PAZAR OLA

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu.

Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı. Buna bir de mesai dışı saatlerde kafa dağıtmak için katılmayı alışkanlık haline getirdiği sazlı sözlü içki meclisleri eklenince, henüz otuzlarının başlarında olmasına rağmen şakakları ağarmış, göz altları parşömen gibi kırışmıştı. Kendini bir yandan işgal altında eğlenceye verirken, bir yandan da her geçen gün şahsiyetini kaybeden kadim İstanbul şehri gibi bedbaht hisseder olmuştu.

Annesi onu bu illetten kurtaracak çareyi adı kadar iyi biliyordu. Komşu ve uzak akraba iyi aile kızlarından, hamamda tanıştığı akça pakça, körpecik gelin adaylarından, aşağı mahalledeki kırık dökük evlere sülalecek doluşmuş, ecnebi artistleri kıskandıracak güzellikteki renkli gözlü göçmen kızlarından dilediğini biricik oğluna almak için her Allah’ın günü dil döküyordu. Ama ilk gençliğinde okuduğu frenk romanlarının ve mensubu olduğu neşriyat cemiyetinin tesiri ile görücü usulü değil, kendi gözü ve gönlüyle seçeceği hatunla baş göz olmayı kafasına koymuş Kemal’ini bir türlü ikna edemiyordu.

Yıllar ilerledikçe Kemal Bey de milli duygularla beynelmilel fikirler arasında sıkışıp kalmıştı. Balolarda, tiyatrolarda, bira bahçelerinde, Cadde-i Kebir’de sıkça tesadüf ettiği alımlı çalımlı gayrımüslim kadınlar ilk gençllik yıllarında az yüreğini hoplatmamış; temaşalarının yanı sıra tedrisatları ile de erkeklerden aşağı kalmayan modern birer fert olmayı becermiş bu kadınlar, rüyalarını az süslememişlerdi.

Ne var ki, İstanbul’un işgalinin ardından aynı kadınların kibirli İngilliz, Fransız ve İtalyan askerlerin etrafında nasıl da dört döndüklerine tanık olduktan sonra artık hiçbirini içine sindiremiyordu. Feracesiz, yaşmaksız sokağa çıkmayan Türk kadınlarına karşı derin hissiyatlara kapılabilmesi için ise ahşap kafeslerin gerisindeki kıkırdaşmalar, Boğaziçi mehtaplarında saz heyeti peşinde kürek çekilirken denk gelinen gölgeli bakışlar ya da yakınlaşılan harem kayıklarından yükselen iyotla karışık çiçek esansları kafi gelmiyordu.

Kemal Bey, o akşamüstü bütün bu açmaz ve meşguliyetlerinden biraz olsun uzaklaşabilmek için uzun süredir görmediği çocukluk arkadaşı Bıçakçı Rasim Usta’yı ziyaret etmeye karar vermişti. Rasim Usta’nın Tahtakale’de ufak bir dükkanı vardı. Kader ona mahalle arkadaşı Kemal Bey’den oldukça farklı bir yol çizmişti. Rüştiyeyi bitirmeden babasının yanında çıraklığa başlayan Rasim, babası harpte bir süngü taaruzu esnasında şehit olduktan sonra çocuk sayılabilecek yaşta işin başına geçmek zorunda kalmıştı. Bugün ise üç çocuklu bir aile babası ve Tahtakale’nin en iyi bıçakçılarından biriydi. Kemal Bey onun dükkanına ne zaman uğrasa huzur bulur, kışın sobanın üstünde fokurdayan çaydanlık; güneşli günlerde ise dükkanın dış cephesine asılan kafeste tatlı tatlı şakıyan kanarya nağmeleri eşliğinde yareni ile laflamak, onu safiyane çocukluk yıllarına seyahat etmiş gibi canlandırırdı.

Kemal Bey, bu kez arkadaşını dükkanın kepengini indirirken yakaladı.

“Hayrola Usta?” dedi, pes perdeden. “Akşam ezanından evvel dükkanı kapatmazdın sen?”

Rasim Usta, açıklama yapmak üzere sesin geldiği yöne doğru dönünce Kemal Bey’in müstehzi tebessümü ile karşılaştı. İki arkadaş hasretle kucaklaştılar.

“Ooo hoş gelmişsin, Kemal Kardeşim” derken sesi şaşkınlık ve sevinçle çınladı Rasim Usta’nın. “Dur açayım şu kepengi hemen. Geleceğini bilsem kapatır mıyım hiç dükkanı?” Sözlerini bitirir bitirmez kilidi açmaya davrandı. Kemal Bey:

“Vallahi darılırım kardeşim.” diye itiraz ederek Rasim Usta’nın bıçak kesiği izleriyle dolu koca elini tuttu. “Elbet mühim bir meselen var ki, bu vakitte dükkanı kapattın. Seni işinden gücünden etmeye gönlüm razı olmaz. Hem ben zaten öylesine uğramıştım. Halini hatırını sorup, yoluma devam edecektim.”

Karşılıklı ısrar ve iltifatların ardından Rasim Usta Kemal Bey’i, hiç değilse bir müddet beraber yürümeye ikna etti. Yolunu dükkana düşürdüğüne göre dostunun canı sıkkın olmalıydı. Ayaküstü biraz laflar, onu kafasına taktığı mevzulardan uzak tutardı.

Böylece her ikisinin de gönlü olmuş şekilde Tahtakale’den Küçük Pazar’a doğru yürümeye başladılar. “E anlat bakalım Rasim” diye takıldı Kemal Bey. “Senin gibi mesaisine namusu gibi bağlı bir ustaya bu saatte dükkan kapattıran sebep nedir?”

Rasim Usta hafifçe kızardı. Gevelediği lakırtıların devamını bir türlü getiremeyince, Kemal Bey çapkınca bir gülümseme eşliğinde:

“Yoksa sen de mi sıkıldın evlilikten?” diye sorarak arkadaşını sıkıntıdan kurtarmaya çalıştı.

“Haşaa…” diye itiraz etti, Rasim Usta. “Bilakis yaş ilerledikçe çocuklarla birlikte yuvama, zevceme olan düşkünlüğüm de artıyor.”

“Ee derdin ne o zaman?”

Rasim Usta derin bir iç çekti. “Çocuklar büyüdükçe evin masrafı da artıyor. Gel gör ki, son zamanlarda işler maalesef geri geri gidiyor.”

“Bu durumda dükkanı erken kapatmak yerine tam tersini yapmak gerekmez mi?”

Rasim Usta istese de acar muhabir dostundan bir halt gizleyemeyeceğini iyi bilirdi. Gülümseyerek:

“Peki o zaman… Anlatacağım nedenini ama bak sen okumuş adamsın; sonra dalga geçmek, diline dolamak filan yok. Herkesin itikadı ayrı, itiyatı ayrı…”

“Tamam, kan kardeş sözü.” dedi Kemal Bey elini göğsüne götürerek. “İyiden iyiye merak ettim bu esrarlı meseleyi.”

Rasim Usta derin bir nefes aldı. Bakışlarını yoldan ayırıp arkadaşının gözlerine çevirdi.

“Pazar Ola Hasan Bey’i bilir misin?” diye sordu.

“Hani şu çarşı pazar dolaşıp önüne gelen esnafa “Pazar ola” diyen koca kafalı deliden mi bahsediyorsun?”

“Biraz evet, biraz hayır.” diye cevap verdi, Rasim Usta. “Evet, kısa boylu, doğuştan kocaman kafalı bir adamdır Hasan Bey. Yıllarca her sabah Süleymaniye, Vefa, Çemberlitaş, Küçük Pazar, Katırcılar, Tahtakale, Marpuççular, Sultanhamam güzergahını kat etmiş, yolunun üstündeki dükkancılara, ayak satıcılarına teker teker “Pazar ola” demiş, nevi şahsına münhasır bir şahsiyettir.”

“Peki ya ‘biraz hayır’ dediğin kısım?”

“Hasan Bey deli değildir.”

Rasim Usta ciddileşen bir üslupla, kelimelerini itinayla seçerek devam etti.

“Her dem iyilikle bakan gözleri; hinlik, fesatlık bilmez karakteri yüzünden ona çocuksu diyebilirsin. Hazır cevaplığını, kimi zaman ekabirleri bile uzun uzun düşünmeye sevk eden alimane kelamlarını koca kafasından mütevellit üstün zekasına yorabilirsin. “Pazar ola” diye selamladığı esnafın işlerinin nasıl açıldığını takip ederek evliya olduğunu ileri sürebilirsin. Ama Hasan Bey deli değildir. Bunu velinimete nankörlük kabul ederim.”

Kemal Bey, uzun zamandır arkadaşının herhangi bir şeyi böylesine katiyetle savunduğuna şahitlik etmemişti.

“Sen öyle diyorsan, doğrudur kardeşim.” diyerek alttan aldı. “Benim kendisi hakkındaki bütün malumatım, birkaç kez yol üstünde tesadüf etmişliğim ile sınırlı. Demek o yüzden esnaf kendisine pek hürmetkar davranıyordu. Dükkanlarında otursun, bir şeyler yesin, içsin diye Hasan Bey’in etrafında dört döndüklerini, onun ise ikramları elinin tersi ile geri çevirerek, yetişeceği bir yer varmış gibi acele ettiğini hatırlıyorum. Bu durumda aklını yitirmiş bir deli değil, Allah’ın cezbesine erişmiş bir meczupmuş Hasan Bey, anlaşılan.”

Bu son benzetme Rasim Usta’nın çok hoşuna gitti. Tekrar yürümeye başladılar. Aslında Kemal Bey, kendi söylediğine pek ikna olmuş değildi ama onun için hiç de mühim olmayan bir mevzuda lafı uzatarak arkadaşıyla ters düşmek istemiyordu. Öte yandan Pazar Ola Hasan Bey gibi kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek zararsız bir şahsiyet hakkında laflamak onu kendi buhranlı meselelerinden uzaklaştırmış, bir nebze olsun hafiflemesini sağlamıştı.

“Bu senin Hasan Bey’le ilgili hatırladığım bir başka hususiyet de esnafı selamlama şekli… İşportacının yanından geçerken ‘Pazar ola İşportacıbaşı’, gazete satan küçük çocuğa ‘Pazar ola Gazetecibaşı’, kör dilenciye ‘Pazar ola Dilencibaşı’, kalaycı dükkanına başını uzatarak ‘Pazar ola Kalaycıbaşı’, berber çırağına ‘Pazar ola Berberbaşı’ diyordu.”

Rasim Usta, talebesini onaylayan sevecen bir hoca edasıyla Kemal Bey’in gözlemini tabir etti.

“İşte öyle yüce gönüllü bir zattır Hasan Bey. Yaşı, dini, rütbesi ne olursa olsun, onun nezdinde herkes yaptığı işin başıdır, üstadıdır, en kıymetlisidir. Çocukla ihtiyar, Müslümanla Yahudi, Rumla Ermeni, çırakla usta onun gözünde birdir. Hepsi aynı derecede mühimdir. İşinin piridir.”

Kemal Bey, arkadaşının Pazar Ola Hasan Bey’e duyduğu hürmet ve hayranlığı tebessümle takip ediyor; delilik ve dahilik alametlerinin birbirine ne kadar benzer olabileceğini hatırlatarak dostunun muhayyilesi ile alay etmek istemiyordu.

Bir süre konuşmadan yürüdüler. Çarşı, pazar oldukça tenha görünüyordu. Küçükpazar’ı geçip Unkapanı istikametinde ilerlemeye devam ettiler. Kemal Bey aniden Rasim Usta’ya dönerek:

“Sahi biz nereye gidiyoruz?” diye sordu.

Rasim Usta, göbeğini tutarak güldü.

“Hiç sormayacaksın sanmıştım.” dedi. “Atlamataşı’na. Pazar Ola Hasan Bey’in evine.”

Kemal Bey bir kez daha durup ellerini iki yana açtı.

“Latife ediyorsun.”

Rasim Usta gevrek gevrek sırıtarak, yürümeye devam etti:

“Vallahi latife etmiyorum, kardeşim. Ben de çarşı eşrafı gibi Pazar Ola Hasan Bey’in uğuruna inanıyorum. Yıllardır bütün dükkancılar, işportacılar bilir: Onun ‘Pazar ola’ dediği esnafın işleri o gün rast gider. Demedikleri ise kimi gün siftah dahi yapamaz. İşler her gün geriye gidiyor dedim ya az evvel…”

“Evet?”

“Ne zamandan beri işler fena biliyor musun?”

Kemal Bey başını iki yana salladı.

“Pazar Ola Hasan Bey altı ay önce bir araba kazası geçirip, evden dışarı çıkamamaya başladığından bu yana.”

“Yani?” Kemal Bey de artık ciddileşsin mi, gülüp geçsin mi şaşırmıştı.

“Yani Hasan Bey bize ‘Pazar ola’ demeyi bıraktığından beri, piyasanın bereketi de kesildi.” diye açıkladı, Rasim Usta. “Birkaç dükkan hariç herkesin işleri tepetaklak gidiyor. Sonunda sorduk, soruşturduk ki meğerse o birkaç dükkan; yani Mısır Çarşısı’ndaki baharatçılar, Tahtakale’deki kahvecilerle şekerciler, Küçük Pazar’daki kasap, Berber Osman filan gizli gizli Hasan Bey’in evine gidip ellerini, bıçaklarını, makaslarını, küreklerini Hasan Bey’in ellerine sürter, duasını alırlarmış.”

Kemal Bey dudaklarını büzerek:

“Sen de evliya ziyaretine gidip tuz, şeker bırakan, çaput bağlayan hatunlar gibi bir meczuptan medet mi umacaksın yani?” diye sordu.

Rasim Usta’nın yüz hatları gerildi. “Tastamam öyle kardeşim” dedi. “Şayet benim inancıma ve Hasan Bey’in cezbesine hürmet ediyorsan başımın üstünde yerin var; yok etmiyorsan ister burada, ister Hasan Bey’in evinin sokağında vedalaşalım, herkes kendi yoluna gitsin.”

Rasim Usta ki, Kemal Bey onu çocukluğundan beri hep ılımlı, uyumlu, uzlaşmacı bir karakter olarak bilirdi; ilk kez arkadaşına böyle rest çekiyordu. Kemal Bey önce afalladı. Sonra bu kadim yarenine beslediği muhabbetin, aydın kişi izanına ağır bastığına kanaat getirerek:

“Anca beraber, kanca beraber…” dedi. “Bizim kitabımızda yarenimizi yarı yolda bırakmak yazmaz.”

Rasim Usta’nın yüz hatları gevşedi. Arkadaşına minnetle gülümsedi. Unkapanı’na kadar hiç konuşmadan, uygun adım devam ettiler. Kemal Bey düşündükçe arkadaşının gerginliğinin bir inanç ve itimat meselesinden ziyade, geçim sıkıntısı yaşayan bir babanın endişe ve çaresizliğinden kaynaklandığına hükmetti.

Unkapanı’na vardıklarında, dükkanın önünde çubuk tüttüren hırkalı bir Bakkal’a Pazar Ola Hasan Bey’in evini sordular. Yoldan geçenler duman altı Bakkal’dan evvel davranarak el kol işaretleri ile adresi tarife koyuldular. Sonunda yağız bir delikanlı, o tarafa gittiğini söyleyerek Rasim Usta ile Kemal Bey’e kendisini takip etmelerini söyledi. İki arkadaş birbirlerine göz kırparak delikanlının peşine düşerken, her ikisi de Hasan Bey’in civardakiler tarafından bu derece tanınıp sayılmasına ve ziyaretçilerine neredeyse hacı muamelesi yapılmasına şaşırmış görünüyordu.

Delikanlı dar, kasvetli bir sokakta, bir nalburun önünde durdu. Dükkanın üstündeki eskice evi göstererek “burası” dedi. “Hayrını görün” temennisinin ardından, adımlarını sıklaştırarak yoluna devam etti.

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı. Rasim Usta önce kendini, sonra da Kemal Bey’i tanıtınca, kadın hiç konuşmadan misafirleri içeri buyur etti. Onları iki tarafında boş gaz tenekeleri dizilmiş ufak bir avludan geçirip kendi halinde bir odaya götürdü. Oranın Hasan Bey’in odası olduğunu söyledi. Hasan Bey’in bahçede olduğunu ekleyerek, çağırmak üzere dışarı çıktı.

Beş dakika kadar iki sedir ve duvara asılı bir Kuran-ı Kerim’den başka eşyası bulunmayan odada beklediler. Sonunda ak sakallı, sarıklı bir adam önde, Pazar Ola Hasan Bey arkada, içeri girdiler. Ak sakallı adam, Hasan Bey’in babası olduğunu söyleyerek sırayla misafilerin ellerini sıktı. Hasan Bey gözlerinde saf bir bakış, dudaklarında mütebessim bir ifade ile konukların karşısındaki sedire oturdu. Camdan dışarı bakarak:

“Sefa geldin Bıçakçıbaşı” dedi.

Rasim Usta avcunu göğsüne koyarak.

“Hoş gördük Hasan Bey” diye karşılık verdi. “Bu benim çocukluk arkadaşım: Kemal Bey.”

“Kemal Bey ne iş yapar?”

“Muhabirdir kendisi.”

“Sen de hoş geldin Gazetecibaşı. Anam kızartacağı balıkları sizin yazdıklarınızın üstünde unluyor.”

Kemal Bey, ne diyeceğini bilemedi. Gülümseyerek başını salladı.

“Niye geldiniz Bıçakçıbaşı?”

Babası araya girdi.

“Evladım hiç misafire öyle denir mi?”

“Baba sen ne zaman öleceksin? Daha senin vaktin gelmedi mi? Ben bile ölüyordum arabanın altında ama senin hiç niyetin yok. ”

“Tövbe tövbe… Allah’ın işine karışılır mı oğlum, hem ben ölürsem ne yapacaksın?”

“Yasin okurum. Ruhuna lokma dökerim, helva pişiririm. Fakir fukara sevinir.”

Kemal Bey makaraları koyvermemek için kendini zor tutuyordu. Rasim Usta lafa karıştı.

“Allah uzun ömür versin babanıza, Hasan Bey” dedi. “Siz isteyin, biz kendisi sağken de fakir fukaraya lokma döktürelim, helva dağıttıralım.”

“Senin baban var mı?” diye sordu Hasan Bey.

Rasim Usta önüne bakarak: “Sizlere ömür.” diye mırıldandı.

Hasan Bey yine şaka mı ciddi mi belli olmayan çocuksu bir tonda:

“Yaa bekara koca boşaması kolay tabi.” dedi. Babasını Rasim Usta’ya işaret ederek: “Bu sarıklı senin baban olsun ister miydin?”

Rasim Usta kekeledi. “İsterdim tabi.” diyebildi sonunda. “Baba, erkeğin arkasında dağdır.”

“Al o zaman, bizim Uludağ senin olsun. Haydi hayrını gör. Öp bakalım mübarek elini.”

Rasim Usta ne yapacağını bilemedi. Ak sakallı adam elini uzatınca mecburen alnına götürdü. Kemal Bey gülmemek için dudağını ısırıyordu.

O sırada ihtiyar kadın, iki feraceli misafirle kapıda göründü. Hasan Bey göz ucuyla misafirleri keserken:

“Bunlar neden gelmiş?” diye sordu.

İhtiyar kadın utana sıkıla: “Seni görecekleri gelmiş.” diye cevapladı.

“Haa… O zaman gelin oturun şöyle. Hoş geldiniz, sefa getirdiniz.” diyerek yerinden kalkıp misafirleri karşıladı. Babası ile birlikte karşı sedire, Kemal Bey’le Rasim Usta’nın yanına geçtiler. Kadınlar, baba oğulun boşalttığı yere oturdular.

İkisinin de yüzleri yaşmakla örtülüydü. Açıkta kalan gözlerden birinin yaşlı, diğerinin ise körpe olduğu anlaşılıyordu. Hasan Bey:

“Beni neden göreceğiniz gelmiş?” diye sordu.

Kırışık gözlerin sahibi: “Kızımı münasip bir koca ile baş göz etmek istiyoruz, Hasan Bey.” diye açıkladı. “Seni gören kızoğlankızlar, üç vakte kadar zevce oluveriyormuş diye işittik. Nasiplenmeye geldik.”

Hasan Bey konuştuğu kişiden başka yönlere bakıyor, karşısındakini dinlemediği izlenimi uyandırıyor, sonra beklenmedik bir anda sorduğu sorular ve ettiği kelamlar ile herkesi şaşırtıyordu.

“Nasıl bir koca ister kızın?” diye sordu bu kez de.

“Yaşı kemale ermiş, mürekkep yalamış, gezeceğini gezmiş, göreceğini görmüş, artık evinin erkeği, çocuklarının babası olarak huzurlu bir hayat sürmeye karar vermiş, hali vakti yerinde, helal süt emmiş bir koca ister.” diye sıraladı kadın.

“Ne çok şartınız, şurtunuz varmış. Açsın bakalım yüzünü.”

Kız, tereddütle annesine baktı. Annesi, bu kadar erkeğin karşısında yüzünü göstermesine asla izin vermezdi. Kadın bakışlarını yalvarırcasına Hasan Bey’e çevirdi. Pazar Ola Hasan Bey hiç oralı değildi.

“Aç aç… Zarar gelmez. Onlar yabancı değil. Sizin gibi namuslu insanlar.”

Kadın ve kızı ne söylenileni yerine getiriyor, ne de itiraz edebiliyorlardı.

Hasan Bey sıkılıp: “Siz bilirsiniz. O zaman kalkın, gidin.” deyiverince feracelerinin altında şöyle bir titrediler. Ta Edirne’den sırf Pazar Ola Hasan Bey’in duasını almak için gelmişlerdi. Daha önce hayrını görenler; kızlarının kısmetlerinin açılmasını Hasan Bey’in iyilik dolu bakışlarına borçlu olduklarını söylemişlerdi.

Kafa kafaya verip, fısıldaştılar. Ve sonunda kızın yaşmağını kısacık bir süre için açmaya karar verdiler.

Kızın eli yaşmağa giderken, Hasan Bey, babası, Rasim Usta ve Kemal Bey bakışlarını önlerine indirdiler. Kız yaşmağını indirdi. Ve beklemeye başladı. Hasan Bey hala diğerleri ile birlikte utangaç çocuklar gibi önüne bakıyordu. En sonunda kızın annesi dayanamadı:

“Efendi” dedi. “Buyurun. Bakabilirsiniz.”

Rasim Usta ile Hasan Bey’in babası hiç kımıldamadılar. Hasan Bey’in bakışları kısacık bir an için kızın yüzünü yalayıp utangaç çocuklar gibi odanın farklı bir köşesine kaçtı. İşte o an olağanüstü bir durum gerçekleşti. Kemal Bey’in başı kendi iradesi dışında bir kuvvet tarafından, adeta çenesinden tutulup ağır ağır yukarı kaldırıldı. Bakışları yaşmağın araladığı cennet kapısından içeri daldı. Sırayla gül dudaklarda, ipek tende ve hokka burunda pervane gibi kanat çırptıktan sonra ahu gözlerde alev aldı. Ve o alev, tez zamanda aşk yangınına dönüşerek Kemal Bey’i esir aldı.

O sırada genç kız da, kıvılcımlar saçan ela gözler karşısında büyülenmiş gibi kalakaldı. Annesinin böğrüne vurduğu dirsek darbesiyle kendine gelip yüzünü örttükten sonra da tesiri artarak devam eden o kıvılcımlar, kızın gözbebeklerinden aşağı göğüs kafesine sirayet etti. Ve çok geçmeden genç bedenini içten ateşler içinde bırakırken, dıştan tir tir titretmeye başladı.

Hasan Bey uzun sessizliklere tahammül edebilen biri değildi. Ayaklanırken:

“Pazar ola Gelinbaşı” dedi. Yaşlı kadın ayağa kalkıp, hafifçe eğilerek Hasan Bey’e teşekkür etti. Kız da onu taklit edip, kapıya yöneldi. Dışarı çıkmadan önce bir kez daha gözleri Kemal Bey’in yangın yeri bakışlarına takıldı. Önünden geçerken, titreyen eli beyaz ipek mendilini Kemal Bey’in ayaklarının dibine bırakıverdi.

Kemal Bey çölde su bulmuş bedevi gibi mendili yerden alıp burnuna götürdü. Ahu gözlüsünün ipek teni niyetine içine çekip yangınını hafifletmeye çalıştı. Ve birden yerinden fırlayıp, mendili teslim etme bahanesiyle, ana kızın İstanbul’da kaldığı adresi öğrenmek üzere peşlerinden dışarı çıktı.

Odaya geri döndüğünde Rasim Usta, bereketini artırsın diye dükkandan getirdiği bıçağı Pazar Ola Hasan Bey’in eline sürtmeye çalışıyor; Hasan Bey elini keser diye bıçağa dokunmaya yanaşmıyordu. En sonunda ak sakallı babasıyla Rasim Usta, Hasan Bey’i bıçağın sapına el sürmeye razı edebildiler.

Hasan Bey sapı kavrarken “Pazar ola Bıçakçıbaşı.” diye bağırdı.

Duasını alan Rasim Usta, sırtından ağır bir yük kalkmış gibi, nefesini salarak şöyle bir doğruldu: “Allah razı olsun Hasan Bey” dedi. Ve ayağa kalktı.

Rasim Usta vedalaşmak üzere ak sakallı adamın elini bir kez daha öperken, Hasan Bey seslendi:

“İstersen yeni babanı da al götür. Bir dahaki ziyaretinde geri getirirsin.”

Şaka mı ciddi mi söylendiği tam olarak anlaşılamayan bu sözlere hep beraber güldüler.

Kapıda dikilmekte olan Kemal Bey’i fark eden Hasan Bey:

“Sana da Pazar ola Gazetecibaşı.” dedi. “Yine gel.”

Kemal Bey, Hasan Bey’in karşısında saygıyla eğilirken: “Sayende Pazar oldu bile Hasan Bey.” dedi. “Akşama annemi kız istemeye gönderiyorum. İnşallah düğüne seni de bekleriz.”

Hasan Bey’in gözleri neşe ile parladı: “Gelirim inşallah.” dedi “Düğünleri çok severim. Keşkek yer, şerbet içeriz. Göbek atar, halay çekeriz.”

Rasim Usta ile Kemal Bey, avluda, gaz yağı tenekelerinin arasından sokak kapıya doğru ilerlerken içeriden hala Hasan Bey’in sesi geliyordu:

“Heeeyt!… Pazar ola Davulcubaşı… Pazar ola Zurnacıbaşı… Sana da Pazar ola Halaybaşı…”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

SEV BENİ

Kemancı coşmuştu: “Sözler eksik bizde Yenge. Bundan sonrası sende…” Kadın, bakışlarını Erkek’e kilitledi. Sanki sözleri o yazmış, besteyi o yapmış, şimdi de şarkısını taş plağa kaydediyordu. Alay eder gibi başlıyor, yemin eder gibi bitiriyordu. Gözleri Erkek’ten başkasını görmüyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir