BARIŞ

BARIŞ

İki katlı, cumbalı, balkonlu, yüksek tavanlı; büyük camları, dev kapıları olan bir konakta yaşıyorlardı. Cıvıl cıvıl çocuk seslerinin, piyano, keman ezgilerinin, misafir kahkahalarının hiç dinmediği büyülü bir evde.

Sabahları gün ışığı konağın camlarından içeri girebilmek için nasıl da iştahlanır, perde kenarlarından altın rengi şelaleler gibi odalara akar, evin içini aydınlıkla doldururdu. Piyanonun mobilyası, banker dedenin dev portresinin pirinç çerçevesi, şöminenin mermeri, şamdanların gümüşleri, gaz lambalarının Çin porselenleri ışıl ışıl parlardı o zaman. Hayat bütün iyimserliğiyle Yorgos’u yeni bir güne davet eder, sonsuza dek onun en iyi arkadaşı olmaya yeminli görünürdü.

Keman derslerinden önce dedesinin uçsuz bucaksız kütüphanesine saklanmaya bayılırdı, Yorgos. Maun çalışma masasının arkasındaki rafın en altına dizili deri ciltli kocaman hesap defterlerini boşaltır, onların yerine kıvrılıp, ince bir kitabın resimlerine bakarak uyuyakalırdı.

Bunu ilk yapışında ciddi bir panik yaşanmıştı evde. Sonra sonra herkes alışmıştı. Hikaye kitaplarını kemandan da, Fransızca’dan da, matematikten de çok sevdiğini evdeki herkes biliyordu. Ama ders saatinde Yorgos ortalıkta görünmüyorsa hemen uşağa haber veriliyor, Yorgos Sakız’lı irikıyım uşağın kucağında uykulu gözlerle salona mecburi giriş yapıyordu.

Yüzünü buruştururdu ama o anları bile derinden severdi aslında. Evdeki herkes onun iyiliğini istiyordu, çünkü. Tüm evren onun iyiliğini istiyordu. Yorgos buna inanıyor, o da tanıdığı, tanımadığı herkes ve her şey için aynısını hissediyordu.

Ermeni arkadaşı Garabet mesela. Kalın kara kaşlı, Yorgos’tan bir karış uzun, mahcup görünümlü, az gülen bir çocuktu. Narin bedenli Yorgos sokağa çıkınca onu asla yalnız bırakmazdı. Oyunlarda hep onu kollar, el altından destek verirdi. Özellikle hırsız-polis ve esircilik oyunlarında Rum çocuklardan çok ona güvenirdi, Yorgos.

Bir keresinde Garabetler’in evine gitmişti. Yorgoslar’ınki gibi görkemli bir konakta değil, Ermeni sokağında, eski, ahşap bir evde oturuyordu Garabetler. Evleri tertemiz sabun kokuyordu. Garabet’in annesi o kadar lezzetli ve bol çeşitli ikramlarda bulunmuştu ki, Yorgos önüne ne konduysa silip süpürmüş, sonrasında geceyi tuvalette geçirmek zorunda kalmıştı.

Türkler’in zalimliğine dair korkunç hikayeler işitirdi okulda ve sokakta. Oysa tanıdığı Türkler hiç de anlatılanlara benzemiyordu. Hoş, Türk okul ve evleri aşağı mahallede olduğundan onlarla pek sık görüşmezdi. Ama yoğurtçu, macuncu ve ciğerciden; arada yazlık sinemada gördüğü çakır gözlü çocuklardan hiç kötülük görmemişti. Tam tersine sokak satıcılarının vakur, düşünceli hallerini; bildikleri az sayıda Rumca sözcüğü bağırarak telaffuz etmelerini, aldıkları parayı öpüp başlarına koyduktan sonra kalplerinin üstündeki para kesesine yerleştirmelerini dokunaklı bulurdu.

Türk çocuklarında ise büyümüş de küçülmüş bir hal vardı. Rum çocukları gibi sürekli şamata yapmazlardı. Sakin, az konuşan, çatık kaşlı, büyükler gibi giyinen, bir tehdit algıladıklarında ise yay gibi gerilerek, kavgaya hazır hale gelen gözü pek çocuklardı. Bir gün kuzeni Yanis çoğunun babası ya savaşta olduğu ya da savaşta öldüğü için, Türk çocuklarının böyle kederli olduğunu söylemişti. O günden sonra ayrı bir gözle bakmaya başlamıştı onlara. Biraz acıyarak ama daha çok saygıyla… Bir çocuğun başına gelebilecek en büyük acıyı böylesine olgun karşılayabildikleri için gayrimüslim çocuklarından daha mert, daha sahici bulmaya başlamıştı onları.

Savaş konuşulurdu çoğunlukla salonlarında. Bazı geceler endişe, bazense neşe ve umut sözcükleri ile dolardı yüksek tavanlı, geniş hol. İçkiler içilir, şiirler, marşlar okunur, keyifler yerindeyse piyano çalınır dans edilir, haberler kötüyse erkenden yatılırdı.

Büyük Savaş’ın sona ermesi, Yunan Ordusu’nun İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar ile birlikte İstanbul’a girmesi tüm Rum hanelerinde olduğu gibi onların evinde de coşkuyla karşılanmıştı. Artık her gece salon misafirlerle dolup taşıyor, içkiler su gibi içiliyor, danslar ahşap zemini titretiyor, şarkılar zafer sarhoşluğu içinde söyleniyor, güzel günler hiç bitmeyecekmiş gibi yaşanıyordu. Rum halkının altın çağı yeniden başlıyordu. Bizans’ın asil torunları ecdatlarının kaldığı yerden devam etmek üzere, topraklarını devralıyordu.

Evdeki bu karnaval havası; ailesinin, akrabalarının, yıllarca mutsuz ve kaygılı hallerine de tanıklık ettiği aile dostlarının sokaklara taşan neşesi, Yorgos’un da içini sevinçle dolduruyordu. Çok mutlu bir çocukluk geçirmişti, anlaşılan sonrası daha da güzel olacaktı.

Sonra ışıklar sönüp yatağına girdiğinde içinde bir burukluk, vicdanında bir sızı hissediyordu. Onların onca sevinmesi başka birilerinin bir o kadar, belki daha fazla üzülmesi anlamına gelmiyor muydu? Onlar zaten güzel olan hayatlarını daha da görkemli sürdürebilsinler diye kim bilir kaç çakır gözlü Türk çocuğu daha babasız kalmıştı; bundan böyle evsiz, yurtsuz yaşayacaktı.

Yorgos pek çok komşu Rum çocuğunun katıldığı İzci oymağına girmek istememişti. Savaş oyunlarından da pek haz etmezdi. En sevdiği oyun hırsız-polis’ti. Kuralları savaş oyunlarından pek farklı olmasa da kötü ile iyinin mücadelesi ona daha adil ve anlamlı geliyordu. Savaşsa…

Bir seferinde babasına bu konudaki çelişkili düşüncelerinden söz etmeye çalışmıştı. Babası biraz alkollüydü. “Benim altın kalpli, saf Yorgoscuğum.” demişti biraz şefkat biraz alay taşıyan gür sesiyle. “Sen yirminci yüzyılın; tarihin yeniden yazıldığı bir devrin insanısın. Ve bu çağda tarihi iyiler değil, güçlüler yazıyor.”

Büyük savaşın sona ermesinin ardından evlerindeki bolluk bereket de hepten artmıştı. Yorgos, her sabah mutfaktaki artıklardan – ki çoğu el sürülmemiş peynirler, zeytinler, tereyağlar, sucuklar, jambonlar (domuz eti olmayan) yumurtalar ve ekmekler olurdu – bir bohça yapar; Recep Efendi ve keçisi ile Rum evlerini dolaşarak süt satan Yusuf’un koltuk altına gizlice sıkıştırırdı.

Recep Efendi, Yusuf’un dedesi olurdu. Yusuf’un babası ise Çanakkale’ye gitmiş, dönememişti. Ufak tefek, yanakları kızıl çillerle dolu çocuğun ayağında ayakkabısı görülmediği gibi herhangi bir şeyden şikayet ettiği de duyulmamıştı. Bir Rum çocuğundan sadaka alacak biri değildi asla. Ama Yorgos başkaydı. Rum gibi değil insan gibiydi bakışları. Çoğu Türk’ten bile daha dostça… İlk bohçasını Yorgos’un uzun süren ısrarlarının ardından alırken bunları düşünmüştü. Sonra da Yorgos’un omzunu, cüssesinden beklenmeyecek bir güçle sıkmıştı.

O bohçalar, Yusuf’ların evinde bayram sevinci ile karşılanırdı. Süt parası ile satın alındığını sanırdı ev ahalisi. Yusuf’un anneannesi nazar değmesin diye, yünden bir nazar boncuğu örüp asmıştı keçinin boynuna. Recep Dede ile Yusuf sır gibi saklarlardı gerçeği. Yusuf’un anacığı Yorgos’u tanımadan bilmeden, erinin katillerinin sadakasına ağzını sürmeyeceğini söyleyip, iyice yataklara düşmesin diye.

***

Derken bir başka savaş başlamıştı Küçük Asya’da. Önceleri Yorgoslar’ın salonda laf arasında geçiştiriliyordu bu konu. Sonra sonra danslar, şarkılar azalmaya, taşrada Yunanlılar’la müttefikleri aleyhine gelişen çarpışmalar hakkındaki tartışmalar uzamaya başladı.

Evdeki iyimser hava yerini kasvete bırakıyor, yağmur tanecikleri konağın büyük camlarını pıtır pıtır döverken sanki dışarıdaki tehdit de giderek büyüyordu. Son zamanlarda Türk çocukları Rum mahallelerinden daha sık geçmeye başlamışlardı. Bir defasında ellerindeki sopalarla boyunlarına asılı teneke kutuları trampet gibi çalarak zafer geçiti yapan bir çocuk bandosu bile görmüştü Yorgos, odasının yarısı sarmaşıkla örtülü camından.

Ilık bir akşamüstü konaklarını ziyaret eden papaz, Yorgos’un küçükken uyuduğu rafın karşısındaki koltuğa yerleşip kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, Türkler’in İzmir’i ele geçirdiğini söylemişti. Yorgos’un dedesinin bu haberi aldıktan sonra fenalaşıp, başını maun masaya çarptığı söyleniyordu.

Yorgos’un mutlu çocukluğu o gün sona ermişti.

Sonrasında Türklerin İstanbul’a girmek üzere olduğu haberiyle birlikte pek çok komşuları gibi apar topar eşyalarını toplamışlar; dedesinin mezarını, ölümünden sonra bir daha hiç kimsenin giremediği büyüleyici kütüphanesini, dünyanın günü en güzel karşılayan konağını ve mahallesinin bütün o güzel insanlarını geride bırakmak üzere, birkaç parça bavulları ile Galata’ya doğru yola çıkmışlardı.

Yorgos durmadan ağlıyordu. Yoğurtçu, sokağın başında onları görünce elini havaya kaldırdı. Çanını uzun uzun çalarak mahalleyi vedalaşmaya çağırdı. Şimdi herkes pencerelerde, kapılardaydı. Kimi Türkler camdan aşağı sular döküyor, kimi Yahudiler kapıda beyaz mendil sallıyor, Hristiyanlar istavroz çıkarıyordu.

Garabet, annesi ile birlikte evlerinin kapısındaydı. Annesinin hazırladığı paketi Yorgos’a uzattı. “İçinde çok sevdiğin Ermeni dolması var” diye fısıladı. “Yolda acıkırsanız yersiniz.” Yorgos yutkunarak paketi aldı. Arkadaşına uzun uzun sarıldı.

Yanis ve hırsız-polis oynadığı arkadaşları Fransızca bir polisiye çizgi roman hediye ettiler, Yorgos’a. Bu arada babası ile annesi de komşularla el sıkışıp vedalaşıyor, bahçeye, çiçeklere iyi bakmalarını, meyveleri toplayıp, ziyan etmemelerini tembihliyorlardı.

Sonunda Galata iskelesine vardılar. Yırtık Yunan bayraklı, paslı bir gemi yolcularını bekliyordu. Yorgos koşarak mahallesine dönmemek için kendini zor tutuyordu. Derken yol tarafından tuhaf bir ses geldi. Hep birlikte başlarını çevirip sesin geldiği yöne baktılar: Recep Efendi ve Yusuf, Yorgoslar’ı uğurlamaya gelmişti. Ses keçilerine aitti.

Yorgos’un gözleri ışıldadı. Yusuf bir adım atarak, Yorgos’a yaklaştı. Kucağındaki bezi kaldırdı. Kolları arasında dünya tatlısı bir oğlak tutuyordu. Yorgos’a doğru uzattı. “Bu senin” dedi. “Atina’da sütsüz kalma diye.”

Recep Efendi elindeki torbayı Yorgos’un babasına verirken “Bu da yemi” dedi. “Gemide aç kalmasın, Atina’da kuru otla devam edersiniz.” Yorgos’un babası dudaklarını ısırarak torbayı yaşlı adamın elinden aldı.

Geminin düdüğü acı acı öttü. Yorgos ve ailesi gemiye çıkan merdivenlere doğru hareket ettiler. Yusuf arkalarından bağırdı:

“Yorgooos…”

Yorgos kucağında oğlakla döndü. Hüngür hüngür ağlıyordu.

“Unuttum söylemeyi. Keçinin adı: Barış.”

Yorgos, Yusuf’a gülümseyerek bakışlarını kucağındaki oğlağa çevirdi. Yavru hayvan da ışıldayan badem gözleriyle ona bakıyordu. Yorgos o an fark etti, Barış’ın boynuna, örme bir nazar boncuğu bağlanmıştı.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

DEDEMİN KANTİNİ

Ayrıntılarını bu kadar canlı hatırladığım en eski tarihli anım… Sabah saatlerinde turuncu renomuzla Uzunköprü subay lojmanlarındaki evimizden yola çıkmış, akşamüstüne doğru Gönen ilçe sınırına ulaşmışız. Heyecandan yerimde oturamıyorum. Arka koltukta zıplayarak şarkılar söylüyorum. Aslında prova bu; az sonra dedemlere ne kadar büyüdüğümü göstermeye hazırlanıyorum.

PATRON

Sabah akşam paslı mavi kapının yanındaki makam suntasına oturur. Boynunda tespih, elinde hesap makinesi. Hesap makinesi hasılatı hesaplamak, tespih canı sıkılınca çekmek için. Güldüğü görülmemiştir. Konuştuğu çok nadir. Öteki çocuklardan farkı, onun çoktandır çocuk olmamasıdır. Mavi kapının arkasında su damacanaları durur. Onların gerisinde paslı bir dolap. Kağıt bardaklar, yedek bidonlar ve oyuncak torbası dolabın içinde, dolabın anahtarı tespihin ucundadır.

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı. Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir