. Koca Kafa kimmiş diye yola çıktığı gün ise hamile kalmıştı. Bir Mayıs sabahı yavrularını emzirdikten sonra Kumkapı’ya balık yemeye gittiği, iskeleye yanaşmış bir teknenin ambar kapısı üstüne kapanınca, tekne ile birlikte gözden kaybolduğu anlatılırdı.

Martı ile serçeler anlatırdı bunları. Serçeler dedikoducuydu, kanatlarını aça aça, minicik kafalarını kesik kesik oynatarak konuşurlardı. İki kardeş kedi, serçelerin anlattıklarının yarısının uydurma olduğunu bilir ama her defasında onları ağızları açık dinlerlerdi.

Martının sözüne ise inanırlardı. Yüksekten uçar, her şeyi apaçık görürdü o, çünkü. Yardımseverdi de ayrıca. Kaç sefer gagasında taşıdığı balıklar, iki kardeşi açlıktan kurtarmıştı.

***

Annelerinin ortadan kaybolduğu günün ertesi, ağlamalarını işiten mahalle çocukları fark etmişti Sakız’la Cingöz’ü.

Biri çöpten bir yoğurt kabı bulmuş, öteki eve koşup içini sütle doldurmuştu. Sakız’la Cingöz yalanarak sokağa bakmış ama bir türlü aşağı inememişlerdi. Çocukların ise yukarı bakmaktan boyunları tutulmuş ama yıllar önce merdivenleri çökmüş binanın üst katına çıkmanın yolunu bulamamışlardı.

Derken Bakkal Adem çamaşır ipiyle çıkagelmiş, ipin bir ucunu yoğurt kabının tutacağına bağlamış, diğerini havaya fırlatarak kedilerin bulunduğu katın çökmüş cumbasına ait yarım pencerenin çıtasından geçirmiş ve boş ucu çekerek süt dolu kabı kedilerin bulunduğu kata çıkarmayı becermişti.

İşte, açlıktan bitkin düşmüş Sakız’la Cingöz, alkışlar arasında koca kap dolusu sütü şapır şupur mideye indirdikleri o günden sonra mahallelinin evlatlıkları olmuşlardı.

***

Kadırgalılar semtlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yokuşlarında, parklarında, kahvehanelerinde, camilerinde kendilerinden asırlar önce yaşamış komşuların izlerine rastlamaktan hoşlanır, modernleştikçe ruhsuzlaşan şehrin surlarının dibinde unutulmuş bu kendi halinde semtin sakini olmaktan gurur duyarlardı.

Sakız’la Cingöz’ü yalnızca sevimli kediler oldukları için değil, o yıkılmaya yüz tutmuş eski konakta yaşadıkları için de çok sevmişlerdi.

Bakkal Adem sütlerini, Titiz Kasap ciğerlerini, Balıkçı Suat istavritlerini eksik etmiyordu. Yaşadıkları konak bir Ermeni’ye ait olduğundan Papaz neredeyse Sakız’la Cingöz’ü vaftiz edecekti. Çocuklar sonunda Tesisatçı Erhan’ın desteğiyle sabit bir makaraya kavuşmuş, kedilere kolayca ve eğlenerek yemek ulaştırmanın yolunu bulmuşlardı.

***

Sakız güzelliğine pek düşkündü. Arka odalara uğramaz, bütün gün ya uyuklar ya da sokağı seyrederek tüylerini yalar, o tozlu evin içinde bembeyaz kalmayı başarırdı.

Cingöz ise annesine çekmişti. Mutfak dolaplarının, yüklüklerin, rabıtaların altından girer üstünden çıkar, bulduğu eski bir kumaş parçasıyla, kapı koluyla, misketle saatlerce oynardı. Eskiden yatak odası olarak kullanılan arka odanın duvarında ahşap bir kapak bulmuştu. Duvarla aynı renkte olduğu için ilk bakışta fark edilemeyen bu nemden yumuşamış kapağı, orayı burayı tırmıklarken keşfetmişti. O günden beri tırnakları kaşınınca soluğu kapağın önünde alıyor, mantara dönüşmüş ahşap parçacıklarının ufalanıp yere dökülmesinden yaramazca bir zevk alıyordu.

***

Evin tapusunun sahibi Madam Anush seksen beş yaşında bir Ermeni’ydi. Huzurevinde yaşıyordu. Ahşap oymacısı dedesinin, udi babaannesinin, kuyumcu babasının, semtin en güzel topiğini yapan annesinin, kunduraları Avrupa’ya ihraç edilen kocasının hatıralarıyla dolu evini tamir ettirecek gücü olmasa da onun tek tahtasına dokunulmasına izin vermiyor, badanasının her katmanı, aile albümünün sayfalarıymış gibi saklansın istiyordu.

Binayı butik otel yapmak için teklifte bulunanları, rakamı bile öğrenmeye tenezzül etmeden reddetmiş, en son bir müteahhitin bıraktığı kartviziti, ne olur ne olmaz diyerek çekmecesine koyan hastabakıcıyı azarlamıştı.

Aylar sonra, doktorunun dayanılmaz hale gelen ağrıları için hastane ve sigorta olanakları dahilinde yapılabilecek bir şey olmadığını, ancak özel terapi merkezlerinde uygulanan pahalı bir tedavi sürecinin ardından rahatlama sağlanabileceğini izah ettiği gün, aile fotoğraflarının yanında bulduğu kartviziti çekmecesinden çıkarmış, uzun uzun inceledikten sonra buruşturarak geri koymuştu.

Madam Anush’un kartviziti çekmecesinden sonraki çıkarışı, bir yaz sabahı pazar ziyaretine gelen Papaz, Bakkal Adem, Titiz Kasap, Tesisatçı Erhan ve Balıkçı Suat’la sohbetleri esnasında olmuştu. Önce mürekkebi yer yer dağılmış, kırışık kartvizite, sonra kadının acıdan çizgileri derinleşmiş buruşuk cildine bakakalan eski komşuları başlarını çaresizce öne eğmiş, ziyaretin sonuna dek hiç kimse tek kelime edememişti.

***

Kadırga’nın çocukları, yaz tatili boyunca her sabah olduğu gibi o gün de kahvaltılarını yapar yapmaz sokağa fırlamış, evlerinden getirdikleri sosis, peynir, süt ve börekleri kovaya doldurmuş, makaranın ipini çekerek Sakız’la Cingöz’ün bulundukları kata çıkarmışlardı.

Sakız, havada sallanan kovanın içindekileri patileriyle evin içine devirme ve sütü dökmeden kapağını açma konularında uzmanlaşmıştı. Yemek saatlerini bilen serçeler de makaranın dibine tünemiş kahvaltıyı bekliyorlardı.

Sakız’la Cingöz bir çırpıda karınlarını doyurdular. Serçeler kırıntıları didiklemeye devam ediyorlardı. Evin üstünde birkaç tur atan Martı, serin deniz kokusu eşliğinde yanlarına indi. Sosis artığını bir lokmada mideye indirdi. Sakız uzanmış, yalanarak tüylerini temizliyor, Cingöz yatak odasına geçmiş, kapağı tırmalayarak tırnaklarını kaşıyordu.

Derken Cingöz’ün bulunduğu yerde bir şangırtı koptu. Sanki dev bir kumbara açılmış, içindeki bozuk paralar etrafa saçılmıştı. Sakız yalanmayı, martı börek parçasını tırtıklamayı, serçeler minik gagalarını kırıntıların üzerinde gezdirmeyi bırakıp, başlarını tedirgince sesin geldiği yöne çevirdiler.

Cingöz mahcup bir ifade ve ağzında pırıl pırıl parlayan sarı, yuvarlak bir metal parçası ile çıkageldi. Ağzındakini kahvaltı artıklarının ortasına bıraktı. Martı, merakla bu parlak cisme doğru hamle yaptı. Gagasını kenarına vurması ile sarı yuvarlak metal havalandı. Evin altındaki sokakta çift kale maç yapan çocukların arasına düştü. Kısa bir şaşkınlığın ardından, kaleci parlak cismin üzerine atladı. Ayağa kalkıp kart gösteren hakem gibi, parmaklarının arasında tuttuğu nesneyi çocuklara doğru uzattı. Çocuklardan biri sarı metali kalecinin elinden kaptı. Bir kovboy filminde gördüğü gibi dişlerinin arasına sıkıştırdı. Bütün gücüyle:

“Altın bu!” diye bağırdı. Çocukların hepsi büyümüş gözlerle kafalarını kaldırıp yukarı baktılar. Sakız, Cingöz, martı ve serçeler başlarını eğmiş onlara bakıyorlardı.

***

Bakkal Adem çocukların soluk soluğa getirdiği altın görünümlü metali Titiz Kasap’a götürdü. O da heyecanla önlüğünü asıp dükkandan fırladı. Hep birlikte Kuyumcu Temel’e gittiler. Kuyumcu Temel, parlak cismi yakın gözlükleri ile uzun uzun inceledikten sonra:

“Som altın” dedi. “Böylesini çıraklığım zamanında görmüştüm en son. Nereden buldunuz bunu? Çok değerli.”

Giderek kalabalıklaşan grup Papaz’ın yanına vardı. Kısa bir toplantının ardından tesisatçı Erhan’ın Gedikpaşa’daki dükkanına gidip, uzayan merdiveni ödünç almaya karar verdiler. Erhan da onlara katıldı. Merdiveni Madam Anush’un evine dayadılar. Kaymasın diye iki kişi alttan sıkı sıkı kavradı. Balıkçı Suat güçlü kollarını açtı. “Düşersen yakalarım merak etme” diyerek Tesisatçı Erhan’a cesaret verdi. Haberi duyan gelmiş, sokak yediden yetmişe mahalleli ile dolup taşmıştı.

Tesisatçı Erhan, alkışlar arasında Sakız’la Cingöz’ün yanına ayak basan ilk insan olmayı başardı. Kedileri sırayla kucakladı. Çocukların “Öp… Öp… Öp…” tezahüratlarına karşı koyamayarak ikisini de burunlarından öptü. Sakız durumundan çok memnun görünüyordu. Cingöz ise sıkılıp Erhan’ın kucağından atladı ve yatak odasına kaçtı. İçeriden gelen şangırtı, Tesisatçı Erhan’ın dikkat kesilmesine neden oldu. Sakız’ı kucağından bırakmadan, her an çökebilecek evin sağlam tahtalarına basmaya çalışarak, sesin geldiği yöne doğru ilerledi.

Ve Cingöz’ün tırnakları ile aşındıra aşındıra nihayet sabahleyin deldiği tahta kapaktan zemine saçılmış altın yığınıyla karşılaştı.

Tesisatçı Erhan kendinden geçmiş halde naralar atmaya başlayana dek, Cingöz altınların arasında tırnaklarını kaşımaya devam ediyordu.

***

Altınlar; hem Anush’un tedavisine bir an önce başlanarak sağlığına kavuşmasını; hem de evin tahtalarını, çerçevelerini, dolaplarını, duvarlarındaki boya katmanlarını ve Madam Anush’un yüzündekiler gibi her biri başka bir yaşanmışlığı temsil eden kırışıklarını yok etmeden, oturulabilir duruma getirilmesini mümkün kıldı.

Eskicilerden Madam Anush’a en mutlu günlerini anımsatan eşyalar satın alındı. Cumbaya yerleştirilen piyanonun üstü, serçelerle martının dilediği zaman konabileceği, yemek yiyebileceği, Sakız ve Cingöz’le arkadaşlık edebileceği bir alana dönüştürüldü.

Sokak kapısının deliğinden, eskiden olduğu gibi ip sarkıtıldı. Dileyen, dilediği zaman bu ipi çekerek içeri girebilecek, Madam Anush’u ziyaret edebilecek, Sakız ve Cingöz’ü sevebilecekti.

***

Yaz tatilinin sonuna kadar aileler, çocukların kahvaltılarını Madam Anush’un evinde yapmalarına izin verdiler.

Bir sabah Martı, çocuklardan birinin getirdiği kokteyl sosisi tek hamlede mideye indirdikten sonra, Sakız ve Cingöz’e dönerek, sabahleyin Kumkapı İskelesi’nde kuyruksuz bir kedi gördüğünü söyledi.

Sakız ve Cingöz’ün evden ilk ve son çıkışları o sabah oldu. Martı sözünü bitirmeden her ikisi de ok gibi fırlamış, soluğu sokak kapısının önünde almışlardı. Anush olağanüstü bir durum olduğunu, çılgınca kapıyı tırmıklayan kedileri engelleyemeyeceğini anlamıştı. Onları çocuklara emanet edip arkalarından bir tas su dökerek uğurladı.

Serçeler, kedilerle çocukların üstünde uçuyor, Martı en önde ve yukarıda, hepsine rehberlik ediyordu.

Cumbanın penceresinden endişeyle yol gözleyen Anush bir saat kadar sonra rahat nefes alabildi. Cıvıltılı grup gittiği gibi geri dönüyordu.

Hep birlikte evin önüne vardıklarında, Anush Sakız’la Cingöz’deki değişikliği hemen fark etti. İki kedi hiç durmadan hoplayıp zıplıyor, grubun çevresinde tur atarken olmadık şirinlikler yapıyorlardı.

Derken Anush çocukların arasındaki yabancıyı gördü: Tüyleri Cingöz’e, gözleri Sakız’a benzeyen, meraklı gözlerle hiç durmadan sağı solu kolaçan eden, kuyruksuz bir kedi…

Anush, Sakız ve Cingöz’ün anneleri Meraklı Mahmure’ye kavuştuklarını ve o günden sonra hep birlikte daha büyük, daha mutlu bir aile olacaklarını derhal sezdi.

Huzurevinden çıktığından bu yana her geçen gün daha da güzelleşen yaşamı için ellerini açıp Tanrı’ya şükretti. Tırmalama seslerini duyar duymaz sabırsızlıkla kapıyı açmaya koştu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

EVE DÖNMEK

Sokakta çocuk… Tek başına… Yürüyor… Yürüyor… Evleri tam karşıda… Ama ona bir türlü ulaşamıyor. Ablası dış kapıya yaslanmış. Yolu gözetliyor. Bayramlık pembe elbisesi sırtında. Çocuğun bulunduğu tarafa bakıyor. Elini siper etmiş alnına. Ama onu göremiyor. Hızlandırıyor adımlarını çocuk. Koşmak istiyor. Asfalt geriye kayıyor ayağının altından. Her küçük adımı onu ablasına, evine yaklaştıracağına…

SARI SÖZLÜK

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

HACI

Hacdan getirdiği zemzem suyuyla yoğururdu köfteleri. Ekmeği, dört öksüzünü büyütmeye çalışan Yakup’un fırınından; soğanı, maydanozu rahmetli çocukluk arkadaşı Süleyman’ın aklı hesap kitaba basmayan kırmızı yanaklı oğlundan; baharatı yanında Suriye’li çalıştırmaya başladığından beri Tekkaş Niyazi’den alırdı.

Et konusunda çok hassastı. Eskiden hemşehrisi Çolak İsmet çekerdi dana döş, kuzu kuyruk karışımı kıymasını. O öldükten sonra damadı Camgöz Bekir de rahmetlinin etini aratmamıştı.

Kapalıçarşı’nın bitişiğinde ufacık bir esnaf lokantasında komi olarak başlamıştı köfteciliğe. On dört yaşında… Ona sorsan dün sanki.

Sonra simitçilik. Sultanhamam’da nevresim, havlu toptancılığı… Kısa bir süre sepetçilik ve en son hırdavatçı kalfalığı… Son işyerinde tam yirmi beş sene…

Emekli olmaya hazırlanırken patronu Levon Bey ölüvermişti, toprağı bol olsun. Madam’ın kimsesi yoktu İstanbul’da. Kocasından iyi olmasın hisse vermiş, dükkanın başına getirmişti Hacı’yı. Allah’ın hikmeti işte, bir de açılıvermesin mi işler… Rüstem Paşa Camisi’nden ahbabı vardı epey, onlar da Hacı’nın dükkandan alışveriş ederek destek vermişlerdi, sağ olsunlar. Hacı mahcup olmadığına seviniyordu. Madam, cumaları dükkana uğrayıp deste deste paraları teslim alıyor, Allah için Hacı’nın payını da eksiksiz ödüyordu.

Odun taşımaktan, soba yakmaktan, evi çekip çevirmekten iki büklüm olmuş karıcığı, Hacı’nın Kurukahveci Mehmet Efendi’den taze çektirdiği kahveyi ağır ateşte pişirip, köpüklü fincanı kocasının önündeki sehpaya bıraktıktan sonra usulca: “Hacı Bey” derdi. “Paraya tamah etmenden korkar oldum. Allahıma bin şükür, başımızı sokacak bir evimiz, iki kuru boğazı hayli hayli doyuracak emekli maaşımız var. Çoluk çocuk da kısmet olmadı madem. Bırak fazlasını ihtiyacı olan kazansın. Biz israf etmeyelim.”

Hacı, kahvesini höpürdetir, fincanını tabağa geri koyarken “Evhamlanma yine Muazzez Sultan” diye takılırdı. “Su akarken testimizi dolduralım. Hac paramızı biriktirelim. Az daha dişimizi sıkıp, bir evcağız daha alalım. Sonra ileride bugünleri aramayalım…”

“Amin aramayalım tabi…” derdi Muazzez Hanım. “Ama arayanları da unutmayalım sakın.”

Melek Muazzez derdi ona konu komşu. Evini tepeden tırnağa temizleyip pırıl pırıl ettiği, Şeyh Vefa’nın türbesini ziyaret ettiği, kocasının sefer tasını çok sevdiği köftelerle doldurduğu huzurlu bir günün gecesinde meleklere karıştı.

Cenazeden sonra bir daha dükkana dönmedi Hacı. Allah’tan af ve sabır niyaz etmek üzere, sevabı karıcığının ruhuna, Umre’ye gitti.

Geri döndüğünde sakallıydı. Omuzları, avurtları biraz daha çökük. Bahar vakti başında yün bir takke. Gözleri daha gri ve dalgın, gıdısı biraz daha sarkık…

Eşe dosta danışarak, köfte arabasını satılığa çıkarmış iki üç kişi buldu. En çok ihtiyacı olandan, ederinin iki mislini ödeyerek arabasını satın aldı.

Mercan yokuşunu inerken beyaz bir iş önlüğü beğendi kendine.

Boş köfteci arabasını Vefa Camisi’nin önüne park etti. Şeyh Vefa türbesinde dua etti. Karıcığının, anacığının, Levon Bey’in ve tüm ustalarının ruhlarına okudu, üfledi.

Oradan doğru Camgöz Bekir’in kasap dükkanına… “Hep iyi verdin eti Camgöz” dedi. “Yalnız benim değil, Muazzez Sultan’ın da hakkı helaldir sana. Bundan böyle daha da dikkat et. Bebeğine verir gibi özen, olur mu? Mahcup olmayalım eş dosta.”

Tekkaş Niyazi yoktu, baharatçı dükkanında. Kimyonu, karabiberi, kekiği Suriyeli’ye tarttırdı. Bir torba dolusu defter kalem almıştı kırtasiyecilerin önünden geçerken. Hepsini Suriyeli’nin çocuklarına bıraktı.

Manav Süleyman koşup ellerini öptü Hacı Amcasının, başsağlığı diledi. Kırmızı yanaklarını okşadı onun. Bir çuval soğan aldı. Bir demet de maydanoz. “Taze taze doğrayayım, yarın uğrar bir demet daha alırım.” deyip, devam etti.

Yakup’tan birkaç kuru ekmek istedi. “Sabaha da yirmi beş ekmek hazır edersin bana, en gevreğinden” diye de tembihledi. “Büyük oğlan on dördüne bastı demek. Müsait olunca çıraklığa gönder, el vereyim ona.” diye takıldı. “Eksik olma Hacı Dedesi” derken yazar kasanın yanındaki deftere kapanmış, parmak sayarak matematik ödevini yapan oğlanı gösterdi Yakup. “Bizimkinin aklı fikri okumakta.”

Arabayı zincirle evin demir parmaklıklarına kilitledi. Malzemeyi yukarı çıkardı. Ellerini uzun uzun sabunla yıkadı. Saçı dökülmesin diye başına beyaz namaz takkesini geçirdi.

On dört yaşından beri köfte yapmamıştı. Kuru ekmeğin kabuklarını çıkardı önce. Suya ısladı. Soğanın kabuklarını soydu bir güzel. İnce ince kıymaya başladı. Karısını düşündü bunu yaparken. Gençliğini düşündü. Tamahkarlıklarını, günahlarını, on dört yaşında arkadaşıyla paylaşmadığı yüklü bahşişi… Patron tatildeyken, sattğı iki takım nevresimin parasını kasaya koymayıp karısının ilaçlarına harcayışını… Üstüne basıp ezdiği sepetleri kimin o hale soktuğunu bilmediğine yemin ettiği günü… Madam’ın paralar aktıkça alenileşen cilvelerine kapılıp gitmese de usuldan karşılık verişini… Belki gücü yetse, İstanbul’a getirip tedavi ettirebilse genç yaşta kaybetmeyeceği anacığını… Verebilecekken vermediği borçları, emekli olup sultanını daha az yorabilecekken, yaşından başından utanmadan mal mülk peşinde koşturmaya devam etmesini…

Soğanla bir yandı göz pınarları. Gözyaşları büyüdü, taş gibi kaskatı oldu. Buruşuk gözlerine sığmadı… Derken yağ gibi kaygan, akmaya başladı. Önce kır sakalını, sonra yeni önlüğünün göğsünü ıslattı.

İncecik parçalara ayırdığı soğanı kıymanın üstüne boca etti. Ayçiçek yağını dökerken boğazını düğümleyen yumru da küçüldü sanki biraz. Kimyon ve karabiberden birer tutam aldı. İçinden sure okumaya koyuldu. Baharatları kıymanın üstüne serpti. Okumayı bitirip üfledi.

Islak ekmek içini aldı yaşlı avcuna. Öyle bir sıktı ki lavabonun üstünde, birazcık kötülük kalmışsa kalbinde onu da akıttı, ekmek kadar saflaştırdı.

Ve bütün malzemeyi karmaya başladı.

Çocukluğuyla gençliğini, namusuyla zaaflarını, yatırlarla yatırımları, sultanına duyduğu sevgiyle bunu yeterince ifade edememiş olmanın sızısını, patronlarına karşı minnet ve kırgınlıklarını, Allah’tan isterken cömertçe açtığı ellerinin başkalarına verirken titreyişini, insan olmanın yücelten ve aşağılayan hallerini karıştırdı. Yoğurdu, yumrukladı. Sıkıştırıp kaldırdı; bütün gücüyle tezgaha vurdu. Bir daha, bir daha vurdu.

Tüm yaşadıklarını içine alacak kadar büyük; tek tek yaşantılarını unutturacak kadar iç içe geçmiş bir karışım elde edinceye dek karıştırmaya devam etti.

Soluk soluğa kaldı. Dinlenmeye bıraktı biraz. Köfte harcını ve yaşlı bedenini…

Sonra yapışmasın diye parmak uçlarını zemzem suyuna batırarak harcı parçalara ayırmaya başladı. Yassı yassı köfteler yaptı ondan… Hayata dair, insan olmaya dair ne varsa hepsinin özünü taşıyan parçalara ayırdı harcı. Köfte adı verilen parçalara…

Karısını kaybettikten sonra ilk kez o gece rahat bir uyku çekti.

Sabah erkenden uyandı. Yün beresini geçirdi ilk iş başına. Altına yün donunu, içine yün gömleğini, üstüne kazağını, onun da üstüne bembeyaz önlüğünü giydi. Köfte dolu tepsisini alıp, çocuk gibi şen ve aceleci indi sokağa. Arabasının kilidini söktü. Yoldan kömür aldı bir çuval. Mangalı yaktı.

En fazla yoksulun barındığı semtleri avcunun içi gibi biliyordu. Sırayla dolaşmaya başladı. Küçükpazar’daki işçi evlerini… İMÇ’nin arkasında 50 kuruşa paçavra satmaya çalışan seyyar satıcıları… Süleymaniye eteklerindeki hurdacı yıkıntılarını… Zenci, Türkmen, Suriyeli işçilerin çalıştığı atölyeleri, depoları… Kürek sapı, portakal sandığı filan yapılan marangozhaneleri… Yağa, toza bulanmış lastik tamircilerini…

Köfteyi bol koyuyor, isteğe göre soğan, domates, tuz ekliyor; kağıda sarıp “afiyet olsun canım” diyerek müşterisinin eline tutuşturuyordu.

“Kaç para Hacı Amca?” diyenlere, elini göğsüne götürerek “Eyvallah, bir şey istemez” gibilerden bir şeyler mırıldanarak karşılık veriyor; ısrar edenlere kaşlarını çatarak, “Ben emir kuluyum. Köfteler Müzeyyen Sultan’ın ikramı” diyor, karnını doyurduktan sonra soğan kokan ağzından “Allah razı olsun” dökülen her müşterinin ardından kendini biraz daha hafiflemiş hissediyordu.

Son köfteleri Vefa Camisi’nin önünde dağıttı. Şeyh Vefa’nın türbesine ve avludaki mezarlarla birlikte Muazzez Sultan’ın ruhuna birer fatiha okudu. Yere düşen köfteleri biriktirdiği poşeti boca edip kedileri doyurdu. Huşu içinde mahalleye döndü.

Sırasıyla Camgöz Bekir’e, Tekkaş Niyazi’ye, Süleyman’ın oğluna uğradı. Yakup’a ertesi sabah için otuz ekmek sipariş etti. Yakup’un oğlu ders çalışmayı bitirmiş babasına yardım ediyordu. Bayat ekmekleri torbaya o koydu. Yakup:

“Bu arada Hacı Dedesi sana bir haberimiz var.” dedi. “Dün akşam konuştuk bizim delikanlıyla. Yaz tatilinde sana çıraklık etmek istiyor. Eti senin, kemiği benim artık. İlk altın bileziği senden olacak kısmetse…”

Yüzü aydınlandı Hacı’nın.

“Gözün arkada kalmasın Yakup. Önce Allah’a sonra bana emanet.”

Cam gibi parlayan gri gözlerini boncuk boncuk bakan oğlanın kara gözbebeklerine kenetledi. “Biliyor musun evlat…” diye devam etti.

“Senin yaşındayken başlamıştım ben de köfteciliğe… Bana sorsan dün sanki.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı. Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne…

GRİ

Kovulmuştu. Ve hiç fena hissetmiyordu kendini. Rüzgar yüzünü tatlı tatlı yalıyordu. Omuzlarındaki tek ağırlık ceketi. Onu da çıkardı. Kravatını katlayıp cebine koydu. Şehir bomboştu. Hiç görmediği kadar… Belki o saatlerde hep böyle olurdu. Kovulmasa haberi bile olmayacak.

MİYAVLAYAN ÇÖPÇÜ

Sabah erkenden çalışmaya başlar. İtinayla… Ne acele eder, ne de ağırdan alır. İki kaldırım taşı arasına sıkışmış bir plastik kapak ile uğraşabilir dakikalarca. Süpürge ile beceremezse bir dal parçası ya da tel filan bulur, mutlaka söker çıkarır.

LEOPAR

“Teşekkür ederim James. Çok naziksin ama minibüsü bekliyorum ben.”

“Hadi Alice… O tarafa gidiyorum zaten.”

“Yine de binemem. Sen bu işten para kazanıyorsun. Hem… Biliyorsun, annem hoşlanmaz bundan.”

James, motosikletini durdurdu. Kasklı başını Alice’e yaklaştırdı. Sır verir gibi:

“Leopar inmiş John Amca’nın arazisinin arkasına.” diye fısıldadı.

Alice’in ağzı kocaman açıldı o zaman. İnci gibi dişleri ortaya çıktı. Gözlerinin içi parladı.

“Ne zaman inmiş?” diye sordu, çocuksu bir merakla. “Kim söyledi bunu?”

“İsim veremem.” dedi James. “Ama inan bu defa güvenilir safaricilerden aldım haberi.”

Alice, ellerini ovuşturdu. Boncuk boncuk terler belirdi alnında. Etrafı kolaçan etti. Ortalıkta tanıdık kimse görünmüyordu.

***

Bir dakika sonra motosikletin arka koltuğundaydı, Alice. Rüzgara karşı gözlerini kapamış, James’in beline sıkıca sarılmış, leoparı düşlüyordu.

Yıllar önce karşılaşmıştı onunla. Henüz çocukken. Köylerinin az ilerisindeki bir baranite ağacının, şemsiyeyi andıran dalları altında tahtadan bebeğini emzirirken. Öğlen vaktiydi. Annesi tarlada çalışmaya ara vermiş, kardeşini emzirmeye eve gitmişti. Hava çok sıcaktı. Çevredeki tek gölge, baranite ağacının altıydı. Tahtadan bebeğini ninni söyleyerek uyutmaya çalışırken, bir çıtırtı duymuştu, Alice. Başını kaldırınca, ağacın çalımsı dalları arasından sarkmış, usul usul hareket eden, kıvrılıp düzelen ince uzun bir şey görmüştü. Yılan sanmıştı önce. Dikkatli bakınca üzerinin tüylerle kaplı olduğunu fark etmişti.

Telaşla yere düşürdüğü bebeğini alıp kaçmaya hazırlanırken, bu kez tepesinde daha büyük bir hareket olmuştu. Kuyruğun sahibinin doğruluşunu ve dalın üzerine oturuşunu izlerken, donakalmıştı Alice.

Karnı beyazdı. Kürkü sırtına doğru kızıllaşan beneklerle kaplıydı. Benekler… Benekler… Yüzünü, ayaklarını, sırtını, kuyruğunu kaplıyor; boşluk bırakmadan ve birbirlerine dokunmadan tüm gövdesine yayılıyorlardı. Her biri eşsiz ve birbirini tamamlayan yüzlerce ilahi göz gibi Alice’in bakışlarını esir almış, kızı büyülemişlerdi.

Yüzdeki benekler arasından bir ağız açılmış ve üst çenenin iki yanında vahşi sivri dişler parıldamıştı sonra. Pembe bir dil, bembeyaz bıyıkların arasından ağır ağır uzamış, şöyle bir yalanıp geri kaçmıştı.

Alice hayatında ilk kez o an, ölümün soluğunu ve yaşamın ne muhteşem bir şey olduğunu hissetmişti. Korkmamıştı leopardan. Öyle güzel, öyle kusursuz, öyle sakindi ki; kaçmayı, ondan biraz olsun uzaklaşmayı aklından bile geçirmemişti.

Leopar ayaklanmıştı derken. Pençelerini ağacın kabuğuna geçirerek usulca inmeye başlamıştı. Ağır, asil, dengeli. Alice ağzı açık seyretmişti bu devinimi. Altından kutsal kitap sayfaları gibi inmişti yeryüzüne, leopar.

Uzayıp giden çorak arazi, ufuk çizgisi, baranite ağacı, hepsi silikleşmiş, önemsizleşmişti. Evrenin tüm gizleri leoparın beneklerinde toplanmış, Alice’e doğru akmaya başlamıştı. O an orada bulunduğu, leoparla aynı havayı soluduğu, varlığına tanıklık ettiği için şükranla dolmuştu.

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti.

Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

Leoparın burnu Alice’inkine değmek üzereydi artık. Bıyıklarını yanaklarında, soluğunu yüzünde hissediyordu. Beneklerin ortasında iki sarı göz, mıknatıs gibi onu içine çekiyordu. Gözlerinin ortasındaki iki siyah noktacığa tutunuyordu Alice. Yoksa çoktan kaybolup gitmiş, leoparın beneklerinden birine dönüşmüştü.

Leopar bir kez daha yalanmıştı. Alice, ona dokunmak için dayanılmaz bir arzu duymuştu o an. Elini kaldırmıştı. Ama leopar çevik bir hamleyle kurtarmıştı başını. O sırada annesinin çığlığı duyulmuştu uzaktan. Leopar son kez bakmıştı Alice’e. Birbirlerine gülümsemişlerdi. Evet, öyle olmuştu.

Ve leopar koşarak uzaklaşmıştı.

Annesi Alice’i göğsüne bastırıp saatlerce ağlamıştı baranite ağacının altında. Onu nasıl yalnız bıraktığına sızlanıyor, kızını ona bağışladığı için Tanrı’ya şükrediyor, Alice’in, sırılsıklam ettiği saçlarını hiç durmadan öpüp okşuyordu.

Alice de ağlıyordu. Gözbebekleri, benekleri, yukarıdan aşağı dalga dalga akışı, yalanışı gözünün önünden gitmiyordu leoparın. Tanrı’ya leoparı yaratmış olduğu için teşekkür ediyor, bir var oluşun nasıl olup da bir başka varlığı böylesine tutkuyla okşayabildiğine akıl sır erdiremiyor, onu şimdiden deli gibi özlüyordu.

O günden sonra Alice’in içi içine sığmadı. Bir gözü hep dışarıda, aklı hep bir karış havadaydı. Leoparla olduğu kadar hiçbir erkekle (arada annesinin izniyle James’in motosikletine binip, beline sarılışlarını saymazsak) yakınlaşmadı.

***

James, John Amca’nın arazisine kadar asfaltın yanındaki toprak yolu takip etti. Çiftlik evine giden patikaya saptı. Ve evi geride bırakıp arazide ilerlemeye koyuldu. Motosikletin ön tekerleği taşlara çarpıp havalandıkça, Alice James’e daha sıkı sarılıyor, bundan hoşlanan James motoru daha da sert kullanıyordu.

“Duuur” diye bağırdı, Alice. Parmağıyla çorak arazinin ortasındaki baranite ağacını göstererek. Motordan indiler. Alice ilk o zaman fark etti, James’in gözlerinin leoparınkilere benzediğini.

Birlikte ağacın altına yürüdüler. Alice yerden bir kuru dal parçası aldı. Ağacın gövdesine yaslanarak, o gün tahtadan bebeğini nasıl emzirdiğini anlatmaya koyuldu.

Bir çıtırtı işitti Alice. Ağzı açık başını yukarı çevirdiğinde, leopar hikayesini daha önce defalarca dinlemiş James’i dalların arasında gördü.

Gülümseyerek anlatmaya devam etti. O anlatırken James uzanmakta olduğu dalın üzerine oturdu. Dört ayak üstünde ağacın gövdesine, oradan da ağır ağır, toprağa indi.

Alice heyecandan elindeki sopayı düşürdü. James eğildi. Sopayı kokladı. James yaklaştıkça Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor; ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

James’in burnu Alice’inkine değmek üzereydi artık. Sakallarını yanaklarında, soluğunu yüzünde hissetti Alice. James’in gözleri mıknatıs olmuş, Alice’i içine çekiyordu. Gözlerinin ortasındaki iki siyah noktacığa tutunuyordu Alice. Yoksa çoktan kaybolmuş, James’in siyah derisine karışmıştı.

James pembe dilini çıkarıp dudaklarını yaladı. Alice, ona dokunmak için dayanılmaz bir arzu duydu. Elini kaldırdı. Ama James çevik bir hamleyle kurtardı başını.

Leopar ve James aynı anda baktılar Alice’e. Alice James’e gülümsedi. Evet, öyle oldu. Ve leopar koşarak uzaklaştı yanlarından. Tozu dumana katarak… Beneklerini döke döke…

Alice hıçkırarak boynuna sarıldı James’in. Arkada uzanan çorak arazi, ufuk çizgisi, baranite ağacı, leoparın hayali… Birer birer silikleşti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BARIŞ

İki katlı, cumbalı, balkonlu, yüksek tavanlı; büyük camları, dev kapıları olan bir konakta yaşıyorlardı. Cıvıl cıvıl çocuk seslerinin, piyano, keman ezgilerinin, misafir kahkahalarının hiç dinmediği büyülü bir evde. Sabahları gün ışığı konağın camlarından içeri girebilmek için nasıl da iştahlanır, perde kenarlarından altın rengi şelaleler gibi odalara akar…

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

GRİ

Kovulmuştu. Ve hiç fena hissetmiyordu kendini. Rüzgar yüzünü tatlı tatlı yalıyordu. Omuzlarındaki tek ağırlık ceketi. Onu da çıkardı. Kravatını katlayıp cebine koydu. Şehir bomboştu. Hiç görmediği kadar… Belki o saatlerde hep böyle olurdu. Kovulmasa haberi bile olmayacak.

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

HAYALİ

Mahalleye yeni taşınmıştım. Boşandıktan sonra eski çevremden olabildiğince uzaklaşmak istemiş, iyice daralan bütçeme uygun seçenekler arasından, daha önce birkaç kez kıyısından geçtiğim bu muhiti seçmiştim.

Beton bloklardan kurtulmak; komşu tarihi evlerin omuz omuza yaslanarak birbirine destek çıktığı; sokakları denize, surlara ya da meydana açılan bir semtte yaşamaya başlamak ruhuma iyi gelmişti.

Kahvehanelerindeki yaşlıların, akşamüstü çınar ağacının altındaki banklarda laflayan başı örtülü teyzelerin dingin, teslimiyetçi halleri; serin deniz kokusu ile bir olup yaralarıma ince ince, üflüyordu. Koca kentin kalbinde unutulmuş bu mazisi parlak semti kendime benzetiyor, kahvehanedeki yaşlılar gibi onunla yan yana, hiç konuşmadan oturmakta teselli buluyordum.

Caddeden evime uzanan dar sokağın içe dönük, bitkin ama gururlu halini seviyordum. Burada köpekler bile ağırbaşlıydı. Çocuklar erken olgunlaşmış gözüküyordu.

Yolumun üstünde sarı bir ev vardı. Dış cephesinin yumurta sarısına boyanmış olması değildi onda dikkatimi çeken. Ne de olsa mahalle, alçakgönüllü yaşam tarzı ile tezat oluşturacak kırmızı, yeşil mavi, hatta mor, pembe renkli binalarla doluydu.

Sarı evin farkı, çocuklar için esrarengiz bir çekim noktası olmasıydı. Ev sahipleri, çocukların bakışları pencere hizasına ulaşabilsin diye binanın dış cephesine demirden bir çıkıntı bile yaptırmışlardı. Çocuklar çıkıntıya basıp yükseliyor, parmaklıklara tutunuyor, sonra dakikalarca, bazen saatlerce açık pencereden içerisini seyrediyorlardı.

Sarı evin önünden geçişlerimde yavaşlıyor, içeride neler olup bittiğini görmeye çalışıyordum. Çocuklar pencerenin önünü kapattığından kiminle ya da neyle muhatap olduklarını seçemiyordum. Başlarının üstünden görünen kısım günün her saati loş, hatta karanlıktı. İçeride ışık yanmadığı gibi, evin diğer perdeleri her zaman kapalı tutuluyordu.

Sarı evin içindeki yaşam hakkında farklı tahminlerim vardı. Hasta bir çocuğun odasına ait olabilirdi mesela, parmaklıklı pencere. Çocuklar her gün okul çıkışı arkadaşlarını ziyarete geliyor, derslerden geri kalmaması için ona konuları aktarıyor, ödevleri yazdırıyor olabilirlerdi, pekala.

Çocukların elinde hiç defter, kitap görmediğimi anımsıyordum sonra.

“Belki de” diye geçiriyordum aklımdan, “Yatalak bir çocuk yaşıyordur orada”. Sarı evden, hatta odasından çıkamayacak kadar hasta… Arkadaşları moral vermek için ziyaret ediyorlardır fırsat buldukça.

Kuvvetli geliyordu bu ihtimal… Canım sıkılıyordu. Ellerim ceplerimde, hızlı hızlı yürüyüp uzaklaşıyordum meydana doğru.

Sonraki gün, çocukları parmaklıklara tutunmuş kıkırdarken görünce iyimserleşiyordum ben de. “İçeride acıklı bir manzara olsa böyle kahkaha atar mı çocuklar?” diye soruyordum kendime. Dikkat kesiliyordum: Ne birbirleriyle, ne de içeridekiyle konuşuyorlardı. Birini, bir şeyi izliyor, durup durup gülüyorlardı.

Çocukların kıkırdamalarını içerideki loşlukla birleştirince; sarı evde yaşlı birinin yaşıyor olabileceği sonucuna varıyordum, bir başka gün. Görmüş, geçirmiş, neşeli biri… Çocukları çok seven. Belki eski bir öğretmen. Hatta belki kuşlar gibi camına konan bu sevimli çocukların anne babalarının öğretmeni. Onların dilinden konuşmayı biliyordur haliyle. Kitap, şeker, çikolata filan da alıyordur belki emekli maaşıyla çocuklara. Eh, çocuk olsam ben de öyle koşa koşa giderim ziyarete.

***

Pencerenin önünde kimsenin olmadığı bir akşamüstü, cesaretimi toplayıp sarı eve yaklaştım. Demir parmaklıkların hizasında durdum. Burnumu çubukların arasına sokup, içeri baktım. Hiç hareket yoktu. Oda loş, neredeyse karanlıktı. Yerdeki eski kilimi saymazsak görülebilen kısımda eşya bulunmuyordu. Karşı duvarın berisinde bir buçuk metre kadar genişliği, bir metre yüksekliği olan beyaz bezden tuvale benzer bir levha duruyordu. Bez, siyah karton ya da deriden bir çerçevenin ortasına zımbalanarak gerilmişti. Arkadaki duvarın sıvaları yer yer dökülmüştü. İçerisi temiz ama rutubetliydi. Başımı yana çevirince, duvara yaslanmış bir karyolanın pirinçten ayak ucunu gördüm. Yorgan hafifçe kıpırdadı. Hemen başımı geri çektim. Koşar adım uzaklaştım.

Sokak is kokuyordu. İçime bir ıssızlık duygusu çökmüştü. Çocuklara çikolata ve sevgi dağıtan öğretmen hayalim, eğri büğrü bacalardan yükselen dumanlarla birlikte Yenikapı açıklarında yok olmuştu.

Çocukken sihirli bir kutu olduğunu düşündüğüm radyonun içini ilk gördüğümde yaşadığıma benzer bir düş kırıklığı içindeydim. Sarı evin içi öylesine sıradan, öylesine çıplak, öylesine özelliksizdi ki…

Şefkat dolu bir sıcaklığa sahip olmaması değildi beni bu kadar sarsan. İçten içe, hüzünlü hatta trajik bir manzaraya da hazırlamıştım kendimi. Ama hiçbir şeyle karşılaşmamak, bunca zaman bir hiç için zihnimi bu kadar meşgul etmiş olmak, yine yanlış yerde mana aramış olmak, kendimi ahmak gibi hissetmeme yol açmıştı.

Sonraki birkaç hafta sarı evle hiç ilgilenmedim. Karşı kaldırımdan yürüyor, camın önünde tek tük çocuğa rastlasam da görmezden geliyordum. Sezgilerimin beni bir kez daha yarı yolda bırakmış olması; geçmişte yaptığım yanlış seçimleri, karşılıksız kalan hislerimi, boşa çıkan hayallerimi bir bir hatırlamama neden olmuş, ağır ağır ilerleyen iyileşme sürecimi sekteye uğratmış, hatta başa döndürmüştü.

Yeniden hiç kimseye, en çok da kendisine güvenmeyen birine dönüşmüştüm.

***

Sulu kar yağan bir akşam eve dönerken, sarı evin parmaklıklı penceresinin önünde dikilmekte olan karaltılar fark ettim. Sokak lambaları yanmadığından ayrıntıları görebilmek için yavaşlayıp, gölgelere yaklaştım. Şemsiyelerinin altında iki kadın ve başlarına naylon torba geçirmiş üç çocuk vardı. Hepsi gözlerini ayırmadan içeri bakıyor, arada gülüşüyorlardı. Sarı evde gaz lambası ya da mum ışığından kaynaklanabilecek zayıf bir ışık yanıyordu.

Duraksadım. Aynı anda beşi birden kahkaha atınca cesaretlenip, kaldırıma çıktım. Kısa boylu kadınların gerisinden içeri baktım.

“Vay Karagözüm merhaba.”

“Hoş geldin suda pişmiş bal kabağa.”

“Karagözüm gelir gelmez bilasebep bana darp etmeye hakkın yok.”

“Al da şu yumruğu burnuna sok.”

Pencereden içeri ilk bakışımda gördüğüm beyaz bez, perde olmuş, arkadan aydınlatılmıştı. Karagöz tasviri, Hacivat’ı sürekli pataklıyor, gülünç yanlış anlamaları ve huysuz yaradılışı ile bir avuç izleyicisini kahkahaya boğuyordu.

Zaman durmuş, insanlık kurtulmuş, dünya yeniden yaşanılası bir yer olmuştu.

***

Sarı evin demir parmaklıklı penceresinin gerisinde yaşayan Hayali, yeni mahallemdeki ilk dostum oldu. Doksana merdiven dayamış, üç nesli kahkahaya doyurmuş, evden çıkamayacak duruma geldiği son beş yılında ise tek göz evini Karagöz sahnesine çevirmiş bu güzel insan; ölünceye dek en iyi bildiğin şeyi yapmayı sürdürmeyi, karşılık beklemeden vermeyi, birlikte gülmenin herkesi iyileştirebileceğini öğretti bana.

Karagöz oynatıcılarına Hayali dendiğini de ondan öğrendim. Mahalleli gibi ben de gerçek adını ne sordum, ne de merak ettim.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MEZARCI

Zarif adamdı aslında. Çay kaşığını tutuşuyla, bacak bacak üstüne atışıyla, uzun kirpiklerini kırpışıyla. Çürük ama güzel güler, eski ama temiz giyinirdi. Mezarlıktan çıkacağı zamanlar muhakkak gasilhanede yıkanır, saçlarını gül suyu ile tarar, kazanda kaynattığı ölü giysilerinden mevsimine göre uygun bir şeyler seçer, eliyle kırışıklıklarını ütüledikten sonra sırtına geçirirdi.

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

EVE DÖNMEK

Sokakta çocuk… Tek başına… Yürüyor… Yürüyor… Evleri tam karşıda… Ama ona bir türlü ulaşamıyor.

Ablası dış kapıya yaslanmış. Yolu gözetliyor. Bayramlık pembe elbisesi sırtında. Çocuğun bulunduğu tarafa bakıyor. Elini siper etmiş alnına. Ama onu göremiyor.

Hızlandırıyor adımlarını çocuk. Koşmak istiyor. Asfalt geriye kayıyor ayağının altından. Her küçük adımı onu ablasına, evine yaklaştıracağına, uzaklaştırıyor.

Sağında kaldırıma park etmiş arabalar. Solunda cumbalı, ahşap evler. Komşu teyzenin saksı dolu pervazı… Bir tuhaf; içi boşalmış, hafıza kaybına uğramış gibi her şey… Neye yaradığını, kime ait olduğunu, neyi beklediğini hatırlayan yok.

Bir çocuk var, ne istediğini bilen: Koşarak ablasının boynuna sarılmak istiyor. Onunla el ele evlerine girmek, annesinin kucağına uzanmak, saçlarını okşatmak, bir daha da hiç dışarı çıkmamak istiyor.

Sabırsızlandıkça evden daha da uzaklaşıyor. Evden uzaklaştıkça yaşamdan uzaklaşıyor.

Evlerinin bacasından ince ince duman tütüyor. Sobalarının kıyısı, çocuğun burnunda tütüyor. Ayakları buz kesiyor derken. Asfalt bataklık gibi şimdi, çocuğun ağırlaşan ayaklarını dibe doğru çekiyor.

Bağırmak istiyor çocuk. Çığlık atmak… Hıçkıra hıçkıra ağlamak… İşte tam o anda… O ağzını açtığı sırada gök gürültüsüne benzer, kulakları sağır eden bir ses duyuluyor. Bulutlar yeryüzüne iniyor. Evleri, annesi, ablası o kirli bulutların içinde kalıyor. Bulutlar gerisingeri gökyüzüne doğru yükseliyor.

Babası gibi onlar da artık görünmez oluyor.

Çocuk yapayalnız kalıyor. Hiçliğe terk ediliyor.

***

Her gece aynı kabusu görüyor, çocuk. Bazen titreyerek, bazen de kan ter içinde uyanıyor.

Sonra sabaha kadar gözünü kırpmadan, ölü gibi yatıyor. En iyi yaptığı şey bu artık. Becerebildiği tek şey… Birileri çekiştirerek yataktan kaldırıncaya kadar kaskatı, ölü gibi yatmak…

Kahvaltıda bir şeyler yemeye zorluyor kendini. Çiğniyor… Çiğniyor… Tıpkı bir türlü evine ulaşamadığı gibi lokmaları da yutamıyor.

Başka öksüz, yetim kalmış çocuklarla birlikte okula gönderiyorlar onu da. Başlar öne eğik, bakışlar ürkek… Kanadı kırık kuşlar gibi her biri.

Dünyada hiç kimse tarafından istenmediklerini seziyorlar. Sevgisizlik bazen yağmur gibi usul usul, bazen dolu gibi yumruk yumruk iniyor konteynırdan dersliklerinin çatısına.

Onlar da hiç kimseyi istemiyorlar artık. Kimseye inanmıyorlar. Bir gelecek hayal etmiyorlar. Psikologlar sevdiklerinin asla geri dönmeyeceğini nazikçe açıkladığından beri başka bir şey öğrenmek istemiyorlar.

Öğretmenler bol bol resim yaptırıyor onlara. Dünyayla ilişki kurabilsinler diye. İçlerini kapkara eden çizgiler, dışarı çıkabilsin diye. Zaman bazen kurşun gibi ağırlaşıyor kampta; biraz daha hızlı akabilsin diye…

O hep aynı resmi yapıyor: Sokakta bir çocuk. Tek başına. Yürüyor… Evleri tam karşıda. Ablası dış kapıya yaslanmış. Yolu gözetliyor. Bayramlık pembe elbisesi sırtında. Sağında kaldırıma park etmiş arabalar. Solunda cumbalı, ahşap evler. Komşu teyzenin saksı dolu pervazı… Evlerinin bacasından ince ince beyaz duman yükseliyor.

***

Bir gün yeni öğretmen neden sürekli aynı resmi çizdiğini soruyor.

“Sürekli aynı kabusu gördüğüm için.” diye yanıtlıyor çocuk.

“Sence neden aynı rüyayı görüyorsun peki?” diye üsteliyor öğretmen.

“Bir türlü eve dönemediğim için.”

İşte o an olağanüstü bir şey oluyor. Öğretmen sarılıyor çocuğa. Sımsıkı sarılıp onu göğsüne bastırıyor. Hiç konuşmadan, bastırıyor… Bastırıyor…

Çocuk ablasıyla kucaklaşıyor onun kollarındayken. Annesi şefkatle başını okşuyor. Babası bağrına basıyor…

Öğretmen bırakmıyor çocuğu, daha sıkı sarılıyor. Çocuk daha da sıkı karşılık veriyor ona… Hıçkırıyor ikisi de. Çocuğun yanakları ılık ılık oluyor.

Asfalt ileri akmaya başlıyor çocuğun altından.

Çocuk öğretmenin kucağında evine yaklaşıyor. Yaklaşıyor… Nihayet dış kapıya ulaşıyor. Merdivenleri çıkıp odaya giriyor. Sobanın dibine kıvrılıyor. Çıtır çıtır yanıyor soba. Çocuk iliklerine kadar ısınıyor. Çok geçmeden deliksiz bir uykuya dalıyor.

Öğretmen çocuğun yanağına bir öpücük konduruyor. Çocuğun büzüşmüş, minicik kalmış yüreği o öpücükle tomurcuk gibi açılmaya başlıyor.

***

Ertesi sabah çocuk koşarak öğretmenin yanına geliyor. İlk kez onun gözlerini ışıldarken görüyor öğretmen. Çocuk elindeki kağıdı ters çevirip, çizdiği resmi gösteriyor:

Sokak boş… Sağda kaldırıma park etmiş arabalar. Solda cumbalı, ahşap evler. Komşu teyzenin saksı dolu pervazı… Evleri tam karşıda. Bacasından ince ince beyaz duman yükseliyor. Dış kapının önünde bir yetişkin dikiliyor. Saçı giysisi aynı öğretmen. Yanında çocuk… Çocuğun yüzünde kocaman bir gülücük çizgisi. Evin kapısı ardına kadar açık. Çocuk, öğretmenin elini tutmuş. Bir adımı eşiği aşmış, içeri giriyor.

Çocuk… Eve dönüyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BEYAZ DAVET

Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına…

TELKARİ

Avlunun tam ortasında durdu. Yüzünü gökyüzüne çevirdi. Hava soğuktu ama güneş gören yerler ısınıyordu. Topallayarak kemerin altında kayboldu. Az sonra eski bir sandalye ile geri döndü. Oldukça ağır hareket ediyordu. Küçük, dengesiz adımlarla avlunun tam ortasını buldu.

KIYI

Karaya sağlam basmak mı istiyorum ben, denizde serüvene atılmak mı? İstanbul’a mı ait olmak isterim, memleketime mi? Güvercinler gibi sürünün parçasıyken mi daha huzurluyum, martılar gibi hür ve yalnızken mi? Erkeklerin benden uzak durmasını mı istiyorum aslında, yoksa etrafımda dört dönmelerini mi?

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

GÜNDÜZ GÖLGELERİ

“Hava kararırken neden sen de kararırsın be Hilmi?”

“Ne bileyim, Ekrem Kardeş. Boğaza kül rengi düştü müydü, tam şurama (eliyle karnını gösterdi) koçan gibi bir şey saplanır da kanırtmaya başlar içerden.”

“İçine attıkların beslenir demek karayla. Söyle ki derdini, aksın paçandan denize.”

“Derdimi yutalı çok oldu be Ekrem. Derdim kanıma karıştı gayri, benle bir oldu. O aksa ben de duramam giderim peşinden.”

“Anlamaz mısın güzel hemşehrim, içindeki karanlık dışardaki karanlıkla bir oluyor, senle değil. Sök at o haini içinden.”

“Dile kolay tabi. Velev ki, imkan olsa da söksem atsam, öyle bir boşalır ki içim, belki de bir şey kalmaz geriye Ekrem’im.” Cebinden filtresiz bir sigara çıkardı. Dudaklarına götürdü.

“Sancı başlayınca birkaç nefes duman basarım üstüne. Çok geçmeden duman da bir olur, Boğaz da. Balık da bir olur bulut da. O zaman benim koçan da bir olur mısır da.”

“Kendini kandırmak değil midir peki sisi dağıtacağına, dumanı çoğaltmak?”

“Koca şehir saklanıyor da, bana mı çok görüyorsun Ekrem? Yeryüzü her gün geceye gömülüyor da sen ne diye akşam akşam beni deşiyorsun?”

“Karanlık karanlığı çeker de ondan Hilmi Kardeş. Neden köyünde değil de en büyük şehirdesin? En medeni şehir, gecesi en aydınlık şehir değil mi? Şehirli insan derdine razı olmayıp, derman peşinde koşan değil mi?”

“Ben bu şehre medeni olmaya gelmedim ki Ekrem. Başka çarem olmadığından geldim. Başka çarem olmadığından hamallığa başladım. Başka çarem olmadığından karanlıkta tezgah açtım.”

“Başka çaresi olmayan yoktur Hilmi’m, belki de bu teslimiyet karartıyordur içini.”

“Benim aklım bu kadar çalışır hemşehrim. Sen söyle o vakit, ne yapayım?”

Ekrem, Hilmi’nin mısır arabasındaki maşayı yakaladı. Kazandan haşlanmış bir mısır çıkardı. Bir güzel tuzladı. Arkadaşına uzattı:

“Ye bakalım.”

Hilmi şaşkın şaşkın baktı önce. Sonra havada asılı bekleyen mısırı kabul etti. Bir ısırık aldı. Eskilerden bir tat oturdu genzine.

Henüz liseyi terk etmemişken, arkadaşlarıyla Boğaz’dan çıkıp tuzlu tuzlu mısır dişledikleri, gelene geçene güldükleri, gülerken dişlerine yapışan sarı mısır tanelerine daha da çok güldükleri yıldızlı bir yaz akşamı…

Bir ısırık daha aldı.

Sevdiğiyle sahilde turladıkları ilk gün. Elini omzuna ürkekçe koyuşu, kızın başını ona doğru hafifçe yaslayışı, ısırması için mısırını onun güzeller güzeli ağzına doğru uzatışı…

Rahmetli babasıyla evlerinin karşısındaki parkta, bir banka yan yana oturmuş mısırlarını dişlerlerken, babasının takma dişini çıkarıp, yapışan mısırları temizleyişi… Tütünün hepten kalınlaştırdığı sesiyle, kendisine genç yaşta ölen amcaoğlunun dul karısını münasip gördüklerini beyan edişi…

Babasını yitirdiği, ağzına bir şey koyamadığı günün akşamı arkadaşlarının güçten düşmesin diye ağzına tıkıştırdığı mısırın tespih gibi tane tane boğazına dizilişi…

Her kuruşunu alın teriyle kazanıp satın aldığı şu arabanın kazanında haşladığı ilk mısırı yerken gururla omuzlarının dikleşmesi…

Gözünü açtı. İşte o günden sonra, bir daha mısır yememişti. Hep haşlamış, hep satmış, hep kazanmış, hep biriktirmiş, hep taşımış, hep harcamış, hep okutmuş, hep büyütmüş ama bir kez bile mısır yememişti.

Şimdi arkadaşının uzattığı mısırın taneleri, içindeki koçanla buluştukça karnındaki sancı azalıyor; kim olduğunu özlemle hatırladıkça, gölgeleşmiş varlığı usul usul canlanıyordu.

Mısırın kalanını kendinden geçerek yedi. Tanelerini bitirdikten sonra koçanda kalan suyunu çocukluğunda yaptığı gibi iştahla içine çekti.

Ekrem’le göz göze geldiler. Gülümseyen dostuna mahcup ama memnun bir tebessümle karşılık verdi.

Karnını yokladı: Bir şeyciği kalmamıştı. İleri doğru bir adım attı. Şöyle bir gerildi. Elindeki boş koçanı var gücüyle boğaza fırlattı. Koçan, dalışa geçen bir karabatak gibi karanlık suda halkalar bırakarak kaybolurken, Hilmi’nin tepesindeki sokak lambası yandı.

Suda kendi yansımasını gördü. Ona uzun uzun baktı. Epey kocamıştı. Ama gözleri hala inceden parlıyordu. Elini göğsüne götürdü. Öne doğru eğilerek özür diledi. Yansıması da onun hareketlerini tekrarlayarak özürünü kabul etti. Karşılıklı gülümsediler.

Ekrem onları baş başa bırakma vaktinin geldiğini anladı. Başını kaldırdı. Az ileride, yanmayan bir sokak lambasının altında dikilen bir simitçi gölgesi fark etti. Ellerini cebine soktu. Ona doğru yürümeye başladı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LOKOMOTİF

Aslında Monica süpermarketin en deneyimli ve becerikli elemanlarından biriydi. Ama o sabah üst üste iki kez uyarı almıştı. İlkinde suç üstü yakalanmıştı: Şef Mario aniden koridorun başında belirip, onu yumuşatıcıların kapaklarını birer birer açıp koklarken gördüğü zaman. İkinci kontrolünde ise yarısı hala kolilerde duran ürünleri fark edince…

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

UZUN RÜYA

Seviyordu be, heyt! Hem de ne sevmek. Serçe parmağına, saç diplerine, burun direğine kadar… Böyle oluyormuş demek insan. Kalbi bir kurtulsa göğüs kafesinden, martılarla yarışacak. Çığlık ata ata, Boğaz’a dala çıka…

Sokak köpeklerine sarılmamak, yaşlıların ellerinden öpmemek için zor tutuyordu kendini. Kestanecinin al yanaklarından makas almamak… Polislerle halay çekmemek için…

Evsizleri banklarından kaldırıp, uzun uzun anlatmak istiyordu. Başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktu çünkü insanın; bir kez olsun gerçekten sevebilselerdi, evsiz sayılmazlardı onlar da artık. Tıpkı diğerlerinin hayatlarına öylesine polis, kestaneci ve yaşlı olarak devam edemeyecekleri gibi.

***

Saat gece yarısını geçmişti. O otobüse bineli, hareket eden aracın ön camından narin elini sallayalı üç saat olmuştu demek… O zamandan beri yürüyor, yürüyordu. Arada konuştukları hassas bir konu, ellerinin yanlışlıkla birbirine dokunuşu, canım yüzünü çevirip gülümseyiverişi filan gözünün önüne geldiğinde, aniden koşmaya başlıyordu. Koşuyor, koşuyor, koşuyordu. Uçaklar gibi, koşup koşup sonunda yükselebilecekmiş gibi hissediyordu.

Nerede olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Sürekli yokuş aşağı iniyormuş gibiydi. Aynı noktadan birkaç kez geçtiği oluyordu. Umursamıyordu bunu. Duraksamıyordu. Eve gitmek istemediğini biliyordu. Bu gece uyuyamayacağını. Aşk nöbetine yakalanmıştı. Ayakta tedavi olmaya çalışıyordu.

Hava giderek soğuyordu. Ellerini ceplerinden çıkarıp kulaklarına götürdüğünde hissediyordu bunu. Ama ayaz içine işlemiyordu. Alev alev yanıyordu çünkü. Göğsünde büyüyen korla tüm şehri ısıtabileceğini hissediyordu.

***

Dehlizi andıran bir sokakta olduğunu fark etti, ürpererek. Geceleri bir başına bırakılan, dizlerini karnına çekerek saçak altlarında, depo girişlerinde uyumaya çalışan, aşkla sevdayla hiç tanışmamış bir çıkmazda.

Kepenklerini indirmiş elektrikçi ve nalburların arasında ilerledi. Sokak lambaları sarımsı zayıf ışıklar üretiyor, yanmayan lambalar yüzünden on beş yirmi metrede bir aydınlık kesintiye uğruyordu.

Herkes gibi, her şey gibi, o sokak da güzel görünüyordu gözüne. Etrafta hiç kimsenin bulunmaması aşkını bağıra çağıra haykırmasına izin veriyor; güçsüz feri mum ışığı gibi titreyen sokak lambası, romantik duygularının hepten kabarmasına yol açıyordu.

Köşedeki lambanın altında durdu. Gözlerini kapadı. O’nun gözleri belirdi zihninde. Dudakları o gözleri öpmek istercesine büzüştü. Yüzü hülyasız gökyüzüne döndü. Bir sırrını paylaşacakmış gibi elektrik direğine yaklaştı. Kalbinin ritmine kulak vererek, sesini sokakla bir denize doğru uzayıp giden binaların cephelerine çarptırarak şarkısına başladı:

“Güzel bir göz beni attı, bu derin sevdaya…”

Bulutlar hareketlendi usul usul. Tam üstünde gökyüzü aralandı; ışıl ışıl yıldızlar açığa çıktı. Bir yavru kedi uyandı, şarkıya. Kendini sevdirmeye geldi.

Elektrik teline tünemiş iki kumru, önce tedirgin oldular. Gövdelerine gömdükleri başları, boyunlarının ucunda yükseldi. Telaşla sağa sola çevrildi. Delikanlı, yavru kediyi kucağına alıp içtenlikle şarkısına devam edince, iyice birbirlerine sokuldular.

“Benziyor şimdi benim ömrüm, uzun rüyaya.”

Elektrik direğinin tam karşısındaki binanın en üst katında bir pencerenin ışığı yandı. Peşinden yanındaki. Delikanlının gözleri kapalıydı. Fark etmedi haliyle. Gövdesi öne doğru eğiliyor, elleri sözleri destekliyor, sesi giderek içleniyordu.

“Yari karşımda görsem de dalarım hülyaya…”

Aydınlık iki camda birer insan gölgesi belirdi. Pencereler sırayla açıldı. Bir kadın, bir erkek başı uzandı dışarı. Sesin kaynağını birbirlerine gösterdiler. Fazla oyalanmadan, gözden kayboldular.

Delikanlı yüzünü gökyüzüne çevirdi. Gözlerini araladı. Yıldızlar parlayarak başından aşağı yağmaya başladılar. Ya da ona öyle göründü. Elektrik telinin üzerindeki kumrular çarptı gözüne. Usul usul sallanarak şarkısına eşlik ediyorlardı. Yavru kedi başıyla delikanlının elini okşuyordu.

Sevgilisinin gülüşü geçti gözlerinin önünden. O da güldü. Kendisine gülememişti böyle dolu dolu, hayaline güldü.

Şarkının son bölümüne girmeye hazırlanıyordu ki, bir piyanonun tuşuna basıldı. Issız sokak piyanodan yükselen notalarla çınlamaya başladı.

Tanrı çalıyor sandı ilkin. Başını göğe doğru kaldırdı.

Şimdi de keman eşlik ediyordu piyanoya.

Ellerini iki yana açtı. Bulunduğu yerde dönerek müziğin kaynağını aradı. Gözleri etraftaki karanlık, dökük binaları hızla tarıyor, sokağın derinlerindeki karaltılarda ipucu arıyordu.

Bakışlarını bir kez daha gökyüzüne çevirmeye hazırlanırken gördü onları. Bölgeyi esir almış karanlığın tepesinde yan yana iki pencere, bir çift göz gibi ışıldıyordu. Pencerelerden birinin gerisinde bir kadın keman çalıyordu. Diğerinde ise sandalyeye oturmuş bir ekeğin omuzdan yukarısı gözüküyordu. Müziğin ritmine göre adamın başı hareket ediyordu.

Piyanoyla keman onun şarkısını çalıyorlardı.

Ahh, hiçbir şeye şaşırmayacaktı artık! Gözlerini kapattı, söylemeye devam etti.

“Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya.”

Göz kapaklarının altından yaşlar akıyordu. Aşkı sesinde hayat buluyor, yukarıdan dökülen yıldızlı notalarla buluşuyor, sokağın duvarlarına çarpa çarpa sevgilisinin uzun rüyasına uzanıyordu.

İnsan bir kere sevmeye görsün; bütün evren etrafında kenetleniyordu.

 

 

 

GÜZEL BİR GÖZ BENİ ATTI BU DERİN SEVDAYA

Beste: Osman Nihat Akın

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HATIRALAR MEZARLIĞI

Kahramanlarımız sevdikleri binaların teker teker yıkılmasına, mahallelerinin tanınmaz hale getirilmesine, parklar, okullar, pastaneler, sinemalar ile birlikte çocukluklarının, gençliklerinin, aile yadigarlarının adım adım yok olmasına alışamayan, varlıklarında yırtıklar açan bu hoyratlıklara karşı tepkisiz kalamayan bir grup genç.

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla… Necati Amca’nın 1976’dan beri aynı arabayı kullanmasında şaşılacak bir şey yoktu. Allah ömür verirse, bir kırk yıl daha sürerdi yeşil Reno’sunu.

Babalarının kendi sünnetlerini, annelerinin ilkokul anılarını anlatışlarını ne kadar gerçek dışı bulurlarsa, büyükannelerinin masallarına bir o kadar inanırlardı. Haberleri babalar izler, iskambil fallarını hülyalı ablalar açar, ipliği iğnenin deliğinden geçirmek için çocuklardan yardım istenir, yaz akşamüstleri annelerin araladığı perdeli mutfak pencerelerinden mis gibi kızartma kokuları yükselirdi.

Kapı önü basamaklarında evcilik oynamayı severdi kızlar. Yaz günleri Esma ya da Türkan evlerinden örtü getirirdi. Onun üstünde oynamayı daha bir severlerdi. Kolu, bacağı ya da bir tutam saçı eksik bebekler güzelce sarılıp uyutulurdu bir köşede. Yatınca gözleri kapanan, kalkınca kocaman masmavi açılan et bebek ise kucaktan kucağa dolaşır, pışpışlanırdı.

Ayça’nın pembe çay takımı gelince kırıtmalar başlardı. Fincanın sapı zarifçe parmak uçlarında tutulur, dudaklar büzülüp damaklar şaklatılarak anne taklidi yapılırdı.

Bir tek Nuran beceremezdi bu numaraları. Üst üste attığı bacaklarını titretirken çaydanlığı deviriverir, kolunu aniden geri atıp uyuyan plastik bebeğin göbeğini çökertir, gerçek bir anne gibi şefkatli konuşamadığından sessiz olması için ikaz edilirdi. Sıkılır, küserdi çabucak; ellerini göğsünde kavuşturur, kızlara sırtını dönüp, somurtarak caddeyi seyrederdi.

Oğlanlar top oynuyor olurdu o sırada caddede. Yol fena halde yokuştu; üst kaleyi alan kazanırdı hep. Diğer takım dışarı giden topları toplamaktan bitkin düşerdi çünkü. O yüzden devreli yapılırdı maçların çoğu. Bu sefer de ikinci yarı yukarıdaki kaleyi alan kazanırdı muhakkak. Haluk’a kahverengi kadranlı bir saat hediye edilmişti sünnetinde. Onun oynadığı günler dakika tutulurdu. Bir tek o maçlar adil ve çekişmeli geçerdi işte.

Adam yokluğunda Sedat da yer alırdı kadroda. Ufak tefekti. Şutları güçsüz. Kaleye koyarlardı onu. Sonra da azarlar dururlardı. Boyu kısa diye yerdi bazı golleri. Bazılarını ise top ilerideyken kızların evcilik oyununu seyre daldığından. Golü yediğine değil de her defasında yokuşun bitimine kadar koşup arsadan topu getirmek zorunda kalışına yanardı Sedat. Bir lokma canı vardı, onu da bu dimdik yokuşta naylon bir topun peşinde teslim edecekti bu gidişle.

***

Yağmurlu bir gündü. Daha doğrusu arada yağmur çiseleyen, ılık bir gün. Kızlar Ayça’ların apartman merdivenlerinde tam kadro gün yapıyorlardı. Islanır diye anneleri örtü çıkarmalarına izin vermemişti. Bebekleri gazete kağıdına sarıp uyutmuşlardı. Esma ile Türkan ıslak toprağı mıncıklayarak kek yapıyor, bir yandan da bilmiş bilmiş diğer kızlara tarifini veriyorlardı.

Ayça, kapağını kaldırıp demliğin içini kontrol etti. Çayın demlendiğine kanaat getirmiş olacak, kucağındaki mavi gözlü et bebeği Nuran’a emanet edip fincanları doldurmaya girişti. Esma, üzerinde pudra şekeri niyetine bir tutam çimento tozu gezdirdiği keki servise hazır hale getirmişti. Türkan, keki kaldırıp basamağın ortasına koydu. Ayça son fincanı dolduruyordu.

O sırada aşağı mahalle ile yapılan maç kıran kırana devam ediyordu. Üst kale bizimkilerindi. Kalede yine Sedat vardı. Maçın başında topu içeri tokatlayarak yediği gole hiç kimse sesini çıkarmamıştı. Ama tıngır mıngır kendisine sunulan geri pası ayağının altından kaçırıp canla başla mücadele eden takımını iki farklı geriye düşürünce tüm takım üstüne yürümüş, ağzına geleni söylemeye başlamıştı.

O öfke anında Haluk önce saatine bakmış, sonra bir hışım vurduğu topu kızların evcilik oynadığı basamağa doğru göndermişti. Nuran yaklaşan topu gözüne kestirmiş, bebeği apartman merdivenine fırlatıp dakikalardır, hatta günlerdir içinde büyüyen sıkıntının hıncıyla topa öyle bir vurmuştu ki, top mermi gibi hızlı ve dümdüz Haluk’un kucağına zınk diye oturmuştu.

Sedat ağlayarak oyundan çıkmak istiyor; kızlar Nuran’ın umursamadan fırlattığı et bebek tarafından ezilen keklerine, devrilen fincanlarına, ıslanan giysilerine ve saçı başı çamur içinde kalan bebeklerine bakarak çığlık çığlığa bağırıyor; Haluk, soluğunu kesen bazuka karşısında şaşkın, büyümüş gözlerle Nuran’ı seyrediyor; Nuran bir daha kendisini kolay kolay oyuna almayacağını bildiği kızlarden özür mü dilese, dönüp arkasını evine mi gitse bilemiyordu.

O sırada Bakkal Niyazi dükkanın kapısındaki tabureye oturmuş kelebek gözlüklerinin üstünden gazetesine göz atıyor, Necati Amca yeşil Reno’sunu çalıştırmış, hareket etmeye hazırlanıyor, Postacı Cahit çantasını sallayarak yokuşu çıkıyordu. Üçü de son bir dakika içinde olup bitene tanık olmuşlardı. Postacı Cahit:

“Sedat’ın yerine Nuran’ı alsanıza oyuna.” diye bağırdı. “Hepinizden sert şut çekiyor kız, baksana.”

Çocuklar önce şapkasını geri yatırmış Postacı’ya, sonra birbirlerine baktılar. Şaka mı yapıyor, ciddi mi söylüyor anlamaya çalıştılar. Necati Amca frene bastı. Başını camdan çıkarıp:

“Cahit doğru söylüyor.” dedi. “Kızın içinde var, bırakın oynasın. Kaleye bile koysanız, o boyla Sedat’tan daha fazla top çıkarır.”

Bakkal Niyazi: “Sedat’ı da zorlamayın artık. Çocuğun içinde yok, kibarlığından oynamaya uğraşıyor, üstüne de bir araba laf işitiyor, her defasında.”

Çocuklar bir kez daha bakıştılar. Haluk başını salllayarak ikna olduğunu belli etti. Diğerleri de itiraz etmedi.

***

Beş dakika sonra Nuran kalede panter gibi oradan oraya sıçrayarak iki mutlak golü kurtarmış, oyunu hızlı ve sert vuruşlarla kurarak, takımının beraberliği yakalamasını sağlamıştı.

Sedat, yaşaran gözlerini kolunun tersi ile silerek kendisini evcilik oynamaya çağıran kızların yanına gitmiş, fincanın sapını zarifçe parmak uçlarından tutmuş, dudaklarını büzerek çayını höpürdetiyordu. Esma ile Türkan’ın kek tariflerini ilgiyle dinliyor, arada nazik sorular soruyor, çamurdan pastanın üzerine çimento tozu dökerek onlara yardımcı oluyordu.

Yağmur tamamen dinmişti. Pırıl pırıl bir gökkuşağı mahallenin üstünde neşeli bir yay çiziyor, yükselen çocuk cıvıltılarına eşlik ediyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor. Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor.

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini…

TEZGAH

Yarım sandık eşyası, bir ufak kavanoz dolusu bozuk parası kalmıştı evde. Onlar da bitsin hele, sonra bohçasına aile albümlerini dolduracak, anılarını satmaya çıkacaktı. Çerçeve hediye edecekti almaya niyetlenen müşterilerine, fotoğrafları atmasınlar diye. Kendisi kurtulmak isterdi sahip olduklarından ama hiçbirinin çöp olmasına razı gelmezdi.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı…

Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken sevdiği ve bundan acıyla karışık haz duyduğu şeylerden biri hakkında düşüncelere dalardı.

Babasını düşünürdü mesela. Siması belleğinde yoktu. Evde konuşulmazdı onun hakkında. Annesiyle anneannesi bütün resimlerini yakmışlardı. Uzunca boylu, kara kaşlı, kara gözlü olduğunu biliyordu. Bir de rakı içtiğini. Bu kadarı Mustafa’ya aşık olmasına yetmişti. Bir de hayalperest, sorumsuz, tembel olduğunu çıkarmıştı arkasından konuşulanlardan. Annesinde değildi yani kabahat. Babası olacak havai, kime denk gelse aynı haltı yiyecekti.

Çalıştığı ufak balık lokantasında rakı içenlerden birinin babası olduğunu hayal ederdi sık sık. Çökük avurtlu, kömür karası gözlü, öğlen vakti midye dolma eşliğinde tek kadeh atan esrarengiz adamın, örneğin. Ya da Necmettin Bey’in sık sık uzaklara dalan, bir oturuşta bir büyük içen yakışıklı çocukluk arkadaşının… Koluna taktığı meşrep kadınları kahkahaya boğan, saçları hep ıslak ve geriye yatık Gırnatacı Osman’ın…

Tam babasının takılabileceği bir mekandı, lokanta. O yüzden iki misli mesai yapıyor, parasını düzensiz, çoğu zaman eksik alıyor, yine de ayrılmayı aklının ucundan geçirmiyordu. Müşterileri tanıdıkça; sert kabuklarının altında soğan yaprakları gibi yumuşayan inatçı, küskün, çocuksu katmanları keşfettikçe; insanın yazgısındaki zaafları ne boğabildiğini ne de taşıyabildiğini anladıkça; lokantaya ve babasına daha çok bağlanıyordu.

***

Bir akşamüstü Mustafa çıkageldiğinde, o yine parmaklarının arasında sigarasıyla dalıp gitmişti. “Kalk kız, gidiyoruz.” dedikten sonra eliyle rüzgarı kesip sigarasını yaktı, Mustafa. Karşısındaki sandalyeye oturdu.

Suyun altından bakar gibi gördü Mustafa’nın yüzünü. Parlak, bulanık, dalga dalga… Sesini işitiyor ama anlayamıyordu.

“Kalk, dedim. Gidiyoruz.” diye üsteledi delikanlı.

Bu defa Mustafa’nın uzun süre bakarsa asla hayır diyemeyeceği, çakır gözlerini gördü tüm berraklığıyla. Tok, kadife sesi kulağını okşadı.

“Delirdin mi sen?” diye çıkıştı, kızmakla gülümsemek arası şaşkın bir ifadeyle. “Nereye gidiyoruz? Daha dört saat var mesainin bitmesine.”

Mustafa’nın sürekli yapılmaması gerekeni zorlaması, aniden ortaya çıkıp günaha çağırması onu hem ürkütür hem de heyecanlandırırdı.

“Çabuk olmamız lazım.” dedi Mustafa. Şakası olmadığını göstermek için tek kaşını kaldırdı. “Sen toparlan. Ben patronla konuşurum.”

Sözünü bitirir bitirmez sigarasını kül tablasına bırakıp kasaya doğru yürüdü. Patron gözlüklerinin üstünden ters ters bakarak, emanet kızı sürekli yoldan çıkarmaya çalışan hayta delikanlıyı kovalamaya hazırlandı.

Ama işittiği her neyse, kaşlarının kalkmasına, gözlüğünün burnunun ucuna düşmesine neden oldu. Dikkatle dinledi. Başını aşağı, yukarı salladı. Ve oturduğu yerden kıza gidebileceğini işaret etti.

***

Yarım saat sonra Arnavutköy’ün ara sokaklarından birinde, ufacık bir balıkçı lokantasının dış masasına oturmuş, birbirlerine bakıyorlardı.

“Eee?” dedi kız. Ne olup bittiğini hala öğrenemediği için sinirlenmesi gerektiğini düşünüyor ama Mustafa’nın bu deli hallerine bayıldığından gülümsememek için kendini zor tutuyordu.

“Dur, patlama!” dedi Mustafa. “Önce yiyecek bir şeyler söyleyelim.”

O sırada önlüklü bir adam, lokantanın kapısından çıktı. Yalpalayarak masalarına yaklaştı. Uzunca boylu, kara kaşlı, kara gözlüydü. Mustafa altmış yaşına geldiğinde herhalde bu adama benzer diye geçirdi içinden, kız… Adamın saçları kırlaşmış, derisi buruşmuştu. Nefesi rakı kokuyordu. Gözbebeklerinde her an bir şaka patlatacakmış gibi muzip bir pırıltı taşıyordu.

“Hoş geldin evlat” dedi, Mustafa’ya göz kırparak. “Sen de hoş geldin, hanım kızım.” diye devam etti. “Mustafa senden çok bahsetti.” Bir adım geri çekildi. “Ama az bile söylemiş hani…” deyip gözlerini kocaman açarak hem Mustafa’nın hem de kızın gönüllerini aldı.

Kızardı kız. Önüne baktı. İçi içine sığmıyordu. Filmlerdeki gibi şeyler oluyordu, o akşamüstü.

“Bir kalamar alalım Baba” dedi, Mustafa. Kız gözlerini açarak, “Iıh” işareti yapmaya kalktı.

“Bir karides. Bir de bol peynirli mevsim salata.”

Kız durmadan başını iki yana sallıyordu. Mustafa’nın hiçbir gün bunları ödeyecek parası olmamıştı. Kendi cüzdanı da tamtakırdı; bir buçuk aydır maaşını alamıyordu.

“Bana bir duble rakı. Küçük hanıma da bir bira.”

“Hay hay…” dedi adam. Mustafa arkasından bağırdı:

“Vedat Baba… Bir de beyaz peynir alayım rakıyla.”

Vedat… Kızın babasının adıydı. Ona hiç bu kadar yaklaştığını hissetmemişti.

Daha bira gelmeden başı tatlı tatlı dönmeye başlamıştı. Öyle bir esriklik sarmıştı ki benliğini; kendini bu dünyaya, bu şehre, bu semte, bu küçük balıkçı masasına, Vedat Baba’ya, Mustafa’ya, her şeye, herkese ait, her şeyle bütün hissediyordu.

Hiç soru sormadı Mustafa’ya. Ne Vedat Baba’nın geçmişi; ne o saatte orada ne aradıkları; ne de neyine güvenip en pahalı ara sıcakları sipariş ettiği hakkında…

Yalnızca bakıştılar. Rakılarını, biralarını yudumladılar. Birbirlerine kalamar, karides yedirdiler. Kah baygın, kah çapkın, kah şımarık, gözlerini gözlerine nişanladılar.

Gülmekten masayı devireceklerdi bir ara. Bir ara öpüşeceklerdi neredeyse.

Hava kararmaya yüz tutup, kız istemeye istemeye, artık kalkmaları gerektiğini fısıldadığında:

“Şey… Bir şey diyecektim kız sana.” diye lafa girdi Mustafa.

Ciğerini dumanla doldurup devam etti: “Vedat Baba ile yeni tanıştık. Ama yanında büyüdüm sanki. Öyle baba adam.”

Kız başını salladı.

“Bu aralar sıkışmış biraz. Biraz da alkolik laf aramızda. Alışveriş, bulaşık, aşçılık, servis, hesap, kitap… Yoruluyor artık, hepsine yetişemiyor. ”

Rakısını fondip yaptı.

“Bana ortaklık teklif etti.”

Gözlerini kızınkilere dikti. Parmaklarıyla yanağını okşadı:

“Bana biraz destek çıksan, gülüm… Konuştum Vedat Baba’yla, taksit de yapacak.”

Kız, gözlerini kaçırmaya çalıştı. Mustafa buna izin vermedi.

“Yarın başlıyorum burada çalışmaya. Sen de her ay bir teklik atarsan…”

“Olmaz” diye itiraz etti kız. “Annemlere ne derim?”

‘Hayır’ diyemeyeceği gibi keskin ve parlak baktı kızın gözbebeklerine.

“İşler kesat, dersin… Paramı veremiyor patron, dersin… Sonra toplu alıcam dersin…”

Çenesinden tutup, bakışlarını kaçırmasını engelledi kızın.

“Seneye senetler bitince de isterim seni anneannenden. O zamana işleri iyice büyütmüş oluruz. Sen de burda başlarsın. Hep beraber çalışırız, evelallah.”

Kızın başı fıldır fıldır dönüyordu. Uzaktan vapur, martı sesleri geliyordu. Tatlı bir meltem yalıyordu yüzünü.

Yeşile çalan gözlerinin renginde, Boğaziçi gibi gülümsedi.

“Hep beraber çalışırız, derken…” Saatler sonra ilk sorusunu sordu:

“Vedat Baba da devam edecek, değil mi?”

***

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Şimdi onlara bir de Vedat Baba eklenmişti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

GÖNÜL GALERİSİ

“Çocukken babamın soyduğu meyveleri mi düşürür aklıma bilmem; şu çerçeveli takvim sayfasını mesela, servet dökseler söktürmem o duvardan.” Yumruğunu hafifçe vurdu masaya: “Bazısını da ister dünyanın en meşhur ressamı yapsın, ister en iyi fotoğrafçısı çeksin, sokmam hana. Bizimki sanat değil, gönül galerisi neticede.”

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

GÜNEŞ TOPLAYAN KADINLAR

Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da; guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar.

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğazın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı… Ağaçların yapraklarını, martıların kanatlarını kıpırdatmadığı, rüzgarın uyuyakaldığı kurşun gibi bir pazar günü.

Banklarda yanındakiyle laflamaya üşenenler vardı. Karabatak gibi uzaklara dalanlar… Arkası dönük kimi adamların üstünden ince ince dumanlar yükseliyordu. İçilmeyi unutulan sigaralar, sahiplerinden habersiz önce küle dönüşüyor, sonra betona düşüyordu.

Balıkçı silüetleri dizilmişti rıhtıma. Hanidir oltalarında tık yoktu. Misinasını toplamaya, iğnesinin ucundaki yemi kontrol etmeye yeltenmiyordu yine de hiçbiri. Zevkine olta sallayanı da vardı içlerinde. Akşam yemeğini çıkarmaya çalışanı da. Akşam yemeğini çıkarmaya çalışıp da zevk için sallıyormuş gibi yapanı da. Akşam yemeğini çıkarmaya ihtiyacı olmamasına karşın salladığından zevk alamayanı da… Ama öylesine aynı görünüyorlardı ki; hepsi birbirinden bezgin ve silik; insan onlara bakıp hayal dahi kuramıyordu.

Bir bankın ucuna ilişmiş, yanı boş bir kız vardı bir de. Denizi karşısına almış. Bacaklarını yanaştırmış birbirine, eteğini çekip iyice örtmüş diz kapaklarını. Yanına bir erkek otursa dert, oturmasa başka dert.

***

Haftanın altı günü bir plastik imalathanesinin bodrum katında, tozlu çıplak bir ampulün altında kalıp basıyordu, genç adam. Gün boyunca sırlarının yarısı dökük bir aynadan başka hiçbir varlıkta yansımasını görmeksizin…

Rutubet, ısınmış plastik kokusu ile bir olup ciğerini tıkıyordu bazen; öksürük nöbetine tutuluyordu. Temiz hava almak için ter içinde dışarı çıkıyordu çaresiz. Üşütüyordu. Sonrasında daha beter öksürüyordu.

Karanlıkta girip karanlıkta çıkıyordu bodrumdan. Usta kaç kalıp bastığını çıkışta kontrol ediyordu. Eksiği çıkarsa, tamamlayana kadar devam ediyordu.

Geceleri imalathanenin en üst katındaki işçi yatakhanesinde elini yüzünü yıkayıp, ekmek arası Allah ne verdiyse yedikten sonra betona serili döşeğine kıvrılıp, horultular, sayıklamalar eşliğinde sızıyordu. İki yanında yatanlar sık sık değiştiğinden bir süredir kimseyle arkadaşlık etmiyordu.

Bir tek Pazarlar onundu. Pazar sabahları erkenden kalkıyor, sokağın başındaki börekçiye yürüyor, bir buçuk porsiyon kıymalı kol böreği söylüyordu. Daha da yerdi ya, kardeşleri geliyordu aklına. Fazlası boğazından geçmiyordu.

Sonra bir otobüse binip dayısının müdavimi olduğu kahvehaneye varıyordu. Hep aynı duvar dibi köşe masada, sigara dumanları ve iskambil kağıtları arasında buluyordu onu.

Oyun bitinceye kadar sesini çıkarmadan bekliyordu. Çok geçmeden çayı geliyordu; dayısı mı işaret etmiş oluyordu, yoksa çaycı kendi mi akıl ediyordu bunu, çözemiyordu bir türlü.

İmalathanenin plastik bardaklarından sonra cam bardağı, sevdiğinin elini tutar gibi şefkatle sarıyordu parmakları. Çayını usul usul yudumlarken etrafında olan biteni, her an uykuya dalacakmış gibi izlemeyi seviyordu.

Kahvehanenin içi siyah beyaz görünüyordü ona. Duman rengi… Kül rengi… Kır bıyık, gri kasket, kirli sakal rengi… Uçuşan toz zerrecikleri rengi… Soluk ceket, boyasız ayakkabı, göğüs kılı rengi… Buharlı çay ocağı, çay tepsisi, alüminyum çay kaşığı rengi…

Oyun arasında, zarfı büyük kardeşinin kargacık burgacık el yazısı ile yazılmış bir mektup çıkarırdı bazen dayısı iç cebinden. O zaman renklenirdi işte ortam. Tam karşısında oturan adamın süveterinin baklavalarının kırmızısı, cam kenarındaki işsizin çarşaf gibi açtığı gazetenin spor sayfasındaki futbol sahasının yeşili filan sulu boya gibi dağılırdı kahvehaneye. Bir tutam güneş dökülürdü bazen de camdan içeri, kovayla boşaltılmış gibi. Mektup kalınsa, altın renginde.

Bir oyun daha bekler, kağıtlar karılırken annesine göndermesi için haftalığını dayısına teslim ederdi. Dayısı bazen yaladığı kalın baş parmağıyla parayı ağır ağır sayar, dikkatlice çorabının içine yerleştirirdi. Bu hareket iyi gelirdi ona. Bazen de aklı başka yerde, parayı aldığı gibi yan cebine, kendi parasının yanına koyardı. O zaman yutkunurdu şöyle bir. Ama elinden bir şey gelmezdi. Gri gri sigara dumanı dolardı genzine. Boğulacak gibi olur, dayısının elini öpüp, soluğu sokakta alırdı.

Mektup gelmişse kahvehaneye yakın, girişi sakin bir apartmanın merdivenlerine çöküp okurdu bir çırpıda. Koklar, kalbinin üstündeki cebe yerleştirirdi. Sonra yürür, yürürdü… Boğaz kıyısındaki parka kadar.

Parkı diklemesine geçip rıhtıma inerdi. Memleketinin yaylası niyetine uzun uzun denizi seyrederdi. Yorulunca bir avuç çim bulur çökerdi, köyünün merasının özlemiyle. Etrafta köpek varsa çağırırdı muhakkak. Ot kokusu, hayvan kokusuyla bir olup bütün hafta yay gibi gerilen kaslarını gevşetsin diye.

Köpeği sever, Kangal’ı ile hasret giderir gibi avuçlardı yüzünü. Sonra çimlere uzanıverirdi. Ellerini başının altına yastık ederdi. İşte o zaman, bu şehirde bir tek o zaman göğsünün özgürce inip kalktığını hissederdi. Gökyüzü birdi işte! Gök kubbenin altında her yer, herkes bir.

***

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı.

Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu. Hiçbirinin oltasında hareket yoktu. Hangisinin zevkine orada dikildiğini, hangisinin ekmek parası peşinde olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Ağaçların yaprakları, martıların kanatları kıpırdamıyordu.

Onu, başını biraz daha kaldırınca fark etti. Az ötesindeki bankın ucuna ilişmişti. Gür, siyah saçları iştahla omuzlarına dökülmüştü. Yanı boştu. Denizi karşısına almış, kıpırdamadan oturuyordu. Etraftaki hiç kimse ne kızla, ne de onunla ilgileniyordu.

Başını tekrar çimlere bıraktı. Şehre ayak bastığından bu yana hiçbir kadınla konuşmamıştı. ‘Keşke görmeseydim şu kızı’ diye geçirdi içinden. Kalkıp yanına otursa dert, oturmasa başka dert.

Derin bir nefes aldı. Bakışlarını dikkatle gökyüzüne dikti. Güneşin bir aralık bulup aşağı sızarak, yeryüzünü renklendirmesini beklemeye koyuldu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SOKAK MANKENİ

İşte bir daha asla bulamayacağı o ara sokaklardan birinde rastladı ona. Depo girişi gibi görünen parmaklıklı bir kapının önünde, kırmızı bir yük arabasına yaslanmış bir vitrin mankeni, çırılçıplak, sırılsıklam dikiliyordu. Başı kel, tek eli kopuk, vücudu kusursuzdu. Sokakla esrarengiz bir uyum içindeydi.

MİYAVLAYAN ÇÖPÇÜ

Sabah erkenden çalışmaya başlar. İtinayla… Ne acele eder, ne de ağırdan alır. İki kaldırım taşı arasına sıkışmış bir plastik kapak ile uğraşabilir dakikalarca. Süpürge ile beceremezse bir dal parçası ya da tel filan bulur, mutlaka söker çıkarır.

FERRARİ

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı.

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.