LİMAN

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli…

Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek… Erkeğinin uzatacağı masmavi atlastan bir çadır dikip, asırlık bir zeytin ağacının altına yuvasını kurmak… Ve yaradılışın tüm sırlarını minicik gövdesine sığdıran bir yavru dünyaya getirerek, doğanın doğurganlığına ortak olmak için…

Erkeğin aklı öteki koylardaydı. Açık denizlerde… Yeni memleketlerde. Başka türlü insanlarda… Dalgalarla boy ölçüşmekte, rüzgarı arkasına almakta, diğer teknelerle yarışmakta… Kendisinin ve hayatın sınırlarını keşfetmekte… Var oluşunun anlamını bulabilmekte…

Karşılaştılar bir gün. Limanda… Teknesinde dikilen Erkek, Lokantacı’nın kovasını yakaladığı balıklarla doldururken…

Kadın, iskelede denizi seyrediyordu. Güneşi arkasına almıştı. Evrende bir tek o vardı, gerisi alev alev yanıyordu. Eteği rüzgara karışmış, nazlı nazlı uçuşuyordu. Aynı rüzgar kadının kızıl saçlarını erkeğin yüzüne savuruyor, gözünün başka şey görmesini engelliyordu.

Kadın, irkildi şöyle bir. Erkeğin bakışları, güneşten daha sıcaktı. Rüzgardan daha sarsıcı… Deniz köpüğü gibi bembeyaz gülüşüne, güneş yanığından tunç rengi olmuş teninine, gecenin ortasındaki yıldızlar gibi parlayan gözbebeklerine… Onun kendisine bir Tanrı gibi bakabilmesine vurulmuştu işte.

Lokantacı fark etti hemen, ikisinin bir olacağını. Körfez’e uzanan dağlar gibi, birbirlerine uzanıp hep öyle, iç içe kalacaklarını. Sigaradan sararmış pos bıyığını dişleri arasına sıkıştırmış, Erkek’le Kadın’ın tepesinde konfetiler gibi uçuşan martıları seyrederken: “Dilsiz o da senin gibi” diye fısıldadı erkeğin kulağına. “Tıpkı senin gibi dilsiz ve kimsesiz.”

***

Erkeğin denizin kurutulmuş haline benzeterek uzak bir limandan satın aldığı masmavi atlastan, bir çadır dikti kadın. Asırlık bir zeytin ağacının altına kurdular.

Kadının keçisi vardı bir tane. Onun sütünü içtiler. Gölgesine sığındıkları ağacın zeytinlerini yediler. Kadın keçiyle birlikte şifalı, birbirinden lezzetli otlar, yemişler topladı dağlardan. Bir pınar vardı zeytin ağacını besleyen; suyu ordan içtiler. Erkek, ağları her zamankinden dolu dönmeye başladı akşamları. Birlikte yedikleri balıklar her zamankinden daha tatlı…

Kimi gün Kadın da denize açıldı Erkek’le. Keşfettiği mağaraları, uyuyakalmış koyları, insanlardan kaçıp dağlara ev kuranları gösterdi, Erkek ona. Ufak balıkları denize geri attığını… Rüzgarla nasıl karşılıklı ıslık çaldıklarını…

Kadın sıkı sıkı sarıldı erkeğine. Onun sevdiği her şeyi sevdi. Sevgisi yankılandı kayalıklarda, denizi usul usul çalkaladı. Sevgisinin dalga dalga büyüyüşünü gördü gözleriyle. Dağlara çarpıp, daha da büyüyerek geri döndüğünü.

Birbirlerini özlediler. Yan yanayken bile… Uzun uzun bakıştılar. Keçinin tüylerini okşadılar; hindibağları, deniz kabuklarını, topal martıları… Hayranlık duydular balığın pullarına, yusufçuğun kanatlarına, yonca yaprağından yağmur damlası içen serçeye, eski insanların inşa ettiği devasa surlara, yılanın kabuk değiştirişine, yaraların kapanışına, öpünce sızının azalmasına, sevişince her şeyin unutulmasına.

Seviştiler. Denizde. Çadırda. Dağlarda. Keçinin yanında. Zeytin ağacının gölgesinde. Rüzgarın karşısında. Yağmurun, şelalenin altında… Yiyecek bir şey bulamadıklarında, karınlarını bir güzel doyurduktan sonra. Hava serinlediğinde, güneş tatlı tatlı ısıttığında. Gece uyuyabilmek, sabah uyanabilmek için… Günbatımı çok güzel olduğundan… Yıldız kaydı diye… Bulutların sarmaş dolaş olduğunu gördüklerinde… Onlar da bir oldular. İkisi bir olunca, tüm evrenin de aralarına sığabildiğini keşfettiler. Seviştikçe mutlu oldular. Mutlu oldukça daha çok seviştiler.

Konuşan insanlara, yalnızca konuşarak anlaşmaya çalışmalarına; dağlara, denizlere sığmayan duyguları minicik harflere, sözlere, cümlelere sığdırma çabalarına; gökyüzü her göz atışta başka bir hal alırken onu hep tek ve aynı sözcükle tanımlamalarına; özgürlüğün mesela sekiz harfe kelepçelendiği an aslında çoktan uçup gitmiş olduğunu anlamamalarına üzüldüler. Diğerleri, tepede, mavi bir çadırda keçileriyle yaşayan bu ikiliye acıdıklarından çok üzüldüler onlara.

***

Erkek, şeftali ağacı gibi büyüdü, yeşerdi, dallanıp budaklandı kadının sonsuz sevgisiyle. Kadın onun dallarında tomurcuk oldu önce, sonra çiçek. Ve bir gün, güneşin pırıl pırıl gülümsediği bir sabah, nurtopu gibi bir şeftalileri oldu.

Gözlerini dünyalar güzeli yavrularından; kadının hayatı boyunca ufuklarda aradığı mucizeden, erkeğin denizler aşarak ulaşmaya çalıştığı hayatın anlamından alamadılar günler, haftalar boyunca.

Erkek, keçinin memesini sağıp karısına içirdi. Bebek minicik dudaklarıyla annesinin memesini sağıp karnını doyurdu. Günbatımına doğru, gözlerini yavrularından ayırabildikleri kısacık bir an için, Kadın ve Erkek birbirlerine baktılar. Kadının yorgun ve şefkat dolu gözlerinden iki damla yaş düştü. Erkek, damlalar çocuğun yüzüne değmeden parmağıyla onları havada yakaladı. Diliyle ağzına götürüp, içti.

Konuşabilselerdi eğer, o anı asla öyle yaşayamazlardı.

***

Mavi çadırlarında hayvanları kalıyordu artık. Zeytin ağacının altına, kuru ağaçlardan güzel bir ev yapmıştı Erkek bebeğin doğduğu yaz. Bebek keçiyle, lokantacının hediye ettiği civcivlerle, yusufçuklarla, ateş böcekleriyle, kaplumbağa ailesiyle, kumrularla büyüdü. Çocuk oldu. Annesiyle dağlarda ot, mantar, kuru dal, yemiş topladı. Babasıyla balığa çıkabilecek yaşa geldi.

O sabah, evin sundurması altında yumurta, süt, zeytin ve maydanozla kahvaltılarını yaptılar. Sonra annesi denizde yemeleri için hazırladığı bohçayı tutuşturdu erkeğin eline. İlk kez bu kadar büyüktü kumanya. Erkek gülümsedi. Kadın gülümseyemedi ona… İlk kez.

İlk kez ayrılacaktı yavrusundan. Öyle bir sarıldı ki, Erkek ile Çocuk güldüler. Kadın ağladı. Zeytin ağacının altına dikildi. Yemyeşil ağaçların, kiremit çatıların altında uzanan masmavi denize baktı saatlerce. Bembeyaz yelkenli, palmiyenin dalları arasından göründü nihayet. Kanatlarını açmış, bir kelebek gibi süzüldü mavinin sırtında.

Kadın o gün hiç iş yapmadı. Ağzına lokma koymadı. Bütün gün ağladı. Dua etti. Ufka baktı. Koyun köşesinden dönen her bir kara nokta için yerinden fırladı. Sonunda nazlı nazlı yaklaştı beyaz yelkenli. Kadın tepeden aşağı koşmaya başladı. Limana… İskelede, Erkek’le ilk tanıştıkları yerde kucakladı Çocuk’u. Liman bir kez daha aşka bulandı. Kadın bir kez daha kendinden geçip, bir erkeğin gözlerinde eridi o akşam, güneşin denizde kaybolması gibi.

***

Aynı akşam limanda onları gören Lokantacı, Çocuk’un ses çıkarabildiğini, onun okula gitmesi gerektiğini söyledi Erkek’e.

Erkek ile Kadın uzun uzun düşündüler bunu. Kara kara düşündüler… Mutluydular. Özgürdüler. Bilmeleri gereken her şeyi biliyorlardı. Birbirlerini, doğayı, hayatı seviyorlardı. Sessizce, sınırsızca hepsiyle anlaşabiliyorlardı. Yağmurun, ayazın, hırçın dalgaların koynundayken bile hiç kimseye gereksinim duymuyorlardı. Yaralarını severek iyileştirebiliyorlardı.

Çocuk’un bakışları kasabadakilerinki gibi gölgelensin istemiyorlardı. Teninin onlar gibi solmasından; aynaların, giysilerin, kalabalıkların esiri olmasından; duygularını seslere sığdırmaya çalışmasından, sözsüz iletişimi unuttukça mutsuzlaşmasından, öfkelenerek kendini ve başkalarını suçlamasından, sonra Kadın ile Erkek’ten, doğasından ve hepsini bir araya getiren sevgiden kopuk biri haline gelmesinden korkuyorlardı.

Erkek ile Kadın gecelerce uyuyamadılar. Sürgünü kendilerinin mi seçtiğini yoksa buna zorlandıklarını mı düşündüler. Diğerlerinin arasında hayatlarının nasıl olabileceğini hayal etmeye çalıştılar. Çocuklarının kendileri gibi dilsiz olmadığını hatırlattılar birbirlerine. Ve onun hayatı hakkında kendi kendilerine karar alamayacaklarını…

Bir sabah Çocuk ortada, Erkek ve Kadın iki yanında kasabaya indiler. El ele… Hepsi beyazlar içinde. Dosdoğru okula gittiler. Demir parmaklıkların gerisinden boş bahçeye baktılar uzun uzun. Çocuk bu kadar düz bir alan görmemişti hiç. Basket potalarına, futbol kalelerine merakla baktı. Gözleri kocaman oldu.

Zil çaldı, derken. Tiz, gürültülü ve arsız… Kulaklarını tıkadılar üçü de. Zil sustuğunda çığlıklar duyuldu. Ve binanın kapısından oluk oluk çocuk akmaya başladı bahçeye. Farklı yaşlardan, kızlı erkekli, onlarca, yüzlerce çocuk… Bağırarak, itişerek, koşarak, topa tekme atarak, fırlatıp çemberden sokmaya çalışarak, bir köşeye oturarak, kol kola girerek doldurdular bahçeyi. Erkek ile Kadın bakışlarını Çocuk’a çevirdiler. Gözlerindeki pırıltıyı, kulaklarına kadar genişleyen ağzını görünce kararın çoktan verildiğini anladılar.

***

Çocuk büyüdü, genç oldu.

Bir sürü arkadaş edindi. Onlara sevdirmeye çalıştı kendini. Ve öğretmenlere beğendirmeye. Onlarla aynı dili konuşmayı öğrendi. Çok büyük şeyleri; heyecanları, hayalleri, özlemleri, umutları, hayal kırıklıklarını, aşkı sözcüklere sığdırmaya çalıştı. Başlarda hoşuna gitti bu kelime oyunları. İyi notlar da aldı.

Sonra sonra hep bir şeylerin eksik kaldığını hissetti. Öğrendikçe içindeki deliğin büyüdüğünü… Öğretmenlerle, kitaplarla ve diğer çocuklarla iletişim kurabilmek için zihnini sayılar, şekiller ve harflerle doldurdukça; doğanın, sevginin dilini, kendi benzersizliğini unuttuğunu fark etti. Herkesin birbirini anladığını sandığını… Ama aslında hiç kimsenin kendini bile anlayamadığını.

Bir gün dersin ortasında çantasını, defterini toplayıp terk etti okulu, Çocuk. Kadın, pınarda akşam yemeği için topladığı madımakları yıkıyordu. Keçi yanı başında otluyordu. Çocuğu o saatte karşısında görünce şaşırdı kadın. Çocuk iki elini yana açarak “bitti” dedi. “Okul bitti benim için.”

***

Çocuk büyüdü, erkek oldu.

Bazı sabahlar babası ile balığa gidiyordu. Zeytin ağacının altından el sallıyordu annesi beyaz yelkenliye. Baba oğul, küçük balıkları denize atıyorlardı. Aklı öteki koylardaydı Çocuk’un. Açık denizlerde… Yeni memleketlerde. Başka türlü insanlarda… Dalgalarla boy ölçüşmekte, rüzgarla arkadaş olmakta, diğer teknelerle yarışmakta… Kendisinin ve hayatın sınırlarını keşfetmekte… Bütün bunların anlamını öğrenebilmekte.

Düşüncelere dalıyordu sık sık. Babasının kendisini izlemekte olduğunu fark edince, bembeyaz gülümsüyorlardı birbirlerine.

Annesi ile saçlarını uçuşturarak limanda dolaşıyor, Erkek’i bekliyorlardı bazı günler… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini, dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsüyordu, Çocuk…

Bazen de dağlara çıkıyordu tek başına. Yalnızlığında demlenirken, hiçbir şey düşünmezken, hayatın aslında hakkında düşüneceğin değil, zihnini akışına bırakacağın bir şey olduğunu sezerken… Sonra bir an için sezmeyi de unutmuşken… Birdenbire kendini herkesle, her şeyle uyum ve bütünlük içinde buluveriyordu.

İşte öyle anlarda ciğerlerine, kollarına, kalbine sığmayan bir coşku açığa çıkıyor, fokurdamaya başlıyordu içinde. Çocuk, terlemeye başlıyor, kesik kesik nefes alıyor, titreyen elleriyle artık cebinden eksik etmediği kağıtla kalemi çıkarıyordu güç bela.

Ve yazmaya başlıyordu, Çocuk. Yazdıkça rahatlıyor, bütün o düşündüklerini, hissettiklerini, sezdiklerini sözcüklere sığdırmak yerine onlara taşıtmanın yolunu arıyordu. Yazmanın da mucizenin bir parçası olduğunu biliyordu artık. Rüzgar gibi, yağmur gibi, yıldızlar gibi, denizin mavisi, martının kanadı gibi bir parçası…

Yazdıklarını Erkek ve Kadın’a okuyordu bazen. Erkek ile Kadın Çocuk’un aşka benzer bir duygu yaşadığını anlıyor, birbirlerine gülümsüyorlardı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KOLYELER

Yeşilin içinde yürüdüler, yürüdüler… Çiğ düşmüştü otlara. Ayaklarını ıslatacak kadar değil, ayakkabılarını parlatacak kadar. Saçlarına kelebekler kondu. Arılar neşeyle vızıldadılar etraflarında dört dönerken. Sanki çiçek sandılar onları, basbayağı kur yaptılar. Ağaçlar tatlı bahar meltemini bahane ederek dallarını eğdiler yerlere kadar.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir