MAVİ KUŞ

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…

Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

Şöyle bir doğruldu paralanmış döşeğin üstünde. O sabah bir başka ışıldıyordu mavi kuşun gagası. Kaşları çatıldı. Alnı kırıştı. Kim bilir kaç yıldır ilk defa o sabah yüreği gümbür gümbür attı. Yaşamakta olduğunu idrak etti böylece. Bu yüzden bir türlü Fatması’na kavuşamadığını…

Fatması’ndan sonra yaylaya elektrik verilince, köylülerin geniş, tarıma elverişli topraklara hane hane göçüşünü hatırladı silik soluk. Gençlerin kasabaya, şehre şanslarını denemeye gidip oralı oluverişlerini. At sırtında beyaz duvakları uçuşan gelinlerin, damat köyü yollarında ağır aksak gözden yitişlerini…

Ölüler bile yayladaki yeni köyün mezarlığına gömülüyordu çoktandır. Bir o kalmıştı burada. Vaktiyle Fatması’yla sarılıp yattıkları damın altında. Bir de Fatması: Anası, babası ve toprağın altına göçmüş diğer hısım akrabalarla yan yana, koca servinin altında.

O kadar uzun süredir tek başınaydı ki köyde, tanıksızlığı zamanla tanımsızlığa yol açmış; onu başta kendisi olmak üzere hiçbir şeyden emin olmayan, dahası buna gerek duymayan birine dönüştürmüştü. Öldü mü, rüyada mı, diri mi sık sık karıştırır; bu üç alemin de tren vagonları gibi ara geçişlerle birbirine bağlandığını bilir, kendisinin hangi vagon ya da geçişte olduğunu umursamazdı. Bir tek, ölüler vagonundan diğerlerine geçmesi yasaklı Fatması’yla artık sarılıp yatamadığına üzülür ama onun varlığını, ona dokunabildiği zamanlardan dahi daha yoğun hissedebildiği mavimtırak anlarda, esrarengiz bir hazla kutsanırdı.

Trenin iki yanı camsız pencerelerle doluydu ve o kafasını bu pencerelerden her uzatışta ya Fatması’nın bir başka pencereden sarkmış güzeller güzeli yüzüyle karşılaşır ya da tren yolu boyunca sıralanmış kavak ağaçlarından birinin dalına konmuş, Fatması’nın gittiği sabah başına bağladığı yemeni ile aynı mavi renkte bir su kuşuna rastlardı.

Fatması da, mavi kuş da, birer müjde gibi nasıl ansızın çıkageldilerse aynı hür iradeyle “pırr” diye yok olur, işte ancak o zaman, onları zihninin perdesinde görememeye başladığında, Fatması gittiğinden beri sahip olduğu her şeyle birlikte gözlerini de kaybetmiş olduğunu hatırlardı.

***

Bu kez kuşu ürkütmemeye dikkat ederek döşekten usulca tahta zemine indi. Dirsek ve dizlerinin üstünde sürünerek pencereye doğru ilerledi. Yıllar önce bir gece şiddetli fırtınada camı kırıldıktan sonra pencere de tıpkı gözleri gibi işlevini yitirmişti.

Başını kaldırdı. Kuş hala yerindeydi. Bir diyeceği olmalı muhakkak diye düşündü. Yoksa soluğundan bile ürker insanın… Bunu düşünür düşünmez ürperdi. Fatması’ndan beri kimsenin ona bir diyeceği olmamıştı. Ne de onda kimsenin herhangi bir diyeceğini işitme isteği.

Suçluluk duygusu sinsi bir kurtçuk gibi yaşlı bedenini inceden inceye kemirirken tüm dikkatini kuşun gagasına vermeye çalıştı.

Fatması gittiğinden beri suçluluk duyardı. Kuyunun başındaki zeytin ağacını, Fatması çıkmadan önce kaç kez kabuslarında görmesine rağmen kesip kurtulmadığı için…

O gün sırıkla zeytinleri silkip Fatması’na yardım etmek yerine öğlen yemeğinden sonra uyuyakaldığı için…

Fatması daha önce birkaç kez ağaca tırmanırken terliklerinin kaydığından yakınmasına karşın ona yeni terlik alacak kadar odun toplamadığı için…

O öğlen yemekte Fatması en iştahlı zeytin ağacının kuyunun başındaki olduğunu söylemesine rağmen, o kaybolunca bu konuşmayı tamamen unuttuğu için. Köylülerle saatlerce ellerinde alev alev yanan çıralarla Fatması’nı ararlarken belki de o kuyunun dibinde hala sağ olduğu için…

Mavi yemeniyi ağacın dalından sarkarken gördüğünde zangır zangır titremeye başlayan bedenini, birkaç dakika sonra tıpkı Fatması gibi zeytin ağacının tepesinden bırakmasına rağmen kuyuyu isabet ettiremediği için…

O atlayış esnasında kafasını kuyunun ağzına çarpıp kendini kör ettiği için…

Körlük, içindeki karanlıkla dışarıyı da boyayarak aslında ona iyi geldiği için…

Terk edilmişliğini kimsesiz kalan köyün çürümüş evleriyle, minaresiz camisiyle, kara tahtası soğuk bir kış gecesi köy kahvesinin sobasında yakılan okuluyla, oluk oluk boşa akan çeşmesiyle paylaşmak, nefes almasını kolaylaştırdığı için…

Fatması hiç nefes alamazken o kolayca nefes alabildiği için…

Ne yaşamayı, ne de ölmeyi becerebildiği için…

Aslında görmediği bir mavi kuş onu zihninde Fatması’na götürdüğü için… Bu sayede hak etmediği halde sık sık Fatması’nı görebildiği ve tek taraflı mutlu olduğu için…

Aslında büyük olasılıkla bunların hiçbiri olmadığı için…

Zaman zaman Fatması’nın da aslında hiç yaşamamış olduğundan kuşkulandığı için…

Hatta böyle düşündüğü zamanlarda kendi varlığından da şüphe duyduğu için…

***

Mavi kuş gagasında bir şey tutuyordu. Sarı, parlak, yuvarlak… Altından bir halka gibi. Gagasını ortasından geçirmiş, başını havaya kaldırıyor, tuttuğunu düşürmüyordu.

Nikah yüzükleriydi bu!

Kuş kanat çırparak havalandı. O da peşinden.

Elinde sopası, evin tahta merdivenlerinden koşarak aşağı indi. Bozdağ’ın eteklerindeki bir tepenin sırtında tren gibi dizilmiş ev yıkıntılarının arasından yıldırım gibi geçti.

Kanat seslerini takip ederek kuyunun kıyısına kadar geldi. Önce mavi kuşun onu kuyunun alt geçidinden yer altı dünyasının ölümsüzlüğüne geçmeye davet ettiğini sandı.

Derken Fatması’nın gittiğinin ertesi günü dibinden kestiği zeytin ağacının köklerine yakın bir köşeden kalp atışına benzer bir ses duydu. Eğildi. Elleriyle yeri yoklamaya başladı. Çimleri söktü. Taşları fırlattı. Toprağı kazdı… Kazdı… Nereyi kazması gerektiğini, ne aradığını bilir gibi uzun uzun yaptı bunu.

Nihayet altın halkanın soğuk, pürüzsüz yüzeyi eline geldi! Yüzük parmağını kaldırdı. Diğer eliyle yıllar önce köyün imamının nikah günlerinde yaptığı gibi tek seferde yüzüğü parmağına taktı. Demek o sabah, orada düşürmüştü hayatlarını birbirine düğümleyen kanıtı.

Demek, o bir hayalet, Fatması bir düş, sevdaları bir masal değildi.

Mavi kuş alçaldı, kavak dalına kondu. Tatlı bir rüzgar esti. Dalları oynattı. Yaprakları açıklı koyulu hışırdadı. Uzakta bir Ağustos böceği cırladı.

Eski günlerdeki gibi Fatması’nın elini tutmak için karşı konulmaz bir çağrı gıdıkladı avucunun içini. Mavi kuş bülbül gibi şakıyordu. Kanatlandı aniden. Mezarlık tarafına doğru uçmaya başladı. Büyülenmiş gibi takip etti mavi kuşu. Bacakları gençliğindeki kadar güçlü, kanat seslerinin peşine düştü.

Koca servinin altında, Fatması’nın mezarının başında durdu. Mavi kuş, artık paçavraya dönmüş mavi yemeninin bağlı bulunduğu mezar taşına kondu.

Yere çömeldi. Elini toprakta gezdirmeye başladı. Fatması’nın elinin bulunduğu yerin üstünde durdu. Toprağı şefkatle okşadı, usul usul sevdi. Bedenine bir ılıklık akmaya başladı. Mavi kuş havalandı. Omzuna kondu. Tatlı bir rüzgar esti. Servi başını ona doğru eğidi.

Ilıklık aydınlığa dönüştü. İçi köy çeşmesinden gürül gürül akan saf sevgiyle köşe bucak yıkandı. Toprağın altı ile üstü, düşler ve gerçekler, görünen ve sezilen, zaman ve ötesi farklı vagonlar olmaktan çıkıp yekpare bir trene dönüştü. Tren, altın halkadan yapılma dev bir tünelin içinden geçerek sonsuza doğru yola çıktı.

Alyansını parmağında ileri geri oynatarak treni uğurladı.

Yanağını ılık toprağa, Fatması’nınkinin üstüne koydu. Gözlerini son kez kapadı. Sırtında hafif bir ürperti duydu. Üstünü toprakla örttü.

Fatma ile sarılarak uyuduğu günlerden sonra ilk kez uzun ve deliksiz bir uykuya daldı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

GÜNDÜZ GÖLGELERİ

“Koca şehir saklanıyor da, bana mı çok görüyorsun Ekrem? Yeryüzü her gün geceye gömülüyor da sen ne diye akşam akşam beni deşiyorsun?” “Karanlık karanlığı çeker de ondan Hilmi Kardeş. Neden köyünde değil de en büyük şehirdesin? En medeni şehir, gecesi en aydınlık şehir değil mi? Şehirli insan derdine razı olmayıp, derman peşinde koşan değil mi?”

ORGANİK PAZAR

Çocuk karaltının suratına baktı. Sakallı, ağızsız, gözsüz bir adamdı. Tıpkı diğerleri gibi onunla da herhangi bir insani temas kurulamazdı. Adam çocuğu ensesinden yakalayıp kedi yavrusu gibi pazarın çıkışına bıraktı. Bir daha oralarda dolaştığını görürse bütün iç organlarını teker teker sökeceğini söyledi. Ayağının ucuna tükürüp uzaklaştı.

MASALCI TEYZE

Aslında hayallerimin birer birer gerçekleştiği günlerdi. Yani en mutlu olmam gereken zamanlar… Üniversiteden mezun olduğum hafta işe girmiştim. Mütevazi maaşım şehrin merkezindeki asırlık bir apartmanda, iki göz odalı, ufak bir daire kiralamama yetmişti. Öğrencilik yıllarımda fırsat buldukça daldığım ara sokaklardan birindeydi yeni evim. Beyoğlu’nun afallatan, düş kurdurtan, küf ve tütsü kokan esrarengiz sokaklarından birinde… Dar, kısa bir yokuşun sonunda.

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir