GÜLLÜ

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi.

Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu.

Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

Bir vapur, Gar’ın yıpranmış Alman üniformalı gövdesine doğru yanaşırken “benim de iç organlarımı tamamen değiştirdiler ama bak eskisinden hızlıyım şimdi” diye düdüğünü öttürerek ona moral vermeye çalışıyor ama bir dönem imparatorluğun Batı’ya açılan kapısı olmuş yapının kendini apoletleri sökülmüş bir general gibi hissetmesine engel olamıyordu.

Gar, vapur ve martılarla ilgilenmeksizin dimdik iskeleye doğru ilerleyen genç bir adam, göz ucuyla yol kenarındaki çiçekçinin güllerini kesiyordu. En güzel, en taze güller her zaman o tezgahta bulunurdu. Dersane çıkışı tesadüfen rastlamış gibi yaparak sevdiği kızı bir cafe’ye davet edecek, arkadaşlık teklifini kabul ederse minibüslere bırakmadan önce ona o tezgahın en güzel goncasını hediye edecekti.

Deniz tarafındaki çiçekçinin önünde itiş kakış vardı. Bıyıklı bir adam tezgahın gerisinden fırlamış, elinde büyükçe sarı bir torba taşıyan çocuğun yakasına yapışmıştı. Çocuk torbasındakileri gösterek yanlış bir şey yapmadığını, ekmeğini taze gül satarak kazandığını söylüyor; adamsa onu yol kenarındaki çiçekçi kadının zaafiyetini bile bile her gün buralarda turlayan şerefsiz bir fırsatçı olmakla suçluyordu.

Yol kenarındaki çiçekçi kadının ise çiçeği çok, müşterisi yoktu. Ne zaman biri yanaşıp gül istese sakince kovadan birkaç dal çekip alıyor ama sonra ya saplarını keserken ya jelatine sararken ya da müşteriye uzatırken aniden yüzü gül yaprakları gibi hare hare kızarmaya başlıyordu. Tamamen kıpkırmızı kesildiğinde cinnet başlıyor, birkaç saniye içinde kimi gülün yapraklarını yolarak, kimininkinin goncasını sökerek, bazısını yere fırlatıp topuğuyla başını ezerek telef ediyor; sonunda tek bir gülü bile taliplisine yar etmiyordu.

Sevdikleri ile romantik bir an paylaşmanın arifesinde hassas ruh hallerine bürünmüş müşteriler bu akıl dışı hareketler karşısında şoka uğrayarak, uzatmaya hazırlandıkları paralarını ceplerine geri koyup hızla tezgahtan uzaklaşıyorlardı.

Genç kadın ise ayağının dibinde yükselen çiçek ve yaprak yığınına basarak plastik sandalyesine dönüyor; atkısını tek harekette başına dolayıp bakışlarını yukarı çevirerek, kendisinden başka hiç kimsenin görmediği birine: “Sen Güllü’nü güldürmedin ya…” diyordu. “Ben de onların sevdiğini güldürmeyeceğim.”

Tezgahın diğer tarafındaki kirli sakallı adam, kadının sözcüklerini işitmemiş, az önceki cinnet halini görmemiş gibi uzaklara bakıyordu. Ne kadar af dilese de sesini duyuramayacağını, ne kadar yaklaşsa da kadının bir daha asla yüzüne bakmayacağını biliyordu. Yine de her gün sabahtan akşama kadar, Güllü orada bulunduğu sürece yanıbaşında dikiliyor; Güllü ile birlikte o da siyah atkısını başına sararken, bir sonraki müşterinin gül istememesi için dua ediyordu.

Tezgahın bulunduğu yerden Haydarpaşa Garı’na doğru bakılınca martıların beyaz kanatları, denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Deniz kıyısından dimdik iskeleye doğru ilerleyen genç adam, göz ucuyla tezgahtaki gülleri kesiyordu. En güzel, en taze güller her zaman o tezgahta bulunurdu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silueti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı.

FERAHFEZA

Ev arkadaşı kemençeci Yorgo ile Yedikule kapısından geçmektedirler bir Mayıs akşamüstüsü. Sazları ellerinde. Tatlı bir meltem yalıyordur yüzlerini. Sabah denize girmişlerdir surlardan. Saçları dalga dalga deniz kokmaktadır hala. Tenleri yanık. Beyaz gömlekler sırtlarında. Uçları sararıp kıvrılmış göğüs kılları yakalarından gençlik iştahıyla fışkırmış. Dünyayı fethetmeye hazırdır ikisi de.

KASIRGA

Flamboyan ağacının bir dalı çatırdayarak koptu. Erkeğin bir adım ötesine düştü. Kadının bakışları düşen dala doğru kayarken erkeğin gözleriyle çarpıştı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Yavaşladı… Erkeğin elindeki turuncu flamboyan çiçeğini işaret ederek: “Zavallı güzel çiçek” dedi. “Haklısınız…” diye karşılık verdi erkek, çiçeği öne doğru uzatırken. “Onun için talihsiz bir gün. Ama izin verirseniz, güzel saçlarınızda teselli bulabilir.”

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir