MUCİZELER

MUCİZELER

Başının üstünde martılar uçuşuyordu. Öyle çoklardı ki, gökyüzü geri çekilmiş, onlara yer açmıştı. Etrafına bakındı. Bu büyülü geçitle, yere düşmeyen konfetiler gibi kenti şenlendiren deniz kuşları ile ilgilenen yoktu. Tenefüse çıkan çocuklar gibi neşe içinde bağırıp çağırıyorlardı da oysa. Motora yetişmeye çalışanların saçlarına doğru pike yapıp son anda yükseliyor, iskele camlarındaki yansımalarına bakıyor, kedilerle birlikte boş balıkçı kasalarını teftiş ediyorlardı.

Bir de balıkçıl konmuştu iskele takının üstüne. Sanki törenin şeref konuğu. Bir nedeni vardır elbet baş köşeye kurulup; Galata Köprüsü’nü, Yeni Cami’yi ve pata pata iskeleye yanaşıp, uzaklaşan motorları seyre dalmasının… Belki köprü üstündeki balıkçıların avlanma tekniği çekti ilgisini. Belki de gelin seçecek kendine. Ondan gökyüzündeki bu tatlı telaş. Belki görücüye çıkıyor martılar…

Motor iskelesiyle balık pazarını geride bıraktı. Martılar seyrekleşti balıkçıldan uzaklaştıkça. Naylonlu, şemsiyeli bir lokantanın önünden geçti. Tıklım tıklımdı içerisi, denize sırtını dönmüş sıra bekleyenler vardı.

Ne tuhaf, insanlar kendilerini pırıl pırıl ilk yaz akşamüstüsünün kollarına bırakmıyor; kıpır kıpır kanı kaynayan Haliç’i, bakanı hülyalara daldırmaya hazır eski şehir silüetini, köprülerin gerisinden masum ve güzel bir genç kızın yanakları gibi kızarmaya hazırlanan gökyüzünü seyretmeyi tercih etmiyorlardı.

Rıhtımdan aşağı ayaklarını uzattı. İki serçe toprak banyosu yapıyordu az ötede. Cıvıl cıvıl… Kanatlarının açık kahverengi uçları parlıyordu gün sonu ışığında. Konuşur gibiydiler… Gagaları izin verdiğince öpüşür gibi… Toz rengi ne güzeldi. Anasonsuz muhabbet ne neşeli.

Sıkılınca uçup gittiler ayrı yönlere.

Haliç irice bir tekneye uydu. Gıdıklarcasına ayak tabanlarına yükselip alçaldı. Bir motor geçti önünden… Pata pata… Kıyı bunca olağanüstülüğe sahne olurken, Kaptan nelere tanık olmuştu kim bilir açıkta… Kendisine dikkatle bakıldığını fark edince, iki parmağını şapkasının siperine götürüp babacan bir hareketle selamladı onu. Bir kadını değil, bir insanı selamlar gibi…

Yapraklar hışırdadı üstünde. Rüzgar Kaptan’ın sigarasının ucundaki külü aldı götürdü Eminönü tarafına.

Baharat kokusu geldi yanıt olarak. Tahtakale’de çekilmiş taze kahve kokusu… Hacı misi kokusu, Yeni Cami avlusundan… Bir de tarçınlı akide buram buram… Kokusu bile kızılca; kim bilir hangi şekercizadeden… Genzine oturdu, çocukluğu da seyretsin manzarayı diye.

Ellerinde bira, ağızlarında sigarayla üç kişi oturdular az ötesine. Kara kirpikli, donuk bakışlı. Onların da hikayesini merak etti ama çekindi de biraz. Hem hazır şehir dile gelmişken, ondan kopmak istemedi.

Yıkılmış kaçak lokanta ve çay bahçesi molozlarına basarak yürüdü. Zincirlerini, sac levhalarını, tahta makaralara sarılı çelik halatlarını yol kenarına çıkarmış derme çatma atölyelerin kıyısından ilerledi.

Üstü başı yağdan, kirden kapkara olmuş, yaşsız, kimliksiz, çalışkan adamlar gördü alın terlerini silen. Çelik halat makarasından rakı masası yapmış kasketli, bir deri bir kemik birine rastladı, avurtları çökmüş, gökyüzüne bakmasını bilen. Adam gözlerini aşağı indirdi, sırf o tedirgin olmasın diye…

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu.

Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

Yürümeye devam etti. Köşedeki iki katlı derme çatma balıkçı lokantasının tahta cepheli, sarmaşıklı üst katında bir çift birbirlerinin gözlerine dalmış, konuşmadan oturuyordu. Müzik setinden az önce kemancının çaldığı parça yükseliyordu.

Şarkıyı dinlemek için Yelkenciler Han’ın önünde oyalanmaya karar verdi. Demir kapısına kilit vurulmuş hanın önündeki iki tozlu kedi yavrusu (biraz serçelere, biraz da çalışkan işçilere benziyorlardı), kocaman gözlerini açarak fare yuvası büyüklüğündeki deliğe doğru koştular. Zamanla ilişkisini keseli çok olmuş hanın gizemli loşluğunda gözden kayboldular.

Şarkı devam ediyordu. Metruk binaların önünden geçti. Günbatımına doğru çekilmeye başladı. Otoparkı geride bıraktı. Soluk kesici bir manzara ile karşı karşıya kaldı: Güneş manzarayı altına boyamıştı. Gökyüzü ve deniz bu parlak sarıyı içlerine çekmiş; köprüler, araçlar, rıhtım ve uzaktaki binalar astarlarının koyuluğu nispetinde griden siyaha tonlanan silüetlere dönüşmüştü.

Manzaranın içindeki hiçbir unsur varlığını bütünüyle yitirmemiş ama daha büyük bir bütünün içinde usulca erimeyi kabullenmişti.

Sıradanlığın gölgesinde unutulmuş mucizeler devam ediyordu. Ve kadın tek başına onları birer birer soluyordu.

İrkilerek tek başına olmadığını fark etti. Rıhtımın kıyısında bir insan silüeti hareket ediyordu.

Üstelik bu biri ondan önce davranmış, gün batımına ve denize daha da yaklaşarak, onun manzarasının parçası olmuştu.

Silüetin hareketlerinde o bütünlükle, büyük resmin uyumuyla tezat oluşturan bir tedirginlik fark etti: Bulunduğu yerde sürekli kıpırdanıyor, volta atıyor, arada bir durup sanki bir şey düşünüyor ya da karar vermeye çalışıyor, sonra aniden tekrar harekete geçiyordu.

Bir ara rıhtımın iyice kıyısına yanaştı. Uzun süre kıpırdamadan öylece kaldı. Yüzü gün batımına değil karşı kıyıya dönüktü.

Derken ufak bir hareket oldu. Silüet bir adım daha attı. Ve cup diye denize düştü!

Gözünü kırpmadan tanık olmuştu kadın, bütün bunlara. Dehşet içinde etrafına bakındı! Hiç kimse yoktu. Bir kedi (muhtemelen yavruların annesi) Yelkenciler Han’a doğru ilerliyordu. Uzaklardan balıkçıda çalan şarkı duyuluyordu. Bir an koşup garsonlardan yardım istemeyi düşündü.

Yetişemeyebilirdi!

Denize doğru koşmaya başladı. Siyah bir kafa altın suyuna batıp batıp çıkıyordu. Duraksamadan yanına atladı. Tek kolunu göğsüne sardı. İki kulaçta rıhtımdaki lastiği yakaladı.

Bir çift matlaşmış siyah göz; gerçek mi hayal mi olduğunu kavrayamadığı ıslak, güzel kadına şaşkınlıkla bakıyor, bir yandan da su yutmaya devam ediyordu.

Rıhtıma yatırdığı genç adamla birlikte şimdi o da gün batımı manzarasının, altına boyalı bir parçasıydı. Adam öksürerek:

“Nerden çıktın sen?” diye sordu.

Gökyüzü ve deniz iyiden iyiye yoğunlaşmış, manzara zamanın dışına taşmıştı. Derinden kemancının şarkısı duyuluyordu. Köprünün üstünde iki kuş süzülüyordu. Biri martı. Diğeri daha iri… Uzun boyunlu, uzun bacaklı, büyük kanatlı… Balıkçıldı bu. Martısını bulmuş.

“Mucizelere inanır mısın?” diye sordu kadın.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık. Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir