YOSUNLU KAPI

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken, bir de aşırı yağışlı hafta sonları bomboş sokaklarda dolaşırken hayatın bir anlamı varmış gibi hisseder, sonra yine kendini şehrin baş döndüren akıntısına kaptırır, her zamanki amaçsız haline dönerdi.

Sonra düşünecekti hayatın anlamını. Onu kendisi yapan esas şeylerin neler olduğunu. Neden yolunu kaybederek girdiği ara sokaklarda tedirginliğin yanı sıra kendini her zamankinden daha özgür hissettiğini. Nasıl olup da kendini unuttuğu anları, diğerlerinden çok daha belirgin ve ayrıntılı hatırlayabildiğini. Başkalarının unutulmuşlarına dokunmanın neden tüylerini diken diken ettiğini. Başkalarının yıkıntılarının nasıl olup da içinde yeni bir şeyler inşa ettiğini.

Hepsini sonra düşünecekti aslında. Bir kış hafta sonu, İstanbul’un ilk kez uğradığı bir tepesinde şiddetli bir yağmura tutulmasaydı…

Kızını, sınava gireceği okulun kapısında bırakmış, oyalanmak için arka sokaklarda gezintiye çıkmıştı. Yağmur hafif hafif çiseliyordu. Lodos, daracık sokaklarla bir kıvrılarak deniz kokusunu tepelere kadar taşıyordu. İçinde çocukluğundakine benzer insanların yaşadığı ahşap evlerin, işçilerin kaldığı perdesiz bekar odalarının, hurda ve moloz kaplı boş arsaların, yıkık evlerin ortasında boy atmış incir ağaçlarının kıyısından geçti.

Giderek yakınlaşan havlamalar, penceresiz yarı yıkık evlerin cam ve kapı boşluklarına serili kumaş parçalarının gerisinden yükselen Arapça bağrışmalar, boş arsalara mal boşaltan hurdacıların tehditkar bakışları, soğuk soğuk terlemesine neden oluyor ama o büyülenmiş gibi iyot kokusunu derin derin içine çekerek yoluna devam ediyordu.

Bir hedefi varmış gibi hissediyordu. Hedefinin ne olduğunu bilmiyor ama ona yaklaştığını seziyordu. Çok uzun zamandır ilk kez kendisi için bir şey istiyordu. Ne istediğini tam çıkaramıyor ama bunu her şeyden çok istediğini biliyordu. Yürüdükçe kendisi oluyordu. Kim olduğunu bilmiyor ama her adımında iç sesine yaklaşıyordu.

Tahta parçalarının üstünde ıslak yokuştan aşağı çığlık çığlığa kayan çocukların arkasından gülümseyerek yoluna devam etti. Kedilerin pineklediği, tavukların eşelendiği bakımsız bir bahçenin yanından geçti. İyice yaklaştığını hissediyordu. Cumbalı tarihi binaların bulunduğu sokağa saptı. Yağmur giderek şiddetini artırıyordu. Adımları kendiliğinden ağırlaştı.

Sokak kapılarına dikkatle bakıyor, içeriden gelen seslere kulak veriyordu. Yosun tutmuş, kakmalı ahşap bir kapının önünde durdu. Uzun uzun inceledi. Elini oyuklarında dolaştırdı. Sanki kendisindeki fazlalıklar bu evdeki boşlukları doldurabilirdi. Evdekiler de ondaki eksikleri.

Kapıyı tıklattı. Sonra tekrar, bu kez daha güçlü. Önce içeriden bir tıkırtı geldi. Sonra ağır, yorgun, sürüklenen ayak sesleri. Kapı gıcırdayarak, ağır ağır açıldı.

Sarı, sıcak bir ışık taştı dışarı. O ışıkla birlikte dışarı çıkan kokuyu ciğerlerine çekti. Derin bir nefes daha aldı. Bu arap sabunu, eski eşya ve kavrulmuş soğan karışımı kokunun içine huzur doldurduğunu hissetti. Tatlı tatlı başı dönmeye başladı.

“Buyrun”dedi cılız, tereddütlü bir kadın sesi. Kendine gelip başını eğince görebildi ev sahibini: Ufak tefek, baş örtülü, yaşlı bir teyze, yarı araladığı kapının gerisinden, çekingen gözlerle yabancıyı inceliyordu.

“Ben geldim ana” diye fısıldadı.

Son sözcük istemsiz döküldü dudaklarından.

Ama o sözcük kapıyı ardına kadar açmaya yetti.

“Hoş geldin evlat.” diye fısıldadı kadın. “Hoş geldin.”

Yaşlı kadının uzattığı kırışık eli öpüp ıslak alnına koydu. İkisi de dolan gözlerini birbirlerine göstermemeye çalıştı.

“Geç içeri de çay koyayım.” dedi kadın. Ayakkabılarını çıkarıp buz gibi muşambaya basarak soba yanan odaya girdi. Kitaplıklı divanın kanepesine kadının örmekte olduğu kazak, yünleri ve şişleriyle öylece bırakılmıştı. Televizyonun yanındaki sehpada bir kolonya şişesi, dantel örtülü bir sürahi ve kesme bir su bardağı, duvarda semtin kuyumcusuna ait saatli maarif takvimi ile yakışıklı, genç bir adamın flu – vesikalıktan büyütülmüş – portresi, televizyonda hararetli bir tartışmanın sürüp gittiği bir kadın programı, cam kenarında, tülün arkasında da iki menekşe, bir de fesleğen saksısı duruyordu.

Yaşlı kadın çayı demlemeye mutfağa gittiğinde, adam çocukluğundan bu yana kendini bu kadar huzurlu hissetmediğini düşündü. Az sonra kadın elinde bir torba dolusu eski kitapla döndü.

“Okur musun evlat?”

“Çok.”

“Al bunları o zaman.”

Yaşlı kadın, duvardaki resmi göstererek devam etti:

“Rahmetli oğlum da çok severdi okumayı. Yaşasaydı senin yaşlarda olacaktı. Kitapları sana emanet.”

Sesi çatladı. Gözyaşlarını tülbentinin ucuyla sildi.

Adam, eline tutuşturulan kitapların sayfalarını şöyle bir çevirince sanki rahmetli aralarında nefes aldı.

“Benim rahmetli annem de örgüyü çok severdi.” dedi adam. “Bir dahaki gelişimde sana ne renk yün getireyim anacım?”

Kadının kataraktlı gözleri ışıldadı. Aralarında hep böyle şeyler konuşurmuşlar gibi sıcacık bir tonda:

“Hangi renk giyinmek istersen ondan al yavrum.” dedi. “Sıcacık bir süveter örerim sana.”

İçeri gidip çayları getirdi. Bir daha da konuşmadılar. Kadın programını izlediler. Arada birbirlerine bakıp gülümsediler. Pencerenin önünden satıcılar, köpekler, kargalar, tahtalarıyla kayan çocuklar geçti. Bir ara karşılıklı uyukladılar.

Adam, haberlerin jenerik müziğiyle irkildi. Saatini kontol etti. Kalkması gerektiğini söyledi. Kitapları aldı. Yosunlu kapının önünde yaşlı kadın bir kez daha elini uzattı. Bu kez kurumuş, incelmiş dudaklarıyla iyice eğilen adamın yanaklarından da öptü. Arayı fazla uzatmamasını tembihleyerek, adam gözden kayboluncaya dek arkasından baktı.

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Sokak, buram buram iyot, yosun ve rahmet kokuyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini…

PAPATYA GİBİ

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesi… Ahşap köşklerden, mor salkımlı bahçelerden, geniş balkonlardan kahkaha sesleri yükseliyor. Sardunyalar, sokak lambaları, kediler, zakkumlar, taze sulanmış dükkan önleri… Her yerde, her şeyde abartısız bir güzellik, doğal bir hafiflik var. Hava limonata kıvamında. Meltem yanık tenleri ılık ılık okşuyor. Uzaklardan bir faytonun nal ve çıngırak sesleri duyuluyor.

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

Tgumusay Yazar:

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir