BÜYÜK YILMAZ
Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini ayağının dibine bırakır, otura otura düzleştirdiği kaya parçasına yerleşirken isli mahalle havasını içine çeker, elini kaldırıp çocuklara selam verir.
Kalede Panter Yasin… Epey geliştirdi kerata kendini. Hava toplarında ürkektir biraz. Hafta sonları fazladan çalışarak o eksiğini de hızla gideriyor. Panter lakabını köşelere giden toplara çevik uzanışlarıyla kazandı. Uzak mahallelerin takımları maç günü kalede ufak tefek Yasin’i görünce bıyık altından gülerler önce. Ne de olsa kendi kalecileri takımın en iri yarı çocuğudur. Ama daha ilk ataklarında Yasin’in kollarının nasıl iki misli uzayabildiğine, şut çekmeye hazırlanan oyuncunun ayağındaki topu mıknatıs gibi elleriyle çekip alıverdiğine tanık olunca önce şaşırır, sonra hırslanırlar. Dakikalar ilerledikçe kontrollerini ve gol atabileceklerine olan inançlarını yitirirler.
Nuri topu aldı mı, zimmetine geçirir adeta. Kimseler sökemez kolay beri. Ama ne zamanında pas vermeyi bilir ne de şut çekmeyi. O yüzden aynı adamı iki üç kez çalımlamak zorunda kalır, yorgun düşünceye kadar sahanın bir o tarafında bir bu tarafında yılan gibi kıvrılır durur. Allah aklından almış, ayaklarına vermiş. Böyle demez Nuri’nin yüzüne ama ne dese söz geçiremez.
Hah işte Yılmaz kaptı topu. Yalnız adaşı olduğundan değil, karakterini de kendisine çok benzettiğinden bir başka sever onu. Tekniği pek iyi değildir ama çok çalışkandır. Ciğer desen körük gibi. Topu kaptırdı mı, iki misli koşar, geri kazanır muhakkak. Kale boş olsun vurmaz, arkadaşının pozisyonu daha iyiyse ona yuvarlar. Yenilgiyi asla kabul etmez. Oyunu kazanmak için her şeyini ortaya koyar ama asla ahlaksızlığa, mızıkçılığa, sertliğe başvurmaz. Son dakika olsun, maç berabere olsun, herkes soluğunu tutmuş olsun, çarpmışsa top eline, tereddütsüz “penaltı” der. Golse “gol”, taş üstüyse “değil”. “Herkesin teri kıymetli abi” der. “Kazanabilirsek kazanırız. Kazanamazsak ders çıkarırız.”
“Büyük Yılmaz” derler bizimkine. Başındaki “Büyük” kısmından hoşlanmaz, kibirli bulur ama mecburen kabullenir ufak Yılmaz’la karıştırmasınlar diye.
Bir deri fabrikasında çalışır. Sabah beşte kalkar, iki araç değiştirir, üstüne de yarım saat yürür işyerine varmak için. Öğle yemeği dışında hiç mola vermez. “Kumru gibi düşüneceğime arı gibi çalışırım” der. Şefi dışındaki mesai arkadaşları pek haz etmez, hatta diş bilerler Yılmaz’a. Kendi üretkenliklerinin sürekli onunkiyle kıyaslanmasını, sigara molası verdiklerinde bile ters ters gözetlenmelerini, ne yapsalar da eksik hissettirilmelerini ona bağlarlar. Birkaç kez kenara çekip konuşmuşlukları, hatta tehdit etmişlikleri de vardır ya Yılmaz’ı, O burnunun dikine gider.
“Ben akşamları böyle rahat uyuyabiliyorum.” der. “Ne yalakalıkla ne hainlikle işim olur, formamın hakkını vermeye çalışıyorum.” der. Futbol dünyasından örnekler vermeye kalkar, küfrü basar keserler lafını.
Evlendiğinden beri işsiz kaldığı, eve ekmek getirmediği, yakacağını, giyeceğini eksik ettiği gün yoktur; evdekilere de yaranamaz ama. Arsada geçirdiği birkaç saatin sözü olur.
“Arabamız olsa Pazarları gezerdik…” derler. “Gelin akbilimle sizi istediğiniz yere götüreyim” diye teklifte bulunur, burun kıvırırlar. “Spor haberlerini seyrettikten sonra horlamaya başlıyorsun.” diye şikayet ederler. “On iki saat ağır çalışıyorum” der, duymazdan gelirler. “Ömrünü çoluk çocuk arasında yedin. Hiç değilse erkek gibi kahveye, birahaneye gitseydin biraz çevre edinirdin.” diye söylenirler. “İnsanın çevreye değil, oyuna ihtiyacı var.” der, ana kız bir olur gülerler.
Yasin’in gelişimini görmezler çünkü. Oyunun her gün sıfırdan başladığını, her maçın sürprize açık olduğunu, her rakibe göre güçlü ve zayıf yanların keşfedildiğini, dünyanın en güzel golünün Süleymaniye’deki arsada atılabilme ihtimalini, en zayıf görünen takımın dahi diğerini yenme şansı bulunduğunu, Nuri’nin mesela bir gün taşıdığı tüm topları tam zamanında pasa ya da şuta çevirerek tek başına maçı alan bir yıldıza dönüşebileceği gibi, bir başka gün yanlış kararlarıyla tek başına takımının başını yakabileceğini bilmezler. Yılmaz’ın saflıkla, iyi niyetle -rakibi alt etmek, takım arkadaşlarını mutlu etmek, hatta kazanarak kendini tatmin etmek için değil- oyunu çok sevdiği için, kendisini oyuna borçlu hissettiği için, oyun daha zevkli olursa hayat da daha keyifli olur diye oynadığını anlamazlar.
Kahvehanedeki, fabrikadaki, meyhanedeki, araba galerisindeki, meydanlardaki adamlar böyle düşünmediği için onlarla beraber olmak istemediğini, yanlarında edecek laf bulamadığını, onların ettiklerinden de korkunç sıkıldığını söyleyemez. Onlar da ne demeye çalıştığını anlamaya gayret etmez, dudak bükerler Yılmaz’ın her haline. Büyüyememekle eleştirirler, bir tek çoluk çocuğa söz geçirebildiğini ima eder, arkasından kafasının her geçen gün biraz daha futbol topuna benzediğini söyler, dalga geçerler.
Sonuçta ona koca günden bir saatçik kalır işte. İş dönüşü, alışverişi yaptıktan sonra, eve varmadan önce arsada geçirdiği altmış dakika. Çocukluğundan beri kendini en iyi hissettiği, hayatı en saf, en sahici, en eğlenceli, en güzel bulduğu yerde doya doya yaşanacak bir saat.
Çocukların ağabeyi, oyun arkadaşı, hocası, hakemi, seyircisidir Büyük Yılmaz. O kenardaysa maç daha ciddi, daha zevkli, daha hırslı geçer. Her iki takıma da yön verir. İyi oynayan iyi oynadığından onun sayesinde emin olur. Öylesine bir gol, onun yerinden sıçrayıp şapka çıkarışıyla unutulmazlar arasına girer. Herhangi bir çocuk onun alkışlarıyla kendini on binlerin önündeymiş gibi hissedebilir. Maç oynanırken kaptan koşarak onun yanına gelip taktik alabilir. Takımın dizilişi, oyunun şekli birdenbire değişebilir.
Eksiği olanlar hafta sonu özel antrenmana tabi tutulur, ödevlerini yerine getirip getirmedikleri ertesi hafta başında mutlaka kontrol edilir.
***
Bir hafta önce Belediye tarafından Süleymaniye mahalleleri arasında düzenlenen turnuvada büyük heyecan yaşanmış; bizimkilerin bütün maçlarını kazanarak şampiyon olması futbolla pek ilgisi olmayanlar dahil, mahalleliyi gururlandırmıştı. Takım bir miktar para ödülü kazanmış, daha da önemlisi neredeyse bütün oyuncuları, Büyükşehir Turnuvası’nda dereceye girme hedefi ile kurulan Fatih Belediyesi altyapı takımına seçilmişti.
Büyük Yılmaz, o gün bir başka keyifliydi bu yüzden. Her zamanki gibi elinde poşeti, gözü maçta, arsanın kenarından dolaştı. Çocukları güler yüzle selamladı. Nuri’ye topu ayağında fazla tutmamasını tembihledi. İleride kalan kanat oyuncusunu savunmaya desteğe çağırdı.
Her zaman oturduğu kaya parçasının bulunduğu noktaya geldi. Ama taş yerinde yoktu! Sağına soluna bakındı. Yılların taşının yerinde, üstü branda ile kaplı kocaman bir kütle duruyordu. Bembeyaz kesildi. Yabancı kütlenin ebatları ufak bir konteyner büyüklüğündeydi. Yoksa arsada inşaat mı başlıyordu? Kanlanan gözlerini sahadaki çocuklara çevirdi. Maç durmuştu.
En sevdiği üç çocuk; Yasin, Nuri ve Yılmaz ona doğru koşmaya başladılar. Olağandışı bir durum olduğu kesinleşmişti. Çocuklar açıklamaya geliyordu. Yüzlerindeki ciddi ifade, verecekleri haberin pek de hayırlı olmayacağına işaret ediyordu.
Büyük Yılmaz isli havadan derin bir nefes çekti. İyice yaklaşmalarını bekledi. Çocuklar ona bir şey demeden yanından geçtiler. Arkasındaki kütlenin başında durdular. Brandanın köşelerinden tuttular. Nuri “bir..kii..” derken hazırlandılar, “üüüüç” diye bağırmasıyla aynı anda kaldırdılar.
Brandanın altından üstü ve üç yanı kapalı, top sahasına bakan ön tarafı açık, içinde süngerli, sabit bir koltuk bulunan ufak bir kulübe çıktı.
Nuri ile Yasin, ağzı bir karış açık, olan biteni anlamaya çalışan Büyük Yılmaz’ın kollarına girip, adamı kulübeye taşıdılar. Adaşı Yılmaz, elindeki poşeti aldı. Duvardaki askıya astı. Yasin:
“Abi kazandığımız ödülle bu yedek kulübesini yaptırdık.” dedi.
Koltuğun tepesine bir plaket çakılmış, plakete büyük harflerle iki sözcük kazınmıştı:
“BÜYÜK YILMAZ”
Çocuklar kollarına girdikleri Büyük Yılmaz’ı koltuğa oturttular. Aynı anda arsadaki tüm çocuklar alkışlamaya başladı. Büyük Yılmaz yutkundu. Daha önce hiçkimse ona bir şey hediye etmemişti. Ne desin, ne yapsın bilemedi. Nemlenen gözlerini gizlemeye çalıştı. Şöyle bir arkasına yaslandı. Diğer çocuklar alkışlamaya devam ederek yaklaştılar. Kulübenin etrafına dizildiler. Büyük Yılmaz koltuğundan kalktı. Boğazını temizledi. Titreyen sesiyle:
“Sağolun çocuklar.” dedi. “Boşuna demiyorum, ben. Asıl büyük sizsiniz.”
merhaba, harika bir öykü olmuş tebrikler…
Hikayelerinizi keyifle okuyorum teşekkür ederim. …
Oykulerinizi okumaktan buyuk mutluluk duyuyorum..Harikalar .