Kategori: Hikayeler

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi saplar gri bakışlarını, tam göz bebeklerinizin ortasına.

Mıhlanır kalırsınız. Sokağın, adanın, kıtanın, dünyanın dışında bulursunuz kendinizi. Zamanın dışında… Mitolojik bir kahraman olabilir karşınızdaki. Ak sakallı bir ermiş ya da vahşileşmiş bir Robinson. Siz çocuk olabilirsiniz o an; rüya gören, masal dinleyen… Belki de öldüğünün farkında olmayan biri.

Soluğunuz hanidir kesiktir ama hiç eksikliğini hissetmezsiniz. Beyaz bir sakaldır hayat, atmaca bir burun. Limon suyuyla geriye yatırılmıştır asırlar… Pastırma sıcağına aldırış etmeyen bir ceket-pantolondur uygarlık. Onlarla dalga geçen terliklerse, özgürlük.

Siz çocukken biri Tanrı dediğinde ona benzer bir imge gelirdi gözünüzün önüne. Bunu hatırlarsınız ürpererek. Onca yıl sonra… Motosikletli Tanrı olmaz ki diye geçirirsiniz içinizden. Yeniden düşünebiliyor olduğunuzu idrak edersiniz böylece. Memnun da olursunuz buna. İşte o zaman gölgesi belirir sakallı adamla demirden atının. Gümbür gümbür motor sesi yankılanır taş evlerin duvarlarında. Elinizde gazete ile egzoz dumanının ortasında, onun yokluğuyla baş başa kalakalırsınız.

Pansiyona vardığınızda sizinkiler kahvaltıya başlamıştır çoktan. İlk kez bu kadar yabancı görünürler gözünüze, ne onlar sizin ne de siz onlarınsınızdır aslında. Yumurtanızı nasıl istediğinizi sorarlar, çayınızı doldururken kendilerininkini de tazelemenizi talep ederler. Gazeteyi neden böyle sıkıp buruşturduğunuzu sorarlar. Yanıtlarınızı, durgunluğunuzu, yüzünüzün rengini beğenmezler. Kaygılarıyla, sorgularıyla, neşeleri, buyrukları, sevgileriyle o çıplaklığın üstünü usul usul örterler.

Tatilin geri kalanında; buz gibi denizin tuzlu dibindeyken, rüzgar güneş şemsiyenizi pata pata döverken, sabahın köründe römorkları üzüm dolu traktörlerin motor sesiyle yataktan fırladığınızda, siz hep onu arar, hep ondan kaçarsınız. Aslında o gri bakışların kendinizi bildiniz bileli sizi hep izlediğini bilir, ama onunla göz göze geldikten sonra bir daha asla eski siz olamazsınız. Kimi zaman kaşlarını kılıç gibi çatan, kimi zaman pamuk sakalını şefkatle okşayan bu derin izin ne anlama geldiğini hiçbir zaman tam olarak anlayamaz, anlatamazsınız.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

KASIRGA

Flamboyan ağacının bir dalı çatırdayarak koptu. Erkeğin bir adım ötesine düştü. Kadının bakışları düşen dala doğru kayarken erkeğin gözleriyle çarpıştı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Yavaşladı… Erkeğin elindeki turuncu flamboyan çiçeğini işaret ederek: “Zavallı güzel çiçek” dedi. “Haklısınız…” diye karşılık verdi erkek, çiçeği öne doğru uzatırken. “Onun için talihsiz bir gün. Ama izin verirseniz, güzel saçlarınızda teselli bulabilir.”

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

YALÇIN ABİ

Ekmek, deterjan ve ciklet kokardı bakkalın içi. Her mevsim loş ve serin. Yalçın Abi en dipte yazar kasanın arkasında kitap okuyor olurdu genellikle. O oturduğu için gözleri aynı hizada; tam istediği gibi. Parmak uçlarında sessizce yürüdüğünden Yalçın Abi hemen fark etmezdi onu. Zerrin de fırsat bu fırsat uzun uzun incelerdi: Elini ciddiyetle çenesinde tutuşunu…

GÜNEŞ TOPLAYAN KADINLAR

Denize en yakın ev onundu. Çevresi paslanmış dikenli tellerle çevrili, oldukça geniş ve bakımsız bir bahçenin ortasında, tek katlı, tahta panjurlu, çatlak sıvalı, kiremit rengi bir ev. Yazlıkçıların kimisi bu evi bakımsız ve ürkütücü bulurdu. Kimisi sevimli ve doğal. Paralel yargılar, evin sahibi yaşlı kadın için de geçerliydi. İlk gruba göre -ki bunların hemen hepsi yetişkindi- uzak durulması gereken bir bunak, çocuk ve gençlerin oluşturduğu ikinci gruba göre ise esrarengiz, tatlı kaçık bir teyze…

Bahçesine bakımsız diyenlere güler geçerdi. Otların haklarını savunurdu mesela. Çoğalma, sararma ve kuruma haklarını… Meyvelerin dalından koparılmasına şiddetle karşıydı. Bahçesine izinsiz girerek, ağaçlarının bedensel bütünlüğünü bozmaya yeltenenleri sapanıyla çitlembik atarak püskürtürdü. Bu yüzden onu cimrilikle suçlarlardı. Oysa o ağacın altındaki meyveleri toplamaya gelenlere asla ses çıkarmaz, hatta zaman zaman kendisi sepet dolusu olgun meyveyi kumsala bırakıp, içine de “Sevgiyle yiyin, saygıyla şükredin.”, “En büyük dua, minnetle yenen lokma…”, “Her meyvenin içinde bütün bir evren gizlidir.”, “Olgun ye ki, ham kalma.” gibi sözler içeren notlar bırakırdı.

Sabahları gün doğmadan uyanır, denizle kumun buluştuğu sınıra bağdaş kurup, soluğunu dalgaların ritmine gore ayarlayarak bir süre öylece oturur, kendini deniz gibi durgun ve berrak hissedince, yaşlı bedenini onun serin kucağına bırakır, zarif kulaçlarla, bir balık kadar suyla bütün, yüzeyinde ince ince gezinirdi.

Sonra derin uykusundan uyanmış gibi aniden irkilerek yüzmeyi keser, kırış kırış alnını karaya çevirirdi. Gözlerini kısarak kıyıda bir şeyler aranır, buruşuk ellerine ilk kez görüyormuşcasına hayret içinde bakar, sonra birden kim olduğunu, orada ne aradığını ve diğer her şeyi hatırlayınca rahat bir nefes alıp sırtüstü döner, gökyüzünü hayranlıkla seyrederek ait olduğu yere, toprağa dönerdi.

Kıyıda hiç kimse olmazdı o saatlerde. Denizin açıklarında bazen birkaç amatör balıkçı…

Kurulanıp doğru bahçesine döner, depo kapısına dayalı kürekle süpürgenin yanından dedektörünü alırdı. Aleti çalıştırır, sahili bir uçtan diğerine didik didik aramaya koyulurdu. Guguk kuşları ve ağustos böceklerinin seslerine dedektör sinyalleri karıştığında, ganimetin yerini tespit eder ve her sabah mutlaka zincir, kolye, küpe, yüzük, metal taşlı ya da imameli tespih, hiç değilse birkaç toka bulup evine öyle dönerdi.

Odalarından birini bu ganimetlere ayırmıştı. Türlü türlü takılar, mataralar, cüzdanlar, oyuncaklar, anahtarlıklar, gözlükler ve daha nice sahipsiz eşya ufak çaplı bir hediyelik eşya dükkanına benzeyen bu odada sergilenirdi. Sahilde bir şeyini kaybedenler doğrudan ona başvurur, eşyanın ayrıntılı eşkalini verdikten sonra bu odaya alınır ve teşhis etmelerine izin verilirdi.

***

Bir akşamüstü kapısı çalındı. Semizotlarını ayıklamayı bırakıp, topraklı elleriyle kapıyı açtı. Karşısında genç, güzel bir kız duruyordu.

“Buyrun.”

“Şey…” Yanakları hafif kızardı kızın. “Kusura bakmayın rahatsız ediyorum.”

Sabah denizi kadar duruydu yüzü.

“Geçen Cumartesi ailemle denize geldik. Şu ileride zeytin ağacının altına oturduk. Kolyemi kaybetmişim. Eve dönünce fark ettik. Çok üzüldüm. Sonra dediler ki… Siz…”

“İsmin ne senin?”

“Deniz”

“Anlamıştım zaten.”

Kız ne diyeceğini bilemedi. Biraz daha kızardı yanakları.

“Siz bulmuş olabilir misiniz acaba?”

“Gel bakalım beraber. Nasıl bir kolyeydi söylesene.”

“Yunus şeklindeydi.”

“Taşlı mı?”

Deniz heyecanlandı. “Onu buldunuz mu yoksa?”

Yaşlı kadın ciddiyetini bozmadı. “Taşları ne renkti?”

“Eee… Mavi, lacivert. Vee beyaz…”

“En dışta hangi renkti taşlar?”

Kız şöyle bir yutkundu.

“Ben” dedi. “Görme engelliyim de.” Kısa bir sessizliğin ardından devam etti.

“Sorunuzun yanıtını bilmiyorum.”

Yaşlı kadın o zaman anladı. Kızın başka zamanlara, uzak diyarlara uzanan bakışlarının sırrını.

“Sen bekle ben kolyeyi getireyim.” diyerek içeri gitti. Taşlı minik bir yunusla geri döndü. Kızın kadife yumuşaklığındaki elini tuttu. Avcuna bıraktı. Kız öyle büyük güldü ki, evin içi gençlik, tazelik, minnetle doldu.

“Pat” diye bir ses duyuldu bahçeden.

“Dur bekle.” dedi kadın, sesin geldiği yöne doğru yürürken. Elinde olgun bir şeftaliyle döndü.

“Senin için düştü bu. Öyle güzelsin ki kuzum, biraz daha durursan burada, ağaçlarda meyve kalmaz.”

Deniz kocaman güldü bu kez. Işıl ışıl.

“Size nasıl teşekkür edebilirim?” diye sordu içtenlikle.

“Güneş toplayalım mı beraber?”

Deniz kıkırdadı. “Olur tabi. Öğretirseniz neden olmasın?”

“Hadi o zaman, geç kalmayalım.” Sözünü bitirmeden kapıyı çekti, çıktı yaşlı kadın.

Deniz durgundu. Yunus kolyenin en dıştaki taşıyla aynı renk. Güneş karşı tepelerin üstünden kıyıya doğru turuncu ipekten bir şerit uzatmıştı. Yaşlı kadın, Deniz’i elinden tuttu. Birlikte ışığın kaynağına doğru yürüdüler.

“Güneşin alçak gönüllülüğüne bak sen” dedi yaşlı kadın. “Ayağımıza kadar gelmiş. Hissediyor musun altın suyu olmuş deniz.”

Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da; guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar. Kahkahalarla güldüler. Güldürdüler…

Çocuklar hayranlıkla, sahilden yürüyerek yazlıklarına dönen yetişkinler, zeytin ağaçlarının altında mangal yelleyip karpuz kesenler şaşkınlıkla bakakaldılar bu olağanüstü manzaraya. Derken içlerinden biri alaycı bir tonda,

“Deli karıya bak güneş topluyor şimdi de” dedi. “Bir de kör kız bulmuş yanına…” Tek tük güldüler. Önce zorla. Sonra histerik kahkahalarla.

Kahkahalar Deniz’e kadar ulaştı. Uykudan uyanır gibi irkildi kız.

“Annemler merak eder. Gitmem lazım.” dedi yüzü gölgelenerek.

Yaşlı kadın kızın ellerini sıktı. Minnetle yanağına bastırdı.

“Yine gel güzel denizkızım.“ dedi “Bir şeyini kaybetmeden de gel.”

Kız gülümseyerek başını salladı. Bir elinde yunus kolye, bir elinde şeftali kahkahalara doğru yürümeye başladı. Saçlarından ince ince ışık dökülüyor, o uzaklaştıkça deniz karanlığa gömülüyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık. Çitlembik ağaçlarının serin gölgesinden neşe içinde, ganimetlerimizi hesaplayıp karşılaştırarak geçmiş, daha fazla sabredemeyince depara kalkarak soluk soluğa bayram için kurulmuş lunaparka varmıştık.

Sonrası, yılın en zevkli birkaç saati… Kayık salıncağı neredeyse alabora edene kadar hızlandırmalar… Çarpışan otolarda sıra gelene dek kim bilir kaç tur beklemenin acısını, etliye sütlüye bulaşmadan gezinmeye çalışan masum kızların arabalarından çıkarmalar… Uçan sandalyelerde, tırstığımızı belli etmemek için gözlerimizi kapayıp avazımız çıktığı kadar bağırarak şarkılar söylemeler… Balerinin iri memelerinin etrafında fır dönmeler, öne doğru dayanmak zorunda kaldıkça emniyet demirinin açılıvereceğinden endişelenmeler, arkaya yatarken gıdıklanıp kahkahalara boğulmalar, sonra aniden gazetelere düşmüş lunapark kazalarını hatırlayarak pişman olmalar, altına edecek kadar korkmalar…

Paralarımız nasıl suyunu çekti anlamamıştık. Daha doğrusu ben bir pamuk helva parası ayırmıştım gömlek cebime ama son turda Mehmet balerine binemeyip kenarda ağlamaklı olunca, kalan harçlığımı da ona uzatmış, hasılatı sıfırlamıştım. Balerinden indiğimizde başlarımız deli gibi dönüyordu. İkimiz de hayatımızda arka arkaya bu kadar çok kez, dönen oyuncağa binmemiştik. Düz çizgi üzerinde yürüyemiyor, sendeleyip birbirimize tutunuyor, gülmekten iki büklüm oluyorduk.

Lunaparktan çıkıp, parka girdik. Bulduğumuz ilk oturağa kadar yalpalayarak ilerledik ve bir arada zor tuttuğumuz uzuvlarımızı yeşil bankın üstüne bırakıverdik. Gözümü açtığımda karşımda onu gördüm: Beyaz saçlı, kır bıyıklı pamuk helvacı. Yerimden kalkmadan seslendim:

“Helvacı Amca senin de elini öpsek, pamuk şekerlerinden birer tane verir misin bize bayram harçlığı olarak?”

Sarhoşlar gibi konuşuyordum. Dilim dolanıyor, sözcükler ezilip büzülüyordu. Cümlemi tamamlamamla Mehmet’in gülme krizine girmesi bir oldu. Soruma mı gülüyordu yoksa konuşma şeklime mi bilmiyordum ama o güldükçe ben de kendimi tutamıyordum.

Biz güldükçe Helvacı Amca öfkeleniyor, kaşlarını çatmış bizi izlerken, arada küfreder gibi bir şeyler mırıldanıyordu. Mavi emektar bir arabası, arabanın önünde ebru desenli bir balonla iki rüzgar gülü, tepesinde üç beş tane elma şekeri ve bolca pembe, şişkin pamuk helvası vardı. Pamuk helvayı öyle çok severdim, kırk yılda bir alındığında yemeye öylesine doyamazdım ki, kendimi bildim bileli, elime toplu para geçtiğinde bir araba dolusu pamuk helva satın alıp hepsini arka arkaya mideye indirmeyi hayal ederdim. Ama bunu asla beceremez, o gün olduğu gibi elime üç beş kuruş geçen bayram günlerinde de muhakkak harcayacak başka bir yer bulur, sonra da böyle helvacının karşısında yalanır, yutkunurdum.

Karınlarımızı, böbreklerimizi tutarak gülmeye devam ediyorduk. İyice siniri bozulan Helvacı, söylenerek ayağa kalkmış, arabasındaki makineyi çalıştırmış, tahta çubukları motorun etrafında gezdirerek pamuk lifi şeklini alan şekeri toplamaya, böylelikle yeni pamuk helvalar yapmaya koyulmuştu. Mehmet ile ikimiz bir an için bu sihirli üretime dalmış, sonra Helvacı Amca tamamladığı tombul pamuk helvaları arabasının üstüne dizerken Mehmet, “Balon oğlum onlar… Pamuk helva numarası yapan pembe balonlar…” deyince yine makaraları koyvermiştik.

İşte her şey ondan sonraki beş on saniye içinde olup bitti. Aniden lunapark tarafından kuvvetli bir rüzgar esmeye başladı. Yaprakları havalandırarak bize doğru yöneldi, şiddetini hızla artırdı. Sanki parkın ortasından geçen, pamuk helva arabasıyla bizim bankı içine alan basınçlı bir hava koridorunun göbeğinde kalmıştık. Saçlarım başımdan kurtulmak istercesine yukarı doğru çekiliyor, ağaçlardan uçuşan tüyler ağzıma burnuma doluşuyordu. Mehmet olan bitenden habersiz önüne kapanmış katılarak gülmeye devam ediyor, zaten şiddetle sarsılmakta olan bedeni peydahlanan fırtınanın etkisini hissetmiyordu. Pamuk helva arabası zangır zangır sallanıyor, içleri hava dolan pamuk helvalar şiştikçe arabanın tekerlekleri yukarı aşağı yaylanıyordu.

Yeryüzüyle temasının hassas dengelere bağlı olduğunu fark edemeyen Helvacı Amca, camekanın içinde inatla tamamladığı son helvasını çıkardı. Arabanın üst çerçevesindeki deliklerden birine güçlükle yerleştirdi.

İşte bu son hareket bütün dengeleri bozmaya yetti. İçi hava dolan son pamuk helva da şişti, kocaman oldu. Arabanın tekerleklerinin yerle teması sırayla kesildi. Usul usul havalanmaya başladı. Helvacı Amca önce ne olup bittiğini anlayamadı. Mavi araba beline kadar yükseldiğinde gözleri fal taşı gibi açıldı. Sol tekerleğe monte edilmiş sergileme direğinden tutarak arabayı aşağı çekti. Bir an için başarır gibi oldu. Derken daha da şiddetli bir hava dalgası önce pamuk helvaları üç beş misli büyütecek kadar şişirdi, sonra onları pembe balonlar gibi gökyüzüne doğru ittirdi. Dev helvalara bağlı mavi araba, çitlembik ağaçlarının arasından yükseldi. Ve Helvacı Amca da tutunduğu direkle birlikte onların peşinden gökyüzüne doğru sürüklendi.

Mehmet doğrulduğunda: “Sakın komik bir şey söyleme artık” dedi. “Yoksa gülmekten çatlayacağım. Her yerim ağrıyor, kalbim sıkışıyor.”

O sırada ağzım bir karış açık gökyüzündeki küçük karaltının kuş mu yoksa araba mı olduğunu seçmeye çalışıyordum.

“Hiçbir şey görmedin mi?” diye sordum.

Gülmekten yaşarmış gözlerle bana bakıyor, ciddi bir şey mi söylediğimi yoksa yeni bir şakaya mı hazırlandığımı kestirmeye çalışıyordu.

“Neyi görecektim ki?” diye sordu.

“Pamuk helvacıyı.”

Geriye bir tek elektrik direği ile ağaç arasına sıkışmış taburesi kalmıştı.

“Nereye gitti?”

Gökyüzünü işaret ettim.

“Senin balonlar pamuk helva numarası yapmayı bıraktı.”

Bir bana, bir parmağımın gösterdiği bulutlara baktı. Şimdi bulutlar da dev birer pamuk helvaya benziyordu.

Gürültülü bir kahkaha patlattı. Ben de kendimi tutamadım. Gülmekten iki büklüm ayağa kalktı. Pamuk helvacıdan yadigar tabureyi düzeltip oturdu. Onun gibi kaşlarını çatarak bana dik dik bakmaya çalıştı. Tabii ki başaramadı. İkimiz de kahkahayı koyverdik. Soluğumuz kesilinceye, kan ter içinde kalıncaya, çimenlerde yuvarlanıncaya dek güldük, güldük, güldük…

Çocukluğumuzu, bayramları, özgürlüğüne kavuşan pamuk helvaları doyasıya kutladık.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

BEYAZ DAVET

Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına…

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

Kızın ismi Agata’ydı. İlk aşkı: Agata. Yazlık sinemada çıplak kolları değmişti birbirine. Çekmemişlerdi kollarını, kaskatı durmuşlardı öylece. Komedi filmiydi galiba ama o gözleri karararak bakmıştı perdeye. Agata tüylerinin diken diken olduğunu fark edecek mi diye yüreği ağzında… Sonradan aklına gelmişti, aynı gün sabahtan akşama kadar maç yaptığı, birkaç kez terden sırılsıklam olup kuruduğu. Kim bilir nasıl da ter kokmuştu Agata’nın hokka gibi zarif burnuna…

O gün bugün her akşam muhakkak yıkanırdı.

O zamanlar Gedikpaşa’da bir ayakkabı atölyesinde çıraklık ediyordu. Cebinde üç kuruş yevmiyesi… Film arasında kağıt helva almıştı ikisine. Helvanın şekerlemesi yeni yetme bıyıklarına yapışınca Agata sakız gibi gülmüştü. O beyazlık pırıl pırıl durur hala yorgun kalbinin bir köşesinde.

***

Agata’ların bir sabah herkes uykudayken -bekçinin söylediğine göre merdivenlerini okşayarak- terk ettikleri demir kapılı eve, Güney Doğu’daki köyleri boşaltılmış bir Kürt ailesi yerleşmişti. Kalabalık bir aile. Erkekler sabah erkenden ameleliğe giderdi. Kadınlar kat kat giysili, yırtıcı bakışlı.

Kürt ailenin bir sürü çocuğu vardı. Bir tanecik Berfu’su. Cumbanın penceresinden bakardı o da. Hep birini beklerdi sanki. Doğuştan sürmeli uzun kirpiklerini siyah kelebek kanatları gibi kırpıştırarak. Başı yarı örtülüydü. Yanakları gamzeli. Esmerdi o da. Gülümsemesi, sokak lambaları hiç yanmayan mahalleyi aydınlatırdı.

Karlı bir kış gecesi Berfu’nun babasıyla, iki ağabeyi yolunu kesmişlerdi. Cumbayı gözetlediğini görürlermiş meğer. Boğazını uzun uzun sıkmış, adem elmasını sustalıyla soymuşlardı. Buz gib soğuk terler dökmüş, eve döndüğünde titreye titreye, uzun uzun yıkanmıştı.

Yıkanmaya boynundan başlama alışkanlığı o günden kalmaydı.

Berfu, kalabalık ailesi ile birlikte Kumkapı’daki hemşehrilerinin yanına taşındığında, ikisi de bunalıma girmişti. Başlık parasını biriktirip, isteyecekti onu babasından. Yeminle yapacaktı bunu. Kumkapı’daki bakkal çırağı aracılığıyla gizli gizli mektuplaşıyorlardı. Yağmurlu bir akşam, bakkal çırağı mektubunu teslim almadı.

Berfusu intihar etmişti.

***

Demir kapılı evin sonraki sakinleri bir Roman aileydi. Pek sakin değildiler esasında. Şarkıları, küfürleri, kavgaları hiç bitmezdi. Erkekler geceleri Beyoğlu meyhanelerinde çalgıcılık yapıyor, kadınlar bütün gün kapı önünde reçellik incir soyuyor, çiçek derliyor, lavanta kurutuyor; kızlar ise kumaşçılardan, dokuma atölyelerinden, tuhafiyelerden artık kumaş, kırpık topluyordu.

Hayatında ilk kez, o Roman kızlarından biriyle iş görmüştü erkekliği. Kulağının arkasından çiçeği, ağzından sakızı eksik olmayan Güllü Kız’la. Dört mevsim yanık tenli, ince, uzun boylu, küçük memeli, beline kadar simsiyah saçlı, güzel olmasa da cilvesiyle yılanı deliğinden çıkarabilecek hünere sahip Çingen Güllü’yle.

Bir gün kulağına, İMÇ’de çiçekli bir fistan beğendiğini fısıldamıştı, Güllü. İki haftalığını bastırıp fistanı alınca da boş bir binanın bodrumunda, yayları fırlamış, is kokan bir yatağın üzerinde açıvermişti bacaklarını ödül olarak. Öyle kolay, çabuk ve sıradan… Çocukken komşu çocuklarıyla beraber kuytulara işeyiverdikleri gibi. Rahatlamayla, mide bulantısı arasında sendeleye sendeleye odasına zor dönmüş, uzun uzun yıkanmış, yatağın pisliğinden ve ilk kez üzerine bulaşan kadın kokusundan arınmaya çalışmıştı.

Güllü’ler sonradan pişman olacakları bir kararla Sulukule’den koparılan Romanların yerleştirildiği toplu konutlara taşındılar birkaç yıl sonra.

***

Bir kez daha boşalan demir kapılı cumbalı evin üst katına iki üniversite öğrencisi, cumbanın bulunduğu alt kata da iki travesti yerleşti. Travestiler geceleri işe çıkıp sabaha karşı döner, mahallenin huzurunu bozmamaya dikkat ederlerdi. İlk travesti arkadaşlarıydı onlar. Arada çay demleyip batak ya da okey oynamaya çağırırlardı. Bazen üst kattaki üniversiteliler de inerdi oyuna. Arabesk müzik çalardı hep evlerinde. Havuçlu keklerinin ve ucuz parfümlerinin kokusu sokağı tutardı.

Bir geceyarısı, travestilerin demir kapıya dayanan pezevenklerini ikna etmeye çalışırken bıçaklanmıştı. Öğrenciler olan biteni cumbanın penceresinden görmüş, koşarak aşağı inivermişlerdi. Onu Taksim İlkyardım’a yetiştirmiş, yarasını diktirmişlerdi. Öğrencilerin örgütlü oldukları söyleniyordu. Hızlıca örgütlenmeseler belki filmi o gece kopmuş olacaktı.

Bıçaklanmanın en kötü yanı, yara iyileşene kadar yıkanamamaktı.

***

Sonra kentsel dönüşüm diye bir kabus başladı. Komşu mahalleler, asırlık evler, baba yadigarı dükkanlar, gayrımüslim hatıralar, gariplere kucak açan binalar boşaltılıyor, doğma büyüme Tarlabaşılılar; başka yerde var olamayıp buraya sığınmış insanlar; diğerlerini hor görecek takati kalmayanlar; bu çevrede iş tutan ve geliri bir tek buranın kirasına yetebilen kiracılar sırayla kapı dışarı ediliyor; mülk sahipleri bir daire fiyatına koskoca binalarını elden çıkarmak zorunda bırakılıyordu.

Oturduğu apartman yıkılınca o da açıkta kalmıştı. Çalıştığı ayakkabı atölyesi iflas ettiğinden beri ekmek parasını çıkarmaya çalıştığı hurdacılık da para etmiyordu artık. Evi, mahallesi, semti, komşuları, anıları ile birlikte hayatının da hurdası çıkmıştı.

Döşeği, leğeni ve bir poşet eşyası ile bir süredir boş duran demir kapılı eve sığınmıştı, son bir gayretle. Demir kapının üstündeki cumbalı odaya.

Sabahtan akşama kadar hurda peşinde koşuyor, akşam alt katta yaşayan Afrikalılar’ın ayarladığı kaçak suyla enikonu yıkanıyor, sonra gün boyunca çöplüklere gire çıka leş gibi olan tek pantalonunu leğende sabunlayıp, duruluyordu.

Pantalonunu, demir kapının dışına çektiği çamaşır ipine asıyor, sonra da donuyla odasına çıkıyordu.

Agata gibi alnını cumbanın camına yaslayarak saatlerce sokağın geçmişine, yazlık sinemada kollarını nasıl öpüştürdüklerine filan dalıp gidiyor; kirpiklerini Berfu gibi kırpıştırarak bazen çarpıntı eşliğinde aşkı, bazen soluğu kesilerek intiharı düşünüyor; aklına Güllü’nün uzun saçları ve küçük memeleri düştüğünde yatağından yükselen is kokusu eşliğinde erkekliğini duyumsuyor; soğuklarda dikiş izleri sızlamaya başlayınca diline travesti dostlarının dinlediği arabesk parçalardan biri takılıveriyordu.

Çalışmadığı pazar günleri, demir kapılı evde yaşamış komşularının, çocukluk aşklarının, dostlarının duvarlara, fayanslara, kapı eşiklerine, pencere pervazlarına, mutfak mermerine, rabıtalara, tavanlara bıraktığı izleri inceliyor, onlara anılar, hikayeler yakıştırıyor; şimdiki zamanın yıkıcılığını o merhametli izlerin, çatlakların arasına süpürüyordu.

Ertesi sabah – eğer yağmur yağmamış ve pantolonu kurumuşsa – giyinip dışarı çıkıyor, kentsel dönüşümün ne zaman demir kapılı evle birlikte hayatla son bağını da koparacağını aklına getirmemeye çalışarak hurda toplamaya koyuluyor, bazı akşamlar iş dönüşü camiye uğrayıp, yardım kutusuna üç beş kuruş attıktan sonra, imama ölünce kendisini mutlaka iyice yıkamasını ve yıkamaya muhakkak adem elmasından başlamasını tembihliyordu.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TEKLİF

Kız: “Koşarken, koştuğumu unutmayı seviyorum.” diyor. Erkek: “Öperken sevdiğini unutmak gibi…” derken Kız’ın saçlarına bir buse konduruyor. Çığlık çığlığa bir martı geçiyor başlarının üstünden. Ürperiyor Kız. “Koşmasaydım sana rastlayamazdım.” diyor. Erkek: “Sana rastlamasaydım, aşk peşinde koşmazdım.” diye tamamlıyor.

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

BATMAN

Stockholm’deyiz. Aylardan Aralık. Geceleri ısı -20 dereceye düşüyor. Çatlak bir sanatçı emeklisinin evinde kalıyoruz. Daireyi adamakıllı ısıtmak yerine, kaban, bere ve dizlerine kadar çektiği yün çoraplarla dolaşıyor. Dışarıda sürekli kar yağıyor. Geceleri fırtına pencereleri zorluyor. Deniz buz tutmuş, üstünde ördekler geziniyor.

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum. İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor…

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç.

Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler. İhsan çabuk bitirip cigarasını yakar. Musa’nın dişler de ciğerler de çürük. Ağır çiğner, sigara da içemez zaten.

Çok nadir konuşurlar. Ayrılırken “hayırlı işler” dilerler mesela. Bazen onu bile bakışlarıyla derler. Her gün aynı işleri yaparlar. Elleriyle gözleri çalışır. Pek düşünmezler. Hırsları yoktur. Korkuları da. Allah’ın rızıklarını vereceğine inanırlar. Verir de. Cuma namazını ve Ramazan’da orucu aksatmazlar.

Yemeği aynı esnaf lokantasında yerler. Tabildotta ne varsa. Akşamları aynı köşede, aynı saatte buluşur, mutlaka Halk Ekmek’e, -ayın kaçı olduğuna bağlı olarak- bazen indirimli markete, manava, kasaba da uğrar, aynı yokuştan evlerine inerler.

Her sabah çıkarlar yokuşu. Her akşam inerler. Çıkarken dışa basarlar hafiften. Evlerine, ailelerine biraz daha yakın, birbirlerine biraz yabancı. İnerken ise içe basar ayakları. Aynı kaderi paylaşan insanlara has bir çekimle omuzları birbirine yaklaşır. Bedenleri yorgun, gönülleri rahat, bırakırlar adımlarını. Çalışıp hak edince yollar bile eğilir insanın karşısında. O yokuştan indikleri akşamlardır kendilerini en iyi hissettikleri zamanlar.

***

Başlangıçta, o kış akşamının da yıllardır tekrarlananlardan pek farkı yoktu. İhsan’la Musa her zamanki saatte, her zaman buluştukları köşede bir araya gelmiş, sözsüz selamlaşmalarının ardından yola koyulmuşlardı. İhsan, önce Halk Ekmek’e uğramış, sonra elma ve deterjan satın almış, Musa ise tespihini sallayarak onu beklemiş, alışveriş yapmamıştı.

İhsan, indirimli marketin kasasında sıra beklerken, Musa’nın dalgın dalgın önüne bakmakta olduğunu gördü. Ara sıra yapardı böyle. “Aklı işte kaldı herhalde” diye düşündü İhsan, üstüne varmadı. Böyle durumlarda biri açılmazsa, diğeri sorgulamazdı.

Sessizce yürüdüler. Tarihi duvarın kıyısından köşeyi döndüler. İhsan her zamanki gibi yokuşun başında yumuşakça içe basarak gövdesini arkadaşına doğru eğdi. Ama kolu Musa’nınkine değmedi. Biraz daha eğilerek yürümeye çalıştı. Musa’nın ayakları dışa basıyor, bedeni ters tarafa yatarak İhsan’dan uzaklaşıyordu.

İhsan şöyle bir yutkundu. Hayatta en değer verdiği adam kendisinden kaçıyor muydu? Biraz daha eğilerek dostuna dokunmak, yanıldığını hissetmek istedi. O sırada ayakkabısının kenarı iki kaldırım taşı arasına takıldı. Poşetlerinden biri yere düştü. Elmalar yokuş aşağı sekerek yuvarlanmaya başladı. İhsan’ın dizleri büküldü. İri cüssesi elmaların peşi sıra yolu boylamak üzereydi ki, güçlü bir el kolundan yakaladı. İki eski dost göz göze geldiler. İhsan çatlak dudaklarını sıkarak tek kelime etmeden teşekkür etti. Musa başını sallayarak kabul etti. Acıdan İhsan’ın yüzündeki kırışıklar iyice derinleşmişti. Musa, İhsan’ın koluna girdi. Yokuş aşağı devam etmek yerine geldikleri yönde yürümeye başladılar.

Çaycı Halit’in taburelerine oturdular. İhsan’ın burkulan ayağı zonkluyordu ama merakı acısından büyüktü. Musa, çaylar gelene kadar önüne bakıp tespihini hızlı hızlı çevirmeye devam etti. İlk yudumlarını alıp uzaklara baktılar. Musa:

“Bizim kız” dedi. “Senin oğlana varmak istiyormuş.” Hafifçe öksürdü. “Haberdar mısın?”

İhsan’ın omuzları gevşedi. Gözleri parladı. Rahatladığını belli etmemeye çalışarak “Kendi mi dedi?” diye sordu. Musa başını sallayarak onayladı. İhsan sigara yaktı. Derin bir nefes çekti. Soğuk havada duman hepten büyüdü.

“Eee… Sen ne dedin?”

“Ne diyecem… Defol karşımdan… Sen kim oluyorsun da… Tövbe… Tövbe.” Tespihini düşürdü. Yerden alıp çamurunu pantolonuna sildikten sonra eskisinden daha sert sallamaya başladı.

İhsan, elini çocukluk arkadaşının omzuna attı. Gözlerini gözlerine dikerek:

“Eee? Benden iyi dünür mü bulacan Musa Efendi?” diye sordu.

Musa’nın kaynaktan kan çanağına dönmüş kısık gözleri bir süre tepki vermeden dik dik baktı. Sonra bakışları öne indi. Dudakları gevşedi.

Bayramdan bayrama yaptığı gibi elini arkadaşının omzuna koydu. Şöyle bir sıktı. Nemlenen gözünü göstermemek için ani bir hareketle başını çevirdi. Halit’e hesabı getirmesini işaret ederken İhsan’a “Geç kalmayalım, daha sana elma alacaz.” dedi.

“Yalnız parasını ben ödeyecem, ona göre.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş,

AGOP İLE AGATA

Agop sabaha karşı beşe doğru Beşiktaş’taki fırınlarının üst katındaki ufak odada gözlerini açıyor. Hava buz gibi. Dışarısı zifiri karanlık. Fırının alevinden yükselen turuncu ışığı takip ederek tahta merdivenden aşağı önce hamurhaneye, oradan da zemin kattaki fırına iniyor. Günün ilk ekmekleri pişmiş bile. Babası, atını tezgaha yanaştırmış. Agop hemen tezgahın arkasına geçiyor. Ekmekleri beşer beşer istifleyip, babasına vermeye başlıyor.

ORGANİK PAZAR

Pazar akşamları, karanlık bastırınca, yağmur görmüş salyangozlar gibi ağır ağır ortaya çıkar, avlunun aşınmış taşları üzerinde dolaşmaya başlarlar. İlk gelenler ağaç ve duvar diplerini kapar muhakkak. Arkalarını sağlama alınca birer sigara yakarlar. Hepsi tedirgindir aslında, kolayca hissedilir titreşen gölgelerinden.

Bavullarının, çuvallarının ağzını usulca aralar, buz torbalarını çıkarırlar. Sarı ışıklı fenerler yakılınca, şeffaf torbaların içindeki organlar seçilmeye başlar belli belirsiz. Torbaların hafif hafif hışırdadığı da fark edilebilir o zaman, sanki sesi çıkaran rüzgar değil de taze yakalanmış balıklar gibi can çekişen organlardır.

Yakından bakana görünürler sadece: Buzlara gömülü bir çocuk böbreği… Üzeri benek benek, güz yaprağı gibi açılmış yorgun bir karaciğer… Kimi mora, kimi cansız griye, kimi körpecik pembeye çalan, pankreas mı, akciğer mi, böbrek mi olduğu tam olarak seçilemeyen diğerleri.

Süre sınırlıdır: Polis gelinceye ya da buzlar eriyinceye kadar. Alıcılar da bilir bunu, gecikmezler. Bomboş meydan şaşırtıcı bir hızla kalabalıklaşıverir. Silüetler birbirinin içinden geçerek, bir çınarın gövdesinde kaybolarak, bir satıcı gölgesinin karşısında durup ellerini, başlarını usul usul oynatarak hazırlanırlar.

Satıcılar dik ve tavizsiz, alıcılar ise bükük belli, çökük omuzludur çoğunlukla. Alıcılar ellerinde titreşen reçeteleri satıcıların fenerlerine tutarlar. Aradıkları niteliklere uygun organlarının mevcut olup olmadığını sorarlar. Genellikle kısa sürer diyalogları. Satıcının başı iki yana sallanır, alıcı bir başkasına doğru yollanır. Omuzları biraz daha çökük, beli biraz daha bükük, gölgesi biraz daha titrek.

Bir satıcıdan diğerine koşturan, yanıt beklemeden başını şeffaf buz dolu torbalara yaklaştıran, duyduğuna inanmayıp ışıklı anahtarlığını arkadaki çantalara tutan bir de çocuk vardır aralarında. On yaşlarında. Her hafta ordadır.

“Küçücük bir kalpcik yeter kardeşime.” diye yalvarır, sanki kalbin küçüğü daha kolay ve ucuza bulunabilirmiş gibi.

“Kalp o kırmızı olan… Biliyorum!” diye incecik sesini yükseltir bazen.

Herkes onun bulunduğu yöne bakar. Parası yok diye satıcıların yalan söylediğini haykırır. Soğuk filan dinlemez, paltosunun önünü açar o zaman. Bir hışım kazağını, atletini sıyırır. Bembeyaz teni parlar fenerin ışığında. Sesi porselen gibi çınlar:

“Alın böbreğimi, verin kardeşimin kalbini.”

Satıcılar böyle çırpınışlara, meydan okumalara alışkın, vicdansız kişilerdir. Oralı olmazlar pek. Arabanın bagajından biraz daha buz alıp organların etrafına serperler. Tespihlerini biraz daha vurgulu çekerler. Olmadı bir sigara daha yakarlar. Orta yaş için pankreasları olup olmadığını soran baş örtülü bir kadın gelinceye kadar mesela, çocuğu yok saymanın bir yolunu bulurlar.

Oysa çocuğun bir tanecik kardeşi vardır. Kardeşinin her şeyi tam. Bir tek kalbi… Yeterince kasılmıyordur işte.

Doktor bunu söylerken odadaydı çocuk. O günden beri kardeşinin kalbi niyetine kendi yumruğunu sıkar. Uykusunda bile. Nakle kadar yapmak zorundadır bunu; kimsenin haberi yok.

“Üç ay dayanır, dayanmaz.” demişti doktor. İki buçuk ay önce…

Son günlerde süreyi uzatabilmek için uyutmaya başlamışlardı kardeşini. Zaman daralmamış, neredeyse tükenmişti. O yüzden o gece ilk kez çınar ağacını çevreleyen duvarın tepesine çıkmış, sol yumruğunu dişleriyle bir sıkmış, göğsüne vuruyor: “Var mı körpe organ isteyen?” diye bağırıyordu çaresizce.

“Kalbi olan yok mu? Bu kadar insansınız. İçinizde minicik bir kalbi olan yok mu?”

Satıcılar çığırtkan veletten rahatsız olmuş, homurdanmaya başlamışlardı. Akşamın sessizliğinde tiz sesiyle polislerin dikkatini çekmesin diye kopkoyu birini görevlendirdiler. İri yarı, kararlı bir karaltıydı. Bir hamlede çocuğu havalandırdı. Az ileride bir böbrek pazarlığı satışla sona ermiş, organ buz dolu bir poşete yerleştirilirken, fenerin önünde paralar elden ele sayılmaya başlanmıştı.

Çocuk karaltının suratına baktı. Sakallı, ağızsız, gözsüz bir adamdı. Tıpkı diğerleri gibi onunla da herhangi bir insani temas kurulamazdı. Adam çocuğu ensesinden yakalayıp kedi yavrusu gibi pazarın çıkışına bıraktı. Bir daha oralarda dolaştığını görürse bütün iç organlarını teker teker sökeceğini söyledi. Ayağının ucuna tükürüp uzaklaştı.

Çocuk karanlığın içinde eridi, yok oldu ağır ağır. Bir tek sol eli kaldı geriye. Sımsıkı, çocuk kalbi kadar bir yumruk… Ayağının dibinde güvercinler dolaşıyordu. Kursaklarında atan minicik, ürkek yürekleriyle.

Cadde tarafından önce acı bir fren sesi, peşinden dehşetli bir kadın çığlığı duyuldu. Çocuk ok gibi fırlayarak kazanın olduğu yöne doğru koşmaya başladı bilinçsizce. Sokak lambasının altında donakaldı. Yolun ortasında kardeşi yaşında bir çocuk cansız yatıyor, kaldırımda zaptedilmeye çalışılan bir kadın şok ve acı içinde kendini yerden yere atıyordu.

Kısa süre sonra ambulans geldi.

Sağlık görevlileri izleyicileri yararak olay yerine koştular. Kazazedeyi dikkatlice kaldırdılar. Sedyeye yerleştirip ambulansa taşıdılar. Kendinde olmayan kadın ile birlikte çocuk da ambulansa atladı. Sağlık görevlileri onu kadının yakını sandıklarından herhangi bir soru sormadılar.

Ambulansın sireni caddedeki araçları delip geçiyordu. Sağlık görevlisi kazazedenin göğüs kafesine şok veriyor, zavallı müdahaleye yanıt vermiyor, kadın onca sakinleştiriciye rağmen, bir köşede inleyip duruyordu.

Gözünden aşağı bir damla yaş inen çocuk kaskatı kesilmiş, yumruğunu sıkıyor, gelişmeleri bekliyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

SARI SÖZLÜK

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

BİNDALLI

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu. “Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

SEV BENİ

Çalgıcılar yan masadaki mini konserlerini sonlandırmış, onlarınkine doğru yaklaşıyorlardı. En önde baygın bakışlı, dolgun yanaklı, esmer Kemancı… Canhıraş hareketleri, boyun düğmesinin iliklenmesine izin vermeyen etli gerdanı, terden parlayan alnı ve üzerinde emanet duran takım elbisesi ile sanatla uğraşan birinden çok kurt bir otobüs muavinine benziyordu. Yıpranmış kemanını, kolonya şişesi gibi tutuyor, müessesenin misafirlerine şarkı ikram ediyordu. Bahşişleri o topluyor, masadan masaya geçerken paraları el çabukluğuyla yerleştirdiği pantolon cebinden buruşuk bir kumaş mendil çıkarıp, alnındaki teri siliyordu.

Kemancıyı; suratının ortasına geniş bir gülümseme yapıştırmış, oldukça zayıf ve bu yüzden de olduğundan uzun görünen tikli bir tefçi ile enstrümanının teferruatlı olması nedeniyle hep en geride kalan, saçlarının ve dişlerinin hatırı sayılır miktarını dökmüş kanuncu takip ediyordu.

Erkek hiç hoşlanmazdı bu seyyar meyhane çalgıcılarından. Canım sanat müziği parçalarını çakma eğlenceliklere dönüştürmelerini; Allah vergisi müzik yeteneklerini böylesine sorumsuzca harcamalarını, hem kendilerine, hem bestekarlara, en çok da müşterilere haksızlık olarak görürdü.

O gece yine aynı bayat numaralarla kimi müşteriden gönüllü, kimisinden zoraki bahşiş kopararak kendilerine doğru yaklaşmalarını göz ucuyla ve gizlemeye çalıştığı bir gerginlikle izlemiş, Kemancı saz arkadaşlarına onların masasını işaret ettiği sırada, sağ elini kaldırarak “istemez” işareti yapmaya hazırlanmıştı.

İşte tam o sırada tutmuştu Kadın, Erkek’in hareketlenen elini.

Bu ilk el ele tutuşmalarıydı.

***

Bir bankanın genel müdürlük binasında çalışıyorlardı. Aynı arkadaş grubundaydılar. İlkin öğle yemeklerine çıkmaya başlamışlardı hep birlikte… Sonra yıl sonu yemeği, terfi kutlamaları, veda geceleri, hafta sonu gezileri… Zamanla doğal bir yakınlaşma olmuştu ikisinin arasında. Diğerlerini sıkan derin konularda baş başa kalıyorlardı. Baş başa kalabilmek için sık sık derin konular açıyorlardı.

Arkadaşları yakıştırıyordu onları birbirine. Kadın mahcupça önüne bakıyor, bazen dudaklarını ısırarak gülümsüyor ama içten içe hoşlanıyordu imalı takılmalardan. Erkek ise anlamazdan geliyor; sigara içmeye çıkıyor ya da telefonundaki mesajlarla ilgilenir gibi yapıyordu her defasında.

Erkek, başkalarının doğrusundan, yardım eli ile atlanan eşikten, erken açan çiçekten hayır gelmeyeceğine inanıyordu. Şakalarla, tahriklerle, tekliflerle sulandırılacak; meyhane çalgıcılarının müziği gibi sığlaştırılacak bir ilişkinin parçası olmak istemiyordu. İnsanların, anlayamadıkları şeylerden rahatsızlık duyduğunu düşünüyordu. O şey bir başkasının ilişkisi olduğunda hemen kendilerininkine benzeterek, rahat bir nefes almak istiyorlardı.

Kadın ise sevilmek istiyordu artık. Sevdiği adam tarafından sevilmek. Birlikte çocuk yapacak kadar sevsinler birbirlerini istiyordu. Hiç çocukları olmayacak olsa da sevsinler. Hiç yaşlanmayacaklarmış gibi sevsinler istiyordu hayatı. Ve birlikte yaşlanacak kadar sevsinler. Sevildiği çok olmuştu ama sevememişti bir türlü. Şimdi seviyordu işte! Sevmesine seviyordu da…

***

İki cins arasında karşılıklı beğeniye dayanan özel karşılaşmalar bir tür başlangıç enerjisi üretir. Halk arasında buna elektrik de denir. Gücünü mahcubiyet ve mahremiyetten alan aşk enerjisi bir süreliğine ayakları yerden keser, sonra kendini yenileyemeyen her enerji türü gibi ağır ağır tükenmeye başlar.

İmkansız aşk, enerjisini inatla yenileyebilme potansiyeline sahiptir. Ama ortada bir imkansızlık yoksa, taraflar birbirlerine sımsıkı sarılabilecekken, beraberliklerini cümle aleme ilan edebilecekken, herkesten gizledikleri yerlerini birbirlerine gösterebilecekken bunları yapmıyorlarsa geri sarım başlamış demektir.

İlk günlerde gözlerden yaş getiren şakalar güldürmez olur. Mahcup, gizemli bakışmalar pısırıkça hatta korkakça algılanmaya başlar. Kuş gibi hafifleten açılmalar, itiraflar, onca yılın birikiminden yaldızlı seçmeler ilginçliğini yitirir birer birer. Aşinalık artar, büyü bozulur, aşk balonu hızla irtifa kaybetmeye başlar.

***

Birkaç haftadır gözünün feri kaçmıştı, Kadın’ın. Az konuşuyor, az yiyor, az uyuyor, hiç gülmüyordu. Öğle yemeklerine çıkmaz olmuştu. Başlangıçta, belki Erkek diğerlerinin yanında rahat hareket edemiyordur, baş başa çıkmayı teklif eder diye. Sonra hayal kırıklığından. Sonra kızgınlıktan. Ve nihayet umutsuzluktan…

Erkek köşeye sıkışmıştı. Kendisini var eden değerlerden vazgeçerek, başka biri gibi davranarak, ne kadar kandırabilirdi ki karşısındakini? Ya kendini?

O da Kadın’a karşı daha önce hiç hissetmediği duygularla doluydu. Ama bu duygular karşılıklıysa ve yeterince güçlüyse zaten yürekleri ile beraber ellerini de buluşturuvermez miydi saati geldiğinde? Birinin “Seni öpebilir miyim?” demesi kadar zavallı bir şey olabilir miydi? Aşk dediğin dudakların doğru zamanda, doğru kişininkilere kendiliğinden çekilivermesi değil miydi? Çıkma, hatta evlenme teklif ediliyorsa bu taraflardan birinin kararından emin olunamadığı anlamına gelmiyor muydu?

Bütün bu savunmalar Kadın’la aralarındaki mesafenin her geçen gün açılması gerçeğini değiştirmiyordu. Kadın, grupla da ilişkisini kesmiş, kimseyle görüşmez, hiçbir buluşmaya katılmaz olmuştu.

Erkek bazı geceler annesi ile birlikte yaşadığı evin balkonunda buz gibi havaya ve annesinin uyarılarına aldırmadan sigara üstüne sigara yakarken, her geçen gün mum gibi eriyip tükenen sevdasına sahip çıkamamasını dürüstlüğüyle mi yoksa korkaklığıyla mı açıklaması gerektiğini sorguluyordu.

***

Derken yeşeremeden kurumaya yüz tutan ilişkileri için yepyeni bir umut ışığı yakan o Cuma günü geldi.

Bir ay kadar önce müdürlerden biri istifa etmişti. Yerine başka bankadan bir yöneticinin transfer edilmesi bekleniyordu. Erkek, öğle tatilinin hemen ardından Genel Müdür Yardımcısı tarafından çağırılınca bütün dosyalarını kontrol etmiş, dalgın geçen son günlerde bir hata yapmış olabileceği çekincesi ile üst kata kaygılı çıkmıştı. Ancak Genel Müdür Yardımcısı onu arkadaşça bir tavırla, kucaklayarak karşılamış, iltifatlı bir girişin ardından müdürlüğe terfi ettiğini açıklamıştı.

Gerisin geri asansöre binen erkeğin eli kendiliğinden Kadın’ın çalıştığı katın numarasına gitmiş, koridorda solgun yüzüne ekran ışığı vuran Kadın’ı görünce bir an cesaretini kaybeder gibi olmuş, sonra heyecanı bütünüyle az önce aldığı haberden kaynaklanıyormuş gibi bir tavır takınarak, terfi kutlamasını baş başa bir meyhanede yaparlarsa çok mutlu olacağını söylemişti.

***

Kemancı masalarına geldiğinde Kadın’ın eli Erkek’inkinin üzerindeydi. Kemancı:

“Yengem için ne söyleyelim Sayın Abim?” diye girdi konuya.

Erkek, ağzını açmaya hazırlanırken, Kadın:

Cici Beyim‘i biliyor musunuz?” diye sordu.

Kemancı’yla Kanuncu birbirlerine baktılar. Epeydir çalmıyorlardı ama Kanuncu parçayı hatırlıyordu. Diğerlerinin kulağına ezgiyi fısıldadı. Tefçi uzun bir aradan sonra yeni bir parça çalacak olmanın memnuniyeti ile yapıştırma gülümsemesini biraz daha genişletti. Gözlerini kırpıştırarak hazırlandı.

Kadın usulca elini Erkek’inkinden ayırıp rakı bardağını kaldırdı. Erkek, kadehini tokuştururken haftalardır ilk kez Kadın’ın gözbebeğinin parladığını gördü. Bir sigara yaktı.

Şarkı başladı. Hem cilveli hem de hüzünlüydü. Bu kez Kemancı değil Kanuncu söylüyordu. Sesi Kemancı kadar güçlü değildi, eksik dişleri tüm sesleri layıkıyla çıkaramıyordu ama içten söylüyordu. Ağır ağır ve kalpten. Ya bu parçanın onda da izi vardı ya da Kadın’ın derdini anlamış, yardımcı olmaya çalışıyordu:

“Cici beyim gel

İşte kıvrak bel

Yalanım yoktur

Sevmem başka er”

Kadın son mısrada Erkek’in gözlerinin içine baktı. Öyle tesirli baktı ki, erkek bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı.

“Sev beni sev beni

Sev beni sar beni

Severim vallah

Severim billah seni”

Son iki mısraya Kadın da eşlik etmişti. Diğer masadakiler bu duru ve dokunaklı sesin sahibini görmek için başlarını çevirdiler. Kemancı coşmuştu:

“Sözler eksik bizde Yenge. Bundan sonrası sende…”

Kadın, bakışlarını Erkek’e kilitledi. Sanki sözleri o yazmış, besteyi o yapmış, şimdi de şarkısını taş plağa kaydediyordu. Alay eder gibi başlıyor, yemin eder gibi bitiriyordu. Gözleri Erkek’ten başkasını görmüyordu.

“Bu ne baygın göz

Bu ne tatlı söz

Bu güzelliğe yoktur

Hiçbir söz”

Çatal bıçak sesi kesilmişti. Meyhanedekiler çıt çıkarmadan dinliyordu.

“Sev beni sev beni

Sev beni sar beni”

Kemancı ile Kanuncu da katıldı:

“Severim vallah

Severim billah seni”

Alkışlar, ıslıklar yükseliyordu. Erkeğin gözleri dolmuştu. Sebebi sigaraymış gibi eliyle dumanı dağıttı. Kadın’a göz kırptı. Kadın devam etti:

“İşte sana söz

Kırpma bana göz

Senin oldum ben

Belki yüzde yüz”

Erkek sigarasından derin bir nefes çekti. Kadın son bölümü okurken kapattığı gözlerini açtı. Erkek’in gözbebeklerini yakaladı. Kendininkilere kelepçeledi. Şarkı bitmiş, söz verme zamanı gelmişti. Devam etti:

“Sev beni sev beni

Sev beni sar beni”

Kadın eliyle Kemancı ve Kanuncu’yu durdurup nakaratın son kısmını Cici Bey’in söyleyeceğini işaret etti. Erkek, Kadın’ın elini tuttu, meyhanedekiler nefeslerini… Erkek’in gür sesi kararlılıkla yükseldi. Tam yerinde. Nikah memuruna “evet” der gibi:

“Severim vallah

Severim billah seni”

Masanın üstünde Erkek’le Kadın’ın dudakları birleşti. Tam Erkek’in istediği gibi; kendiliğinden…

Çalgıcılar şarkıyı coşkuyla sonlandırdılar. Meyhanedekiler düetin kahramanlarını çılgınca alkışlıyorlardı. Cam tarafındaki masa, seyyar çiçekçinin tüm kırmızı güllerini Kadın’a hediye etti. Duvar dibinde tek başına demlenen yaşlı amca, “herkese birer kadeh benden” diye haykırdıktan sonra, belini tutarak ayağa kalktı; rakısını Erkek’le Kadın’ın şerefine kaldırdı.

Kadın’ın mutluluk gözyaşlarından ıslanmış yüzü ışıl ışıl parlıyordu. Cici Bey bir eliyle Kadın’ın zarif elini bir daha asla bırakmamacasına sımsıkı tutuyor, diğer eliyle cüzdanından çalgıcıların bahşişini çıkartmaya çalışıyordu.

 

CİCİ BEYİM

Beste: Kaptanızade Ali Rıza Efendi

https://www.youtube.com/watch?v=_St689p8UIE

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

AYNALI CADDE

Bu toprakların insanları korkar aynalardan. Hele böyle köşe bucağı kaplayıp kaçacak delik bırakmayanından iyice korkar, uzak dururlar. Caddenin olağanüstü bir hali yoktur oysa. Gördüğünü yansıtabilir ancak. Herkesten, herşeyden; en yakın dosttan, sevgiliden, ana, babadan bile daha dürüsttür yani. Kollamaz ama dürüsttür.

SICAK SÜT

Soğuk, ıslak kış sabahlarında henüz ortalık zifiri karanlıkken annesinin aslında uyandırmaya kıyamayan kırılgan sesi ile gözünü açtığında, kör bir kuyunun dibinde hissederdi kendini. Yatmadan önce uç uca yaktığı ucuz sigaraların dumanı ciğeriyle soluk borusu arasını yumruk gibi bir balgamla tıkamış oldurdu. Kasları sızım sızım sızlarken alarmlı saat, beynindeki kılcal damarları titretir, yorgun bedeninden önce midesini kaldırırdı.

Battaniyeyi sıyırması, buz gibi muşamba zemine basarak tuvalete doğru yalpalaması, soba söndükten sonra anacığıyla ikisinin soluğuyla ısınmış nemli odadan çıkıp, buzhaneyi andıran tuvalete adımını atması, titreyerek yüzünü yıkaması, sarı ışık veren düşük voltajlı ampülün altında tıraş olması, ters çıkan boyun kıllarını kesmeye çalışırken muhakkak derisini birkaç yerinden kanatması, en azından fena halde kızartması, hepsi hepsi içindeki umutsuzluk girdabını büyütür, şiddetlendirir, yaşamayı çekilmez bir külfet haline getirirdi.

Babasının öldüğü gün cenaze dönüşü, o acıdan kaskatı kesildiği, yemediği, konuşmadığı, işitmediği, hiçbir şey hatırlamadığı gece, zorla senet imzalatmışlardı sanki. Allah’ın her günü o muamma senedin borcunu ödüyordu. Sabah adeta can çekişerek yataktan kalkıyor, beş saatini toplam altı vasıta değiştirerek fabrikaya gidip dönmekle harcıyor, on saat senedi imzalatanlar arasında olduklarından şüphelendiği ustabaşlarının gözetimi altında piston gibi çalışıyor, sabah çıktığı gibi yine karanlıkta döndüğü evlerinde anacığıyla Allah ne verdiyse kaşıklayıp, iki çift lafı zor etikten sonra, sızıp kalıyordu.

Sakal tıraşı sonrası, alüminyum tencereden yayılan ağır, merhametli ve şehir yaşantısı ile bir o kadar tezat sıcak süt kokusu karşılardı onu. Komodinin üzerinde, her zaman aynı yerde, telefonla rahmetli babasının çerçeveli fotoğrafının arasında duran plastik kolonya şişesini alıp, suratına boca edene kadar odadaki tüm nesnelerle beraber sıcak süt kokusuna teslim olurdu o da.

Kışın kolonya ile havanın soğuğu bir olur, tahriş olmuş boynunun acısı ile birlikte bütün yüzünü, kafatasını, hatta bedenini uyuşturur, işte o bedenden sıyrılış, yani bedeni hissetmezken de var olmaya devam edebildiğini idrak etmesini sağlayan o kısacık uyanış hali, balgamın ciğerinden usulca sökülmesine yol açardı.

O kısacık anın içinde, daha önceki sabahlar da aynı saatin aynı dakikasında aynı şeyi, o toplu iğne başı kadarcık özgürlüğü hissetmiş olmanın bilinci bulunurdu. Ve o bilinç – yaşadığının anlık bir yanılsama değil, her sabah tekrarlanan bir sürekliliğin parçası olduğunu tıpkı önceki sabahlarda olduğu gibi bir kez daha idrak etmek- ona devam etme gücü verirdi.

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının. Bunun için çabalıyorlardı. Bir de evin rahmetli reisinin kemikleri sızlamasın diye.

Demiryoluna geçişi engelleyen demir parmaklıklara ait bir çubuğu, tam evin sokak kapısının karşısındakini, bükmüştü bir pazar akşamı. Eğilip ordan geçip, kestirmeden demiryolu bölgesine çıkıyor, tempolu yürürse beş dakikada istasyona varıyordu.

Hava aydınlanmaya yüz tutuyordu o sıralar. İstasyon, kendisi gibi gri suratlı, göz altı mor, hayatı gereksiz bir yük gibi sırtında taşıyan, bir dolu bezgin, sinirli, bakımsız erkekle dolu oluyordu. Ve tek tük çirkin, orta yaşlı kadınla.

Hep birlikte vagona doluştuklarında usulca soluk almaya bakardı. Biri nefesinin süt koktuğunu anlarsa diye kaygılanırdı çünkü. Öte yandan ağzı açlık kokan bunca yoksul, pejmürde adamdan üstün de görürdü kendini. Sabah sütü ısıtılıp önüne konan bir o vardı büyük ihtimalle koca vagonda.

Tren sallandıkça midesi bulanır, o zaman da ertesi sabah süt içmemeye karar verirdi. Ama ertesi sabah yine anacığını kıramaz, önce çay kaşığıyla kaymağını yerdi bardağındaki sütün. Sonra annesi kendi kaymağını da verirdi usulca. Sonra kara buruşuk iki zeytin yerdi, azıcık midesini tutsun diye. Sonra da sıcak sütü kafasına diker, geç kalmak üzere olduğuna dair hırıltıya benzer sesler çıkarıp kabanını giyinmeye koyulurdu.

Anası her sabah kapının bir adım dışında uğurlardı onu. Sonra pencerenin arkasına geçer, uzaklaşmasını seyrederdi.

Bir kere parmaklıkların arasından geçmeden el sallardı dönüp. Bir kere geçtikten on adım sonra. Bir kere de elli adım attıktan sonra, evin penceresinden görünen son ağaca varmadan birkaç adım önce.

İşte o son el sallamadan sonra içinde bir burukluk, bir ezilme olurdu. Bir sigara yakardı hemen. İstasyon duvarına tırmanıp kalabalığa karışıncaya kadar devam ederdi bu yersizlik, yurtsuzluk duygusu. Eve dönmek, annesi renkleri cartlak, sesi çatlak tüplü televizyonda kadın programları seyrederken onunla bir oturmak, köşe yastığı kadar gamsız uyuklamak, sıcak sütün bulandırdığı midesini demli çayla yatıştırmak isterdi.

Tren gelirdi işte o arada. Kalabalığı yüklenip tıngır mıngır uzaklaşırdı muhitlerinden. Bu hiç kimsede hüzün yaratmazdı. Tek tek yüzleri incelerdi. Bir özlem kırıntısına rastlamazdı suratlarda. Herkes işine gücüne yetişme derdinde.

Tren kaza yapsın isterdi aniden. Ya da büyük bir deprem olsun, bütün şehir yıkılsın, taş üstünde taş kalmasın. Bir tek trendekilere kalsın koca İstanbul.

Tren öyle dolu olurdu ki, çoğunluk başkalarının gövdesi arasında sıkışmış, elleri boşta seyahat ederdi. Deprem olsa, sabahları istediği kadar uyuyabileceğini düşünürdü, her sıçrayışta kısa boylu bir adamın göbeğinden sekip eski yerini bulurken. Tıraş da olmazdı mesela. Yıkık evlerin tahtalarını yakar, sıcacık otururdu, ne var? Tuğla, biriket, tarihi eserlerden topladığı taşlardan duvar örer, şöyle geniş, boğaz manzaralı bir ev yapardı kendine.

Bu trende kendisi ile birlikte seyahat ettikleri için hayatta kalan meymenetsiz işçilerle komşuluk etmezdi. Öteki vagonlarda güzel bir kız vardır belki. Onunla evlenirdi. Çocukları tepedeki evlerinin bahçesinde doyasıya, kendisinin çocukluğunda oynayamadığı kadar geniş arazide oynarken, Boğaz’a kaçardı bazen topları. Yokuş aşağı koşar, yüzerek alır, getirirdi topu. Boğaz’da ne gemi olurdu, ne de köprü. Bir tek o olurdu. Bir elinde top. Çocuklar tepedeki evlerinin bahçesinden toplarının kurtarılışını izler, onu beklerlerdi, hayranlıkla.

Sonraki istasyonda anacığı düşüverirdi aklına. Böğrüne dirsek yemiş gibi iki büklüm olurdu o zaman. Anacığı da kurtulmuş olsaydı Yarabbi. Ahşap, çürük evlerinde değil, komşudan süt almaya giderken yakalanmış olsaydı depreme… Her sabah sıcak süt içerdi Allah kitap çarpsın. Şöyle bırakırdı usulca nefesini. Önündekiler soluğundan anlarsa anlasın.

Vicdan azabı çekmeye başlardı. Anası şehrin ilk yıkılacak evlerinden birinin içindeyken, deprem hayali kurduğu için.

Trenden inip otobüse bindiğinde haline şükrederdi. Akşam eve döndüğünde annesine sebepsizce sarılacağına, ertesi sabah yataktan daha erken kalkacağına, kolonya boynunu yaksa da sızlanmayacağına, sıcak sütünün tamamını bir dikişte bitireceğine söz verirdi.

Tramvaydan inerken çeki düzen verirdi kendine. Senet mafyasının karşısına korkusuzca çıkabilecek duruma gelmiş olurdu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı kahvaltılarını ederlerdi.

Son lokmayı ağzına atan, biraz da dillendirilmeyen çabuk bitirme yarışmasını kazanmış olmanın gururuyla diğerine dönüp sorardı:

“Canım sıkılıyo oğlum, n’apak?”

Bütün mahalle oyun alanları; yolda, yıkıntılarda, komşu bahçelerde ne varsa oyucaklarıydı. Geçen sabah yine aynı merdivenlerde ekmeklerini çiğnerken çöpün kenarına bırakılmış çift kişilik bir sünger yatak görmüşlerdi mesela. Mıstık’ın hemen gözleri ışıldamış, Apo’ya yatağı Dimitri’nin bahçesine taşıyacaklarını söylemişti.

Dimitri’ye her ikisi de yetişememiş ama hikayesini çok dinlemişlerdi. Sağken de evinden pek çıkmayan adamın cesedi, on beş yıl önce sokağa taşan ağır koku ve kapısının önünde cirit atan fareler dikkat çekince bulunmuş, o günden sonra evi de sahibi gibi her geçen gün biraz daha çürümüş, unutulmuştu.

Zamanla çatısı, duvarı kendiliğinden yıkılan, bir kış gecesi salonunda barınan tinerciler ahşap zemini tutuşturunca önemli bir bölümü yanan, kalanıysa ise bulanan yapının bahçesine dahi girmek, mahalledeki diğer çocuklar gibi Apo’yla Mıstık’a da yasaktı.

Ama işte o sabah ortalıkta hiç kimse yokken iki kafadar yatağı Dimitri’nin bahçesine, balkonun tam altına taşımış, sonra gıcırdayan ahşap merdivenlerden üst kata, oradan da yarısı göçük balkona çıkmış ve kollarını açarak ufak bedenlerini boşluğa bırakmışlardı.

Martıları, rüzgarla havalanan poşetleri, yan odadan göğe yükselen Dimitri’yi, çakılan uçakları, sonbahar yapraklarını, hızla yere çarpan dolu tanelerini, intihar edenlerin içine düştüğü kara deliği, yüzlerce, binlerce, on binlerce kez havuza atlayan sporcuları, sen havada asılı kaldığın sırada kısacık bir an için bütün dünyanın da durduğunu, kuş olmanın, atlayıp da düşmemenin eşsiz ayrıcalığını, hiç bir yerde olmanın bağımlılık yaratan çekiciliğini, inecek yumuşak bir döşeğe sahip olmanın en az bütün bu hürriyet ve maceralar kadar değerli olduğunu, ikisine birden sahip olmanın en güzeli olduğunu anlamışlardı.

Bir komşuları tarafından ispiyonlanınca o akşam babalarından okkalı birer şamar yemekle kalmamış, Dimitri’nin bahçesine tekrar ayak basmaları halinde o ayakların kırılacağı uyarısını almışlardı.

Bir başka sabah Draman’a doğru giden bir at arabası görmüştü Apo. Mıstık’la göz göze gelir gelmez ellerinde ne varsa ağızlarına tıkıştırmış, bilyeli arabalarını kucaklayıp, at arabasının peşinden koşmaya başlamışlardı. Caminin önünde arabayı yakaladıklarında Mıstık tek ayağıyla hızlandırdığı bilyelinin üstünde dikilirken iki eliyle kasayı tutmuş, Apo ise bilyelinin arka kısmına oturarak Mıstık’ın bacakları arasından dümen olarak kullandıkları ipe asılmıştı.

Hiç güç harcamadan yol almaya başlamış, hızın soluk kesen cazibesiyle tanışmışlardı böylece. Pişmanlık ve korku içinde bir an önce evlerine dönmek için dualar etmiş, peşini bırakmak için at arabasının azıcık yavaşlamasını beklemiş ama arabacı ne zaman dizginlere asılıp hız kesse, onlar arabadan kopacaklarına dişlerini sıkıp gözlerini kısarak yeniden süratlenmeye hazırlanmışlardı.

Camileri, evleri, daha önce hiç görmedikleri mahalleleri süratle geride bırakmış, çukur ve tümseklere yumruklarını, baldırlarını sıkarak karşılık vermiş, asfalt düzleştiğinde saçları geriye yatık, gözleri rüzgar, şaşkınlık ve mutluluktan yaşlı, doludizgin yol almışlardı.

Bu büyüleyici yolculuk at arabasının taşlı bir yola girmesi ve bilyelinin çakıllara saplanması ile son bulmuştu.

Bizimkilerin dönen başları, titreyen bacakları ve yokuşlarda sırtlamak zorunda oldukları bilyelileri ile mahalleye dönmeleri hiç kolay olmamıştı. Eve yarım kilometre kala mahallenin tüpçüsü tarafından bitkinlikten kaldırıma yığılmış halde bulunmuş, tüp kamyonunun kasasında eve teslim edilmişlerdi.

Babalarından felek şaşırtan ikişer şamar yedikleri o gün, bilyelileri kırılarak sobada yakılmış, üstelik sokağın dışına çıkmaları yasaklanmıştı.

O yüzden Mıstık “Canım sıkılıyo oğlum, n’apak?” diye sorduğunda, her ikisi de sınırlarını biliyordu. Bunun yeni bir maceraya engel olamayacağını da…

Apo cebinden bir misket çıkardı. Havaya atıp tutmaya başladı. Derken misket elinden kaydı, basamaklardan aşağı zıplaya zıplaya indi. İkisi birbirlerine baktılar. Apo, ayağa kalkıp, merdivenin başına yığılmış kırık dolap parçalarına doğru hareketlendi. Mıstık gülerek onu takip etti.

“Uçmayız he mi aşağa?” diye sordu son basamağı tırmanırken.

“Misket bile zıpladı da durdu ya, oğlum” diye yanıtladı Apo.

Sonra sırıtarak ekledi: “Biraz uçmayı da özlediydik he mi?”

İlk tahtayı diklemesine Mıstık koydu basamakların üstüne. Oturup elleri ile tahtanın üst kısmındaki çıkıntıyı kavradı, ayaklarını iki yana açtı. Bıraktı kendini. Zıplaya zıplaya inmeye başladı. Tahtanın hızlanmasıyla ayakları da merdivenlere çarpmaya başladı. Kendiliğinden yavaşladı böylece. Tahta yön değiştirdi ve durdu.

Sıra Apo’daydı. O daha yukarı kaldırdı ayaklarını. Daha uzun kaydı. Biraz daha hızlı.

Aynı anda kaydılar. Arka arkaya kaydılar. Biri aşağıda bekledi. Ötekinin ne kadar havalandığını tespit etti. Kim daha öteye gidecek diye yarıştılar. Basamak saydılar. Tartıştılar. Barıştılar.

Rüzgar sevdi yanaklarını. İncir ağacı tatlı tatlı koktu. Haliç heyecanlandı; bu iki gözüpek çocuk, Dimitri’nin balkonundan havalanırken göz ucuyla gördüğü bu iki yeni yetme, bu kez mavi kucağına kadar ulaşabilir mi diye.

Nice frenk gezgini, Ortodoks rahip, Makedon sebzeci, Çerkez kabadayısı, Arnavut yoğurtçu, kaytan bıyıklı Osmanlı delikanlısı, cumbasındaki kafesin gerisinden onu gözleyen hülyalı güzel, mahalle bekçisi ve lüks lambalı lüfer avcısı gibi onlar da aynı yokuştan aşağı kayıp kayıp gittiler. Uçan tahtalarını vura vura mahallenin, Haliç’in, şehrin belleğine geçtiler.

Yeniler hoşlanmadı bundan. Kertenkelelerin rahatı kaçtı. Mahallenin uslu çocukları annelerine söylediler. Yaşlılar kaşlarını çattı. Okumuşlar nasihat etti. Mıstık’la Apo anladılar akşam şamarından kaçış olmadığını… Şamarı göze almadan çocukluklarını yaşayamayacaklarını.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PAPATYA GİBİ

Yasemin kokulu bir Ağustos gecesi… Ahşap köşklerden, mor salkımlı bahçelerden, geniş balkonlardan kahkaha sesleri yükseliyor. Sardunyalar, sokak lambaları, kediler, zakkumlar, taze sulanmış dükkan önleri… Her yerde, her şeyde abartısız bir güzellik, doğal bir hafiflik var. Hava limonata kıvamında. Meltem yanık tenleri ılık ılık okşuyor. Uzaklardan bir faytonun nal ve çıngırak sesleri duyuluyor.

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi. Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

SARI SÖZLÜK

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi.

İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip, dudaklarını kıpırdatarak arkadaşları için dua etmeye koyulmuştu.

Sonra elinde koca bir çantayla tüccar olan göründü. Sirkeci’de çek kırdırmıştı. Hayatının randevusuna gecikmemek için depoya dönmemiş, mal dolu çantasını sırtlanarak Mercan yokuşunu tırmanmış, soluk soluğa da olsa, işte tam zamanında İmam’ın karşısına çıkmıştı.

Öğlene doğru başında şapkası, ağzında kaşkoluyla üçüncü çıkageldi. Diğer ikisi tanıyamadılar önce. Kaşkolu indirip çürük çürük gülerek adını söyleyince anlayabildiler kim olduğunu. Hırsız olmuştu. Aslında gündüzleri pek ortalıkta gezinmiyordu. Yıllardır bu günü bekliyordu. Kırk yılda bu arkadaşlıktan gayrı temiz hiçbir şeyciği kalmamıştı.

Başlarda çekingendiler. Konu açmakta zorlandılar. Uzun uzun sustular. Sonra birbirlerinin gözlerine bakmaya cesaret ettikçe, göz bebeklerinin tam ortası çocukluklarındaki gibi parlamaya başlayınca kendilerini unutur, birbirlerini hatırlar oldular. Yeni yetmelik zamanlarındaki gibi kimin ne dediğini, ne yaptığını umursamadan, bir arada olmanın neşesini duyumsamaya başladılar.

Aslında tam olarak hatırlayamadıkları anılar hakkında konuştular. Dil sürçmelerine, kırık dökük şakalara, yüz kızartıcı itiraflara önce usul usul, sonra kahkahalarla güldüler. Böyle gülmeyi unutalı çok olmuştu. Gülerken genizlerinden tuhaf sesler çıkardılar. Tükürükler saçtılar. Ağızlarını kapatarak, böğürlerini tutarak sakinleşmeye çalıştılar.

Öğlen ezanı okunmuş, dördüncü arkadaşları hala gelmemişti. “Adı üstünde Soner”, “eskiden de hep derse, maça, Kurbağalı Dere’ye en son o gelirdi” diyerek dalgaya vurdular önce.

Ama saat ilerledikçe kaygılanmaya, suskunlaşmaya başladılar. Kondurmak istemediler, dillendirmediler ama gelmemesinin olası nedenleri üzerine düşünmeden de edemediler. Kavuştukları andan itibaren ışıldayan gözleri gölgelenmeye başladı. Dudakları çizik çizik büzüştü. Bakışları ara ara uzaklara kaçar oldu.

Tüccar olan “hep gecikirdi ama gelirdi mutlaka” diyerek endişeyi somutlaştırınca bakışlardaki gri karaya, dudaklardaki ekşi acıya dönüştü ağır ağır. Birbirlerine hepten bakamaz, konuşamaz oldular.

Ölümün soluğunu hissedecek yaşa çoktan ermiş, bir dolu akrabayı, eşi, dostu öteki dünyaya uğurlamışlardı ama çocukluklarını gömmeye hazır değillerdi henüz. Bugün o gün değildi. Yola devam edebilmek, onca yılın yorgunluğunu ağacın gölgesine bırakıp biraz olsun soluklanabilmek, safça hayatın hala güzel, insanların özünde iyi olduğuna inanabilmek, analarını kaybettiklerinden bu yana susadıkları koşulsuz sevgiyi çocukça yudumlayabilmek, birkaç saatliğine de olsa nihayet iyi hissedebilmek içindi bugün. Son erlerini yitirmek için değil…

Hava soğuktu. Yağmur çiseliyordu. Hiçbiri ağacı terk etmeyi aklının ucundan geçirmiyordu. İmam tespih çekiyor, Tüccar volta atıyor, Hırsız kimse görmesin diye yüzünü Üniversite duvarına çevirmiş, elleri ceplerinde sessizce bekliyordu.

Caddede siyah bir makam aracı durdu. İçinden tıknaz, koyu renk takım elbiseli bir adam fırladı. Arkasından inen şoförüne el işaretleriyle devam etmesini, daha sonra kendisini arayacağını bildirdi. Yaşından ve göbekli cüssesinden beklenmeyecek bir atiklikle Üniversite kapısına doğru koşmaya başladı. Derken sağa, bizimkilerin bulunduğu tarafa yöneldi. Ağacın altındaki üç adamı fark edince yüzü aydınlandı. Tüccar, o aydınlanmayı gördü. O da gülümsemeye başladı. Hırsız ile İmam’a işaret edip:

“Soner geliyor.” diye bağırdı.

Hırsla, sevgiyle, özlemle, Soner’in kemiklerini kırarcasına kucaklaştılar.

İmam: “Niye geciktin bu kadar kardeş?” diye sordu. “Biz seni kırk sene bekledik. Her kim ise seni alıkoyan, sen de onu birkaç saat bekleteydin ya.”

“Annemi ameliyata aldılar, başından ayrılamadım kardeşim” diye yanıtladı, Soner. “Sırf bu ağaca yakın olayım diye bu üniversitede profesörlük yapıyorum yoksa.”

Hala soluk soluğaydı. “Soner değişmiş, bu defa ilk o geldi, diyesiniz diye yıllardır plan yapıyorum ama can çıkıyor huy çıkmıyor işte.” Ellerini iki yana açarak yarı mahcup yarı şakacı gülümsedi.

Dördü yan yana, elleri birbirlerinin omuzlarında, yukarı mahalleye maça gittikleri zamanlardaki gibi caka satarak caddeye doğru yürüdüler.

Soner’in annesi Mesude Teyze’nin un kurabiyelerine methiyeler düzerek pastaneye girdiler. Bir kutu kuru pasta hazırlattılar.

İmam yoldan geçen ilk taksiyi çevirdi. Arka koltuğun ortasına oturttukları Soner’i soru yağmuruna tutarak, Mesude Teyze’nin yattığı hastaneye doğru yola çıktılar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LOKOMOTİF

Aslında Monica süpermarketin en deneyimli ve becerikli elemanlarından biriydi. Ama o sabah üst üste iki kez uyarı almıştı. İlkinde suç üstü yakalanmıştı: Şef Mario aniden koridorun başında belirip, onu yumuşatıcıların kapaklarını birer birer açıp koklarken gördüğü zaman. İkinci kontrolünde ise yarısı hala kolilerde duran ürünleri fark edince…

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

SARMAŞIKLAR

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.