PAZAR

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğazın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı… Ağaçların yapraklarını, martıların kanatlarını kıpırdatmadığı, rüzgarın uyuyakaldığı kurşun gibi bir pazar günü.

Banklarda yanındakiyle laflamaya üşenenler vardı. Karabatak gibi uzaklara dalanlar… Arkası dönük kimi adamların üstünden ince ince dumanlar yükseliyordu. İçilmeyi unutulan sigaralar, sahiplerinden habersiz önce küle dönüşüyor, sonra betona düşüyordu.

Balıkçı silüetleri dizilmişti rıhtıma. Hanidir oltalarında tık yoktu. Misinasını toplamaya, iğnesinin ucundaki yemi kontrol etmeye yeltenmiyordu yine de hiçbiri. Zevkine olta sallayanı da vardı içlerinde. Akşam yemeğini çıkarmaya çalışanı da. Akşam yemeğini çıkarmaya çalışıp da zevk için sallıyormuş gibi yapanı da. Akşam yemeğini çıkarmaya ihtiyacı olmamasına karşın salladığından zevk alamayanı da… Ama öylesine aynı görünüyorlardı ki; hepsi birbirinden bezgin ve silik; insan onlara bakıp hayal dahi kuramıyordu.

Bir bankın ucuna ilişmiş, yanı boş bir kız vardı bir de. Denizi karşısına almış. Bacaklarını yanaştırmış birbirine, eteğini çekip iyice örtmüş diz kapaklarını. Yanına bir erkek otursa dert, oturmasa başka dert.

***

Haftanın altı günü bir plastik imalathanesinin bodrum katında, tozlu çıplak bir ampulün altında kalıp basıyordu, genç adam. Gün boyunca sırlarının yarısı dökük bir aynadan başka hiçbir varlıkta yansımasını görmeksizin…

Rutubet, ısınmış plastik kokusu ile bir olup ciğerini tıkıyordu bazen; öksürük nöbetine tutuluyordu. Temiz hava almak için ter içinde dışarı çıkıyordu çaresiz. Üşütüyordu. Sonrasında daha beter öksürüyordu.

Karanlıkta girip karanlıkta çıkıyordu bodrumdan. Usta kaç kalıp bastığını çıkışta kontrol ediyordu. Eksiği çıkarsa, tamamlayana kadar devam ediyordu.

Geceleri imalathanenin en üst katındaki işçi yatakhanesinde elini yüzünü yıkayıp, ekmek arası Allah ne verdiyse yedikten sonra betona serili döşeğine kıvrılıp, horultular, sayıklamalar eşliğinde sızıyordu. İki yanında yatanlar sık sık değiştiğinden bir süredir kimseyle arkadaşlık etmiyordu.

Bir tek Pazarlar onundu. Pazar sabahları erkenden kalkıyor, sokağın başındaki börekçiye yürüyor, bir buçuk porsiyon kıymalı kol böreği söylüyordu. Daha da yerdi ya, kardeşleri geliyordu aklına. Fazlası boğazından geçmiyordu.

Sonra bir otobüse binip dayısının müdavimi olduğu kahvehaneye varıyordu. Hep aynı duvar dibi köşe masada, sigara dumanları ve iskambil kağıtları arasında buluyordu onu.

Oyun bitinceye kadar sesini çıkarmadan bekliyordu. Çok geçmeden çayı geliyordu; dayısı mı işaret etmiş oluyordu, yoksa çaycı kendi mi akıl ediyordu bunu, çözemiyordu bir türlü.

İmalathanenin plastik bardaklarından sonra cam bardağı, sevdiğinin elini tutar gibi şefkatle sarıyordu parmakları. Çayını usul usul yudumlarken etrafında olan biteni, her an uykuya dalacakmış gibi izlemeyi seviyordu.

Kahvehanenin içi siyah beyaz görünüyordü ona. Duman rengi… Kül rengi… Kır bıyık, gri kasket, kirli sakal rengi… Uçuşan toz zerrecikleri rengi… Soluk ceket, boyasız ayakkabı, göğüs kılı rengi… Buharlı çay ocağı, çay tepsisi, alüminyum çay kaşığı rengi…

Oyun arasında, zarfı büyük kardeşinin kargacık burgacık el yazısı ile yazılmış bir mektup çıkarırdı bazen dayısı iç cebinden. O zaman renklenirdi işte ortam. Tam karşısında oturan adamın süveterinin baklavalarının kırmızısı, cam kenarındaki işsizin çarşaf gibi açtığı gazetenin spor sayfasındaki futbol sahasının yeşili filan sulu boya gibi dağılırdı kahvehaneye. Bir tutam güneş dökülürdü bazen de camdan içeri, kovayla boşaltılmış gibi. Mektup kalınsa, altın renginde.

Bir oyun daha bekler, kağıtlar karılırken annesine göndermesi için haftalığını dayısına teslim ederdi. Dayısı bazen yaladığı kalın baş parmağıyla parayı ağır ağır sayar, dikkatlice çorabının içine yerleştirirdi. Bu hareket iyi gelirdi ona. Bazen de aklı başka yerde, parayı aldığı gibi yan cebine, kendi parasının yanına koyardı. O zaman yutkunurdu şöyle bir. Ama elinden bir şey gelmezdi. Gri gri sigara dumanı dolardı genzine. Boğulacak gibi olur, dayısının elini öpüp, soluğu sokakta alırdı.

Mektup gelmişse kahvehaneye yakın, girişi sakin bir apartmanın merdivenlerine çöküp okurdu bir çırpıda. Koklar, kalbinin üstündeki cebe yerleştirirdi. Sonra yürür, yürürdü… Boğaz kıyısındaki parka kadar.

Parkı diklemesine geçip rıhtıma inerdi. Memleketinin yaylası niyetine uzun uzun denizi seyrederdi. Yorulunca bir avuç çim bulur çökerdi, köyünün merasının özlemiyle. Etrafta köpek varsa çağırırdı muhakkak. Ot kokusu, hayvan kokusuyla bir olup bütün hafta yay gibi gerilen kaslarını gevşetsin diye.

Köpeği sever, Kangal’ı ile hasret giderir gibi avuçlardı yüzünü. Sonra çimlere uzanıverirdi. Ellerini başının altına yastık ederdi. İşte o zaman, bu şehirde bir tek o zaman göğsünün özgürce inip kalktığını hissederdi. Gökyüzü birdi işte! Gök kubbenin altında her yer, herkes bir.

***

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı.

Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu. Hiçbirinin oltasında hareket yoktu. Hangisinin zevkine orada dikildiğini, hangisinin ekmek parası peşinde olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Ağaçların yaprakları, martıların kanatları kıpırdamıyordu.

Onu, başını biraz daha kaldırınca fark etti. Az ötesindeki bankın ucuna ilişmişti. Gür, siyah saçları iştahla omuzlarına dökülmüştü. Yanı boştu. Denizi karşısına almış, kıpırdamadan oturuyordu. Etraftaki hiç kimse ne kızla, ne de onunla ilgileniyordu.

Başını tekrar çimlere bıraktı. Şehre ayak bastığından bu yana hiçbir kadınla konuşmamıştı. ‘Keşke görmeseydim şu kızı’ diye geçirdi içinden. Kalkıp yanına otursa dert, oturmasa başka dert.

Derin bir nefes aldı. Bakışlarını dikkatle gökyüzüne dikti. Güneşin bir aralık bulup aşağı sızarak, yeryüzünü renklendirmesini beklemeye koyuldu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

YALÇIN ABİ

Ekmek, deterjan ve ciklet kokardı bakkalın içi. Her mevsim loş ve serin. Yalçın Abi en dipte yazar kasanın arkasında kitap okuyor olurdu genellikle. O oturduğu için gözleri aynı hizada; tam istediği gibi. Parmak uçlarında sessizce yürüdüğünden Yalçın Abi hemen fark etmezdi onu. Zerrin de fırsat bu fırsat uzun uzun incelerdi: Elini ciddiyetle çenesinde tutuşunu…

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı. Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne…

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Gökhan Türker
    30 Aralık 2016
    Yanıtla

    Selamlar
    Facebook’ta rastladıktan sonra öykülerinizi takip eder oldum. Kısa öyküler günün yoğunluğu ve stresinden kaçıp okumak için birebir. Özellikle son yıllarda sonu olmayan öyküler daha bir mantıklı gelmeye başladı. Yaşlandık belkide mutlu sonları arzu etmek geride kalıyor. Hayatı daha çok anlıyoruz belki de. Kimbilir 🙂
    Her neyse hikayelerinizi okumak benim için bir zevktir. Elimize sağlık

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir