TAHTA KÖPRÜ

TAHTA KÖPRÜ

Tahta köprüye aynı anda basıyorlar. Ve o ilk adımla beraber konuşmaya başlıyor yaşlı kadın. Her sabah olduğu gibi.

“Seni gördüğüm an yalnızlığımın sonsuza dek sona erdiğini… Ve kendimi bildim bileli eksik olan parçamın nihayet tamamlandığını hissetmiştim.”

Şık takım elbiseli, fötr şapkalı yaşlı adam hiç istifini bozmadan, karşıya bakarak yürümeye devam ediyor. Kuş cıvıltıları ve tahta köprüyü gıcırdatan adımlarından başka ses duyulmuyor bir süre. Sonra kadın konuşmaya devam ediyor.

“O karnaval gecesi, dönme dolap biz en yukarıdayken durunca önce yüreğim ağzıma gelmişti. Bilirsin, hayatım boyunca gölgemden bile korktum ben. Ama sen yanımdayken asla.”

Yaşlı adamın buruşuk, solgun elini tutuyor. Parmaklarını, parmaklarının arasına geçiriyor.

“O gece böyle tutuyordun elimi. Dönme dolap durunca daha da sıkı tuttun. Sen yanımdayken bana hiçbir şey olmayacağına inandım o an. Elektrik hiç gelmese de, gökyüzüne asılı o beşikte sonsuza dek seninle baş başa sallanabilirdim…”

Koluna giriyor yaşlı adamın. Yavaşlatıyor biraz. Soluk soluğa kalıyor yoksa, hem konuşup hem de onun hızına ayak uydurmaya çalışınca.

“Birdenbire önümde diz çöktün. Cebinden bir kutu çıkardın. Gökyüzü yıldızdan görünmüyordu. Öylesine mucizevi bir gece! Kutuyu yavaşça açtın. Ve samanyolunu gölgede bırakan bir pırlanta çıktı ortaya. Gözlerim önce kamaştı. Sonra yaşardı. Yüzüğü ne ara parmağıma taktın. Beni ne ara öpmeye başladın, hiç hatırlamıyorum.”

Başını gökyüzüne çevirip iç çekti.

“Aynı duyguyu bir daha yaşayamayacağımı bilsem bile; her görüşümde bana o gece hissettiklerimi hatırlatacağın için seninle evlenmeyi kabul ederdim.”

Yaşlı adama çeviriyor hala isteyince çapkın bakabilen gözlerini. Tek kaşını kaldırıp gülümsüyor.

“Evliliğin hayatın en riskli kumarı olduğunu söylerdi babam viskiyi fazla kaçırınca. Seninle birbirimizi yeterince tanımıyorduk henüz. Ama ben aklımı tamamen devreden çıkarmaya, yalnızca sezgilerim ve tüm içtenliğimle hayatımın kumarını senin üzerine oynamaya, daha ilk günden karar vermiştim.”

Bu kez sesli gülüyor. Beyaz kıvırcık saçları sallanıyor aşağı yukarı. Hafifçe yaşlı adama omuz atarak:

“Meğer makiniste sen söylemişsin biz en tepedeyken dönme dolabı durdurmasını.” diyor. “Ama dedim ya… Benim için senin varlığın yeterince mucizeviydi zaten. Başka kanıta ihtiyacım yoktu.”

Dengesi bozulur gibi olunca tahta köprünün korkuluğundan destek alıyor.

“Babanı savaşta kaybetmiş olman, annenin vakit kaybetmeden evlenmesi ve seni yatılı okula gönderip evden uzaklaştırmaları, ruhunda kara bir delik açmıştı. Gözbebeklerinin tam ortasında görebiliyordum o deliği. Bazen gözlerimin içine bakmana rağmen beni görmemende. Kaybetme korkusu yüzünden hiçbir şeye tüm benliğinle bağlanamamanda. Geri dönememe kaygısıyla her defasında evden çıkmamak için türlü mazeretler bulmanda, gittiğin her yere geç kalışında…”

Yaşlı adam duruyor aniden. Sazlara konan beyaz kelebeğe takılıyor gözü. Kelebek kanatlanıp gözden kayboluncaya kadar kadın da durup nefesleniyor yaşlı adamın yanında. Sonra birlikte yürümeye devam ediyorlar.

“Hayatı ve kendisi kusursuz insanlara hep şüpheyle bakmışımdır. Senin yaraların bana cesaret veriyordu. Eh, alkolik bir babayla, nevrotik bir annenin kızıydım ben de sonuçta. İki samimi köpek yavrusu gibi, birbirimizin yaralarını yalayarak iyileştirebileceğimize inanıyordum.”

Yaşlı adamın karşısına dikilip, bakışlarını gözlerine dikiyor:

“Hatırlar mısın, yaşadığımız ilk şiddetli kavganın ardından bana sarılmış ve şöyle demiştin: – Evet aşkım. İkimiz de mükemmel değiliz. Çatlaklarımız, komplekslerimiz ve zaman zaman aşırıya kaçan endişelerimiz var. İkimiz de çocukken, -her ne kadar çok uzun sürmese de- gerçek mutluluğu tatmışız. Şimdi ise birbirimizden o günlerin duygusunu talep ediyoruz. Zaman zaman buluyoruz da. Ama bulamayınca öfkeleniyoruz. Kabul etmeliyiz ki aşkım, biz artık ne annemizin karnında tüm ihtiyaçları kendiliğinden karşılanan bebekleriz; ne de ne zaman acıktığı, ne zaman uykusunun geldiği, ne zaman okşanmak istediği ebeveynleri tarafından şıp diye anlaşılan çocuklarız… Sınırsız sevmeye hazırız ama sessizce anlaşılmayı beklemek ya da anlaşılamayınca somurtmak yerine, ne istediğimizi açıkça ifade etmeli, kendimizi de birbirimizi de böyle üzmemeliyiz.”

Yaşlı adamın yüzünü iki elinin arasına alıyor. Dudaklarına bir buse kondururken gözbebeklerindeki deliğin giderek büyüdüğünü fark ediyor. Yaşlı adamın bakışları yeşil otların bulunduğu tarafa kayıyor. Yaşlı kadın, aynı yöne bakınca, beyaz kelebeği otların üzerinde dalgalanırken görüyor.

Acılı bir gülümseme yapışıyor dudaklarına. Yaşlı adamın koluna giriyor. Yürümeye devam ediyorlar.

“Evlilik bize çok güçlü bir tutkunun, ayaklarımızı yerden kesen bir aşkın peşinden geldi. Ve ruhlarımızın asıl ihtiyacı olan şeyi verdi. Huzurlu tekrarları… Aşinalığı… Güveni… Kapısı her zaman ve yalnızca ikimize açık sığınağı…”

Yaşlı adam hafifçe öksürüyor. Kadın gülerek soruyor.

“Ne o beğenmedin mi söylediklerimi?”

Başını iki yana sallayıp devam ediyor.

“Haklısın, rutin ve biraz da sıkıcı bir ilişkiymiş gibi özetleyiverdim. Öyle değil tabii. Huzuru da meydan okumayı da, tekrarı da heyecanı da yeterince tadacak kadar uzun bir birliktelikti bizimki. Yalnızca pirinç, ahşap ve deri karyolalarımız değil, arka bahçedeki şezlongumuz, Grand Hotel’in asansörü, parktaki ördekler ve yazlık sinemaya park ettiğimiz Buick’in arka koltuğu da şahit buna…”

Çapkınca gülüyor yine. “İçimizdeki öteki benlikleri ve başkaları tarafından asla onaylanmayacak tuhaflıklarımızı, kuytuda gizlice birbirine cinsel organlarını gösterip, bundan müthiş haz duyan çocuklar gibi açtık birbirimize.”

Kaşları çatılıyor birden. “Her ne kadar inkar etsen de, senin o tuhaf fantazilerini başka kadınlara açtığından da şüphelenmiyor değilim ama…”

Konuşmasıyla birlikte adımları da duruyor. Yaşlı adam aynı hızda yürümeye devam ediyor.

Yaşlı kadın hızlanarak ona yetişiyor. “Her neyse… Dedim ya ikimizin de asıl ihtiyacı, kendimizi yapayalnız hissettiğimiz bu evrende, bir yere ait olma hissiyatıydı. Ve senin ruhun sevgilim, benim evrendeki yuvam oldu.”

Tahta köprünün sonuna geliyorlar. Yaşlı kadın her günkü yerde adama sıkı sıkı sarılıyor.

“Teşekkür ederim aşkım.” diyor. “Hayat arkadaşım olduğun için… Seni tanıdığım günden itibaren bana çocukluğumu özletmediğin için… Tüm kalbimle teşekkür ederim.”

Başını yaşlı adamın omzundan kaldırıyor. Gözlerinin içine bakıyor. Her zaman yaptığı gibi: Gözbebeklerinin tam ortasına. Kara deliklerin yerinde, dönme dolaptaki geceden birer yıldız görüyor. Ve yanaklarından aşağı kayan iki iri pırlanta.

Mucize, gözlerini önce kamaştırıyor, sonra yaşartıyor kadının.

“Merak etme” diye fısıldıyor yaşlı adamın kulağına. “Sen her gece unutsan da, ben her sabah anlatacağım sana aşkımızı.”

Sözünü bitirmesi ile beyaz saçlarının arasından beyaz kelebeğin havalanması bir oluyor. Yaşlı adam tüm içtenliğiyle, yıllarca yaşlı kadının kapıyı her açışta karşısında bulduğu ifade ile gülümsüyor. Bakışları beyaz kelebeğin peşinden uzaklara gidiyor.

Yaşlı kadın, yaşlı adamın koluna giriyor. Gövdesini geldikleri yöne doğru usulca çeviriyor. Tahta köprüye aynı anda basıyorlar. Kuş cıvıltıları arasında, ağır ağır evlerine dönüyorlar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YALÇIN ABİ

Ekmek, deterjan ve ciklet kokardı bakkalın içi. Her mevsim loş ve serin. Yalçın Abi en dipte yazar kasanın arkasında kitap okuyor olurdu genellikle. O oturduğu için gözleri aynı hizada; tam istediği gibi. Parmak uçlarında sessizce yürüdüğünden Yalçın Abi hemen fark etmezdi onu. Zerrin de fırsat bu fırsat uzun uzun incelerdi: Elini ciddiyetle çenesinde tutuşunu…

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir