Yazar: Tgumusay

OKUR YATAR

Üniversiteden mezun olalı henüz birkaç ay olmuştu. İş bulmak için yeterince çaba sarf etmediğinden yakınan emekli babasıyla evhamlı annesinin dırdırından kurtulabilmek için sabah kahvaltısını yarıda bırakıp kendini sokağa atmıştı. Aslında özgüveni tamdı. Okul hayatı boyunca görevini eksiksiz yerine getirmiş, hemen hiç ders kaçırmamış, sosyalleşeceğine yurttaki odasına kapanıp ders çalışmış, sonunda hayat hakkında az, kendi bölümü hakkında çok şey bilen başarılı bir öğrenci olarak mezun olmayı başarmıştı. Şimdiyse önce bin bir emekle kazanılmış diplomasıyla bir iş edinecek sonra da hayatını yaşamaya başlayacaktı.

Yol kenarındaki büfeden iş ilanı bakımından en zengin gazeteyi satın aldı. Ağır ağır parka doğru yürüdü. Yola yakın ilk banka oturdu. Bacak bacak üstüne attı. Gazeteyi açtı, şöyle iki eliyle gererek düzeltti. Sayfaları çevirip seri ilanları buldu. Deneyimli ve vasıfsız eleman arayanları hızla geçerek kendine uygun iş baktı. Bulamadı. İkramiye çıkmamış biletine ikinci kez, bu defa daha dikkatli ve kaygılı gözlerle bakan talihsizler gibi parmağını gezdirerek sayfayı taradı. Onun gibi birini arayan soran yoktu.

Canı sıkıldı. Sayfaları, hoyratça çevirerek ana sayfaya döndü. Devlet başkanı ile muhalefet partisi başkanının düzeysiz atışmalarını okumaya başladı. Yıllarca boş yere hapis yatan subaylar amansız hastalıklara yakalanmışlardı. Gözleri kısıldıkça kırıştı. Güneştendir diye düşündü. Okumaya devam etti. Son bir ayda asansörle düşerek, su basan madenden çıkamayarak, minibüsü devrilerek ölen işçilerin istatistiklerini inceledi. Kafasının tepesi yanmaya başladı. Tam o sırada önünden bir şapkacı geçiyordu. Cebindeki para bej rengi bir safari şapkasına yetti. Şapkayı siperliğinden tuttuğu gibi kafasına geçirdi.

Güneydoğu’da aşeren eşine ayva almakta olan bir üstçavuş ile bu topraklarda çok nadir görülen bir leopar vurulmuştu. Şakakları son haberi okurken ağarmaya başladı. Barajın boşalttığı sular nehri taşırmış, kıraç toprakların köylü çocukları suların altında kalmıştı. Dayanamadı sayfayı çevirdi. Çevirirken elleri gözüne biraz farklı, şişmiş ve buruşmuş göründü. Üstünde durmadı.

Üçüncü sayfada baldızıyla basılan adamlar, çantadan çıkan cesetler, iki kolunu kaybetmiş gaziye kart basmadı diye küfreden şoförler, bilmem kaç yüz haftadır her cumartesi bir araya gelmesine karşın yavrularına ne olduğunu öğrenemeyen anneler, fotoğraf çekmeye çalışırken tecavüze uğrayıp başı ezilen, karavanda uyurken bıçaklanan turistler vardı.

Öğleden sonra sakalları uzamış, kırlaşmıştı. Ekonomi sayfasında şirketler topluluğunun geleceği hakkında son derece olumlu tablolar çizen bir yöneticinin röportajı ile oyalanmaya çalıştı. Borsa düşmeye, döviz yükselmeye, yurdun dört bir yanında mantar gibi konut projeleri baş vermeye devam ediyordu.

Midesi bulanırken sakalları uzamaya, ağarmaya devam etti. Spor sayfasını okuyarak kafayı dağıtmaya karar verdi. Ligdeki on sekiz takımdan sadece yedi tanesi sezonu başladığı teknik direktörle tamamlayabilmişti. Madalya alan atletlerde birer birer doping çıkıyor, şike suçlamalarına adaletsiz yargılama iddiaları ile yanıt veriliyor, milli takım teknik direktörü birbirine silah çeken futbolculardan bahsediyordu.

Gazeteyi katladı. Ayağa kalkmaya yeltendi. Beli tutulmuştu. Topallayarak birkaç adım ilerleyebildi. Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları taşıyan araçlarla tıka basa doluydu. Bembeyaz olmuş sakalını sıvazladı. Sırtını kalabalığa, yüzünü Boğaz’a verdi. Okuduklarını unutmaya çalıştı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TEZGAH

Yarım sandık eşyası, bir ufak kavanoz dolusu bozuk parası kalmıştı evde. Onlar da bitsin hele, sonra bohçasına aile albümlerini dolduracak, anılarını satmaya çıkacaktı. Çerçeve hediye edecekti almaya niyetlenen müşterilerine, fotoğrafları atmasınlar diye. Kendisi kurtulmak isterdi sahip olduklarından ama hiçbirinin çöp olmasına razı gelmezdi.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra onun yanına gelirlerdi.

Genellikle aralarında konuşma olmazdı. Kadının, umudunu taşıtmak niyetinde olduğunu bilirdi, Hamal. Bunun bazen çocuk oyuncağı, bazen imkansız olduğunu da.

Kadının yüzüne şöyle bir bakardı önce. Bazısının gözünün feri çoktan gitmiş olurdu. Dudakları, şakakları kırış kırış. Alın çizgileri öyle derin olurdu ki kimisinin, uzun süre bakan biri bu yarıklardan birinin içinde kaybolabilirdi. Bir bölük hamal gelse yerinden kıpırdatamazdı öylelerinin yükünü.

Kadınların hemen hepsi kederli, kaygılı olurdu. Öyle ya, hali vakti yerinde, işleri yolunda, diploması garanti, tüm sevdikleri turp gibi sapasağlam olanın yatırda işi ne? Buralara, son çare gelinirdi.

Gözü doymazlar, fırsatçılar da çıkardı arada. Katla yatla yetinmeyip hanlar hamamlar isteyen, çalışkan çocuğu derece yapsın diye hırslanan, şöhretle kafayı bozmuş, çalışmadan kazanmak, hak etmeden elde etmek isteyen, önündekilerin tökezlemesini dileyenler. Onları bir bakışta tanırdı, Hamal. Sigarasından derin bir nefes çeker, uzaklara bakarak görmezden, duymazdan gelirdi.

Buralara ilk kez yolu düşenler hemen anlaşılırdı. İçlerinden Evliya’nın huzurunda hüngür hüngür ağlayanlar, hıçkırıklarını, esnemelerini durduramayanlar, derdi, tasayı, hatta kim olduğunu unutanlar, türbede bir ışık, ses, hareket gördüğünü iddia edenler, boğulacak gibi olup kendini dışarı atanlar olurdu.

Okumuş, hali vakti yerinde olanlar, başörtüleri ile tezat oluşturan makyajlı yüzleriyle kendini ele verirdi hemen. Bir yanları orada olmaktan utanç duyar, diğer yanları hiçbir şeyden kusur kalmama konusunda ısrarcı olurdu. Yüzlerine acınacak ifadeler yapışmış olurdu hemen hepsinin. Biraz sinirli, biraz kuşkucu, biraz mahcup…

Yanlarında çalıştırdıkları temizlikçilere benzeyen kadınlarla aynı sırada bekleşmek sinirlendirirdi onları. Evliya’dan fayda gelse bunlar böyle yoksul, cahil olmazdı diye geçirirlerdi içlerinden. Sonra geldikleri yeri, kendi annelerini, anneannelerini hatırlarlardı. Orada olma nedenlerini hatırlarlardı. O zaman kızarır, başlarını öne eğer, dudaklarını kımıldatarak dua okumaya başlarlardı işte. Bir an önce dileyeceklerini diler, dilencilerin eline üç beş kuruş sıkıştırıp Hamal’a yönelirlerdi.

En iyi bildikleri şey satın almaktı. Bir hamal için en kolay para kazanılacak müşteriler onlardı. Gençlik yıllarında, çoluk çocuk geçim derdinde oldukları sıralar, epeyce ekmeklerini yemişliği vardı Hamal’ın. Ama ufak oğlanı da evlendirdiğinden bu yana tövbe etmişti ihtiraslı umutları taşımaya. Hamal’ın belini sakatlayan da, varislerini şişiren de, baş ağrısı nöbetlerini musallat eden de bu dengesiz yükler olmuştu çünkü.

“Hayatta hiçbir yük yoktur ki, beraberce taşınamasın. Ve hiçbir terazi yoktur ki, o yükün ne kadarını, kimin çektiğini ölçebilsin.”

Yükünü taşıttıktan sonra parası çıkışmayan yaşlı bir teyze söylemişti bunu ona. Hamal’ı tek göz evine davet edip, bir bardak su ikram etmiş, sözünü bitirdikten sonra, borcunun kalanını bir çift yün çorapla ödemiş, sonra da telefon ahizesiyle bir parça kağıt uzatmıştı Hamal’a. Hamal gözleri görmeyen Teyze’nin yerine numarayı çevirip, telefonu kadına uzatmış, o da iki aydır kuvözde yaşam mücadelesi veren torununun az önce annesinin kucağına verildiğini öğrenmişti, buruşuk yanaklarından iki damla yaş akarken.

İşte o öğle sonrası Hamal, elinde tespihi, ağzında sigarası bunları hatırlarken yanına on yaşlarında bir kız yaklaştı. “Annemi istedim Hazretlerinden. Taşıyabilir misin?” diye konuya girdi doğrudan.

Hamal, kadın yaşıyor mu, ölü mü sormadı. Kayıp mı, hasta mı demedi. Ne zamandır kayıp, kızın burada tek başına ne işi var, deşmedi. Kalktı ayağa. Kızın uzattığı elmayı aldı. Cebine koydu. Küfeyi sırtladı. Sigarasını yere atıp, topuğuyla ezdi.

“Sen atla hele annenin yanına. Sarılın birbirinize sıkı sıkı. Ben ikinizi de taşırım” dedi.

Kızın yüzü aydınlandı. Bir sıçrayışta küfeye oturdu, ellerini Hamal’ın boynuna doladı. Bir prenses gibi mutlu, annesinden öğrendiği ninnileri söyleyerek, arada Evliya’ya ettiği dualar kabul olsun diye Hamal’ın ensesine doğru tü tü tükürerek, İstanbul’un diğer ucundaki evlerine doğru yollandı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”