Gün ağarmadan annesinin titreyen elleri tarafından, sarsılarak uyandırılmıştı. Babası yine fenalaşmıştı. Bu kez nefes almakta iyice zorlanıyordu. Gözleri büyümüş, rengi morarmaya başlamıştı.
Üstüne ne bulduysa giydiğini, yüzünü bile yıkamadan dışarı fırladığını, babasının 53 model Chevrolet’sini dört beş denemenin ardından çalıştırabildiğini, motor ısınırken içeri koşup, bir zamanların kapı gibi adamı Aslan Bey’i sırtlayarak arabanın arka koltuğuna taşıdığını silik ve bağlantıları kopuk sahneler halinde, sürekli tekrarlanan bir kabusun imgeleriymiş gibi hatırlıyordu.
Babasının arada boğulmaya yaklaşan sesli soluk alışverişi ile annesinin hıçkırık yüklü duaları eşliğinde, arabayı ağır ağır hareket ettirerek kaldırımdan parke taşlı yola indirmiş, bunu yaparken de tamponu elektrik direğine sürttürmüştü. Dikiz aynasından, babasının o haldeyken bile gözlerini kocaman açtığını görmüştü. Bu ufak kazanın günün devamında başına gelecek felaketlerin habercisi olabileceğini sezmiş, eli ayağı hepten boşalmıştı.
Hava henüz tam olarak aydınlanmamıştı. Sulu kar, sileceklerden daha hızlı hareket ederek camı kaplıyor; içerideki buharla birlikte görüşü güçleştiriyordu.
Ayağı sürekli gaz pedalındaydı. Arka koltukta kocasının boynunu kolonyayla ovalayan annesi, her zamankinin aksine: “Daha hızlı evladım, daha hızlı…” diye adeta yalvarıyordu.
“Aslan Bey dayan n’olursun…” diye mırıldanıyordu arada. “Sık dişini, oğlun yetiştirecek seni.”
***
Takip eden beş, on dakika belleğinde yoktu. Hatırladığı bir sonraki sahnede, mavi Chevrolet virajı alamayıp kaymaya başlıyor, frene bastıkça daha da hızlanıyor, yoldan kaldırıma, oradan da denize doğru yan yan, fren balataları, lastik ve ıslak zeminden çıkan korkunç ses kapışması eşliğinde sürükleniyor ve o eli kolu bağlı, kaçınılmaz sonu saniye saniye beklerken aracın tekerlekleri önce kaldırımdan kurtuluyor, sonra denizin üstünde adeta asılı kalıyor ve nihayet bunun bir düş olmadığını belgeler bir kesinlikle aşağı düşüyordu.
Chevrolet suya değil betona çarpmıştı sanki! Fena halde sarsılmış ama batmamıştı. Başını geriye çevirince annesi ile babasının bembeyaz yüzlerinde ölümün rengini görmüştü. Direksiyona sıkı sıkı sarılmış, çaresizce aracın ağır ağır sulara gömülüşünü izlemeye başlamıştı. Silecekler hala çalışıyordu. Pek çok şeyi değil ama o telaşlı devinimi çok iyi hatırlıyordu.
Aniden dehşete kapılarak kapıyı açmaya yeltenmiş, ama yerinden oynatamamıştı. Yan cama bir balık yanaşmıştı o sırada. O balık daha sonra aynı şekilde yıllarca rüyalarına da yanaşacak, kan ter içinde yataktan fırlayıncaya dek tam karşısında duracaktı.
Arabanın içi su alıyordu. Babasının eli omzunu kavrayınca tekrar başını çevirmişti. Aslan Bey başparmağı ile işaret parmağını birleştirip, havada çevirerek camı açmasını işaret etmişti. Neden böyle bir şey yapmasını istediğini düşünecek durumda değildi. Hemen kolu çevirmeye girişmişti. Cam aralanır aralanmaz, içeri su hücum etmişti.
Arkada annesi şahadet getiriyor, beline kadar buz gibi suyun içinde, iki elini açmış ölmeye hazırlanıyordu.
Babası tekrar omzuna dokunmuş, mosmor olmuş dudaklarıyla “şimdi aç kapıyı” diye hırıldamıştı.
İçerideki basınç dışarıdaki basınçla eşitlenince gerçekten de bu defa kapı açılmıştı. Bilinçsizce kendini Boğaz’ın sularında, az önce balığın kendisine baktığı noktada bulmuştu. Arabanın dışında donakalmış, arka camın gerisinden annesi ile babasının bulanık gövdelerini görmüştü.
Babası başıyla annesini işaret edince, arabanın diğer tarafına yüzmüştü. Kapıyı açarak annesini kolundan tutup dışarı çekmiş, sonra da babasıyla göz göze gelmişti. Bu onunla son göz göze gelişiydi.
Elini ona doğru uzatmıştı. Ama babasının gözleri kapanmıştı. Burnundan ufak hava kabarcıkları çıkıyordu. Kıpırdamıyordu ve yerinden oynatılamayacak kadar ağırlaşmıştı.
Babasını diğer kapıdan çıkarabileceğini düşünmüş ve arabanın üstünden o tarafa doğru bir hamle yapmıştı… Ama hemen arkasında, yüzme bilmeyen annesi panik halinde çırpınarak dibe batıyordu. Biraz daha oyalanırsa ikisini de kurtaramayacağını anlamıştı.
Annesine sarılmış, arabanın kaportasından güç alarak kendini yukarı doğru itmişti.
Hatırladığı sonraki sahnede annesi ile suyun üstünde nefes almaya çalışıyorlardı. Her ikisinden de derin, kesik, soluksuz sesler yükseliyordu.
Annesinin bir şamandıraya tutunmasını sağladıktan hemen sonra soluk alışverişi normale dönmemesine rağmen gerisin geri dalmaya çalışmış ama nereden geldiğini bilmediği bir adam tarafından engellenmişti. Çırpınarak, yumruklar savurarak adamdan kurtulmaya çalışmıştı.
Son hatırladığı bir balık adamın az ileride cup diye kendini Boğaz sularına bırakışıydı.
Sonrası tamamen karanlıktı.
***
Babasının cenazesinden sonra bir kez bile evden dışarı çıkmadı. Annesi çok severek girdiği Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etmesi için aylarca dil döktü ama o değil okula, köşedeki bakkala gitmek için bile sokak kapısından dışarı adımını atmadı.
Ziyarete gelen komşuların, arkadaş ve akrabaların karşısına çıkmadı. Kendini buna layık görmedi. Sabah akşam yatağında yatıp boş tavana baktı. Babasının radyosunu bir kez bile açtırmadı. Annesinin her defasında ayağına getirdiği yemeklerden birkaç lokmacık yutması bazen saatler aldı. İnceldi, kurudu, bir deri bir kemik kaldı. Kolunu kaldıracak dermanı bulamaz oldu.
***
Sonra öfke nöbetleri başladı. Kurşun döktüren, okuyup üfleyen, yatır yatır gezen, en sevdiği yemekleri pişiren, biricik oğlunu hayata döndürmek için aklına gelen her yolu deneyen annesini incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü bağıra çağıra azarladı. Pencerelerinin önünde top oynayan çocuklara, üst katta eşyalarının yerini değiştiren, misafir ağırlayan komşularına, çöp almak için zili çalan kapıcıya ağıza alınmayacak küfürler savurdu. Duvarları yumrukladı.
Mutlu, sağlıklı, şanslı, başına felaket gelmemiş, sevdiklerini kaybetmemiş herkesten nefret etti. Kinlendi.
***
Bir ilkbahar sabahı derin ve çok uzun bir uykudan uyanmış gibi, kendini kaza gününden sonra ilk kez zinde hissederek yataktan fırladı. Annesine karnının çok aç olduğunu söyledi. Kadıncağız sevinçli bir telaş içinde kahvaltı hazırlarken o enerjik adımlarla evin odalarında volta atıyor, sessiz geçirdiği ayların acısını çıkarırcasına hiç durmadan konuşuyordu: Artık yemeklerini düzenli yiyecek, her gün şınav ve mekik çekecek, hep aynı saatte yatıp kalkacak, sağlığına dikkat edecekti.
Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.
Aynı günün öğleden sonrası, borcunu ödemek üzere yatır ziyaretine çıkmaya hazırlanan annesine, dışarıdan siparişleri olduğunu söyledi.
Yıllardır el sürmediği proje çantasını yemek masasının üzerinde özenle açtı. Çekicini, spatulasını, balıkçı bıçağını, oyma aletini ve zımparasını ameliyat öncesi hazırlıklarını yapan bir cerrah gibi yan yana dizdi. Bu durumda annesinin Beyoğlu’ndaki Panter Kırtasiye’den kil, ıskarpela, modelaj kalemi, oyma aleti ve tarak alması kafiydi. Biraz da alçı ve onun tutuculuğunu artırmak için kendire ihtiyacı olacaktı. Bütün siparişi bir dosya kağıdının üst kısmına yazdı. Kağıdı yırtıp, annesine verdi.
Emaneti katlayıp çantasına yerleştirmeye çalıştıran kadıncağıza: “Biraz da kitap okumaya başlasam iyi olacak.” dedi. Sartre, Camus ve Kafka’nın kitaplarını listenin sonuna ekledi.
Yaşlı kadın oğlundaki bu mucizevi değişimi ürkütmekten korkarak, usulca ayakkabılarını giydi. Onu yıllardır görüşmüyorlarmış gibi hasretle kucakladı. Sipariş listesini son kez kontrol etti ve kapıyı dışarıdan yavaşça kapatıp, uzaklaştı.
***
Genç adam o günden sonra da evden dışarı adımını atmadı. Ağzına balık sürmemeye devam etti. Yağmurlu, puslu havalarda asla perdeyi açmadı, açtırmadı. Bir daha hayatı boyunca hiç suyun altına girmedi; temizliğini sabunlu havluyla silinerek yapmayı sürdürdü.
Bunların dışında kalan davranışları ise bütünüyle değişti. Sabahları annesi ile şakalaşarak kahvaltısını yaptıktan sonra odasına kapanıyor, on beşer dakikalık öğle ve akşam yemeği molaları dışında, gece yarısına kadar aralıksız çalışıyordu. Annesi yemeğini getirmek üzere kapısını tıklattığında, üstünde çalıştığı heykeli örtüyor, ona asla göstermiyordu.
Kadıncağız bazen kapıya kulağını dayayarak içeride ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, sessiz başlayan çalışmanın ilerleyen günlerde çekiç, spatula ve zımpara sesleri eşliğinde devam etmesini, leğenlerinin kil ve alçıya bulanarak kullanılmaz hale gelmesini, oğlunun gün boyunca kendisiyle iki çift laf etmemesini başlarda merak ve memnuniyetle, son zamanlarda biraz da süphe ve endişeyle takip ediyordu.
Bir sabah onu uyandırmak için odasına girdiğinde, yatağını boş ve yapılmış buldu. Başını heykelin bulunduğu yöne çevirince onun da yerinde olmadığını gördü. Oğlunun adını seslenerek önce salona, oradan da mutfağa doğru telaşlı adımlarla yürüdü.
Mutfağa girer girmez donakaldı: Masanın bir ucunda oğlu, diğer ucunda kocası oturuyordu!
Kadıncağızın kalbi duracak gibi oldu. Genç adam fırlayıp annesinin koluna girdi. Usulca onu sandalyesine oturttu. Bir bardak su verip sakinleştirdi.
Babasının her zaman oturduğu yeri işgal eden, elbette ki kendisi değil, onun heykeliydi. Aylardır işte bunun üzerinde çalışıyordu. Bu heykelle Aslan Bey’i ölümsüzleştirmişti. Zaten biricik babası onlar için hiçbir zaman yok olmamıştı. Bir an olsun kalplerinden, zihinlerinden eksilmemişti. İşte şimdi bu heykel sayesinde varlığı yeniden bir cisme de kavuşmuştu. Artık hep gözlerinin önünde, diledikleri zaman tam karşılarında olacaktı. Onunla konuşmak istediklerinde bunu iri gözlerine bakarak yapabilecek, onu çok özlediklerinde koşup boynuna sarılabileceklerdi.
Ölümün yaşamlarından koparıp aldıkları yeterdi. Şimdi meydan okuma sırası onlara gelmişti.
***
Annesi, mutfağını kocasının heykeliyle paylaşmayı uzun süre yadırgadı. Gözleri de pek iyi görmediğinden onu aslından ayıramıyor, boş bulunup karşısında görüverdiği her sefer kalp çarpıntısı tutuyordu. Zaman zaman heykele bakıp ağlama krizlerine giriyor, komşularıyla azıcık keyifli zaman geçirse, mutfağa döndüğünde suçluluk duyuyordu.
Oğlu yemek saatleri dışındaki zamanının neredeyse tamamını odasında kitap okuyarak geçirdiğinden, o sık sık kocasının sureti ile baş başa kalıyordu. Zamanla heykelle konuşmayı, dertleşmeyi öğrendi.
Kırk yıllık hayat arkadaşının zihninin nasıl işlediğini, hangi konuya nasıl tepki vereceğini, ne zaman parlayıp, ne vakit yelkenleri suya indireceğini, karmaşık durumlarda nasıl derin bir nefes aldıktan sonra konuyu tekrar tekrar anlattırıp düğümü çözeceğini, ahlak söz konusu olduğunda nasıl herşeyi bir kenara bırakıp elini masaya vuracağını çok iyi biliyordu. Bu sayede kendisi gibi sorduğu soruları, onun gibi yanıtlayabiliyordu.
Zihninde varlığını sürdüren kocası ile heykelin alçıdan gövdesi arasındaki bağı güçlendirdikçe, onu daha yoğun hissetmeye başladı. Zamanla rahmetli ile, sağ olduğu zamanlardan daha fazla zaman geçirir, daha çok şey paylaşır hale geldi.
Ve ıslak, puslu bir akşamüstü, mutfak masasında Aslan Bey’in heykeli ile karşılıklı oturmuş, dertleşirken kalbi duruverdi.
Hava kararalı çok olmasına karşın odasının kapısını tıklatıp kendisini yemeğe çağırmayan anneciğini merak ederek mutfağın ışığını yakan genç adam, onu da tıpkı babası gibi, önünde kahve fincanı ile heykelleşmiş buldu.
O gece makasla şeritler halinde kestiği alçı sargı bezini suya batırıp, şefkatle kaşlarını vazelinlediği annesinin yüzüne üç kat uygulayarak, yüz kalıbını çıkardı.
Mezarlık dönüşü, çuvalla kil ve alçı satın aldı. Bir kez daha evine kapandı.
Haftalarca gözünü kırpmadan çalışarak, annesinin heykelini tamamladı. Onu, son gördüğü haliyle babasının karşısındaki sandalyeye oturttu. Kendisi de üçüncü sandalyeye ilişti. Cenazeden sonra ilk kez o gün, tabaktan yemek yedi.
O günden sonra da o masaya oturup, annesiyle babasına “afiyet olsun” demeden, boğazından tek lokma geçmedi.
***
Odasına kapanıp gece gündüz okumaya devam etti. Okudukça, düşündükçe başka hayatları ve var oluş olasılıklarını keşfediyordu.
Herşeyi mahveden o kazayı zihninde tekrar tekrar canlandırarak; hangi hataları yapmasaydı o trajedinin gerçekleşmeyebileceğini sorgulayarak; vicdan azabının içinde büyüttüğü kara delikte usul usul boğularak, kalan günlerini işkenceye çevirebilirdi.
Anneciğini yapayalnız bir hayata terk ederek belki de üzüntüden ölmesine neden olduğu için kendini ağırlaştırılmış suçluluk duygusuna mahkum edebilirdi.
Dünyada daha beter felaketlerin üstesinden gelebilmiş tonlarca insan varken, o koskoca bir hayatı meslek sahibi olmadan, aşk yaşamadan, hiçbir şey başaramadan, sevdiklerinin başına beladan başka şey getirmeyerek geçirmişti. Bir kerecik olsun cesaretini toplayarak, yokluğu da varlığı gibi hiç kimseyi ilgilendirmeyecek anlamsız yaşamına son verebilirdi.
Ya da tüm beceriksizlikleri, zaafiyetleri ve iradesizliği ile yüzleşerek, değiştiremeyeceklerini dürüstçe kabul ederek, değiştirebileceklerinin sorumluluğunu üstlenerek, yeniden var olmayı deneyebilirdi.
Bir hiç olmayı, onu özgürlüğe çıkaracak dip olarak kullanabilirdi. Daha fazla bedel ödemeye, geçmişin girdabında sürüklenip durmaya set çekebilir; onu sürekli aşağı çeken yüklerini derinlerde bırakabilir; son nefeste özgürlüğü seçerek tabanlarını tüm gücüyle kuma vurup kendini yeniden var etmeyi deneyebilirdi. Yukarıda onu tanıyan kimse kalmadığından, yalnızca kendini ikna etmesi, yepyeni, dilediği gibi biri olmasına yetebilirdi.
Kitap okumak ruhunun sesine kulak vermesini sağlıyordu. Daha çok okuyacaktı.
Heykel yapmak, bildiklerini, hissettiklerini, hayal ettiklerini sonsuza dek elle tutulur hale getirmek; var olduğunu belgelemek anlamına geliyordu. Ona kendini en hafif hissettiren eylem buydu. Öyleyse daha çok heykel yapacaktı.
Doyamadığı babası ve ne kadar çok sevdiğini bir türlü gösteremediği annesi onun için her zaman en değerli varlıklar olmuştu. Bedenleri toprağa gömülmüş olsa da onun zihninde ve kalbinde her an nefes almaya devam ediyorlardı. Demek ki, o var olduğu sürece onlar da var olacaktı.
Geri kalan ömrünü; babası ile annesini daha iyi tanıyarak, onlara ilişkin hislerini daha güçlü ifade ederek ve onların bu dünyadaki varlıklarının silikleşmesine izin vermeyerek geçirecekti.
***
Yeni hayatının kararlarını aldığı o günün üstünden tam on yıl geçmişti.
Artık perdesiz penceresinin önünden geçerken durup evin içini dikizleyen birileriyle karşılaşmaktan rahatsızlık duymuyordu. Hatta hafta sonları, hele hava güzelse camın dışında uzun kuyruklar oluşturmuş sanatseverler görmek hoşuna bile gidiyordu.
Bir kısmı mezun olamadığı okulun öğrencilerinden oluşan bu kalabalığın içinden pek çok kişi, telefonunlarını pencereye yanaştırıp, cam kenarındaki Aslan Bey’in “Rüştiye Talebesi” adlı heykelinin fotoğrafını çekiyordu.
Salondaki diğer Aslan Bey heykelleri; “İdadi Talebesi”, “Meyhanede”, “Nikah Masasında”, “Askerde” ve “Şoför” isimli eserlerdi. Heykeltıraş, Aslan Bey’in farklı yaşlarını ve ruh hallerini yansıtan bu heykelleri, aile albümündeki fotoğraflara bakarak yapmıştı.
Sokaktaki birinin; havanın kaza sabahındaki gibi yağışlı ve puslu olduğu günlerde, loş salonda yan yana dizilmiş bu heykellerin ayrıntılarını seçebilmesi mümkün değildi. Güneşli günlerde ise bazı meraklı ziyaretçiler ellerini cama yaslayıp gözlerini ışıktan koruyarak, Aslan Bey’in diğer heykellerini de hayranlıkla izleyebiliyorlardı.
Heykeltıraşın dışarıdaki tüm işlerini halleden, yüklü alışveriş yaptığı günler poşetleri bırakmak üzere dairenin holüne kadar giren emektar kapıcının gazetecilere söylediğine bakılırsa, içeride heykeltıraşın babası ile annesine ait en az otuz, kırk tane gerçek boyutlu heykel bulunuyordu.
***
Heykeltıraş, hayatının en güzel günlerini yaşıyordu. Kimi gün babasının rüştiyeli heykeli ile arkadaş olup, onunla şakalaşıyor, topaç, misket ya da harpçilik oynuyor; kimi gün “Asker” ya da “Şoför” halinden öğütler dinliyordu. Bazen de kendisini Aslan Bey’in babası ilan ediyor, rolleri değiştiriyordu.
Anneciğinin doğum sonrası heykeline sarılıp, şefkat bekleyen bir bebeğe dönüşebiliyor; “Gelin” halinin karşısına geçip, dakikalarca çiftetelli oynayabiliyor; en çok da ondan aldığı tariflerle yaptığı yemek ocakta pişerken, mutfak masasında karşısına oturup, kahve falına baktırmayı seviyordu.
Her gün kendisine, sevdiklerine ve onlarla ilişkisine dair yeni olasılıklar keşfederek hayatını zenginleştiriyordu. Var oluşunu elleriyle yontuyor, yeniden şekillendiriyor, törpülüyor, ince ince işliyordu.
Gerçekle hayalin, ölüyle dirinin, cinnetle şakanın, özgürlükle tutsaklığın iç içe geçtiği bir sahnede oyununu sergilemeye devam ediyor, bazen perdenin arkasına gizlenip, camın gerisinden eserlerini dikizleyen seyircileri gözetleyerek, hayata ince ince gülümsüyordu.