EGE MASALI

EGE MASALI

Simsiyah bir at, zeytin dallarını yararak ilerliyordu. Üstündeki delikanlı yelesine sıkı sıkı sarılmış, kah topuklarını hayvanın karnına vurarak, kah eğilip kulağına fısıldayarak onu daha da, daha da hızlanmaya zorluyor, at gövdesini çizen dallara, çalılara aldırmadan tüm gücüyle koşuyordu.

Delikanlının gözü, Ege’nin hafif hafif dalgalanan mavi atlasını keskin bir makas gibi keserek ilerleyen, köpük rengi yelkenleri kanatlanmış teknedeydi.

Atıyla geçtikleri yerlerden kumrular, yusufçuklar, arılar havalanıyordu. Kuru ot ve dallar, zeytinler, kaplumbağa kabukları nalların altında ezilip parçalanıyordu. Yelkenli hızlandıkça, delikanlı atın boynuna daha sıkı sarılıyor, “Hadi kızım” diyordu. “Onsuz yapamam biliyorsun. Hadi, uçur beni ona!”

***

Yalnızca on dakika önce, siyah at düğün meydanının arkasındaki merada aheste aheste otlanıyor, kuyruğuyla sinekleri kovalıyordu oysa.

Delikanlı ise (adı Mustafa’ydı) atının az ilerisinde, yüzünü yalayan kekik kokulu Ege esintisi eşliğinde rakısını yudumluyor, bekar erkekler için kurulmuş arka masada, hepsi tiril tiril beyaz gömlekler giymiş arkadaşları ile sohbet ediyordu.

Zeybek havası başlayınca delikanlılar rakı bardaklarını masaya bırakıp ciddileşmiş, gururlu adımlarla meydana yürümüşlerdi.

Mustafa zeybek oynamayı babasından öğrenmişti. O da kendi babasından. Onlar için oynuyordu. “Boşuna şehit olmadınız efeler” diye hakırıyordu kanatlarını kartal gibi açaraken… “Toprak yarılsa da bir kez daha sarılabilsem size” diye mırıldanıyordu dizlerini sertçe toprağa vururken…

Davulcu coşmuş, tokmağını gergin dana derisinin göbeğine, patlatırcasına indiriyordu. Zurnacı yanaklarını balon gibi şişiriyor; kamışı rakı bardağı gibi havaya dikmiş, soluk almaksızın üflüyordu. Düğün ahalisi laflamayı, gülüşmeyi bırakmış, bu nefes kesici gösteriye kilitlenmişti.

Gelinle damadın kara gözlerinde, beyaz dişlerinde mutluluk pırıldıyordu. Her hareketi ile biraz daha büyüyen, adeta tek başına meydanı dolduran Mustafa’nın heybetli dansını, İzmir’e giren Türk ordusunu izler gibi gururla seyrediyor, alkışla tempo tutarken birbirlerine kaçamak bakışlar atıp çapkınca gülüşüyorlardı.

Yazdan kalma pırıl pırıl bir Eylül günüydü. Yıllar boyu meydandakilerin erkekleriyle, namuslarıyla, gençlikleriyle, umutlarıyla, ekmekleriyle beslenip semiren savaşın hem de zaferle sona ermesinin ardından herkesin gözünün, gönlünün ışıldadığı, silahların çatışma değil düğün kutlaması için ateşlendiği, beyaz güvercinlerin zeytin dalları arasından mavi göğe doğru havalandığı, meltemin yüzlere buram buram iyot ve anason kokusu üflediği, tatlı bir rüyayı andıran bir gün…

***

“Mustafa Abi koş!” demişti çocuk nefes nefese. Yanakları pancar gibi kırmızı, saçları terden sırılsıklamdı. Derin bir soluk alıp devam etmişti. “Vladimiros Bey’ler köyü terk ediyor. Eski İskele’de bir yelkenliye eşyalarını yüklerlerken gördüm. Son birkaç parça kalmıştı. Angela Abla çok ağlıyordu!”

Çocuk lafını bitirmeden Mustafa siyah atına atlamıştı bile. Kaşla göz arasında Eski İskele’ye onu en çabuk ulaştıracak zeytinlik yoluna girmiş, tozu dumana katarak gözden kaybolmuştu.

***

Ve işte şimdi atının boynuna sıkı sıkı sarılmış, uçarcasına yol alan tekneye yetişmeye çalışırken, kamçı gibi yüzüne, gövdesine çarpan zeytin dallarının arasında avazı çıktığı kadar haykırarak, haberi aldığı an taşlaşan ciğerlerini açmaya çalışıyordu.

Atı bunun ölüm kalım koşusu olduğunu, dünyaya bu koşu için geldiğini idrak etmişti. Sahibi daha karnına vurmadan, kırbacı kıçında şaklatmadan çukurların, tümseklerin üzerinden havalanıyor, çılgın bir güdünün etkisinde çalı ve dallarla birlikte kendi sınırlarını da parçalayıp atıyordu.

Dışarıdan izleyen biri için, beyaz yelkenliyle siyah atın yarışının galibi belliydi. Ama Mustafa da at da yenilgiyi akıllarının uçundan geçirmiyorlardı.

***

Eski iskele göründüğünde ne delikanlı yuları çekti, ne de at yavaşladı. Son zeytin ağaçlarını da geride bıraktılar. Ufukları bir anda açıldı. Ege’nin uçsuz bucaksız mavisi ile gökyüzünün sonsuzluğunun kucağında buldular kendilerini. Atın nalları iskele ile buluştuğunda delikanlı belinden silahını çıkardı. Gökyüzüne doğru arka arkaya ateşledi.

Denizin ortasından bir kız çığlığı yükseldi. At, başını o yöne, beyaz yelkenliye doğru çevirdi. Silah sesi ve tanıdık çığlık hayvanı daha da coşturmuştu. Delikanlı bacakları ve kolları ile atına sıkı sıkı sarılarak hazırlandı. Gözlerini kapadılar, birlikte Ege’nin üzerinde havalandılar.

Aynı anda Angela, teknenin burnuna çıktı. Durumu son anda fark eden annesiyle babasının haykırışlarına aldırmadan, bembeyaz entarisinin eteklerini şişiren rüzgarın üstüne basarak siyah karaltıya doğru yürüdü.

***

Güneş, hiç kimsenin bitmesini istemediği günün sonunda, mavisi koyulaşmış gökyüzünü pembeyle morun tonlarına boyamış, düğün meydanındaki cümbüşü göğe taşımıştı.

Düğün ahalisi dev bir çember oluşturmuş, çılgınca göbek atıyor, gerdan kırıyor, elleriyle tempo tutuyordu. Yaşlılar, çocuklar, evlenme çağındaki kızlar, beyaz gömlekli delikanlılar hepsi ayaktaydı.

Davulcu ile zurnacı çemberin tam ortasında kendilerinden geçmişlerdi. Zurnacı, ne nefes alıyor, ne nefessiz kalıyor, giderek gürleşen taksimleriyle ahaliyi hayrete düşürüyordu. Davulcu tek başına, koskoca bir bölüğün çıkarabileceği kadar gümbürtü çıkarıyordu.

Konuklar mest olmuş, arada naralar atıyor, yaşlı kadınlar sevinç gözyaşlarına hakim olamıyor; meltem yanakları okşayıp kurutarak, buruşan çeneleri yeniden gülümsemeye davet ediyordu.

Davulcu ile zurnacının bir tarafında gelinle damat vardı. Elleri birbirlerinin omuzlarında ayakları yerden eş zamanlı kalkıp, gerisin geri konarak ahenkle sirtaki yapıyorlardı.

Onların karşısında ise Angela ile Mustafa oynuyordu. Her ikisinden de toprağa deniz damlıyordu. İkisinin de uzuvları aynı dalga boy ve devinimleri ile hareket ediyordu. Dişleri bembeyaz, pırıl pırıl, açık deniz köpükleri gibi parlıyordu.

Kalabalık gözlerini onlardan alamıyordu. Aşk vücuda gelmiş, karşılarında dans ediyordu. Mustafa ile Angela’nın ayakları yere basmıyor, başları göğe uzanıyordu.

Arada dört nala, siyah bir bulut geçiyordu üstlerinden. Mustafa ile Angela minnetle ona doğru el sallıyorlardı. Zurnacı bir tek o zaman yutkunuyordu. Davulcu hemen kasap havasına geçiyor, çemberdeki konukları delikanlı ile Angela’ya sarılmaya davet ediyordu.

Düğün halkı onlara sarıldıkça her yer, herkes Ege kokuyordu buram buram. Barış kokuyordu. Mavi kokuyordu. Aşk kokuyordu. Kimsenin evine dönmeye niyeti yoktu. Herkes masallardaki gibi düğünün kırk gün, kırk gece sürmesini istiyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SARI MELAHAT

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor. Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde.

KEDİ MEMO

Küçükken tıka basa antika eşyalarla dolu dükkanlarında, babası misafirleriyle çay içip laflarken o kendine kuytu bir köşe bulur, büyük bir tablonun arkasına on sekizinci yüzyıldan kalma bir çalışma masasının altına ya da şanslıysa eski bir Osmanlı

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir