PRENSES

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş, kucaklayıp kapı önüne bırakmış, hırsını alamayıp tokatlamış, yine de inadını kıramamıştı.

Sırları dökük, ortadan çatlak aynalarının karşısına geçip, kendini beğenmeden, hiçbir güç onu eşiğe çıkaramazdı. Yaka paça gündelik giysileriyle sokak kapının dışına sürüklendiğinde mesela, bir yolunu bulur, pencere pervazından, kapı aralığından, bacak arasından kendini tek göz evlerine atar, cenin gibi dizlerini karnına çekerek küçük, esmer elleriyle yüzünü kapatır, dua edercesine dudaklarını kımıldatırken sokakla hazırlıksız yüzleşmiş halini unutmaya çalışırdı.

Bir prenses öyle alelade giysilerle, saçını taramadan, bereket simgesi elmasını, güzellik saçan çiçeğini eline almadan eşiğe çıkamazdı çünkü. Ancak bunlar tamamsa sokak kapısına dikilip etrafı süzebilir, gelen geçenin hayran bakışlarını sineye çekebilir, şapırdatarak elmasını yiyebilirdi. Ama eşikten dışarı adımını atamazdı o zaman dahi. Bir prensesin sokakta evcilik oynadığı, ekmek almaya gittiği filan duyulmuş, görülmüş şey miydi?

Kural kesindi. Bebekliğinden beri istisnasız her gece rüyalarında bildiriliyordu bu. Gerçek hayattakilerden çok daha güçlü, güzel, heybetli, korkunç, kanatlı, suratsız, dilsiz, ışıltılı varlıklar türlü yollarla söylüyorlardı bunu ona.

Kurala uymadığı bir gece öyle bir cezalandırılmıştı ki rüyasında, bir daha hiç uyanamayacağını sanmıştı. Ayakları, elleri evin eşiğine adeta çivilenmiş; önünden gelip geçen kamyonlar, vinçler, çizmeli polisler, kazma kürekli, baret giymiş işçiler giysilerine, yüzüne, ağzına, burnuna toz, çamur, taş, sıçratır; siyah saçlarını çimento rengine boyar; narin tenini yara bere içinde bırakırken Prenses yerinden kımıldayamamıştı.

Tuğla, beton, kiremit parçaları yağmaya başlamıştı üstüne. Her yerden… Yağmur gibi… Ortalığı sis basmıştı. Bombalar düşüyordu sanki dört yanına, yer sarsılıyor, yıkım şiddetleniyordu. İsabet eden her parça canını yakıyor, ezilen bedeni acı içinde kıvranıyor, ciğerleri toz toprakla doldukça soluk almakta zorlanıyordu.

Nihayet kaya gibi büyük bir kütlenin, belki bir iş makinesinin ucundaki balyozun, belki yukarıdaki viyadükten aşağı düşen bir kamyonun altında kalmak üzereyken kan ter içinde uyanmıştı. Bütün aile çığlıklar atan kızın başına toplanmıştı, uyku sersemi. Prenses, dakikalarca hüngür hüngür ağladıktan sonra konuşabilecek duruma gelmiş, babasından bütün ev ahalisi adına “bir daha asla ve asla hiç kimse Prenses’i sokağa adım atmaya zorlamayacak” sözünü aldıktan sonra biraz olsun sakinleşebilmişti.

Bir tek babası anlıyordu Prenses’i. Kara gözlerini kocaman açarak anlattığı hikayeleri dikkatle dinliyor, ona içtenlikle inanıyordu. Ama ablaları çekemiyordu babalarının kaçık kardeşlerini “prensesim” diye çağırmasını, dizine oturtup saçlarını okşamasını. Babaları işe gidince inadına bulaşık yıkama, yer silme, döşek toplama, soba yakma işini ona gördürtüyor; süslenip kapı eşiğine çıkamasın diye iş üstüne iş yığıyor; söz dinlememeye yeltenirse, onu üstündeki eski püskü giysilerle sokağa çıkarıp, cümle aleme teşhir etmekle tehdit ediyorlardı.

Annesi engel olmuyordu ablalarına. Hatta konu komşuyla bir araya geldiğinde fısıldayarak küçük kızının tuhaflıklarından dert yanıyor, babası yüz verdiği için bunca şımarıklığa cesaret edebildiğinden dem vuruyor, böyle giderse adının mahallenin delisine çıkacağını, -“bak şuraya yazıyorum” dedikten sonra- bu kızın başlarına bela olacağını söylüyordu.

Sokağın köşesinde, onlarınkinden de döküntü bir evde Sidikli Hayriye adlı bir dul kadın yaşıyordu. Yoksulluktan tedavi ettiremediği için kronikleşen rahatsızlığı yüzünden çişini tutamamaya başlamış, bu yüzden evden uzaklaşamaz olmuş, bu yüzden gündelikçiliği de bırakmış, bu yüzden daha da yoksullaşmış, bu yüzden avurtları erken çökmüş, otuzlarında bir kadın. Onun beş altı yaşlarındaki ufak oğlu Sümüklü Süleyman inanırdı bir de Prenses’e. Beyaz entarisi, kırmızı tacı ve pabuçları, peri resimli çorapları, bir elinde elması, diğerinde çiçeğiyle eşikte görüldüğünde, Süleyman bulunduğu yerde çakılıp kalır, gözlerini ondan alamazdı.

Süleyman’ın karanlıkta gözüne fener tutulmuş tavşan gibi donakalışları mahalleli tarafından alay konusu edilirdi. Sürekli burnuna çektiği yeşil sümüğünü bile öylece dışarıda unuturdu Prenses’i görünce. Yerçekimine direnemeyen sümüğü, yeşil bir solucan gibi dudağına, oradan da çenesine iner; Süleyman ise Prenses gözden kayboluncaya dek bunun farkına varmazdı.

Süleyman, öylece kalakalıp dalga konusu olacağına Prenses’e yaklaşıp bir şeyler demek; çiçekçi komşunun çöpünden henüz solmamış bir çiçek bulup getirmek, ona olan hayranlığını ifade etmek, gönlünü almak isterdi elbette. Ama elinden bir şey gelmiyordu işte; gece gündüz Prenses’in hayalini kuruyor, onu gördüğünde ise bir mucizeye tanık olmuşçasına büyülenip kalıyordu.

***

Kentsel dönüşüm projesi önce bir dedikodu, felaket tellallarının çıkardığı bir söylenti gibi karşılandı mahallede. Aşağı mahalleden belediyede tanıdığı olan biri projenin seçimlerden sonra devreye sokulacağını söylediğinde de pek ciddiye alınmadı. Belki bölgedeki evlerin çoğu tapusuz, ruhsatsız, vergisizdi ama bu onlarca yıldır böyleydi. Şehrin göbeğindeki arazi değerliydi ama kentsel dönüşüm projeleri genellikle tarihi dokusu olan semtlerde uygulanmıyordu. Hem mahalle kaç seçimdir iktidar partisine oy veriyordu, Mahmut Ağa’nın her tür resmi dairede hemşehrileri, tanıdıkları bulunuyordu.

Ama düşündükleri gibi olmadı. Seçimlerin ardından yıkım kararı alındığı haberi geldi. Hazırlıklar hızla sürdürüldü. Tapulu ev sahiplerine merkezin çok uzağındaki toplu konutlara yerleştirilecekleri, diğerlerine boşaltmadıkları takdirde evlerinin eşyaları ile yıkılıp atılacağıa bildirildi.

Prenses’in babası yıllardır gecekondularının parasını ödüyordu ama tapusu yoktu elinde. Sidikli Hayriye ve sokaktaki pek çok komşu gibi… Her ay taksitleri toplayıp, senetleri yırtarken tapuları kasada tuttuğunu söyleyen Mahmut Ağa, adamları ile birlikte bir sabah sırra kadem basınca mahalleli resmi görevlilere kah direnen, kah yalvaran bir çaresizliğin içine düştü.

Görüşmeler, tebliğler, tatlı dille ikna çalışmaları, tehditler derken, sonunda yıkım günü geldi. Sokaktaki binaların çoğu boşaltılmıştı. Geriye eşyalı, insanlı, yalnızca iki gecekondu kalmıştı: Sidikli Hayriye’ninki ve Prensesler’in evi…

Polis, yıkım araçları ve gazeteciler mahalleye girdiğinde bu iki evde yaşayanlar sokağın başında el ele tutuşmuş, gövdeleri ile barikat oluşturmuştu. Üç kişi hariç: Altına kaçırmaktan korktuğu için evinden çıkamayan Sidikli Hayriye, giyinmiş süslenmiş, olan biteni kapı eşiğinden izleyen Prenses ve o eşikte belirdiğinden beri barikattaki görevini unutup Prenses’e kilitlenen Süleyman.

Polisler Prenses’in babasını, kendini yerden yere atan annesini, ablalarını, Sidikli Hayriye’nin büyük çocuklarını etkisiz hale getirip ekip aracına tıktı. İki polis Hayriye’nin kollarına girerek, en ufak direniş göstermeyen kadını da minibüse taşıdı. Kadıncağız heyecandan koltuğa oturur oturmaz çişini yapmaya başladı. Araçtakilerin ayaklarının altı göl oldu. Polis söylenerek başını iki yana sallayıp kapıyı kapattı. Yıkım aracı Sidikli Hayriye’nin evini yıkmadan önce belediye görevlileri içerideki kırık dökük eşyalardan hacimli olanları elektrik direğinin dibine taşıyıp üzerlerini battaniye ile örttü.

Evi yıkılırken Sidikli Hayriye’nin yüzünde isyan ve üzüntüden çok, az önce altına işemiş ve hayatı boyunca uğruna çalıştığı her şeyi sersemce yitirmiş olmanın utancı okunuyordu. Kepçenin ucu, gençliğinde rahmetli kocasına, o öldükten sonra çocuklarına günde üç öğün yemek hazırladığı, pişirdiği, bulaşık yıkadığı mutfak tezgahını parçalarken gözünden bir damla yaş süzüldü. Misket gibi, iri, ağır bir tanecik göz yaşı… Tam o sırada arabanın içinde Süleyman’ın olmadığını fark etti. Avazı çıktığı kadar bağırmaya, polis aracının camlarını yumruklamaya başladı. Memurlar bu çırpınışları yıkılmanın üzüntüsüne bağladılar. Kadınla ilgilenmediler.

Sidikli Hayriye’nin evi de diğerleri gibi moloz yığınına döndükten sonra, ayakta bir tek ev kalmıştı. Araçlar, memurlar ve gazeteciler o eve doğru yöneldiler. Ve Prenses’i ilk o zaman fark ettiler. Tiril tiril giyinmiş, saçlarını güzelce taramış, kırmızı tacını takmış, bir elinde giysi ve aksesuarlarının rengi ile uyumlu kırmızı, beyaz çiçekler tutuyor, diğeri ile yeşil elmasını dişliyordu. Bu kez rahmetli büyükannesinin tespihi de elindeydi. O gün daha fazla duaya ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.

Yıkıntıların ortasındaki dökük gecekondunun eşiğinde dikilen bu süslü kız çocuğu hemen gazetecilerin ilgisini çekti. Flaşlar arka arkaya patladı. Fotoğraflar haber servisleri ile paylaşıldı. Komiser, kızın bu kadar ilgi çekmesinden hoşlanmamıştı. Kameraların önünde daha uygar, sevecen bir görüntü vermek için adamlarına “durun” diye bir el işareti yapıp, kıza doğru yürümeye başladı. Başını eğip tatlı tatlı bir şeyler söyledi önce. Prenses hiç ilgilenmeden başka yöne bakıyor, elmasını ısırıyordu. Rüyası gelmişti aklına, kabusu… Onu düşünüyordu.

Komiser elini kaldırdı. Kızın saçlarını okşayıp şefkat göstermeye hazırlanıyordu ki, yıkıntıların arasında bir hareket oldu. Prenses eşiğe çıktığından beri orada kıpırdamadan duran Süleyman birdenbire fırladı. Kurşun gibi hızlı, Prensesler’in evin kapısına vardı. Kollarını açarak Komiser ile Prenses’in arasına girdi. Dişleriyle gözlerini her türlü tehdide göğüs gerebileceğini gösteren bir kararlılıkla kısarken sümüğünü içeri çekti.

Flaşlar ardı ardına patlıyor, internet gazeteleri ve sosyal medya; yıkıntıların ortasında elmasını dişlemeyi sürdüren Prenses, onun bir metre boylarındaki gözü pek fedaisi Süleyman ve bu irade karşısında ne yapacağını bilemeyen Komiser’in şaşkın görüntüleriyle çalkalanıyordu.

Komiser olabildiğince yumuşattığı sesiyle, Süleyman’ın başının üstünden bakarak: “Güzel kızım ver elini, babanların yanına götüreyim seni. Senin iyiliğin için söylüyorum. Bak ne güzel giyinmişsin. Size en ufak zarar gelmesini istemeyiz.” diye konuştu.

Kız uykudan uyanır gibi başını çevirdi adama doğru. Bakışlarında ne korku, ne de çocukluk vardı. “Hayır, buradan ayrılamam.” dedi. “Buna mecburum.”

“Duydun Prenses’i.” diye bağırdı Süleyman. “Bas git hadi!”

Komiser’in alnı kırıştı. Kaşlarını çatmış, adamlarına “Alın şunları” demeye hazırlanıyordu ki, telsizden, “Çocukları bırakın.” diye bir anons geldi.

Komiser: “Amirim, hava kararmak üzere. Bu evi yıkmazsak görev tamamlanamayacak” diye yanıtladı.

“Emir yukarıdan.” diye kestirip attı telsizden gelen ses. “Çocukları ve son evi bırakın. Görev tamamlanmıştır.”

***

İki yıl sonra mahallenin bulunduğu yere metro gelmiş, işyeri ve konut olarak kullanılmak üzere gökdelenler dikilmiş, şehrin en büyük alışveriş merkezlerinden biri açılmıştı. Tam alışveriş merkezinin ana giriş kapısının karşısında ise Prensesler’in evi bulunuyordu.

Prenses ve ailesi inşaat şirketinin gökdelende yeni daire, farklı bir bölgede daha geniş bir ev hatta villa gibi tekliflerini kararlılıkla reddetmiş; kamuoyu da tamamen Prenses ve ailesinin yanında, davayı dikkatle takip edince yerinden kımıldamamayı başarmıştı. Şirket, en sonunda evin dış görünümünü güzelleştirecek bazı tadilat önerilerini kabul ettirebilmiş; bu kapsamda çatı ve dış cephe yenilenmiş, bitişiğine aynı büyüklükte bir ev daha ilave edilerek Sidikli Hayriye ve ailesi oraya yerleştirilmiş, böylece alışveriş merkezinin girişindeki bu tuhaf gecekondu, müşteriler için daha az rahatsız edici hale getirilmeye çalışılmıştı.

Bazı günler, kendini hazır hissettiğinde Prenses yine giyinip süslenip eşiğe çıkıyor, elmasını yiyerek umursamaz gözlerle etrafına bakıyordu. Onun çıkmasını bekleyen kadın ağırlıklı bir grup ziyaretçi AVM’nin girişindeki çiçekçiden birer demet çiçek kaptıkları gibi Prenses’in huzurunda yerlere kadar eğiliyor, çiçekleri ayaklarının dibine seriyor, adaklarını, dileklerini fısıldayıp Prenses’ten yardım diliyorlardı. Prenses bazen başını hafifçe sallayıp kadınlar için dua edeceğini ima ediyor, bazen de evlerinin hemen karşısına inşa edilen büfede, Prenses’in babasının yanında işe giren Süleyman’ın, kendisine kilitlenen bakışlarına karşılık veriyor, hatta iki yıldan beri arada bir gülümseyiveriyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir