TEMİZLİKÇİ

TEMİZLİKÇİ

Alışveriş merkezinin yemek katında onu temizlikçi bonesi ve önlüğüyle bir masada sere serpe otururken gördüğünde, kendisi suç işlemiş gibi irkildi.

Kovboy şapkalı, orta yaşlı bir adamın etrafında el dedektörünü dolaştırırken de gözünü temizlikçiden alamıyordu. Yo, öyle fenalaşmış ya da kısa süreliğine soluklanmak için sandalyenin ucuna ilişmiş filan gözükmüyordu kadın. Dirseklerini masaya dayamış, aheste aheste gözlerini ovuşturuyordu.

“Kafi değil mi, beyefendi?” diye uyardı kovboy şapkalı adam kibarca.

“Dedektörün sesi kapalıymış, o yüzden iki kez geçmek zorunda kaldım, efendim. Kusura bakmayın.” diyerek kenara çekildi. Adam, Meksika desenli örme pelerinini savurarak, kovboy çizmelerinin topuklarını granit karolara vura vura ilerledi. İşte kimisi de böyle, parayı bol bulunca ne yapacağını, ne giyeceğini şaşırıyordu.

Bir kez daha başını temizlikçinin bulunduğu yöne çevirince, masanın üstündeki pahalı cep telefonunu ve yarısından fazlası içilmiş kola bardağını fark etti. Enikonu yerleşmişti masaya. Kim bilir ne zamandır oradaydı.

Kapı dedektörüne çantasıyla girmeye yeltenen genç kızı uyararak, x-ray cihazını işaret ederken, ‘bir temizlik görevlisi o marka telefona nasıl sahip olabilir ki?’ diye soruyordu kendi kendine. ‘Daha bunun faturası var, yol parası var… Ne yer, ne içer, nerede yatar, kalkar? Kiminle konuşur, kiminle buluşur? Hali vakti o kadar yerindeyse neden temizlikçilik yapar?’

Geçen gece arkadaşlarıyla sohbet ederlerken, “neden böyle kan beynine sıçrıyor ki, imkanlarını zorlayan ya da sana göre müsriflik yapan birini görünce?” diye lafa karışmıştı Kahveci Nusret.

“Herkes bir defa geliyor dünyaya. İsteyen her gün evinde iki kap yemeğini yer; isteyen haftada bir lüks lokantada ziyafet çeker, kalan günler kuru ekmeğe talim eder. Sen rahat bir emeklilik için en güzel yıllarını çalışarak geçirirsin; o gençliğini yaşar, yaşlılığında sürünmeye razı olur. Sen çocuğun için varını yoğunu seferber edersin, çocuğun yine de tek başına ayakta duramaz. Onun çocuğu mecburen kendi sorumluğunu kendi sırtlanır, bir bakmışsın seninkinden önce olgunlaşmış, bir de üstüne babasına destek olmaya başlamış… Yani her koyun kendi bacağından asılır, koçum. Seninki temiz yol. Yine bildiğin yoldan git. Ama başka yola sapanları da yadırgama, hele hele yargılama sakın!”

O günden beri düşünüyordu. Kahveci Nusret insan sarrafıydı. Ama onun tanıdığı müsriflerin, özentilerin hiçbirinin yolu hayırlı bir yere çıkmamıştı. Yalnızca kendilerine değil, başta en yakınları olmak üzere çevrelerindekilere de büyük zarar vermişlerdi. Öyle iyi bilmediği konularda ahkam kesen biri değildi; kendi öz babası bunların önde gideniydi.

İşte şimdi temizlikçinin sakin sakin kolasından bir yudum alıp tekrar ellerini yüzüne kapayışını izlerken, yine engel olamadığı bir öfkeyle doluyordu.

“Bir şey mi oldu?” X-ray cihazındaki arkadaşının uyarısı üzerine şöyle bir toparlandı. Zoraki bir gülümsemeyle herşeyin yolunda olduğunu işaret etti. Kapı dedektörünü çığlık çığlığa öttüren kadına dönerek:

“Üzerinizde metal eşya mı var, hanımefendi?” diye sordu.

Kadın paltosunun önünü açınca boynundaki stetoskop ortaya çıktı. Stetoskobu plastik kutuya koyarak, tekrar kapıdan geçmesini rica etti.  Bu dalgınlıkla kim bilir ameliyatta milletin içinde neler unutuyordur bu, diye geçirdi aklından.

Sonra yine temizlikçiyi düşünmeye başladı. Ne zordu bu devirde iş bulmak. Hele böyle sıcacık, güvenilir bir yerde… Dışarıda tonlarca insan işsizlikten kırılırken… Mesela gündeliğe giden kendi hanımı, el alemin evinde sabahtan akşama kadar sigortasız, güvencesiz pencere pervazlarında gezerken…

Diğer güvenliğe belli etmemeye çalışarak göz ucuyla temizlikçiyi kesti. Elleriyle gözlerini kapamış, öylece kıpırdamadan duruyordu. Yoksa kadıncağızın başına bir felaket mi gelmişti? Bu yeni olasılık çatık kaşlarının inmesine, alnındaki kırışıkların düzelmesine neden oldu. Tabi ya, kesin öyle bir halt olmalıydı. İdari işler sorumlusu istisnasız her toplantıda ‘disiplinsizliğe sıfır taviz’ diye kükrerken, şu duruşun işten tazminatsız atılmak anlamına geldiğini bilmemesine olanak yoktu.

Heykel gibiydi kadın… Düşünen kadın heykeli… Evet, evet kesin çok kötü bir şey gelmişti başına. Belki bir yakınını kaybetmiş, belki bir kaza ya da hastalık haberi almıştı. Azıcık sakinleşsin, gücünü toplasın diye oturtmuşlardı onu masaya. Büyük ihtimalle cep telefonu da ona değil, müdürüne filan aitti. Bu tür olağanüstü durumlarda uygulanan prosedürleri bilirdi. Alıştırarak söylesin diye önce müdür aranmıştı. Herhalde kola da sakinleşmesi için masasına bırakılmıştı.

Derin bir nefes aldı. Belki de bardaktaki kola değil ilaçtı. Kadının bir hastalığı vardı. İlacını içmek için izin almıştı. Kendine gelmeye çalışıyor ama bir türlü toparlanamıyordu. Başı dönüyor ya da gözleri kararıyor olmalıydı. Yoksa normal bir insan, kalabalığın ortasında dakikalarca gözlerini kapayarak oturur muydu?

Soluğunu tutmuş, ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Kapıdan ayrılması görev ihlaliydi. Kadına yardım etmemek insanlık suçu!

Bu arada öğlen yemek saati bitmiş, insan trafiği sakinleşmişti. Sanat galerisindeki açılış partisi devam ediyordu.

Birkaç dakika boyunca hiç yeni müşteri gelmeyince cesareti arttı. X-ray cihazındaki arkadaşına, “Benim tuvalete gitmem lazım.” diyerek elindeki güvenlik dedektörünü monitörün önüne bıraktı. Neyse ki tuvalet, temizlikçinin oturduğu masanın bulunduğu taraftaydı. Seri adımlarla o yöne doğru yürümeye başladı.

Kadının oturduğu masanın kıyısına geldiğinde, ne diyeceği konusunda kararsızdı. Bir an duraksadı. Kaybedecek vakti yoktu. Sonuçta işçi sınıfı, birbirinin dilinden de, halinden de anlardı.

“Merhaba bacım.” dedi. “Yardımcı olabileceğimiz bir konu var mı?”

Kadın ellerini yavaş yavaş gözlerinden aşağı indirdi.

“Teşekkür ederim.” dedi. “Çok naziksiniz. Migrenim tuttu da, içerisi çok gürültülü. Biraz mola vereyim dedim.”

Kadının sesi televizyon dizilerindeki oyuncular gibi karizmatik çıkmıştı. Her vurgunun hakkını veren kusursuz bir diksiyon ve özgüvenle…

Dikkatli bakınca makyajsız sandığı yüzün fondöten kaplı, kaşların ise sosyete kadınlarınınki gibi dövme olduğunu fark etti.

“Buyurun lütfen, oturun. Tiyatrocu musunuz?”

Beyni durmuş gibiydi. Şaşkınlığı giderek büyüyordu.

“Yoo…” dedi ağzı açık. Başını iki yana sallarken dudakları sallanıyordu.

Temizlikçi kahkahayı basınca hepten tedirgin oldu. Masadan bir adım uzaklaşıp, gergin hareketlerle etrafı kolaçan etmeye koyuldu.

“Kostümünüz harika olmuş. Ama ben ‘Merhaba bacım’ deyişinizdeki otantik aksanın ancak tiyatro eğitimi almış, usta bir ağızdan çıkabileceğini düşünmüştüm.”

Kulaklarına kadar kıpkırmızı oldu. Dili damağı kurumuş, dişleri kenetlenmişti. Ne, kadına tam olarak neden bahsettiğini sorabiliyor, ne neden orada bulunduğunu açıklayacak bir sözcük sarf edebiliyor, ne de arkasını dönüp uzaklaşabiliyordu. Aniden başını çevirince dedektör kapısında sıra bekleyenleri gördü.

O sırada temizlikçinin telefonu çaldı. Kadın telefonu açıp kulağına götürdü.

“Ah merhaba hayatım.” dedi. “Teşekkür ederim, gayet iyiyim. Alışveriş merkezinde, sanat galerisindeyim. Bizim Tijen’in sergi açılışı var da bugün. Evet… Evet… Serginin teması: “Görünüşe Aldanma”.

Bakışlarını kadının yüzüne dikmiş, adeta donakalmıştı.

“Evet hayatım. Şu kıyafet balosu temalı açılış partisi… Görsen nasıl renkli ve enteresan bir organizasyon oluyor. Kovboy kostümüyle gelen mi istersin, doktorculuk oynayan mı? Abartıp süper kahraman olan bile var… Ben mi? Ben temizlikçi kılığındayım. İnanmazsın şu an karşımda müthiş bir güvenlik prototipi var. ‘Bacım’ filan dedi bana demin. Çok şeker… Ha ha ha ha… Keşke sen de gelebilseydin…”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

FERRARİ

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı.

SOKAK MANKENİ

İşte bir daha asla bulamayacağı o ara sokaklardan birinde rastladı ona. Depo girişi gibi görünen parmaklıklı bir kapının önünde, kırmızı bir yük arabasına yaslanmış bir vitrin mankeni, çırılçıplak, sırılsıklam dikiliyordu. Başı kel, tek eli kopuk, vücudu kusursuzdu. Sokakla esrarengiz bir uyum içindeydi.

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi. Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Selen Macarlıoğlu
    26 Mart 2018
    Yanıtla

    Büyük bir zekle hikayelerinizi okuyorum Bir gün sizinle Galata’yı gezmek isterim.. Hatta Saffet Emre gibi geziler düzenleseniz na kadar güzel olur ama bensiz başlamayın benim de haberim olsun Sevgilerimle☺️ Başarıların daim olsun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir