ŞIKIRDIM

ŞIKIRDIM

Uzun zamandır tadilat görmediğinden dışarıdan harap görünen bir ev, daha doğrusu altında üç göz kayıkhanesi bulunan bir yalıydı. Gündüzleri pencereleri açılıp havalandırılırken Boğaz’dan esen yelle tülleri gelin duvağı gibi uçuşan bu mütevazı görünümlü yalının; geceleri ağır perdeleri indirilir, dışarı toplu iğne başı kadar ışık sızması engellenirdi.

Yalının içi ise neredeyse bir vezir ikametgahı kadar iyi döşenmişti. Her gece meşhur çingene mahallesi Lonca’dan en hünerli saz takımları, en cilveli çengi kızları ve civelek köçek oğlanları çağırtılır, içki sofraları hazır edilir, Boğaz’ın karanlık sularında süzülerek teşrif eden konuklar kayıkhanede karşılanarak üst kata buyur edilirdi.

Bir dönem İstanbul’un en lüks yeniçeri koltuğu olarak nam salmış bu umumhanenin işletmecisi çingene asıllı Çakır Esma’ydı. Geçkin bir fahişe olmasına karşın uzun boyu, edalı halleri, diriliğini korumuş esmer yüzü ve iğde kokulu kadife teni sayesinde ilk kez görenin yirmilerinin başında sandığı, gösterişli bir dilberdi.

Karşısındakinin gözlerine çelik oklar gibi sapladığı sürmeli çakır bakışlarına kayıtsız kalabilen erkek henüz yalının kapısından adımını atmamıştı.

Yirmi beşine kadar yağız yeniçerilerin, çelik pazılı kalyoncuların kolları arasında gezinmiş Çakır Esma, son demlerinde gençlik iksirlerim dediği bıyıkları yeni terlemiş körpe oğlanlara meyilli olmuştu. Beslediği uşakları hamamlara, iskelelere, bedestene, meyhanelere gönderiyor; tellak çıraklarından, yeni yetme kayıkçı ve salapuryacılardan, tazecik hamallardan, köçeklerden ayartılmaya müsait olanları kendine alıkoyuyor; paralı, orta yaşlı daimi konuklarını ise genç cariyeleriyle eşleştiriyordu.

Celalin Esad, Çakır Esma’nın adamları ile hamamda sabahlamaya hazırlandığı bir gece tanıştı. Ona “Celalin” denmesinin nedeni, tazelik çağında Üsküdar tulumbacılarından ve Balaban İskelesi hamallarından Kürt Celal’in şıkırdımı olmasıydı.

Ergenliğe gireceği yaşta çımacılık yapan babası ölüverince yetim kalan Esad’ın yalnızca yüzünü değil, aynı zamanda sesini ve köçek gibi ahenkli dansını da pek güzel bulan Celal; kendisi de kıt kanaat geçinmesine rağmen, elinde avcunda ne varsa cömertçe Esad için harcamaktan çekinmemiş, onu mahallenin en şık delikanlısı olarak insan içine çıkarmıştı.

Celal’in himayesinde palazlanan Esad, kış gecelerinde nara ata ata keten helva satar, kandillerde sebilcilik, ramazanda davulculuk yapar, gündüzleri kahvehanede iskambil oynar, kaybedince rakiplerini hilekarlıkla suçlayıp çıngar çıkarırdı.

Hamisinin bekar odasında kalır, eğer Celal’in Galata’dan veya Tophane’den gece yatısına misafiri gelmişse, ya bir sabahcı kahvesinde, ya tekkede ya da Çakır Esma’nın adamlarına rastladığı gece olduğu gibi hamamda sabahlardı.

Hamama gittiği akşamlar, beline sardığı uzunca şalın ucunu yere değdirerek külhabeylerine özgü -levendane de denilen- it adımı ile yürürdü. Hamamda geceleyen işsiz takımının, varlıklı müşterilerin eşyalarını çaldığını bilir; yine de mağdurların hırsızlığı fark ettiği durumlarda, diğer külhanbeyleri ile bir olup kavgaya karışırdı. Bu kavgalarda erkekliğini ispatlamak için son derece gözü pek dövüşür, akranları çoluğa çocuğa karışırken kendisinin hala Kürt Celal’in kanatları altında yaşıyor olmasının ezikliğini, günahsız müşterilerden çıkarırdı.

İşte hamamdaki o akşam, Esad’ın şahin gibi atılarak; gümüş sigara tabakasını çaldıkları iri yarı müşteri tarafından hırpalanmakta olan iki çelimsiz külhanbeyini nasıl kurtardığına ve sonrasında da burnundan soluyan müşteriyi iki okkalı tokatla ılıklığın beyaz mermerine nasıl serdiğine tanıklık eden Çakır Esma’nın adamları hiç vakit kaybetmeden bu civa gibi delikanlıya yanaştılar.

Son zamanlarda sık sık Celal’in misafirleri yüzünden açıkta kalan Esad, biraz canı sıkkın olduğundan biraz da meraktan uşakların ısrarına “olur” dedi ve hep birlikte, daha önce methini pek çok kez işittiği Çakır Esma’nın yalısına doğru yola çıktılar.

Esad ve Esma yalının açık penceresindeki beyaz tülle esmer perde gibi kah ayakları yerden kesilip havalanarak, kah birbirlerine sımsıkı tutunarak; kah döşeğin derinliklerine savrularak, kah Dersaadet’i cibinlik gibi etraflarına dolayarak, yalının sultan odasında öyle bir gece geçirdiler ki, şafak sökerken ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin müptelası olacaklarını kavradılar.

Sevdalarından haberdar olunması durumunda Esma koca yarısı kabadayı müşterilerinin, Esad ise senelerdir hamiliğini yapan Kürt Celal’in, başlarına bela olacağını biliyorlardı. Bu nedenle Esma, yalının tavan arasını temizletip, duvardan duvara yer yatağı döşetip, pencerelerini tahta ile çivileterek, Esad ile ikisi için kuytu bir aşk odası haline getirdi.

Artık Esma ile Esad vakitlerinin büyük bölümünü bu aşk odasında birlikte geçiriyor; Esma’nın müşterileri gelince Esad gizlice kayıkhaneye inip, kayıkla Boğaziçi’ne gezintiye çıkıyordu.

Yıldızsız bir akşam, koltukta çalışmakta olan uşaklardan birinin jurnali sonrası her türlü ahlaksızlığa karşı amansız bir mücadele vermekte olan Sadrazam, bostancılarını Çakır Esma’nın yalısına göndererek önce eşyasını yağmalattı, sonra da yalıyı çıra gibi yaktı.

Neyse ki, bostancılardan biri Esma’nın kadim müşterisiydi de önden ulak gönderip baskından birkaç dakika önce Esma ile Esad’ın kayıkla yalıdan kaçıp, kurtulmalarını sağladı. Mehtaplı gecede, hayatı boyunca biriktirdiği her şeyin görkemli bir Boğaz meşalesi gibi alev alev yanışını izleyen Çakır Esma, bebekliğinden beri ilk kez hıçkıra hıçkıra ağladı.

Esma’nın göğsündeki kesede sakladığı kara gün parasıyla Yenibahçe’de bir bostan kulübesi yaptırıp, orada yaşamaya başladılar. Esad, başlarına gelen felaketin Esma’nın yosmalığı bırakmasına vesile olmasından hoşnuttu. Çevredeki tek tük komşu onları Rumeli göçmeni diye biliyor; Esma, falcı çingene karısı rolünü pek güzel oynuyordu. Esad ise yalıdan kaçmak için kullandıkları kayığı ekmek teknesi yapmış, Haliç’in iki yakası arasında yolcu taşımaya başlamıştı.

Esma’nın falcılıkta da namı yürüyünce İstanbul’un çeşitli semtlerinden müşteriler, kulübenin önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başladı. Esma yine esrarengiz çakır gözleri, işveli halleriyle müşterilerinin aklını başından alıyor, laf arasında ağızlardan aldığı bilgileri allayıp pullayarak geri satıyor ve her yaştan kadını kendine hayran bırakarak yolcu ediyordu.

Bunaltıcı bir yaz günü, Esma’nın karşısına iri kıyım, çatlak elli biri oturdu. Simsiyah bir ferace giymiş, yüzündeki peçeyi çıkarmamıştı. Kart sesiyle, zamanında bir civanı olduğunu, bütün hayatını ona adayıp, saçını süpürge ettiğini ama sonra bir gün büyücü yosmanın tekinin onu elinden alıp kapatması yaptığını ve o gün bugündür, o yosmanın peşinde olduğunu söyledi.

Esma karşısındakinin Kürt Celal olduğunu fark ettiğinde, herşey için çok geçti. Tulumbacı arkadaşlarından birinin zevcesinin yardımıyla izini bulduğu Esma’nın günahkar bedenini oracıkta delik deşik eden Celal, yine geldiği gibi feracesini giyip, peçesini takarak gözden kayboldu.

Esad yorucu bir günün akşamında kulübelerine döndüğünde karşılaştığı feci manzaranın etkisinden uzun süre kurtulamadı. Kendini içkiye, afyona vurdu. Zaten Esma’nın koltuğuna girdiğinden beri geceleri kabuslar görüyor, tam Celal sevdiğinin boğazını keserken kan ter içinde uykusundan uyanıyordu. Ama ıssız bir bostanın ortasındaki bu küçük kulübeye taşınıp geçmişlerine sünger çektikten sonra, Esma’sıyla hayatının en saadet dolu günlerini yaşarken böyle bir felakete uğramak onun kolunu kanadını kırmıştı.

Vaktiyle Esma ile bülbül yuvası adını taktıkları kulübede bir başına yas tuttuğu ayların ardından, bir sabah şafak sökerken döşeğinden fırladı. Koca bir çuval alıp Üsküdar’a geçti. Arkadaşı olan Rum kayıkçıya Balaban İskelesi’ne yanaşmasını söyledi. Hamallar arasında sıra bekleyen Celal’i çok uzaktan fark etti.

Kayıkçıya Celal’i işaret edip, eline bir miktar para sıkıştırdıktan sonra çuvalın içine girdi.

Kayıkçı, Esad’ın tembihlediği gibi Celal’e taşıma parasını peşin ödedi. Çuvalı götürmesi gereken yeri söyledi. Celal, adres olarak kendi bekar odasının bulunduğu “Acemin Evi”ni işitince önce şaşırdı. Sonra çuvalın büyüklüğüne bakarak, halıcı ev sahibinin mal sipariş etmiş olacağına kanaat getirdi.

Kayıkçının yardımıyla çuvalı küfesine yerleştirdiği gibi yola koyuldu. Farkında olmadan Esad’ı, bir zamanlar birlikte paylaştıkları bekar odasına kadar sırtında taşıdı. Cansız bedeni tıpkı Esma’nınki gibi delik deşik edilmiş halde, yatağında bulundu.

Esad, bu intikam cinayetinin ardından her gece kabus görmeye devam etse de ergenliğinde ruhuna vurulmuş prangadan kurtuldu. Celal’in himayesinde ve sonrasında Esma’nın koynunda geçirdiği sığıntı yılların ardından kendini ilk kez hür hissetti. Ama Esma’sını hiçbir zaman unutmadı.

Eski mahallesinde bir bekar odası tuttu. Güzel havalarda kayıkçılık yapmaya devam etti. Kış gecelerinde nara ata ata keten helva satıyor, kandillerde sebilcilik, ramazanda davulculuk yapıyordu. Bu arada kendine bir de şıkırdım bulmuştu. Ergenliğe henüz ayak basmış bu tazecik yetimin adı Celal’di. Mahalleli ona Esadın Celal diyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARANLIK

Uzakta ince bir ışık gördü. Sokakla bir kıvrılınca ışık genişledi, etrafındaki birkaç bitkin binayı aydınlatacak güce ulaştı. Işıkla birlikte, başlangıçta zihninde çaldığını sandığı melodi de kulakla işitilebilir oldu. Adımları hızlandı. Evet… Bir piyano sesiydi. Öyle tanıdık, öyle dokunaklıydı ki… Notalar kelebek sürüsü gibi sokak lambasının etrafında kanat çırpıyor, ışığın rengini altınımsı hale getiriyordu.

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

ÇOCUKLUK

Adını unuttuğu arkadaşlarıyla sineklerin kanatlarını koparıp kibrit kutusuna hapsettikleri, bakkalın deposuna tünel kazdıkları, annesi arkasını döndüğünde komşunun küçük kızını ağlattıkları,

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi. Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir