Yazar: Tgumusay

VLTAVA’NIN KIYISINDA

Vltava Nehri’nin kıyısındaydılar. Erkek birasını yudumlarken topuklarını duvarın tuğlalarına vuruyor, kız gitmekle kalmak arasında asılı duruyordu. İkisi de gözlerini Prag Ulusal Tiyatro binasına dikmişlerdi. Orada başlamışlardı. Bundan sonra neler olacağının yanıtını da oradan bekliyorlardı.

Erkek, bir gece önce nişanlısı ile birlikte gitmişti tiyatroya. İlk perde boyunca bir türlü kendini gösteriye verememiş, nişanlısının zarif elini her zamanki gibi sıkı sıkı değil, parmak uçlarından, zoraki tutmuştu. Salonun karanlığı, içindeki boşluğa sızmış, göğsünü sıkıştırmıştı. Çıkıp gitmemek için kendini zor tutmuş, arayı iple çekmişti.

İlk perde kapanırken, nişanlısına şarap içip biraz hava almayı teklif etmiş, kız yorgun olduğunu söyleyince hiç ısrar etmeden tek başına fuayenin yolunu tutmuştu.

Büfenin önünde kuyruk oluşmuştu bile. Takım elbiseli erkekler, gece kıyafetleri içindeki ağır makyajlı kadınlarla gülüşerek selamlaşıyor; nazikçe sohbet halkaları oluşturuluyor; hemen herkes ölçülü bir neşe içinde durumundan memnun görünüyordu. Sırası gelinceye dek, o da birkaç kişi ile (babasının bu tür sanat faaliyetlerine papyon takarak katılan iş arkadaşı, gıdısı her görüşünde biraz daha sarkan lise biyoloji öğretmeni ve ismini bilmediği ama hemen her konser ve açılışta rastlaştığı kızıl, kabarık favorili eleştirmen) zoraki selamlaşmıştı.

Sonra güleryüzlü görevli kızın eline 100 Çek Korunası tutuşturarak tezgahtaki kırmızı şarap kadehlerinden ikisini almış, tek omzunu duvara yaslayarak tekini yarılayıvermişti. İşte o ilk yudumun ardından, kadehini indirirken görmüştü onu. Mavi bir elbisenin içinde, bembeyaz mermerden bir heykel gibi kuyruğun en gerisinde dikiliyordu.

Kıza doğru adeta çekilmiş, elindeki ikinci kadehi ona doğru uzatmıştı. O kadehi, o an için, onun için almış olduğunu sezmesi de aynı anda olmuştu. Kız, giysilerinden daha mavi gözleri ile Erkek’e bakınca anlamıştı onu seveceğini. Hiç konuşmadan duvara yaslanıp şaraplarını yudumlamışlardı, gözlerini birbirlerininkinden ayırmadan.

Gösteri başlamak üzereyken Erkek, Kız’ın elindeki kadehi kendisininki ile birlikte tezgaha bırakmış, Kız’ın boşalan elini beyaz bir güvercin tutar gibi şefkatle avuçlarının arasına almış ve gücünü toplamak için bir kez daha gözlerinin içine baktıktan sonra salon yerine, çıkışa doğru yürümeye başlamıştı. Kız da hiç itiraz etmeden eşlik etmişti ona.

İki dakika sonra Legii Köprüsü’nde öpüşüyorlardı. Kız’ın çıplak omuzlarına kar taneleri düşüyordu. Paltolarını vestiyerden almayı unuttuklarının farkında değillerdi henüz. Hala tek kelime konuşmamışlardı.

Israrla çalan cep telefonu öpüşmelerini kesince işitmişti Erkek Kız’ın sesini ilk kez: Yabancı dilde bağıra bağıra konuşan bir adama, omuz başları kadar pürüzsüz bir tonda yanıt verirken. Erkek, Kız’ın konuştuğu dili bilmiyordu. Ama sesinin de diğer her şeyi gibi, tam olması gerektiği gibi olduğunu düşünüyordu. Aynı dili konuşmuyor olmaları da öyleydi: Tam olması gerektiği gibi.

Erkek’in telefonu da titremişti Kız konuşmayı sürdürürken. Nişanlısından art arda mesajlar geliyordu. Telefonu tutan elini havaya kaldırmış, kolunu germiş ve cihazı bütün gücüyle nehre fırlatmıştı. Bağırmaya devam eden adam karşısında kendini savunmaya çalışmaktan kaşları yay gibi gerilmiş Kız’ın gözleri ışıldamıştı buna tanıklık edince. O da telefonu önce kulağından sonra da elinden uzaklaştırınca, beyaz telefon ve ahizesinden yükselen ses köprüden aşağı süzülmüş, kar taneleri ile birlikte nehrin karanlık sularına gömülmüştü.

Sonra koşmaya başlamışlardı. Üşüdüklerinden mi, içleri içlerine sığmadığından mı? Kıkırdayarak koşuyorlardı. Erkek ceketi ile kızın omuzlarını sarmış, kravatını elektrik direğine bağlamıştı. Arada –mesela yanlarından ışıklı bir tramvay geçtikten hemen sonra- duruyor, doyasıya öpüşüyor, sonra yine koşmaya devam ediyorlardı.

Tiyatro binasından yeterince uzaklaştıklarına ikna olunca sıcak bir café’ye girmişlerdi. Morararak birbirine karışmış parmaklarını hiç gevşetmeden, cam kenarındaki masaya oturmuş, gözlerini birbirinden ayırmadan kahvelerini yudumlamışlardı. Erkek ceplerini boşaltmış, bütün parasını yığmıştı masanın ortasına. Kızdan ancak kahvelerin parasını ödeyebilecek kadar çıkmıştı. Epeyce gülmüşlerdi buna. Birbirlerinin parmaklarını öperek ısınmaya çalışmışlardı.

Sonra oda fiyatını karşılayabilecekleri, kendi halinde bir otele gitmişlerdi. Vltava Nehri kıyısında. Işıkları kapatıp perdeleri açınca ay ışığı vurmuştu bedenlerine. Giysilerini çıkarıp sarılmışlardı. Ötekinin tenine dokunan her yerleri ürpermişti ayrı ayrı. Hazdan gözleri dolmuştu kızın. Göğüsleri dolmuştu.

Tipi odanın camlarını titrettikçe, Erkek Kız’ın içine çekiliyordu. Sürükleniyor, gömülüyor, tam oluyordu. Kaybettiği yuvasına dönmüş gibi içi sevinçle doluyordu. Kimin kimi okşadığı anlaşılmıyordu. Erkek kendi omzunu öpmüştü bir keresinde. Kız buna dakikalarca, göğsüne inciler dökerek gülmüştü.

Erkek uzaklaşıyordu bazen. Gidip cam kenarındaki koltuğa oturuyordu. İşte bedenine dokunmuyordu artık. Karanlıkta gözlerini de görmüyordu. Hala hiç konuşmaya yeltenmemişlerdi zaten. Yine de hiçbir şey eksilmiyordu! Kız’ın odadaki varoluşuna doğru çekiliyordu. Bu çekilme dahi Erkek’i kendisinden kurtarıyordu.

Pencere ile pervaz arasından sızan fırtına perdeleri havalandırıp çıplak bedenini yalayınca, huylanarak kendine geliyordu, Erkek. Ayrı kaldıkları zamandan ötürü pişman, koşarak Kız’ın yanına süzülüyordu. O zaman perde gibi beyaz yorgan da havalanıyordu.

Yeterince kenetlenirlerse, aralarında en ufak bir boşluk bırakmazlarsa hiçbir fırtınanın onlara işleyemeyeceğini seziyorlardı. Bunun ancak çırılçıplakken mümkün olduğunu, çırılçıplaklığın yalnızca bedensel olmadığını konuşmadan fısıldıyorlardı birbirlerinin kulağına.

Kız uzun öpüşmelerinden birinde Erkek’ten ya da herhangi birinden hiçbir şey beklemediğini, yalnızlığında sonsuza dek oyalanabileceğini, Erkek ile birlikte olmayı varlığına bir sürpriz, eşsiz bir ödül olarak kabul ettiğini, bu ödülün geçiciliğini ya da kalıcılığını düşünemeyecek kadar mutlu olduğunu, bu gece için şükran duyduğunu anlatmıştı dilinin ucunu Erkek’in dudaklarında dans ettirirken.

Erkek bütün bunları nasıl anlayabildiğine değil, aniden nasıl bu denli hafiflediğine şaşırmıştı. Aralarındaki incecik boşluklar da kapanmıştı kendiliğinden. Karyola kar fırtınasına yaz mevsimi kadar uzaktı artık.

Gün ağarırken birbirlerinde uyuyakalmışlardı. Doğduklarından bu yana gördükleri en güzel düşe sarılarak.

***

Belki otelin temizlik görevlisi oda kapısını o kadar sert vurmasaydı, aynı anda gözlerini öyle korkuyla açmayacaklar, birbirlerine yabancıya bakar gibi bakmayacaklar, bedenlerini utanarak geri çekip odanın buz gibi aydınlığında ürpermeyecekler, birbirlerini suçlar gibi uzaklaşmayacaklardı.

Otelden dışarı ayak basmaları ile Kız’ın titreme nöbetine tutulması bir olmuştu. Bunun kalplerindeki ani soğumadan kaynaklandığını hemen sezmişti Erkek. Çaresizce ceketini Kız’ın çıplak omzuna atmış, sarılarak onu ısıtmaya çalışmış, ama tüm bunların nöbetin şiddetini artırmaktan başka işe yaramadığını görmüştü. Bunun üzerine Kız’ın elini, bu kez bir sevgili gibi değil, bir kız çocuğunun elini zorla tutan yetişkin gibi kavrayıp, onu caddenin karşısına geçirmiş, ikinci el giysi satan bir dükkana sürüklemişti.

Erkek’in altın kaplama mezuniyet yüzüğüne karşılık, her ikisine birer kazak ve palto, kıza bir jean, ayakkabı ve bir gece önce giydiklerini taşımak üzere bir sırt çantası almışlardı.

Erkek kalan son parasıyla soğuk bir bira istemişti bitişikteki büfeciden. Kız hiçbir şey istememişti.

Vltava Nehri’ne doğru sessizce yürürken yolda bir ara el ele tutuşmuşlardı. Sonra parmakları kayarak ayrılmıştı ötekininkilerden.

Şimdiyse erkek nehrin kıyısındaki duvara oturmuş, bira şişesini ağzına götürürken topuklarını yaşlı tuğlalara vuruyor, kız gitmekle kalmak arasında asılı duruyordu. İkisi de gözlerini Prag Ulusal Tiyatro binasına dikmişlerdi.

Birbirlerini yeterince tanımadıklarını, yeterince tanısalar asla öyle bir gece geçiremeyeceklerini düşünüyorlardı.

Bir geceliğine sonsuzlaşmanın bedelini, ölümlülüğe mahkum olarak ödemek istemiyorlardı.

Kız, Erkek’e doğru bir adım atıyor, ona dokunacak ya da kulağına bir şey fısıldayacakmış gibi yapıyor, sonra yine geri çekiliyordu. Erkek, Kız’a bir kez sarılırsa bir daha bırakamayacağını biliyor, sarılmaktan da sarılmamaktan da aynı derecede korkuyordu.

Başlarını yaklaşan siren sesine doğru çevirdiler. Parkın girişinde bir polis arabası sert bir fren yaparak durdu. Fosforlu sarı yelekli iki polis memuru, tek elleri ile sallanan tabancalarını tutarak Kız’la Erkek’e doğru koşmaya başladılar.

Rüzgar şiddetini artırmıştı. Şimdi Vltava nehrinin gri suları daha hızlı akıyordu. Polisler, koşmaktan kızarmış suratları seçilebilecek kadar yaklaşmışlardı. Erkek’le Kız birbirlerine baktılar. Erkek birasından bir yudum daha aldı. Bir gece önce cep telefonunu attığı gibi bira şişesini de bütün gücüyle nehre doğru fırlattı. Doğrulup duvarın üstünde ayağa kalktı.

Kız başını kaldırıp, bir gece önceki gibi masmavi gülümsedi Erkek’e. Erkek elini uzattı. Kız duraksamadan yakaladı onu. Erkek bir hamlede Kız’ı yanına çekti. Dudakları ve bedenleri tutkuyla, aralarından ne geçmiş ne de gelecek rüzgarını sızdıracak kadar sıkı kenetlendi.

Polisler birbirlerine baktılar. Birer adım geri çekildiler. Şimdi Vltava nehri daha hızlı akıyordu. Prag Ulusal Tiyatrosu’nun altın kaplama çatısı, gri bulutların arasından aniden boy gösteren güneşin dik ışıkları altında ışıldıyordu.

Erkek ile Kız, dünyada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi öpüşüyorlardı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KEDİ MEMO

Küçükken tıka basa antika eşyalarla dolu dükkanlarında, babası misafirleriyle çay içip laflarken o kendine kuytu bir köşe bulur, büyük bir tablonun arkasına on sekizinci yüzyıldan kalma bir çalışma masasının altına ya da şanslıysa eski bir Osmanlı

UZUN RÜYA

Seviyordu be, heyt! Hem de ne sevmek. Serçe parmağına, saç diplerine, burun direğine kadar… Böyle oluyormuş demek insan. Kalbi bir kurtulsa göğüs kafesinden, martılarla yarışacak. Çığlık ata ata, Boğaz’a dala çıka… Sokak köpeklerine sarılmamak, yaşlıların ellerinden öpmemek için zor tutuyordu kendini. Kestanecinin al yanaklarından makas almamak… Polislerle halay çekmemek için…

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

KARAVANA

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı. Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken, bir de aşırı yağışlı hafta sonları bomboş sokaklarda dolaşırken hayatın bir anlamı varmış gibi hisseder, sonra yine kendini şehrin baş döndüren akıntısına kaptırır, her zamanki amaçsız haline dönerdi.

Sonra düşünecekti hayatın anlamını. Onu kendisi yapan esas şeylerin neler olduğunu. Neden yolunu kaybederek girdiği ara sokaklarda tedirginliğin yanı sıra kendini her zamankinden daha özgür hissettiğini. Nasıl olup da kendini unuttuğu anları, diğerlerinden çok daha belirgin ve ayrıntılı hatırlayabildiğini. Başkalarının unutulmuşlarına dokunmanın neden tüylerini diken diken ettiğini. Başkalarının yıkıntılarının nasıl olup da içinde yeni bir şeyler inşa ettiğini.

Hepsini sonra düşünecekti aslında. Bir kış hafta sonu, İstanbul’un ilk kez uğradığı bir tepesinde şiddetli bir yağmura tutulmasaydı…

Kızını, sınava gireceği okulun kapısında bırakmış, oyalanmak için arka sokaklarda gezintiye çıkmıştı. Yağmur hafif hafif çiseliyordu. Lodos, daracık sokaklarla bir kıvrılarak deniz kokusunu tepelere kadar taşıyordu. İçinde çocukluğundakine benzer insanların yaşadığı ahşap evlerin, işçilerin kaldığı perdesiz bekar odalarının, hurda ve moloz kaplı boş arsaların, yıkık evlerin ortasında boy atmış incir ağaçlarının kıyısından geçti.

Giderek yakınlaşan havlamalar, penceresiz yarı yıkık evlerin cam ve kapı boşluklarına serili kumaş parçalarının gerisinden yükselen Arapça bağrışmalar, boş arsalara mal boşaltan hurdacıların tehditkar bakışları, soğuk soğuk terlemesine neden oluyor ama o büyülenmiş gibi iyot kokusunu derin derin içine çekerek yoluna devam ediyordu.

Bir hedefi varmış gibi hissediyordu. Hedefinin ne olduğunu bilmiyor ama ona yaklaştığını seziyordu. Çok uzun zamandır ilk kez kendisi için bir şey istiyordu. Ne istediğini tam çıkaramıyor ama bunu her şeyden çok istediğini biliyordu. Yürüdükçe kendisi oluyordu. Kim olduğunu bilmiyor ama her adımında iç sesine yaklaşıyordu.

Tahta parçalarının üstünde ıslak yokuştan aşağı çığlık çığlığa kayan çocukların arkasından gülümseyerek yoluna devam etti. Kedilerin pineklediği, tavukların eşelendiği bakımsız bir bahçenin yanından geçti. İyice yaklaştığını hissediyordu. Cumbalı tarihi binaların bulunduğu sokağa saptı. Yağmur giderek şiddetini artırıyordu. Adımları kendiliğinden ağırlaştı.

Sokak kapılarına dikkatle bakıyor, içeriden gelen seslere kulak veriyordu. Yosun tutmuş, kakmalı ahşap bir kapının önünde durdu. Uzun uzun inceledi. Elini oyuklarında dolaştırdı. Sanki kendisindeki fazlalıklar bu evdeki boşlukları doldurabilirdi. Evdekiler de ondaki eksikleri.

Kapıyı tıklattı. Sonra tekrar, bu kez daha güçlü. Önce içeriden bir tıkırtı geldi. Sonra ağır, yorgun, sürüklenen ayak sesleri. Kapı gıcırdayarak, ağır ağır açıldı.

Sarı, sıcak bir ışık taştı dışarı. O ışıkla birlikte dışarı çıkan kokuyu ciğerlerine çekti. Derin bir nefes daha aldı. Bu arap sabunu, eski eşya ve kavrulmuş soğan karışımı kokunun içine huzur doldurduğunu hissetti. Tatlı tatlı başı dönmeye başladı.

“Buyrun”dedi cılız, tereddütlü bir kadın sesi. Kendine gelip başını eğince görebildi ev sahibini: Ufak tefek, baş örtülü, yaşlı bir teyze, yarı araladığı kapının gerisinden, çekingen gözlerle yabancıyı inceliyordu.

“Ben geldim ana” diye fısıldadı.

Son sözcük istemsiz döküldü dudaklarından.

Ama o sözcük kapıyı ardına kadar açmaya yetti.

“Hoş geldin evlat.” diye fısıldadı kadın. “Hoş geldin.”

Yaşlı kadının uzattığı kırışık eli öpüp ıslak alnına koydu. İkisi de dolan gözlerini birbirlerine göstermemeye çalıştı.

“Geç içeri de çay koyayım.” dedi kadın. Ayakkabılarını çıkarıp buz gibi muşambaya basarak soba yanan odaya girdi. Kitaplıklı divanın kanepesine kadının örmekte olduğu kazak, yünleri ve şişleriyle öylece bırakılmıştı. Televizyonun yanındaki sehpada bir kolonya şişesi, dantel örtülü bir sürahi ve kesme bir su bardağı, duvarda semtin kuyumcusuna ait saatli maarif takvimi ile yakışıklı, genç bir adamın flu – vesikalıktan büyütülmüş – portresi, televizyonda hararetli bir tartışmanın sürüp gittiği bir kadın programı, cam kenarında, tülün arkasında da iki menekşe, bir de fesleğen saksısı duruyordu.

Yaşlı kadın çayı demlemeye mutfağa gittiğinde, adam çocukluğundan bu yana kendini bu kadar huzurlu hissetmediğini düşündü. Az sonra kadın elinde bir torba dolusu eski kitapla döndü.

“Okur musun evlat?”

“Çok.”

“Al bunları o zaman.”

Yaşlı kadın, duvardaki resmi göstererek devam etti:

“Rahmetli oğlum da çok severdi okumayı. Yaşasaydı senin yaşlarda olacaktı. Kitapları sana emanet.”

Sesi çatladı. Gözyaşlarını tülbentinin ucuyla sildi.

Adam, eline tutuşturulan kitapların sayfalarını şöyle bir çevirince sanki rahmetli aralarında nefes aldı.

“Benim rahmetli annem de örgüyü çok severdi.” dedi adam. “Bir dahaki gelişimde sana ne renk yün getireyim anacım?”

Kadının kataraktlı gözleri ışıldadı. Aralarında hep böyle şeyler konuşurmuşlar gibi sıcacık bir tonda:

“Hangi renk giyinmek istersen ondan al yavrum.” dedi. “Sıcacık bir süveter örerim sana.”

İçeri gidip çayları getirdi. Bir daha da konuşmadılar. Kadın programını izlediler. Arada birbirlerine bakıp gülümsediler. Pencerenin önünden satıcılar, köpekler, kargalar, tahtalarıyla kayan çocuklar geçti. Bir ara karşılıklı uyukladılar.

Adam, haberlerin jenerik müziğiyle irkildi. Saatini kontol etti. Kalkması gerektiğini söyledi. Kitapları aldı. Yosunlu kapının önünde yaşlı kadın bir kez daha elini uzattı. Bu kez kurumuş, incelmiş dudaklarıyla iyice eğilen adamın yanaklarından da öptü. Arayı fazla uzatmamasını tembihleyerek, adam gözden kayboluncaya dek arkasından baktı.

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Sokak, buram buram iyot, yosun ve rahmet kokuyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

BATMAN

Stockholm’deyiz. Aylardan Aralık. Geceleri ısı -20 dereceye düşüyor. Çatlak bir sanatçı emeklisinin evinde kalıyoruz. Daireyi adamakıllı ısıtmak yerine, kaban, bere ve dizlerine kadar çektiği yün çoraplarla dolaşıyor. Dışarıda sürekli kar yağıyor. Geceleri fırtına pencereleri zorluyor. Deniz buz tutmuş, üstünde ördekler geziniyor.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

GÜNDÜZ GÖLGELERİ

“Koca şehir saklanıyor da, bana mı çok görüyorsun Ekrem? Yeryüzü her gün geceye gömülüyor da sen ne diye akşam akşam beni deşiyorsun?” “Karanlık karanlığı çeker de ondan Hilmi Kardeş. Neden köyünde değil de en büyük şehirdesin? En medeni şehir, gecesi en aydınlık şehir değil mi? Şehirli insan derdine razı olmayıp, derman peşinde koşan değil mi?”

KEDİ MEMO

Küçükken tıka basa antika eşyalarla dolu dükkanlarında, babası misafirleriyle çay içip laflarken o kendine kuytu bir köşe bulur, büyük bir tablonun arkasına, on sekizinci yüzyıldan kalma bir çalışma masasının altına ya da şanslıysa eski bir Osmanlı koltuğunun köşesine kıvrılır, göz kapakları gerçekle hayal arasındaki yumuşak dokuda kırpışıp dururken o altın varaklı aynalarda beliren prenseslerle sohbete dalar; pastoral yağlıboya tabloların büyülü dağlarında, esrarengiz ormanlarında, ceylanların su içtiği nehir kıyılarında dolaşır; gramofondan yükselen taş plak şarkılarının kaydedildiği stüdyolara konuk olur; tam opal şekerlikten aldığı lokumu ağzına götürecekken babası tarafından dürtülüp uyandırılırdı.

“Bu dükkanda senden antikası yok! Eşyaların tozunu almadığın, yerleri süpürmediğin, müzayede kitaplarını okumadığın, çay söylemeye zahmet etmediğin yetmiyor, bir de her defasında bir delikte sızıp insanın yüreğini ağzına getiriyorsun. Gözüm görmesin seni bir daha burada.” diye söylenir ama ertesi sabah Memo’yu elinde iki kişilik sefer tası ile giyinmiş kuşanmış sokak kapısında kendisini bekler bulunca dayanamaz, başını iki yana sallayıp oğlunun peşine takılmasına ses etmeden dükkanın yolunu tutardı, babası.

Başka da seçeneği yoktu, hoş. Eşi üç yıl önce aniden bu dünyadan göçüverince oğlu ile baş başa kalmıştı. O zamana kadar vasat bir öğrenci olan Memo, rüyalarında annesi ile görüşmek için derslerde uyuklamayı alışkanlık haline getirerek üst üste iki yıl sınıfta kalınca okuldan atılmış, babası da hem meslek öğrensin hem de genç yaşta bu yarı uykulu haliyle başını daha fazla derde sokmasın diye oğlunu dükkana getirmeye başlamıştı.

Babasının görmüş geçirmiş müşterisi General Amca’nın en sevdiği deyişti: “Derdi veren Allah dermanını da verir.” Memo da çocuk yaşta annesiz kalmanın acısını, babasının dükkanında arkadaşsız büyümenin yalnızlığını, hiçbir zaman yakışıklı, zeki, yetenekli, başarılı biri olamayacak olmanın kederini uyku ile örtbas ediyordu. Uyku onun için hem bir kaçış, hem de gerçek hayattaki kayıplarını telafi edebileceği eşsiz bir alemdi. Hayatı ne kadar gri ve tozluysa, rüyaları da o kadar rengarenk, ışıltılıydı. Gündelik yaşamda hiç ilgisini çekmeyen bir nesne, rüyasında yaşama dair gizler fısıldayan sihirli bir varlığa dönüşebiliyordu. Eşyalar konuşuyor, resimler canlanıyor, heykeller dans ediyor, bozuk daktilolar dünyanın en güzel mektuplarını yazıyordu.

Dükkana yeni gelen eşyalar, babasının onlarla ilgili müşterilerine anlattığı hikayeler, zamanında annesinden dinlediği masallar, vitrinin önünden geçen güzel bir kız, eskiden bayram günlerinde ziyaret ettikleri -anne tarafından- güler yüzlü akrabalar, balıkçılar, martılar, fırıncı, tam uykuya dalarken çın çın bardağa vuran çay kaşıkları; hepsinin sesi, görüntüsü, öyküsü birbirine karışıyor, ortaya seyrine doyum olmayan geçitler, sahneler, kompozisyonlar çıkıyordu.

Babasının, esnaf arkadaşlarıyla sohbet ederken sık sık tekrarladığı “Allah’tan aslan gibi bir oğlan istedim, o bana her fırsatta uyuklayan bir kedi yavrusu verdi.” yakınmaları, zamanla bizimkinin “Kedi Memo” diye anılmasına yol açmıştı. Bu lakap ilk zamanlar Memo’nun canını sıktıysa da, bambudan bir sallanan sandalyede uykuyla uyanıklık arasında beşik gibi gidip geldiği bir gün olanlar, yeni ismiyle barışmasına sebep olmuştu.

O gün, Memo yarı açık göz kapaklarının altından, dükkanın arka kısmındaki bir müşterinin Napolyon dönemine ait bir kül tablasını çantasına attığını görmüş, sandalyeden fırlamasıyla kadının çantasını yakalaması ve kül tablasını babasına göstermesi bir olmuştu. Hırsız, polise teslim edildikten sonra babası, “Aferin lan, kedi olalı bir fare tuttun sonunda!” deyince ilk kez kediliğin fena bir şey olmayabileceğini idrak etmişti.

Babası günden güne yürümesini zorlaştıran bel rahatsızlığı yüzünden evden çıkamaz olunca, Kedi Memo dükkanı tek başına açmaya başladı. Oğlu otuz yaşını geçmişti ama babası son derece kaygılıydı. Yüzüne karşı, “Sen bütün gün uyursun, birkaç aya kalmaz bizim emektar dükkan topu diker.” diye karamsar tahminlerde bulunuyor, Memo’yu okumamakla, araştırmamakla, eşyaların yapılış tarihini, dönemini, malzemesini bilmemekle suçluyordu. Ne de olsa insanlar dükkana eski bir ahşap, mermer, cam ya da bronz parçası almaya gelmiyor, hayatlarındaki eksikleri dolduracak, sıradan yaşamlarına anlam ekleyecek hikayeler peşinde koşuyorlardı.

Evde geçirdiği ilk ayın sonunda babası hesapları incelediğinde Memo’nun satışları düşürmeden işleri yürütmeyi başardığını, stoklarında da herhangi bir eksilme bulunmadığını gördü. Memo, dükkanın kapısına bir çıngırak takmış, her defasında içeri biri girdiğinde uyanıp yerinden fırlamış, böylelikle güvenlik ve müşteri kaçırma sorunlarını çözmüştü.

İkinci ay, pasajın kazan dairesinde doğuran kedinin yavrularından birini nüfusuna geçirdi. Marangoza “Antikacı KEDİ MEMO” yazılı bir tabela yaptırdı, giriş kapısının üzerine astı. Vitrinden bakıp içeride kedisiyle birlikte uyuyan sevimli Memo’yu gören müşteriler tebessüm ederek diğerlerinden çok da farkı olmayan dükkana sempati duymaya, daha fazla ziyaret etmeye başladılar. İkinci ayın sonunda satışlar babasının zamanından daha iyi durumdaydı. Hayatı boyunca sayılı kez oğluna iltifat eden babası bir sabah kahvaltıda Memo’ya, “Artık sana öğüt vermeyeceğim. Nasıl biliyorsan öyle yap.” deyince Memo’nun moral ve cesareti hepten arttı.

Artık peşinden ayrılmayan kedisiyle yalnızca müşterilerine günün her saati güler yüz göstermiyor, dükkandaki nesnelere ait rüyalarını hikayeleştirerek, tatlı tatlı anlatıyordu. Porselen ayaklı gaz lambasının gövdesindeki yel değirmeni resminin, sahibi gece fitile üflemeyi unutursa döne döne alevi söndürmek üzere nakşedildiğinden söz ediyordu örneğin.

On dokuzuncu yüzyıl giysili porselen bebeğin her gece şu oval aynanın karşısına geçerek sarı saçlarını uzun uzun taradığını, hatta aynanın köşesindeki sırların da bebeğin güzelliğine dayanamayıp yer yer döküldüğünü anlatıyor, bebekle ilgilenen müşteri hiç aklında yokken bir anda kendini aynanın da parasını öderken buluyordu.

Natürmort yağlı boya tablodaki çiçeklerin göbeklerindeki minicik delikleri yakından gösteriyor, zamanında bahçeli bir konağın duvarında asılı bulunan resimdeki çiçekleri arıların gerçek sandığını, nektar toplayabilmek için etrafında uçuşup durduklarını, beceremeyince de sinirlenip iğneleriyle bu delikleri açtıklarını anlatıyordu.

Arzu ettiği aşkı bir türlü yakalayamamış orta yaşlı, zengin ve hülyalı bir kadın müşterisine; kristal, üç katlı zarif şekerliğin yanı sıra, kız istemeye giden paşaların kupa arabalarına asılan feneri, bir Fransız şanson taş plağını ve onu çalacak gramofonu bir çırpıda satıvermişti. Kadın öylesine mutlu ayrılmıştı ki dükkandan, telefon numarasını bırakmayı da ihmal etmemiş, yeni romantik eşyalar gelince muhakkak önce ona haber vermesini tembihlemişti.

Artık hiç kimse Kedi Memo’ya tembel demiyor, tam tersine müşteriler günün ortasında altın varaklı çerçeveler arasında bir bebek gibi uyuyan bu sevimli adamı sevgiyle seyrediyor; geçmişle bugün, hayalle gerçek, nesnelerle insanlar arasında kopmuş bağları ince ince, ilmik ilmik, sabır ve yaratıcılıkla ören bu uyku seanslarını doğaüstü bir olaya tanık olmuşçasına hayranlıkla birbirlerine anlatıyorlardı.

Babası… Sabahtan akşama kadar evde sıkıntıdan patlıyor, geceleri pek uyuyamıyor, uyuyakaldığı ender zamanlarda da kabustan başka bir şey görmüyordu.

Konuyu utana sıkıla oğluna açtığında Kedi Memo şöyle bir iç geçirdi. Gerdanını kırdı. Temkinli ve düşünceli hekim tavrı takınarak, uzun süreli ihmale bağlı olarak düşlerini kurutmuş olabileceğini açıkladı. Onların en çok kuytularda gizlendiğini hatırlatarak, evin hangi köşelerinde görülebileceği ile ilgili tavsiyelerde bulundu. Son olarak da, eğer iyi davranacağına söz verirse, uykuya dalma konusunda rehberlik etmesi için birkaç günlüğüne kedisini evde bırakabileceğini söyledi.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

DERYA ANA

Derya Ana’yı sevmemiştim hiç. Ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Onu bir sorun olarak görmüştüm. Bir sabah aynada karşıma çıkıveren küçük ama can sıkıcı bir sivilce. Beni rahatsız eden, zaaflarımı harekete geçiren, tuhaf biçimde yanından geçip gidemediğim bir ruh kemirgeni.

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

ALTIN SABAH

O sabah, hiç sabaha benzemiyordu. İstanbul aydınlanamamış, silüeti sulu boya gibi dağılmıştı. Gökyüzünün ağzından burnundan buhar çıkıyordu; maviyi unutmuş, buluta üşenmiş, geceyi kaçırmıştı. Boğaziçi zeytinyağlaşmıştı. Gluk gluk ediyordu teknenin pervanesi döndükçe. Beyaz beyaz köpüklenmiyor, yoğunlaştıkça kırışığı azalıyor, cildi parlaklaşıyordu.

Uyanır uyanmaz anlamıştı bu sabahın o sabah olduğunu. Çocukluğunda rahmetli dedesinden dinlediği, onun kendi dedesinden, onun da kendi dedesinden dinlediği “Altın Sabah”tı bu. Torunlarını etrafına topladığı kış gecelerinde nasırlı parmaklarıyla kestane çizerken, bayram sabahları babaannesinin açtığı cevizli baklava yenirken, hafta sonu kahvaltılarında sıcak sütünü höpürdeterek içerken uzun uzun anlatırdı o sabahın alametlerini.

Bu yüzden bu sabahın o sabah olduğunu anlaması için gözünü açtıktan sonra bir kaç dakika yetmişti. Denizin böyle yaldıza bulanmasının; Kız Kulesi’nin dibindeki paslı giderin kapağı ile Sarayburnu’ndaki altın çeşmenin musluğunun peş peşe ve aynı görünmez el tarafından açılmasına bağlı olduğundan haberi vardı mesela.

İstanbul siluetinin yer yer dağılıp gökyüzüne karışması, sisin insanın genzine şekersiz pamuk helva gibi sıvanması, hepsi öyle gerçek dışı, öylesine büyüleyiciydi ki, uyanıp da bütün bunlara kısacık bir an için tanık olanlar kendilerini hayatlarında gördükleri en tuhaf ve güzel rüyanın ortasında sanıp, uyumaya devam ediyorlardı. Tıpkı dedesinin dedesinin dedesinin anlattığı gibi şehirde uyanık kimse yoktu bu sabah. Bir kısım efsunlanıp gerisin geri uykuya dalmış, bir kısım henüz hiç uyanmamıştı.

Çaydanlığa su doldurdu. Küçük tüpün üstüne koyup abdest almaya koyuldu. Çayı demleyip namaza durdu. İki rekat da şükür için kıldı. “Fazla da oyalanmaya gelmez” demişti dedesi. Öyle yaptı. Metal bardağını demli çayla doldurdu. Yün beresini taktı. Balıkçı barınağının derme çatma kapısını tekmeleyerek dışarı çıktı.

Ne martı vardı görünürde, ne de bir Allah’ın kulu. Hava serindi ama üşütecek kadar değil. Tek asılışta motoru çalıştırdı. Motor hep böyle gürültülü mü çalışırdı? Pek üstünde durmadı. Halatı çözdü. Tekneye atladı. Dedesinin atalarından bahsettiğinde tasvir ettiği gibi: Yağız ata binercesine müteşekkir.

Teknenin yan cephesinde el oyması bir ahşap deniz atı vardı. Dedesinin, onun dedesinin ve onun da dedesinin teknelerinden miras. Atın kabartma yelesini okşadı.

Tekne usulca kaymaya başladı sırları dalga dalga yükselen dev aynanın üstünde. Çayından keyifli bir yudum aldı. İstanbul’un rimelleri akmış, birazı göğe birazı denize karışmıştı. Soktu elini suya. Çenesini sıvazladı. Islak parmağıyla kaşlarını düzeltti. Teknenin camında yansımasını gördü. Beğendi kendini, hayret. Kim bilir ne zamandır ilk defa. Tuzlu dudaklarını yaladı. Dişlerini sıktı ne halt edeceğini bilemediğinde yaptığı gibi. Çay bardağına sarıldı yine. Bir yudum daha içti, bu kez heyecanı keyfinin önünde.

Dümeni sise doğru kırdı. “İstanbul Boğazı’nın en geniş yerinin tam ortasına…” demişti dedesi. Sis, Rumelihisarı ile Anadoluhisarı arasında başlıyordu. Boğazın en dar yerinde. Tam başlaması gereken yerde.

Önce yön, sonra düzlem, sonra da zaman kavramını yitirdi. Pusula bozulmuş, saat durmuştu işte. Suyun üstünde mi gidiyor, dibinde mi, yoksa gökyüzünde mi süzülüyor, kestiremiyordu şimdi. Daha önce defalarca yaşamıştı bu anı. Çocukluğunun en sık tekrarlanan rüyasında.

Sonra bir ara bunları aslında kendisi yaşamıyor, dümendeki dedesi anlatıyor zannetti. Dedesi “Altın Sabah”ı ezberlettiği vurgularıyla, arada derin derin soluklanarak, yine aynı yerlerde aynı şakaları yaparak, sona yaklaştıkça biraz daha ağırlaşarak anlatıyor, o ise elini denize sokmuş, teknenin kıçında balık gibi oynatıyordu.

Hava durgundu o ana dek. Birdenbire güçlü bir rüzgar esti. Tül gibi aralandı sis. Limana demirlemiş kırmızı, mavi, yeşil teknelerin gerisinde beyaz büyük bir fener göründü. Derken esinti başladığı gibi aniden kesildi. Gelmişti demek… Anadolu Feneri ile Rumeli Feneri’nin ortasına, boğazın en geniş yerine yaklaşmıştı.

Biraz daha ilerleyip motoru kapadı. Boynuna asılı zincirin ucundaki dede yadigarı pirinç silistre düdüğünü ağzına götürdü. Yanaklarını şişirip bütün gücüyle üfledi. Sonra bir daha. Ve dedesinin söylediği gibi üçüncü kez.

Hiçbir hareket olmadı.

“Bekle” demişti dedesi. “Muhakkak gelecek. Üç kere daha çal. Ve bekle.” Öyle yaptı. Yine sessizlik. Ürpertecek kadar. Silistre düdüğünü ağzına götürdü. Bir tur daha…

Bir şıpırtı duyar gibi oldu. Uzaktan geldi ses. Anadolu Feneri’nin bulunduğu taraftan. Yeri belli olsun diye üç kez daha üfledi. Şıpırtı tekrarlandı, yaklaşmaya başladı.

Dedesinin anlattığı altın saçlı deniz kızı mıydı gelen? Bu da gerçek olabilir miydi? Suya bir şey, belki de denizkızının kuyruğu çarpıyor, devinimiyle bizimkinin teknesine yaklaşıyordu.

Soluğunu tutmuştu şimdi. Bir kayığın ucu belirdi az ötede. Sisi yararak yaklaştıkça, genişleyen ahşap gövdesi ortaya çıkıyordu. Kürekler göründü derken. Sonra onları tutan eller. O narin, bembeyaz ellerin sahibi çıktı ortaya. Yavaş yavaş… Belki yüz yıl sürdü bu. Dedesinin onlarca kez tarif ettiği, rüyasında yüzlerce kez gördüğü beden tamamlandı nazlanarak. Evet oydu karşısındaki: Altın Saçlı Kız.

Kayık sürtünerek tekneye yanaştı. Kız halatı uzattı. Öyle duru, öyle gösterişsiz bir güzelliği vardı ki. Bizimki sersemliği zor attı üzerinden. Halatı yakaladı, bir çırpıda kendi teknesine bağladı. Elini uzattı altın saçlara doğru. Kızı çekerken belinden aşağısına kaydı bakışları. Kuyruğu değil ayakları vardı. Daha da sevindi buna. Hayret! Dedesi ilk kez yanılmıştı.

Kızla bir süre birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Sis iyice etkisini artırmıştı. Başka bakacak yer yoktu yani. Onlara zaten başka ihtimal yoktu.

“Nasıl buluşabildik, bir fikrin var mı?” diye sordu balıkçı.

“Büyükannemin büyükannesinin büyükannesi…” diye başladı kız yüzü kadar duru, Boğaz kadar pürüzsüz sesiyle. Kızın söylediklerini, ezbere bildiği hikayeye ekleyince her şeyi anladı.

Dedesinin dedesinin dedesi, Altın Saçlı Kız’ın büyükannesinin büyükannesinin büyükannesi ile böyle bir altın sabahta ayrılmak zorunda kalmışlardı. Yaşayamadıkları aşklarını masallaştırmış, sonraki nesillere miras bırakmışlardı.

Ne var ki, o gün bugün, bir kez bile altın sabah olmamış ya da olduysa da önceki nesillerden hiçbir oğlan ve kız bu masala onlar kadar inanmamıştı.

“Ben seni altın saçlı bir deniz kızı sanıyordum.” dedi oğlan gülerek.

“Öyle sayılırım.” diye yanıtladı kız, beline dökülen altın sarısı saçlarını okşayarak. “Hep deniz kıyısında, şu Boğaz köyünde yaşadım.”

“Ben de seni denizatlı prens sanıyordum.” derken mahcupça gülümsedi kız.

Oğlan ayağa kalktı. Teknenin yan cephesindeki ahşap oyma denizatına vururken kızın gülümsemesine karşılık verdi:

“Öyle sayılırım zaten.”

Her ikisinin da yıllarca dinlediği hikayede olduğu gibi sis dağılmaya başladı. Önce Anadolu Feneri, sonra Rumeli Feneri sahilleri görünür oldu. Deniz usul usul asıl renginin mavi olduğunu anımsadı. Dalgalanmaya başladı. Bembeyaz köpükler coşkuyla dalgaların ucuna asıldı.

Altın Saçlı Kız’ın bavulunu yanlarına alıp, kayığını teknenin kıçına bağladılar. Burunlarını ters yöne çevirdiler.

Dedelerinden, büyükannelerinden dinledikleri gibi, aynı çocukluk rüyasını birlikte görür gibi, nikahlarını kıydırmak üzere Arnavutköy Tevfikiye Camisi’nin imamına doğru pata pata ilerlemeye koyuldular.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

DERYA ANA

Derya Ana’yı sevmemiştim hiç. Ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Onu bir sorun olarak görmüştüm. Bir sabah aynada karşıma çıkıveren küçük ama can sıkıcı bir sivilce. Beni rahatsız eden, zaaflarımı harekete geçiren, tuhaf biçimde yanından geçip gidemediğim bir ruh kemirgeni.

TEMİZLİKÇİ

Alışveriş merkezinin yemek katında onu temizlikçi bonesi ve önlüğüyle bir masada sere serpe otururken gördüğünde, kendisi suç işlemiş gibi irkildi. Kovboy şapkalı, orta yaşlı bir adamın etrafında el dedektörünü dolaştırırken de gözünü temizlikçiden alamıyordu.  Yo, öyle fenalaşmış ya da kısa süreliğine soluklanmak için sandalyenin ucuna ilişmiş filan gözükmüyordu kadın. Dirseklerini masaya dayamış, aheste aheste gözlerini ovuşturuyordu. 

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini asla değiştiremeyeceklerini bile bile tutunmaya çalışırlar yokuşa. Yolun sonunun olmadığını, güneş çıksa da hep ters açıda kalacaklarını, birer gölge olarak geldikleri dünyadan yine gölge olarak göçeceklerini bile bile yorgun, tozlu, karıncalar gibi hareket etmeye devam ederler.

Kendileri gibi yıpranmış, bakımsız, içten içe çürüyüp giden binaların kıyısından, soluk, is kokulu çamaşırların altından, asfalt tutmayan yollara takıla takıla ilerlerler. İlerleyemeyecek kadar yorulduklarında bellerini tutup başlarını kaldırırlar, sönük ciğerlerine kömür kokulu havadan çekerler.

Göğe bakmazlar ama. Gökyüzü başka alemleri, olasılıkları anımsatır çünkü. Onlar öyle şeyler düşünmek, hissetmek, boşu boşuna umutlanmak istemezler. Kuş değildirler neticede. Tıpkı karıncalar gibi gökyüzüne bakmazlar, baksalar da görmezler hiç.

Biri yokuşun dikliğine, uçsuzluğuna dayanamayıp yuvarlanarak yanlarından geçerken durup bakarlar şöyle. Ellerini uzatmaz, durdurmaya kalkmazlar. Bunu yaparlarsa düşenle bir yuvaralanıp dibi boylayacaklarını bilirler çünkü. Oflarlar puflarlar ama mahkumun celladına aşık olması gibi yokuşlarına tüm varlıklarıyla bağlıdırlar.

Hepsi birbirine benzer. Renksiz, umutsuz, ışıksız… Hepsi birbirine benzediği için, bütünüyle umutsuz ve diğerlerinden farksız oldukları için içleri rahattır. Ezan kadar huzurludurlar. Çanlar kadar vurdumduymaz. Kendilerinde ne güç ne de suç bulurlar. Ölüm pek korkutmaz onları, hatta içten içe öldükten sonra daha mutlu olacaklarına inanırlar. Yukarı doğru yürürler. Yürürler… Kendilerinden öncekiler de aynısını yapmıştır çünkü. Sonrakiler de öyle yapacaktır.

Daha hızlı yürüyenlerle, geride kalanlardan haber alınmaz. Gözle görülebilen mesafe kadardır hayat. O kadar. Kolaylaştırır bu. İletişimsizlik hayatı kolaylaştırır. Kaybedecek bir şeyi, ulaşacak bir hedefi olmamak basitleştirir. Tozlu, hastalıklı köpekler, sokak ortasına boşaltılmış çöpler, simsiyah duman tüten bacalar, yalnız olunmadığını hissettirir. Yalnız olmamak ve kimseye gereksinim duymamak yalancı bir iyilik hissi yaratır. Yüze yansımaz ama derinde hissedilir bu. Pek de derinlik yoktur gerçi. Yine de içten içe hissedilir.

Gölgeler acıkmaz. Susamaz, aşık olmaz, konuşmaz. Titrer arada bir. Göze batmaz. Hedefi yoktur. Kamburu çıkmış, yokuş çıkarken görürsün. Sonra gözün bir el arbasına ya da hamal sırtlığına takıldığı sırada aniden yok oluverir. Ne zaman yok olduğunu bile fark etmezsin.

Yokuşlar unutkandır. Halkı nereden geldiğini hatırlamaz, nereye gittiğini sorgulamaz. Daima hüzünlüdür ama derin acılar da çekmez bu sayede. Çınar gölgesinde huzur bulur bir tek. Kendi gölgesinin ağırlığından kurtulduğunda. Yokuşun ucunda dev bir çınar ağacı olduğu fısıldanır bazı yaşlılar tarafından. Herkesin gölgesinde eriyeceği dev bir çınar ağacı.

Az sonra unuturlar bunu. Yokuş yukarı ağır ağır, gölge gölge yürürler. Ters ışıkta biraz daha belirgin…

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

YALÇIN ABİ

Ekmek, deterjan ve ciklet kokardı bakkalın içi. Her mevsim loş ve serin. Yalçın Abi en dipte yazar kasanın arkasında kitap okuyor olurdu genellikle. O oturduğu için gözleri aynı hizada; tam istediği gibi. Parmak uçlarında sessizce yürüdüğünden Yalçın Abi hemen fark etmezdi onu. Zerrin de fırsat bu fırsat uzun uzun incelerdi: Elini ciddiyetle çenesinde tutuşunu…

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

AYLAKLAR

“Şu bankayı soyalım hadi, Jim.” “Beni karıştırma Paul! Kaç kere söyledim, patates bile soyamam ben.” “Gördün bankanın kapısındaki protestoları. O sahtekarlar Ortadoğu’daki savaşı finanse ediyor.”
“Hadi ordan Paul! Şimdi de dünya barış elçisi mi kesildin? Striptizci kızı ayartmak için istiyorsun o parayı.” “Sharon gibi bir vücudun olsa banka yerine seni soyardım Jim.”

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı.

Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne, bazı günler saatten saate değişirdi. Kimi zaman yeşile, bazen griye çalar, hava güzelse basbayağı maviye dönerdi. Gözbebeklerinin Boğaz’ın rengiyle tıpatıp aynı tona bürünmesi için bakışlarını uzun süre sudan ayırmaması gerekirdi.

Bazen saatler süren bu kesişmeler esnasında kafasına taktıkları, takıp da farkında olmadıkları, çoktan unuttuğunu sandıkları, gelecek olasılıkları Boğaz’ın dalgaları gibi zihninin duvarlarına çarpıp çarpıp çekilir, her çarpmanın ardından kafasının içindeki uğultu biraz daha hafifler, bu da onu rahatlatırdı.

Hayatta kendini en iyi hissettiği anlar, göz renginin, kalp ritminin ve zihin berraklığının denizle bir olduğu zamanlardı. Öyle anlarda tüm yüklerinden kurtulmuşçasına rahatlar, kendini bir martı kadar hür, bir balık gibi kıvrak, Şehirhatları vapuruymuşçasına güçlü hissederdi.

Uzaktan geçen bir tankerin yarattığı dalgalar korkunç bir mide bulantısına neden olabilirdi öte yandan, yanındaki bir balıkçının oltasında çırpınarak sudan kopan bir balık, derisine kanca batmış gibi acı çekmesine yol açabilirdi.

Denizin parçası olarak gördüğü balıkları çok sever, onların öldürülmesinden büyük üzüntü duyardı. Kordondaki yerinden olmamak için diğer balıkçılar gibi elinden eski kamışını eksik etmez, ucuna kurşun bağlı çengelsiz misinasını arada bir usta hareketlerle denize savurur ama açlıktan ölecek olsa yine de balık tutmayı aklından geçirmezdi.

Boğaz’la bütünleştiğinde onun hareketlerini kendi bedeninde ve ruhunda duyumsayabildiğini çocukluğunda keşfetmişti. Bir kış günü şaşkınlık içinde, bu keşfini bir adım ileri götürdü.

O gün hava hem soğuk, hem yağışlı hem de rüzgarlıydı. İnatçı poyraz deniz kıyısında dikilmeyi dahi zorlaştırıyor, bulutlardan topladığı yağmur damlacıkları ile denizden kopardığı su taneciklerini, yakaladıklarının yüzüne, gözüne püskürtüyordu. Balıkçıların çoğu ayakta durmayı dahi zorlaştıran dondurucu hava yüzünden, kimisi de misinasının dolanmasından çekindiği için balığa çıkmayınca, koskoca sahil şeridi ona kalmıştı.

Yağmurluğunun başlığı kafasında, emektar oltasız kamışı elinde, birkaç saat boyunca neredeyse kıpırdamadan Boğaz’la bütünleşti. Artık gözleri kül rengi bakıyor, dalgalarla aynı ritimde soluk alıp veriyordu.

Tam o esnada arkasındaki yolda önce uzun ve acıklı bir fren sesi duyuldu. Sonra iki araba çarpıştı. Kısa süren sessizliğin ardından sürücüler araçlarından fırladılar ve bağrışmaya başladılar. Küfürleştiler, itiştiler ve nihayet yumruklaştılar. Diğer araçlardan inenler öfkeli adamları ayırmaya çalışıyor, olay bastırılacağına anlamsızca büyüyordu.

Grileşmiş gözlerini tekrar Boğaz’a çevirdi. Birkaç dakika içinde bütün huzurunu kaçıran kazaya ve kustukları kinle içini kapkara bir kasvet bulutuyla dolduran kazanın faillerine içerledi. Bir süredir tutmakta olduğu nefesini öfff diye bıraktı. Öflemesi ile birlikte hafif hafif çalkalanan denizin ortasından dev bir dalga yükseldi.

Önce bu eş zamanlılığın rastlantısal olduğunu düşündü. Kendisi deniz gibi hissedebiliyordu ama denizin onun gibi hissetmesi…

Sinirini bozan başka bir olay düşündü. Bir türlü onartmadığı klozet akıntısı ile banyosunun tavanını yosun kaplatan kaba ve yüzsüz üst kat komşusunun ablak suratı geldi gözünün önüne. Kaşları çatıldı, göğsü kabardı, yanakları balon gibi şişti. Ve bir kez daha öfledi. Boğaz kırbaçlanmış gibi yükseldi yine, dalgası seti aştı bu defa, ayakkabılarını ıslatacak kadar taştı.

Boğaz’la bütünleşmesinin yalnızca kendisini değil Boğaz’ı da etkilediğini işte böyle öğrendi. O gün bomboş sahil şeridinde rahat rahat denize göbek attırdı, hoplattı, sıçrattı, savurdu. Okşadı, sakinleştirdi. Kırbaçladı, kızdırdı. Kordonu baştan aşağı yıkattı.

Hava kararana dek, ihtiyaçlarından fazla balık yakalamalarına rağmen daha fazlası için olta sallamaya devam eden balıkçıları nasıl sırılsıklam edeceğinin, denize çöp atanları nasıl o çöplerle yer değiştireceğinin, seyyar satıcıları kovalayan zabıtaları nasıl engelleyeceğinin, yazın yaşlı köpekleri nasıl serinleteceğinin provasını yaptı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

HACI

Soğanla bir yandı göz pınarları. Gözyaşları büyüdü, taş gibi kaskatı oldu. Buruşuk gözlerine sığmadı… Derken yağ gibi kaygan, akmaya başladı. Önce kır sakalını, sonra yeni önlüğünün göğsünü ıslattı.
İncecik parçalara ayırdığı soğanı kıymanın üstüne boca etti. Ayçiçek yağını dökerken boğazını düğümleyen yumru da küçüldü sanki biraz. Kimyon ve karabiberden birer tutam aldı. İçinden sure okumaya koyuldu.

KUYTU

Erkek sırt çantasıyla indi vapurdan. Omuzları herkesten daha dik. Martı gibi gövdesini rüzgara bırakarak kalabalığın arasında süzüldü. Kız onu iskele kapısında, uslu bir köpeğin yanında bekliyordu. Onun da çantası sırtında. Günün son saatiydi. Işığın düştüğü yerler altın rengi. Kızın yüzü de öyleydi. Erkek onu görünce gülümsedi. Gülümsemesi tatlı bir dalga gibi kızın yüzüne çarpıp geri döndü.

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

ÇOCUKLUK

Hayatında ilk kez içinden geçtiği bir parkın duvar dibini süsleyen çiçeklerin rengi ve kokusu, onu alıp çocukluğunun geçtiği lojman gazinosunun bahçesindeki mutlu günlere götürebilirdi. İşte öyle aniden yoğunlaşıveren zamanlarda, hemen yolun ucundaki ışık perdesinin ortasında, altı yaşındaki görüntüsü beliriverirdi. Kısacık, dört cepli şortunu, mickey desenli beyaz tişörtünü ve mavi pabuçlarını o sayede hatırlardı mesela.

Çocukluğu, izlendiğinden habersiz, kırk yıl önceki bir anın masumiyeti içinde olurdu o sırada. Onu, annesinden sokağa çıkma izni isterken, pipisini tutmuş çişinin geldiğini söylerken, yalan söyleyip sinirlendirdiği babasından kaçarak bir köşeye gizlenirken görmek öylesine tuhaf oyunlar oynardı ki zihninde, altı mı yoksa kırk altı yaşında mı, bu davranışların öznesi mi, izleyicisi mi karıştırır ve bu rüyamsı karışıklıktan hoşlanırdı.

Onu var eden bu gibi sahneleri, ilk hissedişlerini, direnişlerini, gizlenişlerini ne ara unuttuğuna; çocukluğuyla beraber gülmeye, hayret etmeye, hayal kurmaya nasıl da yabancılaştığına; bütün bu bilinçli mi bilinçsiz mi gerçekleştiğini ayırt edemediği bellek kaybına karşın, bir imgenin kısacık bir an için yanıp sönmesiyle, nasıl da altı yaşından devam etmeye hazır hale geliverdiğine, peş peşe hayret ederdi.

Adını unuttuğu arkadaşlarıyla sineklerin kanatlarını koparıp kibrit kutusuna hapsettikleri, bakkalın deposuna tünel kazdıkları, annesi arkasını döndüğünde komşunun küçük kızını ağlattıkları, ıslak toprak ve ağaç kokan bir parkta çalılar arasına gizlendikleri günleri özlerdi mesela. Kendisinden bir karış uzun komşu kızıyla, aralarında bir metre boşluk bırakarak kaskatı dans etmek zorunda kaldığı doğum günlerini bile özlerdi.

Her sabah evrenin bir başka sırrını keşfetme heyecanıyla yataktan fırladığı sabahları; insanların, evlerin, sokakların, arabaların, yaşlıların hiç değişmeyeceğini zannettiği ılık yaz akşamüstülerini, ilk kez tek başına bakkala gidip ekmekle döndüğü öğlen vakti balkonlarından yükselen alkış ve tezahüratları anımsayıverirdi arka arkaya.

Ağır ağır yürümeye devam ediyor olurdu bu arada. Yolun bitiminde dikilmekte olan altı yaşına doğru. O yaklaştıkça çocukluk bedeni silikleşir, uzanabilecek mesafeye geldiğinde yok olmuş olurdu. Rüyada olduğunu fark ettiğin andan itibaren, onu hızla kaybetmen gibi… Pamuk helvanın, ısırır ısırmaz damağında doyumsuz bir tat bırakarak esrarengiz biçimde yok olması gibi.

Bu kez farklıydı ama. Çocukluğu, belleğine kayıtlı eski bir sahneyi tekrarlamıyor, gözünü dikmiş onun geldiği yöne bakıyordu. Sevildiğinin farkında, biraz utangaç, biraz oyuncu bir gülümseme eşliğinde. Perdenin içinde değil, önündeydi bu defa. Tam sınırda. Ne geçmişteki bir anı, ne de parktaki çiçekler kadar canlı…

Bir adım daha attı. Çocukluğu kollarını açmış, onu bekliyordu. Üstelik gözlerinin ışıltısını görebilecek kadar yakınlaşmıştı artık. O da kollarını kocaman açtı. Yüzünde altı yaş gülümsemesi, neşeyle koşmaya başladı. Bu kucaklaşmanın hayatla arasında giderek büyüyen boşluğu dolduracağını, onu özüne kavuşturacağını, saf sevgiyi tutulabilir hale getireceğini, ona kim olduğunu hatırlatacağını hissediyordu.

Öyle de oldu. Altı yaşına sımsıkı sarılmış halde yolun bitimindeki uçurumdan aşağı hızla düşerken çocukluğunu örten yapmacık kareler yaprak yaprak belleğinden etrafa saçılıyor, gereksiz ağırlıklardan kurtulmak onu tıpkı çocukluğundaki gibi hafifletiyor, -kendini uçarken gördüğü rüyalarında da böyle olurdu- gözleri muzipçe kısılıyor, yüzü tatlı tatlı okşanıyor, geçmişi ve geleceği olmayan bir boşlukta süzülmenin benzersiz mutluluğu iç organlarını gıdıkladıkça, kıkırdayıveriyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

YAZGI

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların… Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri. Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder. Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu.

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini ayağının dibine bırakır, otura otura düzleştirdiği kaya parçasına yerleşirken isli mahalle havasını içine çeker, elini kaldırıp çocuklara selam verir.

Kalede Panter Yasin… Epey geliştirdi kerata kendini. Hava toplarında ürkektir biraz. Hafta sonları fazladan çalışarak o eksiğini de hızla gideriyor. Panter lakabını köşelere giden toplara çevik uzanışlarıyla kazandı. Uzak mahallelerin takımları maç günü kalede ufak tefek Yasin’i görünce bıyık altından gülerler önce. Ne de olsa kendi kalecileri takımın en iri yarı çocuğudur. Ama daha ilk ataklarında Yasin’in kollarının nasıl iki misli uzayabildiğine, şut çekmeye hazırlanan oyuncunun ayağındaki topu mıknatıs gibi elleriyle çekip alıverdiğine tanık olunca önce şaşırır, sonra hırslanırlar. Dakikalar ilerledikçe kontrollerini ve gol atabileceklerine olan inançlarını yitirirler.

Nuri topu aldı mı, zimmetine geçirir adeta. Kimseler sökemez kolay beri. Ama ne zamanında pas vermeyi bilir ne de şut çekmeyi. O yüzden aynı adamı iki üç kez çalımlamak zorunda kalır, yorgun düşünceye kadar sahanın bir o tarafında bir bu tarafında yılan gibi kıvrılır durur. Allah aklından almış, ayaklarına vermiş. Böyle demez Nuri’nin yüzüne ama ne dese söz geçiremez.

Hah işte Yılmaz kaptı topu. Yalnız adaşı olduğundan değil, karakterini de kendisine çok benzettiğinden bir başka sever onu. Tekniği pek iyi değildir ama çok çalışkandır. Ciğer desen körük gibi. Topu kaptırdı mı, iki misli koşar, geri kazanır muhakkak. Kale boş olsun vurmaz, arkadaşının pozisyonu daha iyiyse ona yuvarlar. Yenilgiyi asla kabul etmez. Oyunu kazanmak için her şeyini ortaya koyar ama asla ahlaksızlığa, mızıkçılığa, sertliğe başvurmaz. Son dakika olsun, maç berabere olsun, herkes soluğunu tutmuş olsun, çarpmışsa top eline, tereddütsüz “penaltı” der. Golse “gol”, taş üstüyse “değil”. “Herkesin teri kıymetli abi” der. “Kazanabilirsek kazanırız. Kazanamazsak ders çıkarırız.”

“Büyük Yılmaz” derler bizimkine. Başındaki “Büyük” kısmından hoşlanmaz, kibirli bulur ama mecburen kabullenir ufak Yılmaz’la karıştırmasınlar diye.

Bir deri fabrikasında çalışır. Sabah beşte kalkar, iki araç değiştirir, üstüne de yarım saat yürür işyerine varmak için. Öğle yemeği dışında hiç mola vermez. “Kumru gibi düşüneceğime arı gibi çalışırım” der. Şefi dışındaki mesai arkadaşları pek haz etmez, hatta diş bilerler Yılmaz’a. Kendi üretkenliklerinin sürekli onunkiyle kıyaslanmasını, sigara molası verdiklerinde bile ters ters gözetlenmelerini, ne yapsalar da eksik hissettirilmelerini ona bağlarlar. Birkaç kez kenara çekip konuşmuşlukları, hatta tehdit etmişlikleri de vardır ya Yılmaz’ı, O burnunun dikine gider.

“Ben akşamları böyle rahat uyuyabiliyorum.” der. “Ne yalakalıkla ne hainlikle işim olur, formamın hakkını vermeye çalışıyorum.” der. Futbol dünyasından örnekler vermeye kalkar, küfrü basar keserler lafını.

Evlendiğinden beri işsiz kaldığı, eve ekmek getirmediği, yakacağını, giyeceğini eksik ettiği gün yoktur; evdekilere de yaranamaz ama. Arsada geçirdiği birkaç saatin sözü olur.

“Arabamız olsa Pazarları gezerdik…” derler. “Gelin akbilimle sizi istediğiniz yere götüreyim” diye teklifte bulunur, burun kıvırırlar. “Spor haberlerini seyrettikten sonra horlamaya başlıyorsun.” diye şikayet ederler. “On iki saat ağır çalışıyorum” der, duymazdan gelirler. “Ömrünü çoluk çocuk arasında yedin. Hiç değilse erkek gibi kahveye, birahaneye gitseydin biraz çevre edinirdin.” diye söylenirler. “İnsanın çevreye değil, oyuna ihtiyacı var.” der, ana kız bir olur gülerler.

Yasin’in gelişimini görmezler çünkü. Oyunun her gün sıfırdan başladığını, her maçın sürprize açık olduğunu, her rakibe göre güçlü ve zayıf yanların keşfedildiğini, dünyanın en güzel golünün Süleymaniye’deki arsada atılabilme ihtimalini, en zayıf görünen takımın dahi diğerini yenme şansı bulunduğunu, Nuri’nin mesela bir gün taşıdığı tüm topları tam zamanında pasa ya da şuta çevirerek tek başına maçı alan bir yıldıza dönüşebileceği gibi, bir başka gün yanlış kararlarıyla tek başına takımının başını yakabileceğini bilmezler. Yılmaz’ın saflıkla, iyi niyetle -rakibi alt etmek, takım arkadaşlarını mutlu etmek, hatta kazanarak kendini tatmin etmek için değil- oyunu çok sevdiği için, kendisini oyuna borçlu hissettiği için, oyun daha zevkli olursa hayat da daha keyifli olur diye oynadığını anlamazlar.

Kahvehanedeki, fabrikadaki, meyhanedeki, araba galerisindeki, meydanlardaki adamlar böyle düşünmediği için onlarla beraber olmak istemediğini, yanlarında edecek laf bulamadığını, onların ettiklerinden de korkunç sıkıldığını söyleyemez. Onlar da ne demeye çalıştığını anlamaya gayret etmez, dudak bükerler Yılmaz’ın her haline. Büyüyememekle eleştirirler, bir tek çoluk çocuğa söz geçirebildiğini ima eder, arkasından kafasının her geçen gün biraz daha futbol topuna benzediğini söyler, dalga geçerler.

Sonuçta ona koca günden bir saatçik kalır işte. İş dönüşü, alışverişi yaptıktan sonra, eve varmadan önce arsada geçirdiği altmış dakika. Çocukluğundan beri kendini en iyi hissettiği, hayatı en saf, en sahici, en eğlenceli, en güzel bulduğu yerde doya doya yaşanacak bir saat.

Çocukların ağabeyi, oyun arkadaşı, hocası, hakemi, seyircisidir Büyük Yılmaz. O kenardaysa maç daha ciddi, daha zevkli, daha hırslı geçer. Her iki takıma da yön verir. İyi oynayan iyi oynadığından onun sayesinde emin olur. Öylesine bir gol, onun yerinden sıçrayıp şapka çıkarışıyla unutulmazlar arasına girer. Herhangi bir çocuk onun alkışlarıyla kendini on binlerin önündeymiş gibi hissedebilir. Maç oynanırken kaptan koşarak onun yanına gelip taktik alabilir. Takımın dizilişi, oyunun şekli birdenbire değişebilir.

Eksiği olanlar hafta sonu özel antrenmana tabi tutulur, ödevlerini yerine getirip getirmedikleri ertesi hafta başında mutlaka kontrol edilir.

***

Bir hafta önce Belediye tarafından Süleymaniye mahalleleri arasında düzenlenen turnuvada büyük heyecan yaşanmış; bizimkilerin bütün maçlarını kazanarak şampiyon olması futbolla pek ilgisi olmayanlar dahil, mahalleliyi gururlandırmıştı. Takım bir miktar para ödülü kazanmış, daha da önemlisi neredeyse bütün oyuncuları, Büyükşehir Turnuvası’nda dereceye girme hedefi ile kurulan Fatih Belediyesi altyapı takımına seçilmişti.

Büyük Yılmaz, o gün bir başka keyifliydi bu yüzden. Her zamanki gibi elinde poşeti, gözü maçta, arsanın kenarından dolaştı. Çocukları güler yüzle selamladı. Nuri’ye topu ayağında fazla tutmamasını tembihledi. İleride kalan kanat oyuncusunu savunmaya desteğe çağırdı.

Her zaman oturduğu kaya parçasının bulunduğu noktaya geldi. Ama taş yerinde yoktu! Sağına soluna bakındı. Yılların taşının yerinde, üstü branda ile kaplı kocaman bir kütle duruyordu. Bembeyaz kesildi. Yabancı kütlenin ebatları ufak bir konteyner büyüklüğündeydi. Yoksa arsada inşaat mı başlıyordu? Kanlanan gözlerini sahadaki çocuklara çevirdi. Maç durmuştu.

En sevdiği üç çocuk; Yasin, Nuri ve Yılmaz ona doğru koşmaya başladılar. Olağandışı bir durum olduğu kesinleşmişti. Çocuklar açıklamaya geliyordu. Yüzlerindeki ciddi ifade, verecekleri haberin pek de hayırlı olmayacağına işaret ediyordu.

Büyük Yılmaz isli havadan derin bir nefes çekti. İyice yaklaşmalarını bekledi. Çocuklar ona bir şey demeden yanından geçtiler. Arkasındaki kütlenin başında durdular. Brandanın köşelerinden tuttular. Nuri “bir..kii..” derken hazırlandılar, “üüüüç” diye bağırmasıyla aynı anda kaldırdılar.

Brandanın altından üstü ve üç yanı kapalı, top sahasına bakan ön tarafı açık, içinde süngerli, sabit bir koltuk bulunan ufak bir kulübe çıktı.

Nuri ile Yasin, ağzı bir karış açık, olan biteni anlamaya çalışan Büyük Yılmaz’ın kollarına girip, adamı kulübeye taşıdılar. Adaşı Yılmaz, elindeki poşeti aldı. Duvardaki askıya astı. Yasin:

“Abi kazandığımız ödülle bu yedek kulübesini yaptırdık.” dedi.

Koltuğun tepesine bir plaket çakılmış, plakete büyük harflerle iki sözcük kazınmıştı:

“BÜYÜK YILMAZ”

Çocuklar kollarına girdikleri Büyük Yılmaz’ı koltuğa oturttular. Aynı anda arsadaki tüm çocuklar alkışlamaya başladı. Büyük Yılmaz yutkundu. Daha önce hiçkimse ona bir şey hediye etmemişti. Ne desin, ne yapsın bilemedi. Nemlenen gözlerini gizlemeye çalıştı. Şöyle bir arkasına yaslandı. Diğer çocuklar alkışlamaya devam ederek yaklaştılar. Kulübenin etrafına dizildiler. Büyük Yılmaz koltuğundan kalktı. Boğazını temizledi. Titreyen sesiyle:

“Sağolun çocuklar.” dedi. “Boşuna demiyorum, ben. Asıl büyük sizsiniz.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KOLYELER

Yeşilin içinde yürüdüler, yürüdüler… Çiğ düşmüştü otlara. Ayaklarını ıslatacak kadar değil, ayakkabılarını parlatacak kadar. Saçlarına kelebekler kondu. Arılar neşeyle vızıldadılar etraflarında dört dönerken. Sanki çiçek sandılar onları, basbayağı kur yaptılar. Ağaçlar tatlı bahar meltemini bahane ederek dallarını eğdiler yerlere kadar.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

BEYAZ DAVET

Tepeden tırnağa beyaz giyinmişlerdi. Orta yaşı aşmış, kadın erkek karışık bir topluluktu. Birdenbire meydanda belirivermiş, beyaz bir güvercin sürüsü gibi seri devinimlerle yakınlarındaki gruplara katılmaya, onlardan ayrılarak diğerleri ile kaynaşmaya, arada bir şeyler düşünür gibi tek başlarına kalmaya, sonra yine arkadaşlarının arasına dönerek, fikir alışverişinde bulunmaya koyulmuşlardı.

Uçucu, çevik ama telaşsız hareket ediyorlardı. Yaşlı bedenleri ile tezat oluşturan çocuksu bir enerji saçıyorlardı. Bazıları arkadaşları ile uzun uzun konuşup, tartıştıktan sonra ellerinde taşıdıkları büyük defterlere notlar alıyor, bazısı arada konuşmayı kesip bakışlarını gökyüzüne dikerek sanki oradan bir destek bekliyor, sonra beklediği işareti almışçasına kararlılıkla grubun arasına dönüp, heyecanla bir şeyler anlatmaya koyuluyordu.

Beyazlı kadınlardan biri çantasından kitap büyüklüğünde parlak bir nesne çıkarttı: Saate benziyordu, yalnız kadranında herhangi bir sayı ya da çizgi yoktu. Tek bir tel yuvarlağın içinde dönüp duruyordu. Kadın aleti kontrol ettikten sonra yüksek sesle bir duyuru yaptı. Ona kulak veren topluluk daha da hızlı hareket etmeye başladı. Elinde büyükçe bir defter tutan bir diğer beyazlı kadın sayıları alt alta topluyor, dudaklarını kıpırdatarak bir takım hesaplamalar yapıyor, bazı sayıların altını çiziyor, bazılarını yuvarlak içine alıyordu. Diğerleri hesap yapan kadının etrafına toplanmış, dikkatle onu izliyorlardı. Kadın son olarak parmakları ile “bir”i işaret edince, kendilerini daha fazlasına hazırlamış görünen grup rahat bir nefes aldı.

Vakit kaybetmeden meydanın farklı köşelerine dağılarak meşguliyetlerine devam ettiler. Beyaz top sakallı, gözlüklü bir beyazlı, iri bir ağacın gövdesine yaslanmış plaj sandalyesinde, eşinin yanında oturmakta olan kendi yaşlarında kır saçlı bir adama yaklaştı:

“Merhaba Mösyö!”

“Merhaba!”

“Epeyce uzun ve güzel yaşamış görünüyorsunuz.”

Adam gülümsedi: “Eh… Daha iyisi olabilirdi. Ama haklısınız, kötü de sayılmaz.”

“Bundan sonrası için heyecan verici planlarınız var mı?”

“Aslında… Pek yok. Eee… Torunlarımın nasıl birer hayat kuracağını merak ediyorum biraz. Başka da ciddi bir hedefim kalmadı.”

“Daha iyisi olabilirdi, demiştiniz. Bundan sonra olamaz mı?”

“Hayır, sanmam. Sanata düşkündüm gençliğimde. Benim sanatım, yazmaktı. Yazarak içimdeki Tanrı’ya dokunabileceğime, onun aracısı olarak insanlığı şaşırtacak, sarsacak, kendimi ve herkesi daha iyi ve derinden anlamamı sağlayacak bir kanal yaratabileceğime inanmıştım bir zamanlar.”

“Sonra?”

“Sonra… Evlendim. Giderek yoğunlaşan iş hayatı… Çocuklar… Büyüyen sorumluluklar… Taksitler, krediler, okul harçları… Gelecek korkusu, statü kaygısı derken… Hayalim bir emeklilik projesine dönüştü. Emekli olduğumda bir sürü sağlık sorunum vardı. En büyüğü ise neydi biliyor musunuz?”

“Neydi?”

“Sonsuza giden damarlarda tıkanıklık… Gençliğimde kalemimin ucundan kendiliğinden dökülüveren sözcükler artık soluk anılarımı ifade etmekten öteye geçemiyordu. Anılarım ise… Tahmin edersiniz ya, insanlığa ilham verecek nitelik taşımıyordu.”

“Böylece yazmaktan vazgeçtiniz.”

“Bingo! Ailesine ve devletine karşı sorumluluklarını yerine getirmiş bir adam olmakla gurur duyabilirim elbette ama içimdeki boşluk her geçen gün biraz daha büyüdü. Yazık ki, bir daha da o kuraklaşmış boşlukta beni teselli edebilecek herhangi bir ürün yeşermedi.”

“Size bir teklifim var: Tanrısal olanla bağınızı yeniden, hem de gençliğinizde olduğundan çok daha sağlam kuracak ve sonsuza dek bırakmayacak bir varoluş evresine ne dersiniz?”

“Haha… Teklifiniz kulağa harika geliyor. Ama dedim ya, ben artık sıkıcı derecede gerçekçi bir ihtiyarım, dostum. Mucizelere inanmayı bırakalı yüz yıl oldu.”

“Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına çıkarayım ve onun yanından hiç ayrılmayın diyorum.”

“Yani?”

“Yani… Sizi ölüme davet ediyorum.”

Adam şöyle bir sandalyesinde doğruldu. Karısına döndü. Karısı adamın kendisine baktığını görünce:

“Denizin mavisi ne kadar canlı değil mi?” diye fısıldadı. “Yapraklar nasıl da huzurlu hışırdıyor. Bugün özel bir gün. Bu an özel bir an.”

Adam o zaman, karısının burnunun dibindeki beyazlı insanları hiç görmediğini ve top sakallı adamla diyaloğunu hiç duymadığını fark etti. Yeni arkadaşına dönüp kalabalığı göstererek:

“Siz melek misiniz?” diye sordu.

“Evet. Bize katılırsanız, size de aynı giysilerden verilecek.”

“Beni almaya mı geldiniz?”

“Yeni meleklere ihtiyaç duyulduğunda yeryüzüne inip en uygun adayları seçeriz. Bugün bir kişiye ihtiyacımız var. Sizin için de uygunsa birlikte hemen gidebiliriz.”

“Ya uygun değilsem?”

“Başka birini buluruz. Yaşamaktan sıkılmış birilerini bulmak tahmin edebileceğinizden çok daha kolay. Dediğim gibi bizim görevimiz gönderildiğimiz bölgedeki en uygun kişiler arasından gönüllü olanları seçmek.”

Adam şöyle bir çevresine bakındı. Kendisinden daha yaşlı kimse göremedi.

“Sizce… Yazarak ilahi olanı hissedebilecek miyim ölünce?”

Top sakallı geniş bir gülümseme ile yanıt verdi:

“Yazmadan da hissedebileceksiniz.”

Adam ufka doğru baktı. Giderek güçsüzleşecek, acı verecek, eriyecek bir bedenle feri çoktan sönmüş bir ruhu sürüklemek zorunda olmanın ağır yükü bir an için omuzlarından kalktı. İlk gençliğinden bu yana hiç kendini bu kadar olasılıklara açık, değişime hazır, çocuksu bir iyimserlikle dolu hissetmemişti.

Elini usulca karısınınkinin üstüne koydu. Kırk yıl önce birlikte yola çıkmalarına karşın deniz, yapraklar, basit tekrarlar hayat arkadaşını hala heyecanlandırabiliyordu. Parmaklarını hafifçe sıkarak ona teşekkür etti.

Ölüm korkusundan kurtulmak beraberinde müthiş bir özgürlük duygusu getirmişti. Diğer elini top sakallı arkadaşına uzattı. Dostça tokalaştılar.

Beyaz giysili kalabalık çevrelerini sardı. Hep birlikte alkışlayarak adamı tebrik ettiler. Adam ayağa kalktı. Öyle hafif ve çevik yaptı ki, bu hareketi kendisini de şaşırttı. Dönüp arkasına baktığında karısının mest olmuş bir ifade ile denize bakmaya devam ettiğini, kendi bedeninin ise bir eli karısınınkini tutmuş, başı yana düşmüş, güneş gözlüklerinin ardında uyur gibi kaykılmış oturduğunu gördü.

Bakışlarını şaşkınlıkla yeni gövdesinde gezdirdi. O da diğerleri gibi beyaz pantolon, gömlek ve ayakkabı giymişti. Başında… Şapkası da eksik değildi.

Yeni arkadaşları iki elinden tuttu. Hep birlikte sahile doğru yürüdüler. Hiç kimse onları görmüyordu. Kumsalı geçtiler, deniz kıyısına indiler. Yüzleri denize dönük, el ele uzun bir zincir oluşturdular. Masmavi deniz dalgalanmaya başladı. Dalgalar büyüdü… Büyüdü… İnsan boyunda bembeyaz köpükten bir dalga kıyıya vurdu. Melekleri içine alarak geri çekildi.

Sahildekiler, aniden yükselip köpüren denize şaşkınlıkla bakarken, ağacın gövdesine yaslanmış iki plaj sandalyesinden birinde oturan kadın, yanındaki sandalyede uyukladığını sandığı kocasını dürtüyor, deniz dinginleşmeden, ona muhteşem dev dalgaları göstermek istiyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

DERYA ANA

Derya Ana’yı sevmemiştim hiç. Ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Onu bir sorun olarak görmüştüm. Bir sabah aynada karşıma çıkıveren küçük ama can sıkıcı bir sivilce. Beni rahatsız eden, zaaflarımı harekete geçiren, tuhaf biçimde yanından geçip gidemediğim bir ruh kemirgeni.

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

SİYAH BEYAZ

Bazen Galata Köprüsü siyah beyaz olur. Onunla birlikte üstündekiler de, Haliç de, eski İstanbul manzarası da. Hiç kimse şaşırmaz buna. Yemi takar. Gerilir, oltasını denize fırlatır. Sigarasından derin bir nefes çeker. Ağızlardan sarkan küller büyür, düşüp dağılana kadar. Kül zaten gri. Güvercin konar korkuluklara, bir martı alçaktan geçer. İkisi de renksiz gezer tüm evilyalar gibi. Bir şehirhatları vapuru görünür uzakta. Gece ışıktır vapur dediğin, gündüz duman. Bir de düdüktür, başı dara düştüğünde. Düdüğün rengi yok. Duman desen öyle. Gökyüzü mavi olmuş, griye çalmış, kimin umrunda. Sis bassa düdük sorar hesabını. Camiler kara kalemdir köprüden bakana, kuleler öyle. Oltalar birer yay, pergeli iyice açıp çizilmiş.

Köprü üstündekiler kanlı canlı değil. Çoğu gölgedir. El arabasındaki muzlar bile sararmamıştır henüz. Ham koparılmışlardır çünkü, Afrika’dan gelirken çürümesinler diye. Memleketlerinde saatle hiç işi olmayan kaçak saat satıcısı kara derililer, bronz heykeller gibi dikilirler korkuluğun dibinde. Rengarenk hayvan dostlarından birkaç deniz uzak. Gölgeler geçer yanlarından. Kimse onları görmez. Köprü üstünde kimse kimseyi görmez. Uzaktan gelenleri daha da görmez.

Balıklar parlar bazen. Renk gördüğünü sanıp heyecanlanır çocuklar. Plastik kovaların başına dikilip, uzun uzun bakarlar. Oysa onlar da siyah beyazdır. Kurşundan kubbeler gibi. Mermerden sebiller, taştan avlular, köpüren sular gibi. Kalabalıklar daha siyah, tenhalıklar daha beyaz.

Köprüde irkilir insan. Bir vapur dumanına karışıp yok olma ihtimali vardır. Bir grup siyah montlu, bereli adamın arasına girip çıkamama. Oltasını fırlatan birinin kancasına takılıp Haliç’in dibini boylama. Bir Orhan Veli şiirinin peşinden havalanıp Rumelihisarı’na konma ve bir türkü tutturma…

1930’da köprüden geçiş parasız olduğundan beri o zamanın çocuklarının ruhları bir o yana bir bu yana koşturup dururlar silik silik. Köprü altındaki Tayyare Piyangosu sattığı gişesini kapatmış, 58 numara ayakkabılarıyla basamakları çıkmakta olan 2 metre 25 santim boyundaki Uzun Ömer’le karşılaşabilir geçmiş mecmuaları okumaya meraklı biri. Bir başka piyangocu Cüce Simon şık takım elbisesi, boyu kadar bastonu ve belinde ince kadın tabancasıyla, tramvaya kurulmuş yanından tıngır mıngır geçebilir. Sait Faik hızlı hızlı Yüksek Kaldırım’a gidiyordur, saçlar geriye taralı, yakalalar kalkık, eller cepte. Tanımaz kimse. Takip etsen ya Kamondo Han’a, Abidin Dino’nun terasına gidiyordur ya Beyoğlu’nda bir meyhaneye; büyük ihtimal Mösyö Lambo’nunkine. Az sonra Cüce Simon’la ikisi karşılaşabilir senden habersiz. Sense burada hiç kimseyle karşılaşamazsın. Çünkü kimse görmez seni köprüde. Görse de görmezden gelir. Dönülüp dönülüp bakılanlar ya fahişedir ya da banker. Mimar Vallaury de durup bakar. Sırtını Doğu’ya verir, Osmanlı Bankası’nı yapacağı yöne bakar. Fötr şapkasını çıkarır, papyonunu düzeltir. Öyle bakar. Eminönü’ne gidenlerin ağır, Galata’ya gelenlerin hızlı yürüdüğünü fark eder. Binasının da Eminönü’ne başka, Galata’ya başka bakmasına kara veriverir o anda.

Eskiden yalnızca resimler siyah beyazdı sanır herkes. Oysa köprü her zaman siyah beyazdır. Kemancı’nın müdavimleri, köprünün yandığı gün yalnızca dumanın değil alevlerinin de renksiz olduğunu söylerler.

Paris’tekilerde mümkündür mesela ama bizim köprünün üstünde aşk yaşanmaz. İntihara elverişlidir öte yandan. Kendini ne Doğu’ya ne Batı’ya, ne ticarete ne sanata, ne varlığa ne hiçliğe, ne günaha ne Allah’a, ne geçmişe ne yarına, ne siyaha ne beyaza ait hissedenlerin kesiştiği yerdir. Bunların hepsinin bir arada olmasının zenginlik olduğu masalını çok işitmiş, ama aralarındayken kendini hep tereddütlü, hep yalnız hissetmiş olanların yeridir. Kendini hepsine değil, hiç birine ait hissettiğinde biraz olsun hafifleyebilenlerin iskelesidir.

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur. Senin bir sevdiğini gömmek için toprağı kazıyordur. Toprağın içinde kıpırtısız kayıklar gibidir mezarlar. Köprü en çok mezarlığa benzer zaten. Onun kadar siyah beyaz.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ŞIKIRDIM

Esad ve Esma yalının açık penceresindeki beyaz tülle esmer perde gibi kah ayakları yerden kesilip havalanarak, kah birbirlerine sımsıkı tutunarak; kah döşeğin derinliklerine savrularak, kah Dersaadet’i cibinlik gibi etraflarına dolayarak, yalının sultan odasında öyle bir gece geçirdiler ki, şafak sökerken her ikisi de ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin müptelası olacaklarını kavradılar.

SARI SÖZLÜK

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

SARMAŞIKLAR

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.