SICAK SÜT

SICAK SÜT

Soğuk, ıslak kış sabahlarında henüz ortalık zifiri karanlıkken annesinin aslında uyandırmaya kıyamayan kırılgan sesi ile gözünü açtığında, kör bir kuyunun dibinde hissederdi kendini. Yatmadan önce uç uca yaktığı ucuz sigaraların dumanı ciğeriyle soluk borusu arasını yumruk gibi bir balgamla tıkamış oldurdu. Kasları sızım sızım sızlarken alarmlı saat, beynindeki kılcal damarları titretir, yorgun bedeninden önce midesini kaldırırdı.

Battaniyeyi sıyırması, buz gibi muşamba zemine basarak tuvalete doğru yalpalaması, soba söndükten sonra anacığıyla ikisinin soluğuyla ısınmış nemli odadan çıkıp, buzhaneyi andıran tuvalete adımını atması, titreyerek yüzünü yıkaması, sarı ışık veren düşük voltajlı ampülün altında tıraş olması, ters çıkan boyun kıllarını kesmeye çalışırken muhakkak derisini birkaç yerinden kanatması, en azından fena halde kızartması, hepsi hepsi içindeki umutsuzluk girdabını büyütür, şiddetlendirir, yaşamayı çekilmez bir külfet haline getirirdi.

Babasının öldüğü gün cenaze dönüşü, o acıdan kaskatı kesildiği, yemediği, konuşmadığı, işitmediği, hiçbir şey hatırlamadığı gece, zorla senet imzalatmışlardı sanki. Allah’ın her günü o muamma senedin borcunu ödüyordu. Sabah adeta can çekişerek yataktan kalkıyor, beş saatini toplam altı vasıta değiştirerek fabrikaya gidip dönmekle harcıyor, on saat senedi imzalatanlar arasında olduklarından şüphelendiği ustabaşlarının gözetimi altında piston gibi çalışıyor, sabah çıktığı gibi yine karanlıkta döndüğü evlerinde anacığıyla Allah ne verdiyse kaşıklayıp, iki çift lafı zor etikten sonra, sızıp kalıyordu.

Sakal tıraşı sonrası, alüminyum tencereden yayılan ağır, merhametli ve şehir yaşantısı ile bir o kadar tezat sıcak süt kokusu karşılardı onu. Komodinin üzerinde, her zaman aynı yerde, telefonla rahmetli babasının çerçeveli fotoğrafının arasında duran plastik kolonya şişesini alıp, suratına boca edene kadar odadaki tüm nesnelerle beraber sıcak süt kokusuna teslim olurdu o da.

Kışın kolonya ile havanın soğuğu bir olur, tahriş olmuş boynunun acısı ile birlikte bütün yüzünü, kafatasını, hatta bedenini uyuşturur, işte o bedenden sıyrılış, yani bedeni hissetmezken de var olmaya devam edebildiğini idrak etmesini sağlayan o kısacık uyanış hali, balgamın ciğerinden usulca sökülmesine yol açardı.

O kısacık anın içinde, daha önceki sabahlar da aynı saatin aynı dakikasında aynı şeyi, o toplu iğne başı kadarcık özgürlüğü hissetmiş olmanın bilinci bulunurdu. Ve o bilinç – yaşadığının anlık bir yanılsama değil, her sabah tekrarlanan bir sürekliliğin parçası olduğunu tıpkı önceki sabahlarda olduğu gibi bir kez daha idrak etmek- ona devam etme gücü verirdi.

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının. Bunun için çabalıyorlardı. Bir de evin rahmetli reisinin kemikleri sızlamasın diye.

Demiryoluna geçişi engelleyen demir parmaklıklara ait bir çubuğu, tam evin sokak kapısının karşısındakini, bükmüştü bir pazar akşamı. Eğilip ordan geçip, kestirmeden demiryolu bölgesine çıkıyor, tempolu yürürse beş dakikada istasyona varıyordu.

Hava aydınlanmaya yüz tutuyordu o sıralar. İstasyon, kendisi gibi gri suratlı, göz altı mor, hayatı gereksiz bir yük gibi sırtında taşıyan, bir dolu bezgin, sinirli, bakımsız erkekle dolu oluyordu. Ve tek tük çirkin, orta yaşlı kadınla.

Hep birlikte vagona doluştuklarında usulca soluk almaya bakardı. Biri nefesinin süt koktuğunu anlarsa diye kaygılanırdı çünkü. Öte yandan ağzı açlık kokan bunca yoksul, pejmürde adamdan üstün de görürdü kendini. Sabah sütü ısıtılıp önüne konan bir o vardı büyük ihtimalle koca vagonda.

Tren sallandıkça midesi bulanır, o zaman da ertesi sabah süt içmemeye karar verirdi. Ama ertesi sabah yine anacığını kıramaz, önce çay kaşığıyla kaymağını yerdi bardağındaki sütün. Sonra annesi kendi kaymağını da verirdi usulca. Sonra kara buruşuk iki zeytin yerdi, azıcık midesini tutsun diye. Sonra da sıcak sütü kafasına diker, geç kalmak üzere olduğuna dair hırıltıya benzer sesler çıkarıp kabanını giyinmeye koyulurdu.

Anası her sabah kapının bir adım dışında uğurlardı onu. Sonra pencerenin arkasına geçer, uzaklaşmasını seyrederdi.

Bir kere parmaklıkların arasından geçmeden el sallardı dönüp. Bir kere geçtikten on adım sonra. Bir kere de elli adım attıktan sonra, evin penceresinden görünen son ağaca varmadan birkaç adım önce.

İşte o son el sallamadan sonra içinde bir burukluk, bir ezilme olurdu. Bir sigara yakardı hemen. İstasyon duvarına tırmanıp kalabalığa karışıncaya kadar devam ederdi bu yersizlik, yurtsuzluk duygusu. Eve dönmek, annesi renkleri cartlak, sesi çatlak tüplü televizyonda kadın programları seyrederken onunla bir oturmak, köşe yastığı kadar gamsız uyuklamak, sıcak sütün bulandırdığı midesini demli çayla yatıştırmak isterdi.

Tren gelirdi işte o arada. Kalabalığı yüklenip tıngır mıngır uzaklaşırdı muhitlerinden. Bu hiç kimsede hüzün yaratmazdı. Tek tek yüzleri incelerdi. Bir özlem kırıntısına rastlamazdı suratlarda. Herkes işine gücüne yetişme derdinde.

Tren kaza yapsın isterdi aniden. Ya da büyük bir deprem olsun, bütün şehir yıkılsın, taş üstünde taş kalmasın. Bir tek trendekilere kalsın koca İstanbul.

Tren öyle dolu olurdu ki, çoğunluk başkalarının gövdesi arasında sıkışmış, elleri boşta seyahat ederdi. Deprem olsa, sabahları istediği kadar uyuyabileceğini düşünürdü, her sıçrayışta kısa boylu bir adamın göbeğinden sekip eski yerini bulurken. Tıraş da olmazdı mesela. Yıkık evlerin tahtalarını yakar, sıcacık otururdu, ne var? Tuğla, biriket, tarihi eserlerden topladığı taşlardan duvar örer, şöyle geniş, boğaz manzaralı bir ev yapardı kendine.

Bu trende kendisi ile birlikte seyahat ettikleri için hayatta kalan meymenetsiz işçilerle komşuluk etmezdi. Öteki vagonlarda güzel bir kız vardır belki. Onunla evlenirdi. Çocukları tepedeki evlerinin bahçesinde doyasıya, kendisinin çocukluğunda oynayamadığı kadar geniş arazide oynarken, Boğaz’a kaçardı bazen topları. Yokuş aşağı koşar, yüzerek alır, getirirdi topu. Boğaz’da ne gemi olurdu, ne de köprü. Bir tek o olurdu. Bir elinde top. Çocuklar tepedeki evlerinin bahçesinden toplarının kurtarılışını izler, onu beklerlerdi, hayranlıkla.

Sonraki istasyonda anacığı düşüverirdi aklına. Böğrüne dirsek yemiş gibi iki büklüm olurdu o zaman. Anacığı da kurtulmuş olsaydı Yarabbi. Ahşap, çürük evlerinde değil, komşudan süt almaya giderken yakalanmış olsaydı depreme… Her sabah sıcak süt içerdi Allah kitap çarpsın. Şöyle bırakırdı usulca nefesini. Önündekiler soluğundan anlarsa anlasın.

Vicdan azabı çekmeye başlardı. Anası şehrin ilk yıkılacak evlerinden birinin içindeyken, deprem hayali kurduğu için.

Trenden inip otobüse bindiğinde haline şükrederdi. Akşam eve döndüğünde annesine sebepsizce sarılacağına, ertesi sabah yataktan daha erken kalkacağına, kolonya boynunu yaksa da sızlanmayacağına, sıcak sütünün tamamını bir dikişte bitireceğine söz verirdi.

Tramvaydan inerken çeki düzen verirdi kendine. Senet mafyasının karşısına korkusuzca çıkabilecek duruma gelmiş olurdu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

HEYKELTIRAŞ

Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.

Tgumusay Yazar:

Tek Yorum

  1. Levent goycimen
    8 Temmuz 2016
    Yanıtla

    Harika hikayeler için teşekkür ederim daha devamının gelmesini bekliyorum kaçırma olasılığı nı da düşünürsek sayfama direk gönderirseniz sevinirim yastık altı hikayeleri ders niteliğinde olan hikayelerinizi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir