SARMAŞIKLAR

SARMAŞIKLAR

Sonbaharın son günleri. Samaşıklar ya sarı ya kırmızı. Güneşle yeryüzü arasına kül rengi bir perde çekilmiş. Bir uyuşukluk var sokakta. Asfaltta kuru bir yaprak inceden dökülerek ilerliyor. Saçağa tünemiş bir kumru; başı gövdesine gömük. Kafede bir tek ben varım. Cam kenarı masada. Kahve tam istediğim gibi. Günün renksizliğine inat kırmızı fincanda.

Kitabım önümde açık. Ama kitaplardan sahici şeyler var hayatta. Kafeye iki kişi giriyor. Üşümüşler biraz. Sigara ısıdan daha mühim. Kafenin dışına oturuyorlar; biri tam önüme. Aramızda demir çıtalı bir cam. Onları gördüğüme ve dinlemek zorunda olmadığıma seviniyorum. Kahvenin yanında ikram edilen minik kurabiyeyi atıyorum ağzıma. Galiba kahveden çok bu kurabiyeleri seviyorum. Ve aslında kahve değil, fincanın rengi tam istediğim gibi olan.

Garson kız ağır ağır kapıya yürüyor. Ellerini göğsünde kavuşturup sokağa bakıyor. Karşı binanın cephesini sarmış, sarılı kırmızılı sarmaşıklar fon oluyorlar ona. Kız profilden daha güzel. Burnunun hoş bir kavisi var, uca doğru hafifçe havalanıyor.

Yalnızlık onu güzel yapan. Biri sarılsa böyle umursamaz duramaz. Büsbütün kendi gibi olamaz böyle. Ben de mesela bunları düşüneceğime kendimi nasıl daha fazla beğendireceğimi düşünürdüm yalnız olmasam. Oysa kız şimdi karşı duvardaki sarmaşıklar kadar geçici duruyor kafenin kapısında. Sert bir rüzgar çıksa aniden, dalından kurtulup uzaklaşabilir. Öyle bakıyor dünyaya. Rüzgarsız ve heyecansız.

Hayat akmıyor bir süredir. Kitap akmıyor. Sokak akmıyor. Kahve azalıyor biraz. Kız sipariş alıyor şimdi. Müşteriler ısıtıcı var mı diye soruyorlar el kol işaretleri ile. Kız “yok” bile demiyor. Başını sallıyor yalnız. Rüzgara kapılmış sarmaşıklar gibi. Yüzü sapsarı. Sarmaşıkların kırmızısı var hiç değilse.

Havanın renksizliği, kafenin kimsesizliği, sokağın akıntısızlığı hafifletiyor hayatı. Kitap ağır geliyor biraz. Yine de kapağını kapatmıyorum. Açık kalsın ama okunmasın. Askıda olsun her şey. Hafiflik buna bağlı. Hava ne açık, ne kapalı. Sokak bomboş değil. Dolu hiç değil. Saat sabahla akşama eşit uzaklıkta. Sarmaşıklar titriyor ama düşmüyor. Garson kız desen, öyle.

Düşlerin maddesi sızmış sanki dünyaya. Fincanla bazı sarmaşıkları saymazsak her şey renksiz. Herkes yarı saydam. Yalan söylesen belli olur. Bağırsan sesin çıkmaz. Kırmızı fincanı tutsan sıkı sıkı, uyandığında yatağında olmaz.

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.

Ihlamur getiriyor garson kız müşterilere. Üşüseler dışarıda oturmazlar. Üşümeseler ıhlamur içmezler. Askıda işte onlar da. Sigara içmek için üşüyorlar. Buna rağmen yaktıkları sigaraları içmeyi unutuyorlar sık sık.

Garson kız kapının dışında duruyor. Kollarını göğsünde kavuşturuyor. Bu hareketini özlemiş olduğumu fark ediyorum. Kumru gövdesine gömdüğü başını çıkarıyor. Bir melodi işitiliyor uzaktan. Tatlı bir ezgi. Küçük kurabiyelerden çektiriyor insanın canını. Küçük bir çocuk görünüyor sokağın başında. Omzunda kırmızı bir akordiyon.

Notalar yaklaşıyor tıngır mıngır. Çocuk ne gülüyor, ne de üzgün. Askıda o da. Şarkısı desen öyle: Bembeyaz, ipeksi bir kumaş gibi örtüyor hepimizi akordiyonun körüğünde dokunarak.

Sokağın başında yakışıklı bir erkek beliriyor bu kez. Kirli sakallı, siyahlar giymiş. Elleri ceplerinde. Paltosunun önü açık. Kararlı adımlarla geliyor. Bizim gibi değil o; ne aradığını biliyor.

Çocuk, kafenin önünde. Müşteri kaykılıyor. Bahşiş verecek, pantolon cebini karıştırıyor. Çocuk güzel çalıyor. Ama sokakta bahşiş verebilecek başka kimse yok.

Garson kız, bakışlarını kumrudan aşağı indiriyor. Karşısında onu görüyor. Dikleşiyor birdenbire. Derin bir nefes alıyor. Sarmaşık yaprağına benzemiyor artık. Rüzgarla bir usul usul sallanmıyor.

Sakallı erkeğin gülümsemesine karşılık veriyor. O sapsarı yüzüyle kıpkırmızı gülüyor. Kahve fincanından bile canlı. Erkeğin elleri cebinden çıkarken, kızın göğsünde topladığı zarif kollar aşağı düşüyor.

Erkek usul usul ilerleyen, inceden dökülen yaprağı eziyor kıza yaklaşırken. Müşteri parayı buluyor sonunda. Çocuğun akordiyonuna tutturulmuş bahşiş kutusuna atıyor tıngır mıngır.

Romantik bir müzik kaplıyor sokağı. Erkek kafenin kapısına iyice yaklaşıyor. Kız ona doğru bir adım atıyor. Çocuk ikisine eşit mesafede çalıyor şimdi. Erkekle kızın önce bakışları kenetleniyor. Sonra gövdeleri.

Kumru pırrr diye uçuveriyor çatılara doğru. Onun rüzgarıyla sarmaşık oluktan kurtuluyor. Erkekle kızın dudakları buluşuyor tutkuyla. Birbirlerine sıkı sıkı sarılıyorlar. Bütün bir evreni kucaklar gibi.

Kitabın kapağını kapatıyorum. Ihlamurları ve sigaraları biten müşteriler hesap istiyor. Akordiyoncu çocuk, müziğini peşinden sürükleyerek ağır ağır uzaklaşıyor. Garson kız önlüğünü çıkarıp kasaya doğru yürüyor. Askıda değiliz artık hiçbirimiz. Hava ağırlaşıyor.

Karşı binanın cephesine bir tutam güneş düşüyor. Şimdi bazı sarmaşıklar fincanımdan daha kırmızı… Şekilleri basbayağı kalbe benziyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir