CANKURTARAN

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç.

Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının.

Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle.

Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

Ara sokaklarda, duvar dibinden sessiz adımlarla yürür. Hasır şapkası göz hizasındadır. O her şeyi görebilsin, başını eğdiğinde hiç kimse onu göremesin diye.

Boğaz, denizleri parmağında oynatmış güzel ve yorgun bir kadın gibi yaşsız uyukluyordur o saatte. Mahcup, ufak adımlarla ona yaklaşır. Ucuna hiç iğne bağlanmamış kamış oltasını banklardan birine yaslar.

Yoğurt kovasını ağır ağır Boğaz’a sarkıtır. Ağzına kadar doldurup yukarı çeker. Bankın dibine taşır. Başına çömelir. Uzun uzun kovanın içine bakar. Kendini Boğaz suyunun aynasında seyreder.

Elini kovaya sokar. Yüzüne, dudaklarına, şapkasını çıkarıp saçına sürer. Dudaklarını yalar tuzlu tuzlu. Ömrünün en güzel saatleri bu suyun içinde geçmiştir.

Gözünü kapar. Balık olur. Midye olur. Yengeç olur. Yosun olur. Tam Boğaz olacak… İşini yapmıyor diye dalgıçlıktan kovulur.

Kordonda ilk balıkçı görünür. O çaparisini yenilerken durağa bir otobüs yanaşır. Kapısından üç oltalı adam iner. Konuşa konuşa, çantalarını bir banka bırakırlar. Termosta getirdikleri çayı kağıt bardaklara bölüştürüp lodosa karşı birer sigara yakarlar.

Çok geçmeden kordon boyunca dizilmiş balıkçıların sayısı yirmiyi geçer. Kurşunlar iri dolu taneleri gibi art arda denize düşmekte, kamışların uca doğru incelen siluetleri kordonla Boğaz arasına eğriler çizmektedir.

Derken kıraçalar iğnelerin ucunda titreşerek yeryüzüne çekilmeye başlanır. Hasır şapkasını kaldırır; ağarmaya yüz tutmuş sabahın koynunda bir parlayıp bir sönen fosforlu karınları ağzı acıyarak seyreder.

Kurban boldur. Hasılat yüklü. Tek atışta on iğnenin tamamını dolduran da vardır. Misinayı çamaşır ipi gibi bankın üstüne gerip, balıkları salkım salkım toplayan da.

Kamçı gibi gövdesine inen misinalara, suyunu delik deşik eden iğnelere, evlatlarını birer birer kandırıp kaçıran balıkçılara karşı eli kolu bağlıdır, Boğaz’ın. Yüzünü buruşturarak, simli eteğini dalgalandırarak, köpükler saçarak tepki göstermeye çalışır.

Ama hırs bürümüştür balıkçıların gözünü. Hanelerindekileri fazlasıyla doyuracak miktarda balık tutmuş olmalarına karşın gözlerini kısarak, kapüşonlarını takarak, sigaralarının ucundaki külleri savurarak taaruzu sürdürmektedirler. Sürüye denk gelmişlerdir. Parsayı toplamadan bir adım uzaklaşmaya niyetleri yoktur.

Yeryüzüne çekildikten sonra hızla ölmeye başlayan istavritler gibi nefesi daralır onun da. Ağzı balık gibi açılır. Kulakları solungaç gibi uğuldar. Ayakları kuyruk gibi titrer.

Sonra burnu gelir aklına. Onun bir burnu vardır! Burnundan derin derin nefes alıp vererek kendini toplar. Gömleğinin en üstteki düğmesini açıp boynuna asılı yunus düdüğünü çıkarır. Ağzına götürür. Ve tüm gücüyle üfler.

Bir kez daha.

Sonra bir kez daha.

Bekler biraz. Göğsünü olabildiğince şişirir… Biriktirdiği bütün havayı bir kerede üfleyerek, bir kez daha…

Martı çığlıkları biner düdük sesinin üstüne. Hisar tarafından yaklaşan bir yük gemisinin sireni hepsini bastırır.

Dalgaların arasında bir görünüp bir kaybolarak yaklaşan üçgen yüzgeç uçlarını görünceye kadar öttürür.

Ve nihayet rahat bir nefes alır.

Gözü balıkçıların oltalarındadır şimdi. Titreşimi kesilen, iğneleri boşalan, makineleri işlevsizleşen kamışlarda.

Derken birinin “yunus geldi galiba, balık kesildi aniden” diye homurdandığını işitir.

Gülümser kendi kendine. Evden çıktığından beri ilk kez. Yunus düdüğünü öpüp koynuna geri sokar.

Henüz bitmemiştir işi. Şimdi elinde kovası ve kepçesiyle esir dostlarına doğru yürümektedir.

Bağırış çağırış ilerleyen yük gemisi Boğaz’ı çalkalar. Boğaz bayılır yunusların koynunda volta atmasına. İçin için gıdıklanır.

Balıkçılardan biri: “İşte şurda” diye bağırarak kıyıya epeyce yaklaşmış yunus sürüsünü işaret eder. Birden herkes oltayı, balığı, arkadaşını unutur. Bakışlar yunus sürüsüne kilitlenir.

İşte o hayret anında balıkçıların balık dolu kovalarına sessizce yaklaşır. Hala yüzmekte olan istavritleri kepçesi ile yakaladığı gibi kendi kovasına aktarır. Bunu bir çırpıda, ustalıkla yapar.

Yunus sürüsü kordonun açıklarında iki tur atıp gözden kayboluncaya kadar, o tüm balıkçı kovalarını dolaşmış, onlarca canlı balığı koruma altına almıştır.

Balıkçılar yunus sürüsünün o günün bereketini de kuruttuğundan, Allah’ın hikmetinden sual olunmaz ama son günlerde nedense tam da en çok balık tutulan bu sabah saatlerinde ortaya çıkıp kısmetlerini kaçırdığından şikayet ederken, o kovası elinde kıyıdan kıyıdan eski yerine, ucu iğnesiz kamış oltasının başına geri döner.

Yoğurt kovasını yere bırakıp başına çömelir. Bir avuç suyun içindeki birkaç nefeslik havayı paylaşmaya çalışan balık istifine sevgiyle bakar.

Yoğurt kovasını ipinden tutarak dikkatle Boğaz’a sarkıtır. Kova ağzına kadar suya batınca ilk balık, sonra sırasıyla diğerleri özgürlüklerine kavuşurlar. Kovayı gerisingeri yukarı çekmeden önce, onların giderek grileşen ve çok geçmeden gözden kaybolan siyah bir bulut kümesi halinde Boğaz sularına karışmasını izler.

Balıklar gözden kaybolduktan sonra yansımasını bu kez Boğaz’ın durgunlaşmış yüzeyinde görür: Gülümsemektedir. İşte bir tek böyle zamanlarda, kendini gülümserken yakaladığında, hayatın bir anlamı olduğunu hisseder.

Hava iyice aydınlanmadan yola çıkar. Birkaç dakika sonra omzunda kamış oltası, elinde yoğurt kovası, kovanın içinde süzgeçli kepçesi, boynunda yunus düdüğüyle, ara sokaklarda, duvar dibinden sessiz adımlarla ilerlemektedir.

Hasır şapkası göz hizasındadır. Arada başını kaldırıp henüz açılmamış dükkanların camekanlarındaki yansımasına bakmakta, hala gülümsemeye devam edip etmediğini öğrenmeye çalışmaktadır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı. Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu.

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

BARIŞ

İki katlı, cumbalı, balkonlu, yüksek tavanlı; büyük camları, dev kapıları olan bir konakta yaşıyorlardı. Cıvıl cıvıl çocuk seslerinin, piyano, keman ezgilerinin, misafir kahkahalarının hiç dinmediği büyülü bir evde. Sabahları gün ışığı konağın camlarından içeri girebilmek için nasıl da iştahlanır, perde kenarlarından altın rengi şelaleler gibi odalara akar…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Serdar Mehmet ERKARTAL
    20 Temmuz 2017
    Yanıtla

    Ömrünüze Bereket…Kaleminize sağlık…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir