Kategori: Hikayeler

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

Yola nereden çıktığı, ne zamandır yürüdüğü bilinmez. Zarif ve kararlı adımları Bankalar Caddesi’nin arka sokaklarında duyulmaya başlanır, Tersane Caddesi’nde yükselir, Fermeneciler Caddesi’nden çıkıp toprak arsadan Haliç’e doğru yönelince kesilir.

Yakası kalkık, başı öne eğik olduğundan yüzü görünmemiştir henüz. Ama Haliç kıyısına varıp kafasını şöyle bir kaldırdığında, o karşısındaki manzaraya nasıl hayranlıkla, ilk kez bu kadar güzel, derin bir şey görüyormuşçasına hayret ve şükranla dalıyorsa, Haliç de aynı şekilde soluğunu tutup dalgalanmayı keserek, acemi bir su birikintisiymişçesine mahcup ve büyülenmiş, bakakalır.

Erkenci balıkçıların söylediğine göre bazı sabahlar zamanı unutturacak kadar uzun süren bu bakışma esnasında kadının sarı saçlarının, koyu kırmızıya boyalı dolgun dudaklarının, ışıltılı kahverengi gözlerinin Haliç’teki yansıması gerçek bedeninden daha canlı, daha belirgin olur. İşte bu kavuşma, hissin cisme dönüştüğü bu bir olma hali Haliç’i önce hafif hafif kıpırdatır, sonra dalgalandırır ve nihayet taşırıp kadının ayaklarına ulaştırır.

Haliç’in dokunuşuyla ürperen kadın yüksek topuklarını kaldırarak birkaç adım geri kaçar. Havanın soğukluğuna, yağıp gürlemesine aldırmaksızın tek hamlede trençkotunu çıkarır. Betonla toprağın buluştuğu çizgide kök salmış emektar piyanonun üstüne bırakır. Şapkası bir karabatak gibi başının üstünden havalanıp trençkotun yanına konar.

Kadın bembeyaz tenini, zarif hatlarını hepten açığa çıkaran siyah tuvaletiyle tozlu sandalyeye doğru yaklaşır. Bordoya çalan dudaklarını büzüp sandalyeye doğru üfleyerek oturacağı yeri temizler, piyanonun kapağını kaldırıp siyah beyaz tuş dizisini ortaya çıkarır.

Haliç’i selamlayıp sandalyeye oturur. Uzun, narin ellerini kaldırır. İncecik parmaklarını düşürür. Derin bir nefes alır. Fermeneciler Caddesi’nde sabahlayan zincircilerden birine göre Süleymaniye’den okunan ezan bitene dek gözlerini açmaz. Parkta yaşayan tinercilerden ise, o çalmadan önce her defasında aynı martının gelip piyanoya konduğunu iddia edenler vardır.

Kadın başlamak için mutlak sessizliği bekler. Pata pata açılan bir tekne varsa iyice uzaklaşmasını, kanat çırpan karabatakların sakinleşmesini, hocanın ezanını bitirmesini…

Haliç’le son kez göz göze gelir. İşareti alır. Parmakları tuşlara aşkla vurduğu an başının geriye düştüğünü söylerler. Bir ressam, gökyüzüne çevrili gözlerini yalnızca akı görünecek şekilde yarı açık çizmiştir.

Karşı kıyıdakilere ve köprüden geçerken bulunduğu yere çakılıverenlere sorarsanız şarkısı öyle iç gıcıklayıcı, öyle sıra dışıdır ki, insan onu yapanın kim olduğunu merak etmeye fırsat bulamadan kendini müziğin büyüsüne teslim olmuş bulur.

Kentin her dönem Batı’yı sayıklamış yakasından Haliç’e dökülen frenk notaları, yüzlerce yıl önce mavnalardan düşerek, mehtapta meşkeden bir kemancının elinden kayarak, bir harp gemisinin deposundaki bando mızıka aletleri ile birlikte denizin dibini boylayarak paslanıp yosunlanmış enstrümanlara dokunup, maziyi hatırlatınca sanki Haliç de içten içe fokurdamaya başlar.

Osmanlı Bankası’nın memurlarıyla Bankalar Caddesi’nin bankerleri mesaiyi bırakıp camlara çıkmış, Perşembe Pazarı’nın kürekçileri, zincircileri, yelkencileriyle Alageyik Sokağın fahişeleri kapılara fırlamış, Avusturya Hastanesi’nin rahibeleri ile İngiliz Deniz Hastanesi’nin canı kıymetli askerleri istavroz çıkarmış, Yeşildirek Hamamı’nın tellaklarıyla Galata Mevlevihanesi’nin semazenleri ellerini göğe açmış ve meyhanelerde, balozlarda sabahlayan keşler kadeh kaldırmış bulurlar kendilerini.

Karşı tarafsa mahmurdur henüz. Yeni Cami’nin avlusundan bir grup güvercin havalanıp kül rengi bir bulut oluştururlar köprü çıkışında. Camiye gidenlerden bazısı, kilise müziğine benzettikleri bu ecnebi ezgiden etkilenmemek için tespihlerine daha kuvvetli asılırlar. Her sabah saatli maarif takvim yapraklarını okumayı ihmal etmeyen bir mümin, Rüstem Paşa Camisi şadırvanının başında abdestini almış çoraplarını giymekte olan arkadaşlarına 3. Selim devrinde Mevlevi ayinlerinde piyano kullanıldığını fısıldayınca, hep beraber huşu içinde müziğin sağaltan çağrısına gönül açar cemaat de.

Kadın, kendinden geçmiştir. Çalarken üşümez, terlemez. Kederlenmez, gülümsemez. Hiçbir şey hatırlamaz, hiçbir şeyden korkmaz. İndikçe iner, Kule’ye bağlanan dehlizlere. Çıktıkça çıkar, gök kubbenin hilal alemine. Haliç kendini ona göstermek için çalkalanır, olmaz. Dalga olur, kıyıya çarpar yetmez. Grileşir, küllenir, kararır fayda etmez.

Kaykılır kadına doğru. Eminönü tarafındakiler şahit. O tarafta su alçalır, Galata kıyısında yükselir. Yükselir, yükselir, yükselir… Taşar sonunda. Haliç bir kez daha kapanır kadının ayaklarına. Bu kez çağlayarak… Çorapları ıslanınca kadın ürpererek gözünü açar. Bir gülümseme yayılır yüzüne, koyu kırmızı. Piyanoyu çalmaya devam ederken, ayakkabılarını çıkarır ayaklarıyla. Bileklerine kadar Haliç’in içine gömülür.

Parmakları bir sevgilinin ellerinde, ayakları ötekinin kucağında, başını göğe kaldırır. Bir kez daha kapanır gözleri. Titreyerek, dudaklarını ısırarak, içinde kopan çığlıkları bastırmaya çalışarak, her şeyi, herkesi içine çekerek, nefesini tutarak resitaline son verir.

İşte tinerciler, piyanoya konan martının tam o anda havalandığını ve alkış sesini andıran seri kanat çırpışının, Sokollu Camisi’nin duvarlarında yankılandığını söylerler.

Kadın trençkotunu giyer. Şapkasını takar. Piyano kapağını kapatmadan önce tuşları sevgiyle okşadığı, işaret parmağını Haliç’in taşkın suyuna batırıp koyu kırmızı dudaklarının üzerinde tutkuyla gezdirmeden ayakkabılarını giymediği anlatılır.

Trençkotunun yakalarını kaldırır, önüne bakarak arsadan Fermeneciler Caddesi’ne, oradan Tersane Caddesi’ne ve geldiği ara sokaklardan Bankalar Caddesi’ne doğru hızlı, topuklu adımlarla ilerler.

Nereye gittiği, tekrar ne zaman ortaya çıkacağı, Haliç kıyısına bir daha dönüp dönmeyeceği bilinmez.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş,

GÖÇ

Çoktandır bekliyordu. Şehirle son bağları da kopsun; gözünü arkada bırakacak tek kişi, hatta nesne kalmasın; yıllar sonra bir gün denizin ortasında ya da kim bilir hangi diyarda burun kökü sızlamasın diye.

Çok derinlerine karışmıştı çünkü şehir. Varlığına sızmıştı.

Çocukken… Henüz çanak antenler yoksul mahalleleri mantar hastalığı gibi sarmamışken… Buzlu kovalarda çocukların sattığı suları herkes aynı cam bardaktan içerken… İnsanlar çınar gölgelerinde uyuklayacak kadar huzura, birbirlerine çocuklarını emanet edecek kadar güvene, evde civciv besleyecek kadar iyimserliğe sahipken…

Köprüler, tarihi hanlar, camiler, kiliseler, cumbalı ahşap evler, kayıkhaneler, manzaralı tepeler tüm güzellikleri ve esrarları ile sereserpe uzanmışken… Ve kimse onları umursamazken…

Şehrin büyüsü ilgisizlikten, yoksulluktan, saygıdan, sezgiden, cahillikten, tembellikten… Her ne sebeptense öylece yüz yılların kokusuyla, dokusuyla insanın başını tatlı tatlı döndürüyorken…

Banliyö treninden inip, istasyonun bitişiğindeki plajdan denize girilebiliyorken… Yalan söyleyenin yalan söylediği gözlerinden anlaşılabiliyorken ve kötülük yapanlar sonunda muhakkak pişman olup, özür diliyorken…

Mutluydu o da.

Sonra bir şeyler olmuştu. Herhalde ondaydı kabahat. Herkes zenginleşirken o fakirleşmeye, herkes sosyalleşirken o yalnızlaşmaya, her şey hızlanırken o yavaşlamaya, şehir kalkınırken, o çökmeye başlamıştı.

İşini… Mahallesini… Evini… Ailesini… Dostlarını birer birer kaybetmişti… Peş peşe… Parmaklarının arasından sıyrılıp giden her parçası, bir başka bağını daha beraberinde götürmüştü. Yün kazak gibi sökülmüştü hayatı. Sökülen kısım topak olmuş, ip gibi incecik bir iz bırakarak yuvarlana yuvarlana gözden kaybolmuştu.

Vicdana, manaya ve kendine olan inancı tükenmeye başlamıştı hızla. Hayal kuramaz olmuştu. Etrafındakileri anlayamaz, derdini anlatamaz… “Kendimizden kopuyoruz” diye mırıldanmaya başlamıştı. “Bunlar bizimle ilgili değil.”

Kimse oralı olmuyordu.

“Bunlar için gelmedik dünyaya.” demişti bir gün telefonda biriyle tartışarak vapura yetişmeye çalışan telaşlı bir kadının önünü keserek. Telefonu aşağı indirip: “Sapık var!” diye bağırmaya başlamıştı kadın. “Beni tanımıyorsun ki.” demişti kadına sakince. “Her gün geçip gidiyoruz birbirimizin içinden…”

Çenesi o gün dağılmıştı işte. Artık istese de gülemiyordu.

Elde avuçta kalan son parasıyla eski bir kayık almış, onda yaşamaya başlamıştı. Denizde olmak, daha doğrusu karada olmamak iyi geliyordu. Balık tutuyordu acıkınca. Terleyince suya atlıyordu. Güneşe, yağmura, rüzgara veriyordu yüzünü. Isınıyordu, kuruyordu, serinliyordu. Derin nefes alınıyordu denizde. Derin düşünülmüyordu. Şehirden uzaklaştıkça kendinde toplanılıyordu.

Çocukluk çağrılabiliyordu küreklere asılınca. Şehir de hatırlıyordu hemen o günleri. Kulesiyle, kubbesiyle, köprüsüyle hatırlıyordu. Haliç hepten duruluyordu o zaman. Kurşuni bir renge bürünüyor, koyulaştıkça koyulaşıyordu. O kadar ki, kürekler çekilemez oluyordu…

Ama o eski şehre bir türlü ulaşılamıyordu.

Öyle bir akşam, Haliç’in giderek koyulaştığı, onunla başa çıkamayan yorgun küreklerin peş peşe ortadan ikiye kırıldığı, mehtabın bulutlara esir olduğu bir akşam; rüyasız, karanlık bir boşlukta aklını yitirmiş gibi sürüklenirken, titreyerek kendine geldi.

Dizlerine kadar su içindeydi. Sersemliği üzerinden atınca kayığı kurtarmanın olanaksız olduğunu anladı. Son mal varlığını da böylece batık Osmanlı kadırga direklerinin, Bizans sikkelerinin, hiçbir zaman bulunamamış suç aletlerinin, öfkeyle fırlatılmış nikah yüzüklerinin, ucuz şarap şişesi kırıklarının arasına terk edip, kıyıya doğru kulaç atmaya başladı.

Hayata tutunmakta ısrar eden iradesine şaşırıyor ama yaşama güdüsü, çocukluk anılarında kaybolma çekiciliğine galip geliyordu.

Karaya çıktı ama şehre sokulmadı. Rıhtımdan ayaklarını sallandırdı. Sabaha kadar gözünü denizden ayırmadı.

İskelede, batan kayığını bağladığı dubanın hemen yanında, yıllardır başıboş duran bir sal vardı. Alacakaranlıkta, kıyıdaki öteberisini sala yüklemeye koyuldu.

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için.

Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için.

Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için.

Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için.

Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için.

Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

KASIRGA

Flamboyan ağacının bir dalı çatırdayarak koptu. Erkeğin bir adım ötesine düştü. Kadının bakışları düşen dala doğru kayarken erkeğin gözleriyle çarpıştı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Yavaşladı… Erkeğin elindeki turuncu flamboyan çiçeğini işaret ederek: “Zavallı güzel çiçek” dedi. “Haklısınız…” diye karşılık verdi erkek, çiçeği öne doğru uzatırken. “Onun için talihsiz bir gün. Ama izin verirseniz, güzel saçlarınızda teselli bulabilir.”

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

BARIŞ

İki katlı, cumbalı, balkonlu, yüksek tavanlı; büyük camları, dev kapıları olan bir konakta yaşıyorlardı. Cıvıl cıvıl çocuk seslerinin, piyano, keman ezgilerinin, misafir kahkahalarının hiç dinmediği büyülü bir evde.

Sabahları gün ışığı konağın camlarından içeri girebilmek için nasıl da iştahlanır, perde kenarlarından altın rengi şelaleler gibi odalara akar, evin içini aydınlıkla doldururdu. Piyanonun mobilyası, banker dedenin dev portresinin pirinç çerçevesi, şöminenin mermeri, şamdanların gümüşleri, gaz lambalarının Çin porselenleri ışıl ışıl parlardı o zaman. Hayat bütün iyimserliğiyle Yorgos’u yeni bir güne davet eder, sonsuza dek onun en iyi arkadaşı olmaya yeminli görünürdü.

Keman derslerinden önce dedesinin uçsuz bucaksız kütüphanesine saklanmaya bayılırdı, Yorgos. Maun çalışma masasının arkasındaki rafın en altına dizili deri ciltli kocaman hesap defterlerini boşaltır, onların yerine kıvrılıp, ince bir kitabın resimlerine bakarak uyuyakalırdı.

Bunu ilk yapışında ciddi bir panik yaşanmıştı evde. Sonra sonra herkes alışmıştı. Hikaye kitaplarını kemandan da, Fransızca’dan da, matematikten de çok sevdiğini evdeki herkes biliyordu. Ama ders saatinde Yorgos ortalıkta görünmüyorsa hemen uşağa haber veriliyor, Yorgos Sakız’lı irikıyım uşağın kucağında uykulu gözlerle salona mecburi giriş yapıyordu.

Yüzünü buruştururdu ama o anları bile derinden severdi aslında. Evdeki herkes onun iyiliğini istiyordu, çünkü. Tüm evren onun iyiliğini istiyordu. Yorgos buna inanıyor, o da tanıdığı, tanımadığı herkes ve her şey için aynısını hissediyordu.

Ermeni arkadaşı Garabet mesela. Kalın kara kaşlı, Yorgos’tan bir karış uzun, mahcup görünümlü, az gülen bir çocuktu. Narin bedenli Yorgos sokağa çıkınca onu asla yalnız bırakmazdı. Oyunlarda hep onu kollar, el altından destek verirdi. Özellikle hırsız-polis ve esircilik oyunlarında Rum çocuklardan çok ona güvenirdi, Yorgos.

Bir keresinde Garabetler’in evine gitmişti. Yorgoslar’ınki gibi görkemli bir konakta değil, Ermeni sokağında, eski, ahşap bir evde oturuyordu Garabetler. Evleri tertemiz sabun kokuyordu. Garabet’in annesi o kadar lezzetli ve bol çeşitli ikramlarda bulunmuştu ki, Yorgos önüne ne konduysa silip süpürmüş, sonrasında geceyi tuvalette geçirmek zorunda kalmıştı.

Türkler’in zalimliğine dair korkunç hikayeler işitirdi okulda ve sokakta. Oysa tanıdığı Türkler hiç de anlatılanlara benzemiyordu. Hoş, Türk okul ve evleri aşağı mahallede olduğundan onlarla pek sık görüşmezdi. Ama yoğurtçu, macuncu ve ciğerciden; arada yazlık sinemada gördüğü çakır gözlü çocuklardan hiç kötülük görmemişti. Tam tersine sokak satıcılarının vakur, düşünceli hallerini; bildikleri az sayıda Rumca sözcüğü bağırarak telaffuz etmelerini, aldıkları parayı öpüp başlarına koyduktan sonra kalplerinin üstündeki para kesesine yerleştirmelerini dokunaklı bulurdu.

Türk çocuklarında ise büyümüş de küçülmüş bir hal vardı. Rum çocukları gibi sürekli şamata yapmazlardı. Sakin, az konuşan, çatık kaşlı, büyükler gibi giyinen, bir tehdit algıladıklarında ise yay gibi gerilerek, kavgaya hazır hale gelen gözü pek çocuklardı. Bir gün kuzeni Yanis çoğunun babası ya savaşta olduğu ya da savaşta öldüğü için, Türk çocuklarının böyle kederli olduğunu söylemişti. O günden sonra ayrı bir gözle bakmaya başlamıştı onlara. Biraz acıyarak ama daha çok saygıyla… Bir çocuğun başına gelebilecek en büyük acıyı böylesine olgun karşılayabildikleri için gayrimüslim çocuklarından daha mert, daha sahici bulmaya başlamıştı onları.

Savaş konuşulurdu çoğunlukla salonlarında. Bazı geceler endişe, bazense neşe ve umut sözcükleri ile dolardı yüksek tavanlı, geniş hol. İçkiler içilir, şiirler, marşlar okunur, keyifler yerindeyse piyano çalınır dans edilir, haberler kötüyse erkenden yatılırdı.

Büyük Savaş’ın sona ermesi, Yunan Ordusu’nun İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar ile birlikte İstanbul’a girmesi tüm Rum hanelerinde olduğu gibi onların evinde de coşkuyla karşılanmıştı. Artık her gece salon misafirlerle dolup taşıyor, içkiler su gibi içiliyor, danslar ahşap zemini titretiyor, şarkılar zafer sarhoşluğu içinde söyleniyor, güzel günler hiç bitmeyecekmiş gibi yaşanıyordu. Rum halkının altın çağı yeniden başlıyordu. Bizans’ın asil torunları ecdatlarının kaldığı yerden devam etmek üzere, topraklarını devralıyordu.

Evdeki bu karnaval havası; ailesinin, akrabalarının, yıllarca mutsuz ve kaygılı hallerine de tanıklık ettiği aile dostlarının sokaklara taşan neşesi, Yorgos’un da içini sevinçle dolduruyordu. Çok mutlu bir çocukluk geçirmişti, anlaşılan sonrası daha da güzel olacaktı.

Sonra ışıklar sönüp yatağına girdiğinde içinde bir burukluk, vicdanında bir sızı hissediyordu. Onların onca sevinmesi başka birilerinin bir o kadar, belki daha fazla üzülmesi anlamına gelmiyor muydu? Onlar zaten güzel olan hayatlarını daha da görkemli sürdürebilsinler diye kim bilir kaç çakır gözlü Türk çocuğu daha babasız kalmıştı; bundan böyle evsiz, yurtsuz yaşayacaktı.

Yorgos pek çok komşu Rum çocuğunun katıldığı İzci oymağına girmek istememişti. Savaş oyunlarından da pek haz etmezdi. En sevdiği oyun hırsız-polis’ti. Kuralları savaş oyunlarından pek farklı olmasa da kötü ile iyinin mücadelesi ona daha adil ve anlamlı geliyordu. Savaşsa…

Bir seferinde babasına bu konudaki çelişkili düşüncelerinden söz etmeye çalışmıştı. Babası biraz alkollüydü. “Benim altın kalpli, saf Yorgoscuğum.” demişti biraz şefkat biraz alay taşıyan gür sesiyle. “Sen yirminci yüzyılın; tarihin yeniden yazıldığı bir devrin insanısın. Ve bu çağda tarihi iyiler değil, güçlüler yazıyor.”

Büyük savaşın sona ermesinin ardından evlerindeki bolluk bereket de hepten artmıştı. Yorgos, her sabah mutfaktaki artıklardan – ki çoğu el sürülmemiş peynirler, zeytinler, tereyağlar, sucuklar, jambonlar (domuz eti olmayan) yumurtalar ve ekmekler olurdu – bir bohça yapar; Recep Efendi ve keçisi ile Rum evlerini dolaşarak süt satan Yusuf’un koltuk altına gizlice sıkıştırırdı.

Recep Efendi, Yusuf’un dedesi olurdu. Yusuf’un babası ise Çanakkale’ye gitmiş, dönememişti. Ufak tefek, yanakları kızıl çillerle dolu çocuğun ayağında ayakkabısı görülmediği gibi herhangi bir şeyden şikayet ettiği de duyulmamıştı. Bir Rum çocuğundan sadaka alacak biri değildi asla. Ama Yorgos başkaydı. Rum gibi değil insan gibiydi bakışları. Çoğu Türk’ten bile daha dostça… İlk bohçasını Yorgos’un uzun süren ısrarlarının ardından alırken bunları düşünmüştü. Sonra da Yorgos’un omzunu, cüssesinden beklenmeyecek bir güçle sıkmıştı.

O bohçalar, Yusuf’ların evinde bayram sevinci ile karşılanırdı. Süt parası ile satın alındığını sanırdı ev ahalisi. Yusuf’un anneannesi nazar değmesin diye, yünden bir nazar boncuğu örüp asmıştı keçinin boynuna. Recep Dede ile Yusuf sır gibi saklarlardı gerçeği. Yusuf’un anacığı Yorgos’u tanımadan bilmeden, erinin katillerinin sadakasına ağzını sürmeyeceğini söyleyip, iyice yataklara düşmesin diye.

***

Derken bir başka savaş başlamıştı Küçük Asya’da. Önceleri Yorgoslar’ın salonda laf arasında geçiştiriliyordu bu konu. Sonra sonra danslar, şarkılar azalmaya, taşrada Yunanlılar’la müttefikleri aleyhine gelişen çarpışmalar hakkındaki tartışmalar uzamaya başladı.

Evdeki iyimser hava yerini kasvete bırakıyor, yağmur tanecikleri konağın büyük camlarını pıtır pıtır döverken sanki dışarıdaki tehdit de giderek büyüyordu. Son zamanlarda Türk çocukları Rum mahallelerinden daha sık geçmeye başlamışlardı. Bir defasında ellerindeki sopalarla boyunlarına asılı teneke kutuları trampet gibi çalarak zafer geçiti yapan bir çocuk bandosu bile görmüştü Yorgos, odasının yarısı sarmaşıkla örtülü camından.

Ilık bir akşamüstü konaklarını ziyaret eden papaz, Yorgos’un küçükken uyuduğu rafın karşısındaki koltuğa yerleşip kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, Türkler’in İzmir’i ele geçirdiğini söylemişti. Yorgos’un dedesinin bu haberi aldıktan sonra fenalaşıp, başını maun masaya çarptığı söyleniyordu.

Yorgos’un mutlu çocukluğu o gün sona ermişti.

Sonrasında Türklerin İstanbul’a girmek üzere olduğu haberiyle birlikte pek çok komşuları gibi apar topar eşyalarını toplamışlar; dedesinin mezarını, ölümünden sonra bir daha hiç kimsenin giremediği büyüleyici kütüphanesini, dünyanın günü en güzel karşılayan konağını ve mahallesinin bütün o güzel insanlarını geride bırakmak üzere, birkaç parça bavulları ile Galata’ya doğru yola çıkmışlardı.

Yorgos durmadan ağlıyordu. Yoğurtçu, sokağın başında onları görünce elini havaya kaldırdı. Çanını uzun uzun çalarak mahalleyi vedalaşmaya çağırdı. Şimdi herkes pencerelerde, kapılardaydı. Kimi Türkler camdan aşağı sular döküyor, kimi Yahudiler kapıda beyaz mendil sallıyor, Hristiyanlar istavroz çıkarıyordu.

Garabet, annesi ile birlikte evlerinin kapısındaydı. Annesinin hazırladığı paketi Yorgos’a uzattı. “İçinde çok sevdiğin Ermeni dolması var” diye fısıladı. “Yolda acıkırsanız yersiniz.” Yorgos yutkunarak paketi aldı. Arkadaşına uzun uzun sarıldı.

Yanis ve hırsız-polis oynadığı arkadaşları Fransızca bir polisiye çizgi roman hediye ettiler, Yorgos’a. Bu arada babası ile annesi de komşularla el sıkışıp vedalaşıyor, bahçeye, çiçeklere iyi bakmalarını, meyveleri toplayıp, ziyan etmemelerini tembihliyorlardı.

Sonunda Galata iskelesine vardılar. Yırtık Yunan bayraklı, paslı bir gemi yolcularını bekliyordu. Yorgos koşarak mahallesine dönmemek için kendini zor tutuyordu. Derken yol tarafından tuhaf bir ses geldi. Hep birlikte başlarını çevirip sesin geldiği yöne baktılar: Recep Efendi ve Yusuf, Yorgoslar’ı uğurlamaya gelmişti. Ses keçilerine aitti.

Yorgos’un gözleri ışıldadı. Yusuf bir adım atarak, Yorgos’a yaklaştı. Kucağındaki bezi kaldırdı. Kolları arasında dünya tatlısı bir oğlak tutuyordu. Yorgos’a doğru uzattı. “Bu senin” dedi. “Atina’da sütsüz kalma diye.”

Recep Efendi elindeki torbayı Yorgos’un babasına verirken “Bu da yemi” dedi. “Gemide aç kalmasın, Atina’da kuru otla devam edersiniz.” Yorgos’un babası dudaklarını ısırarak torbayı yaşlı adamın elinden aldı.

Geminin düdüğü acı acı öttü. Yorgos ve ailesi gemiye çıkan merdivenlere doğru hareket ettiler. Yusuf arkalarından bağırdı:

“Yorgooos…”

Yorgos kucağında oğlakla döndü. Hüngür hüngür ağlıyordu.

“Unuttum söylemeyi. Keçinin adı: Barış.”

Yorgos, Yusuf’a gülümseyerek bakışlarını kucağındaki oğlağa çevirdi. Yavru hayvan da ışıldayan badem gözleriyle ona bakıyordu. Yorgos o an fark etti, Barış’ın boynuna, örme bir nazar boncuğu bağlanmıştı.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

LOKOMOTİF

Aslında Monica süpermarketin en deneyimli ve becerikli elemanlarından biriydi. Ama o sabah üst üste iki kez uyarı almıştı. İlkinde suç üstü yakalanmıştı: Şef Mario aniden koridorun başında belirip, onu yumuşatıcıların kapaklarını birer birer açıp koklarken gördüğü zaman. İkinci kontrolünde ise yarısı hala kolilerde duran ürünleri fark edince…

HATIRALAR MEZARLIĞI

Kahramanlarımız sevdikleri binaların teker teker yıkılmasına, mahallelerinin tanınmaz hale getirilmesine, parklar, okullar, pastaneler, sinemalar ile birlikte çocukluklarının, gençliklerinin, aile yadigarlarının adım adım yok olmasına alışamayan, varlıklarında yırtıklar açan bu hoyratlıklara karşı tepkisiz kalamayan bir grup genç.

YALNIZLIK

Siyah pardösüsü ile gece yarısı ışıksız sokaklarda yok oluvermekten hoşlanır. Metruk binaların buz gibi tırabzanlarını tutup, kırık basamaklarını tırmanmayı… Sahibiyle birlikte aklını da yitirmiş is kokulu odalarda dolaşmayı… Sanayi mahallelerinde ansızın köpek çetelerinin ortasında kalmayı… Sırtından beline doğru misket gibi soğuk ter damlalarının inmesini…

Yıldızları sevmez mesela. Kalabalıktırlar çünkü. Gereksiz bir parlaklık saçarak, çok uzaklardan fark edilmeye çalışırlar. O ise bulutların belirsizliğini sever. Sisin esrarengizliğini; içinden geçerken bile insana dokunmayan kendi derdindeliğini.

Çamurdan, yağmurdan sakınmaz hiç. Caddeyle bütünleştirirler onu. Rüzgardan ise çekinir. Bir cismi olduğunu hatırlatır rüzgar, durup dururken. İtip kakar elinden gelirse, müdahalecidir. Bir yerden alıp bir yere koymak ister. Bazen üşütmek, her zaman değiştirmek…

O haz etmez bunlardan. Değiştirmek, değiştirilmek istemez. Değişmemek için direnç göstermek istemez. Yalnızlığı sever bir tek. Yalnızlığın, onun olduğu gibiliğini kayıtsız, şartsız kabul etmesini.

Yalnızlıkla yürümeyi sever en çok. Birlikte dalıp çıktıkları dolambaçlı sokakların onu kendisine ulaştıracağını sezer çünkü.

Yürümek geride bırakmaktır. Düşünceleri, uğultuları, gözleri, ağızları, manzaraları. Hafiflemektir, yürümek. Kurtulmaktır. İnsan yürürken zihni bir yere takılıp kalmaz. Takılsa da koşup kurtulabilir ondan. Onun defalarca koşmuşluğu vardır gece yarısı ıssız sokaklarda. Kovalayanların önünde. Yalnızlığın peşinde.

Yalnızlık, insanı yalnızca bir başka yalnızla tanıştırabilir. İki taraf da yalnızlığıyla barışıksa gerçekleşir bu tür yakınlaşmalar. Ortak bir dostun hatırına bir araya gelinen sade törenlerdir.

İşte öyle sade bir tören ile tanıştılar Ressam’la.

Soğuk bir kış gecesiydi. Yakaları kalkık, elleri ceplerinde, daha önce hiç dolaşmadığı bir muhitte ilerliyordu. Uzun süredir ne sokak lambaları yanıyor ne de binalardan ışık sızıyordu. Zifiri karanlık içindeki boşluğu dolduruyor, belirsizlik az sonra kendisine dair bir şeylerle karşılaşma olasılığını içinde taşıyordu.

Acele etmemeye çalışarak, kısa boylu birkaç sokağı geride bıraktı. Elektrik direğine zincirlenmiş bir kestane arabasının yanından geçti. Başını kaldırınca epey uzakta turuncu bir ışık fark etti. Adımları hızlandı. Bir yandan yalnızlığı içini mutlulukla dolduruyor, bir yandan onu kesintiye uğratacak turuncu ışığa doğru mıknatıs gibi çekiliyordu.

Yaklaştıkça turuncu ışığın usul usul hareket ettiğini fark etti. Ve üç beş adım kala onun bir sigara ateşi olduğundan emin oldu. Sahibi, yolun bitimindeki apartmanın zemin kat balkonunda, tekerlekli sandalyesinde oturan bir kadındı.

Durması gerektiğini hissetti. Kadının yüzünde ona rastlamış olmaktan memnun bir ifade vardı. Sessizce selamlaştılar. Kadının eli kül tablasına doğru inerken, sigaranın ateşi kül tablasının yanındaki defteri belli belirsiz aydınlattı. Her ikisi de ne bu, ne de başka herhangi bir şey hakkında konuşmaya istekliydi.

Kadın, bakışlarıyla karşıyı işaret edince, o da başını o yöne çevirdi. Ana caddeye bağlanan sokağın sağ tarafında iki tabelanın ve bir dükkanın ışıkları yanıyordu. Fakat asıl aydınlık daha ileride, caddeye yakın bir noktadaki sokak lambasından geliyordu. Güçlü bir lambaydı ve yokuş aşağı inen kömür karası, ıslak yolun ucunu adeta ele geçiriyor, onu aydınlık caddenin sınırlarına katıyordu.

Uzun süredir karanlıkta yürüdüğünden, bu aydınlık onu sersemletmiş, adeta büyülemişti. Kadınla birlikte bir süre sessizce ışıklanan manzarayı izlediler. Kadın yeni bir sigara yakarken çaktığı çakmağın ateşi bir an için defteri aydınlattı. O kısacık anda, defterin açık sayfasına karşılarındaki manzaranın ustalıkla çizilmiş olduğunu gördü.

Bakışlarını tekrar yola çevirdi. Yeterince gizemli, yeterince kendi halinde, yeterince karanlık, yeterince aydınlıktı. Neredeyse tamamlanmıştı. Neredeyse…

Kadının az önce neden kendisine orayı işaret ettiğini o zaman anladı. Manzara yalnızlık hakkındaydı. Ama resimde yalnızlık yoktu.

Kararlı adımlarla yokuş aşağı yürümeye başladı. Topuk sesleri dar sokağın bina cephelerinde yankılanıyordu. Sağ taraftaki ışıklı tabelaları geçti. Dükkanın önünü aydınlatan projektörü geride bıraktı. Ve sokak lambasının altında, Ressam’ın manzarasının en aydınlık noktasında durdu.

Ressam resmi tamamlayıp sigarasını söndürünceye kadar, orada, elleri ceplerinde, yakaları kalkık, kıpırdamadan durdu.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÜNEŞ TOPLAYAN KADINLAR

Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da; guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar.

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

SARI SÖZLÜK

Erzurum’da okuyordum. Anadolu Lisesi’nde. 12 yaşındaydım. Sülalemin İngilizce öğrenen ilk kişisi olmanın gururu ve sorumluluğu vardı omuzlarımda. Ve bir taşra şehrinde yapayalnız olmanın burukluğu.

Çifte Minare’de ezan okunurken, biz İngilizce Öğretmeninin kasetinden Big Ben saat kulesinin çan seslerini dinliyorduk. Okul bahçesindeki hastalıklı ağaçlara saksağanlar konarken, güzel kokulu, kaygan sayfalı kitaplarımızdaki Heathrow Havaalanı resimlerine uçaklar iniyordu. Everest’e ilk tırmananın Sir Edmund Hillary olduğunu bilemeyenler ders bitimine dek tahtada tek ayak üzerinde dikilmek zorundaydı.

Sabahları kendinden şekerli çayın yanında margarin ve gül reçeli, diğer öğünlerde kuru fasulye ve nohut yiyorduk. Tatlı olarak şekerli kuru fasulye ve nohuttan ibaret, aşure.

Geceleri soğuktan, hıçkırıktan, horultudan saatlerce uyuyamıyor, rüyamda kendimi sıcacık yuvamda görüyor, hava aydınlanmadan ranzanın demirini döven nöbetçi öğretmen sopasının öfkesinden, doğduğuma pişman oluyordum.

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

Eğer trafik lambalarının ikisinde de kırmızıya denk gelmezsem, eğer yerler buzlu, çantam aşırı ağır değilse, eğer Oltu otobüsünde yer varsa ve eğer araç beş dakika rötar yapmışsa, yazıhaneden biletimi alıp kan ter içinde otobüse yetişebiliyordum.

Eğer aynı koltuk iki kişiye satılmamışsa ya da yerimde bir türlü biletini bulamayan ama numarasının orası olduğundan emin olan sert bakışlı, ağır işiten bir Hacı Emmi oturmuyorsa; ensemi koltuğun yağlı başlığına dayayıp derin bir oh çekiyor, Pazar akşamı dönüş arabasına binene dek dünyanın en mutlu insanı oluyordum.

***

Kar tanelerinin yere düşmek yerine Palandöken’den esen rüzgara asılıp havada uçuştuğu soğuk bir Cuma akşamüstüsü, bütün aşamalardan geçmiş, garajdan çıkmak üzere olan otobüsü, el kol işareti ile durdurmayı başarmıştım.

Arabada boş koltuk yoktu. Beni önce koridorun başındaki muavin taburesine oturttular. Son anda şoförü tanıyan bir yolcu binince, tabureyi ona verip beni arkadaki boş yedek şoför yatağına gönderdiler. Muavin, en gerideki yolcu koltukları ile otobüsün arka camı arasına çekilmiş yün perdeyi açtı ve beni arkadan iterek, iki uzun yastığın diklemesine yerleştirilmesi ile oluşturulmuş daracık yükseltiye çıkardı.

İçerden perdeleri çekince hiç fena durumda olmadığımı düşündüm. Cama dağ ve göl manzaralı bir resim sıvanmıştı. İçerisi loştu. Üzerine son uyuyan şoförün siyah saç telleri yapışmış minderi kaldırıp, başımı çantama yaslayarak uzandım. Çantamın cebinden sarı kapaklı cep sözlüğümü çıkardım ve fiil çekimlerini ezberlemeye koyuldum.

Önümdeki koltukta yaşlı bir amca şak şak Oltu taşından tespihini çekiyordu. Perdenin arasından sigara dumanı sızıyordu. Arada yolculardan biri ciğerlerini parçalarcasına öksürüyor, boğuk hoparlörlerden gelen acıklı uzun havayı bastırıyordu.

Sert frenler koltukların arkasına çarpmama neden oluyordu. Araç bozuk yollarda sarsıldıkça gövdem camla koltuklar arasında gidip geliyordu. Sallana sallana uyuyakalmışım. Rüyamda Palandöken’e ilk kimin çıktığını hatırlayamadığım için tahtada tek ayak üstünde dikilme cezası çekiyordum ki, kulağımın dibinde:

“Arkadaşım… Şşşt… Arkadaşım…” diye fısıldandığını duydum.

İrkilerek gözlerimi açtım. Önce kendimi yatakhanede sandım. Sabah etüdünü kaçırdığımı, ceza alacağımı, haftasonu evci çıkamayacağımı zannederek paniğe kapıldım.

“Toparlan da yer açıver, abiye” diye devam etti aynı ses.

Dışarıda hava iyice kararmıştı. Benimle konuşanın muavin olduğunu hemen kavrayamadım. Ama yatakhanede emirlere sorgusuz sualsiz itaat etmeye öylesine alışmıştım ki, derhal bağdaş kurup, şoför yatağının yarısını boşalttım.

Uykudan uyanmanın mahmurluğu ile kabustan kurtulmanın, daha da önemlisi ev yolunda olduğunu hatırlamanın sevinci birbirine karışmıştı. Yanıma yerleşen adam:

“Merhaba yol arkadaşım.” diyerek elini uzattı. “Fehmi benim adım.”

Tokalaşırken, ben de kendimi tanıttım. Takım elbiseli, güzel kokan, düzgün konuşan biriydi.

“Nereden böyle?” diye sordu.

Erzurum Anadolu Lisesi’ni işitince gözleri ışıldadı. Kendisi de aynı okuldan mezun olmuştu. Hala ağzına gül reçeli, kuru fasulye ve nohut sürmüyordu. Ranza demirinde patlayan sopanın sesini, titreyerek buz gibi koridorun ucundaki tuvalete gidişlerini unutamıyordu.

Ama o okul sayesinde üniversite sınavında en yüksek puanlı İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmış ve sonrasında aynı fakültede öğretim görevlisi olmuştu. Heathrow’a inmiş, Big Ben’e bakarak saatini ayarlamış, hatta geçtiğimiz yaz, Edmund Hillary’nin izini takip ederek Everest’in eteklerine tırmanmıştı.

Bana okulun şimdiki halini anlattırdı biraz. Arada coşkuyla “bizim zamanımızda da öyleydi” diyerek sözümü kesiyor, evimi çok özlediğimi ima ettiğimde, “bilsen ben de ne çok ağladım başlarda” diyerek başını sallıyordu.

Bir ara elimdeki sarı nesneye takıldı gözü. “İngilizce sözlük.” dedim. “Pazartesi sınav var da fiil çekimi çalışıyordum.”

“Bende de vardı aynısından” diyerek, incelemek için izin istedi. Sayfalarını çevirerek kokladı. Parmaklarını plastik, kaygan, sarı kapağında gezdirdi. Gözleri kısıldı. Dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm eklendi.

Ani bir hareketle, otobüsle ilişkimizi kesen perdeyi açtı. Önündeki koltuğun tepesindeki ışığın düğmesine bastı. Sarı sözlüğü ışığa doğru kaldırdı. Parmağını yalayıp, sayfaları çevirerek fiil çekimi kısmını buldu. Düzensiz fiillerin ikinci ve üçüncü hallerini sormaya koyuldu.

Yanıtları anımsamaya çalışırken, Fehmi Ağabeyin ses tonunda, saçını eliyle düzeltişinde, pahalı kol saatinde, kendinden emin gülümseyişinde yirmi yıl sonraki halimi bulmaya çalışıyor; sarı sözlüğü burnuna yanaştırıp içine çekerken yüzünde beliren ifadeden, onun da çocukluğunun peşinde olduğunu hissediyordum.

***

Onun yaşına geldiğimde Erzurum Anadolu Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarımı konu alan bir kitap yazdım. İngilizce’ye çevirisini bir süredir fakültesinde dekanlık yapan Fehmi Ağabey yaptı. Uçağım Londra Kitap Fuarı’ndaki ilk imza günüm için Heathrow Havaalanı’na inerken, ceketimin iç cebinde dolma kalem ve sarı kaplı sözlüğüm vardı.

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARA SEVDA

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?” Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.” Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti. Hasan saatine baktı.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi.

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı. Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne…

ZAMANE PİNOKYOSU

Kentin daracık, tarihi sokaklarından birinin köşesindeki sevimli dükkanı, tıpkı babası ve dedesi gibi her sabah gün ağarmadan açardı.

Kahve makinesini çalıştırırdı ilk iş. İlk yudumun ardından raflara dizili irili ufaklı yüzlerce Pinokyo’nun tozunu almaya başlardı. Hassastı bu konuda. Pinokyo dediğin çapaksız, çentiksiz, pürüzsüz olmalı; gövdesi elma şekeri gibi kıpkırmızı, pırıl pırıl parlamalıydı.

Toz alma işi bitince kapının önünü süpürür; cafésini henüz açmakta olan komşusu ve kiliseye doğru yürüyen rahibelerle selamlaşırdı. Hediyelik eşyacı, dondurmacı ve antikacı ortalıkta görünmezdi sabahın o saatlerinde.

Dükkanına döndüğünde kırmızı önlüğü ile yakın gözlüklerini takar, tezgahın başına geçer, yarım kalmış tahta parçasını eline alır, incelemeye koyulurdu.

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

***

Bir eline önceki gün kabaca şekillendirdiği tahtayı, diğerine kurşun kalemini aldı. “Nasıl devam edelim?” diye sordu şefkatle. Sabahın bu saatlerinde, kent henüz uyanmamışken, tahtanın sesi daha işitilebilir oluyordu.

Kalemini dikkatle havada tutarak işaret bekledi. İşaretin ancak beklemeyi unuttuğu an geleceğini bile bile…

Dışarıda yağmur çiselemeye başladı. Oldum olası yağışlı havalarda çalışmaya bayılırdı. Babası nemin tahtaya iyi gelmediğini söylerdi gerçi. Ama sokaklar yıkanmış, ıssızlaşmışken; dükkanın vitrinini tıkırdatan yağmur taneleri onu düşünmekten kurtarıp, tıpkı elindeki ağaç dalı gibi doğanın bir parçası olduğunu hatırlatırken; kendini koca evrende yapayalnız ve bir o kadar da herşeyle iç içe hissederdi. Öyle zamanlarda elleri adeta bağımsızlığını ilan eder, tahta ile bütünleşir, yağmur dindiğinde onu bile hayrete düşürecek ustalıkta kuklalar yaratmış olurdu.

Yağmur şiddetini artırmış, bulutlar bir ara aydınlanmaya yüz tutmuş gökyüzünü büsbütün karartmıştı. Gepetto hala elinde kalemiyle, yakın gözlüklerinin üstünden dikkatle tahtayı süzüyor, bir işaret bekliyordu.

Derken belli belirsiz sola döndü tahta. Gepetto kalemi ile sağ ve sol bacakların enini ölçtü. Sol bacak yarım santim kalındı. Hemen fazlalığı işaretledi.

“Başka?” diye sordu, sakince. Üç yağmur tanesi düştü camekana arka arkaya “pıt… pıt… pıt” diye. Gepetto gülümseyerek fark etti, Pinokyo’nun üçüncü düğmesinin çevresini henüz oymadığını. Hemen ikinci düğmenin altına bir yuvarlak çizdi.

Sol eli üst kısmına kaydı tahtanın. Tam külahın sınırlarını çizmeye hazırlanıyordu ki, tahtanın baş kısmı önce sağa, sonra sola doğru hafifçe kıpırdayarak, bunu reddetti.

“Ne istiyorsun peki kuzum?” diye sordu Gepetto.

“Başka türlü bir şapka…”

Fısıldayan çocuk sesi Gepetto’nun gülümsemesine neden oldu. Sokağı göz ucuyla kontrol ederek, devam etti:

“Ama yüzyılı aşan bir geleneğimiz var burada. Pinokyo’nun başında külah olur.”

“Ama ben herhangi bir Pinokyo olmak istemiyorum.” diye karşı çıktı aynı ses.

Gepetto başını kaşıdı. İlk kez böylesiyle karşılaşıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra dudağının kenarında babacan bir gülümseme ile konuşmaya başladı:

“Bak… Müşteriler bu dükkana beğenmediğin o Pinokyo’lardan birine sahip olmak için geliyorlar. Çünkü dünyanın dört bir yanından insanlar küçük yaşta Pinokyo’nun hikayesini dinlediler. Kitabını okudular. Çizgi filmini izlediler. Ve aslında onlar kuklaya ilgi duydukları için değil, çocukluklarına ait bir parçayı evlerine götürmek için bizim Pinokyolarımız’dan birini satın alıyorlar… Kısacası insanlar daha ilginç şapkalı, daha farklı giysili, daha havalı bir kukla değil, çocukluk arkadaşları Pinokyo’nun bir kopyasını istiyorlar.”

“Bana hep onların ne istediğini anlatıyorsun. Peki ya ben onların istediği gibi bir Pinokyo olmak istemiyorsam…”

“O zaman kimse seni satın almaz. Dünyayı göremeden, bu dükkanın raflarında kurur gidersin.”

“Kişiliksiz bir kopya olarak, kendini kandıran bir müşterinin biblosu olacağıma burada seninle kalmayı tercih ederim.”

“Ama ben o aşağıladığın Pinokyolar ve kendini kandırdığını söylediğin müşteriler sayesinde bu dükkanın kirasını ödeyebiliyor, seni var edebilecek ağaç ve alet edevatı satın alabiliyorum.”

“Anlıyorum Gepetto. Ve bu döngüde emeği geçen herkese teşekkürü bir borç biliyorum. Ama ben sıradan bir Pinokyo olmak istemiyorum.”

“Nasıl farklılaşmayı düşünüyorsun peki?”

“Beyzbol şapkası takmak istiyorum mesela.”

“Başka?”

“Spor ayakkabı olabilir.”

“Eee?”

“Şu düğmeli eski zaman giysisi yerine de daha rahat bir şey… Tişört mesela.”

“Bu kadar mı?”

“Hayır. Son bir isteğim daha var.”

Yağmur şiddetini iyice artırmıştı. Hava hala karanlıktı.

“Burnum küçücük olacak. Seninki kadar.”

“Bu olanaksız işte!”

“Nedenmiş?”

“Pinokyo’yu Pinokyo yapan şey, var oluşunun özü; külahı, giysisi, ayakkabısı hatta tahta oluşu bile değil… Burnu da o yüzden…”

“Sevgili Gepetto… Bana hep geçmişten bahsediyorsun. Bu yüzden baban dedenden, sen de babandan farklı hiçbir şey yapmadınız hayatınız boyunca. Bu yüzden benim de sizler ve bu tezgahtan geçen binlerce Pinokyo kopyası gibi davranmam gerektiğini söyleyip duruyorsun.”

“Bak dostum…”

Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti Gepetto. “İnsanoğlunun yeniliklere olduğu kadar değişmeyen bazı şeylere de ihtiyacı vardır ve benim ailem…”

“Bana ailenden bahsetme lütfen Gepetto. Kendinden bahset. Hiç mi içinden geçmiyor sana ait bir eser, bu dünyadan geçtiğine dair sana özgü bir iz bırakmak?”

“Kimin içinden geçmez? Ama yeniliklerden başı dönmüş, hiçbir şeye tam olarak yetişememekten ötürü kaygı ve yetersizlik duyguları içine düşmüş insanların; tıpkı asırlık çınar ve zeytin ağaçları gibi, Roma tapınak ve çeşmeleri gibi, her defasında aynı sıcaklıkla onları karşılayan anneleri gibi bazı değişmezlere, naifliklere, korunmuşluklara ihtiyacı var. Hem de her zamankinden daha çok… Bu ihtiyaca yanıt vererek onların hayatlarında küçük de olsa bir iz bırakmış olmuyor muyum sence?”

“Ah Gepetto. Bana sürekli başkalarına adanmış bir hayattan söz ediyorsun. Bense içimden gelenlerden… O üstüne titrediğin topluluk mutlu olacak diye ben neden ahlaksız doğayım ve hep öyle kalayım ki?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Pinokyo’nun neden burnu uzar?”

“Yalan söylediği için.”

“Yani senin deyişinle geleneksel bir Pinokyo’nun varoluşunun temel özelliği yalan söylemek.”

“Evet, onu var eden en belirgin farklılık bu.”

“Yani insanlar kolayca fark edip satın alsın diye sen beni uzun burunlu yaratmak istiyorsun. Ve hayatım boyunca beni yalancılığa mahkum ediyorsun.”

Gepetto kalemi masaya bıraktı. Tahta, derin bir iç çekerek devam etti:

“Bak Gepetto. Ben yalancı bir kukla olarak doğmak istemiyorum. Ayrıca hayatın yalnızca doğru ve yalan üzerine kurulamayacak kadar zengin olduğunu düşünüyorum.”

“Nasıl bir zenginlikmiş bu?” diye mırıldandı Gepetto.

“Hayal kurmak mesela… Doğru mu yalan mı? Bir tahta ile konuşuyorsun dakikalardır. Bunu birine anlatsan yalancı deyip, keser atarlar. Pinokyo olsan burnunu uzatırlar. Ama unutma ki, şu an sıkıcı bir tahtadan Pinokyo yontan, dürüst ve sıkıcı bir usta da olabilirdin.”

Gepetto kalemi kulağının arkasına koydu. Yağmur şiddetini azaltmış, dinmeye yüz tutmuştu. Hava yeniden aydınlanıyordu. Gepetto yorgun bir tonlamayla:

“Ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu.

“Beni benim istediğim gibi yap.” diye yanıtladı tahta.

“Sonra?”

“Beni satma.”

“Büyük büyük dedemin ilk Pinokyo’su gibi sen de benim oğlum mu olmak istiyorsun?”

“Arkadaş olalım istersen. Senin de ihtiyacın var gibi hem.”

Gepetto gülümsedi. Tahta devam etti:

“Yağmurlu sabahlarda yalanlardan ve gerçeklerden, insanlardan ve kuklalardan konuşuruz. Ne dersin?”

Gepetto’nun gülümsemesi genişledi. Başını sallarken:

“Anlaştık.” dedi. “Şapkanla burnunu nasıl yapıyorduk şimdi?”

“Şapka: Beyzbol. Burun: Seninki gibi.”

Hava aydınlandı aniden. İçeri bir grup turist girdi. Gepetto tahtayı tezgaha bırakırken, gülümsemesine engel olmaya çalışıyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

CANKURTARAN

Yalnızlıktan nefret eder. İnsanlardan daha çok. Karanlığı sevmez. Güneşi hele hiç. Bulutların, pişmanlıkların, isyanların insanıdır. Yeryüzünden çok gökyüzünün. Suyun üstünden çok altının. Nadiren, şafak vakti dışarı çıkar. Omzunda kamış oltası. Elinde yoğurt kovası. Kovanın içinde ağlı kepçesi. Boynunda yunus düdüğüyle. Tedirgindir. Balıkçı gibi görünmektedir çünkü. Oysa balıkçılardan nefret eder.

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

MEZAT KAHVEHANESİ

“Şu elimde görmüş olduğunuz ganimet; iki el yapımı bakır tabak, bir ayak ve tabakları ayağa bağlayan zincirden oluşuyor. Alttaki tabağa mum, üsttekine de su konsun, içine hoş kokulu yağ ve esanslar damlatılsın da bulunduğu yeri ağır ağır, misler gibi kokutsun diye imal edilmiş yüz yıl önce, kim bilir hangi memlekette…”

Ekrem kahvehanenin tam ortasına dikilmiş, ortama hakim olmaya çalışıyordu. Hakkında konuştuğu eşyayı parmaklarının ucunda, bu dünyanın üstünde bir varlıkmışçasına olabildiğince yukarıda tutuşundan, ses tonunu yumuşatıp dudaklarını usulca yalayışından, dokunaklı bir hikayeye başlamak üzere olduğu anlaşılıyordu.

Menemen ve köftelerini yemekte olan mezat kahvehanesi gediklileri lokmalarını daha ağır çiğneyerek, çaylarını karıştıranlar kaşıklarını usulca tabaklarının yanına bırakarak, gözlerini dikkatle Ekrem’in elindeki nesneye dikmişlerdi. Ekrem derin bir nefes alıp devam etti:

“İstanbul’un işgal altında bulunduğu yıllarda, Abanoz Sokak’taki bir genelevin madamı tarafından, Galata Limanı’nda egzantirik yabancı memleket eşyaları satan bir dükkandan satın alınmış.”

İsabetli tek bir öksürükle sesinin hırıltılı çıkmasına neden olan balgamı söküp, devam etti:

“Madam, bu koku biblosunu dış kapıya yakın bir yerde bulundurur, üstteki tabağa bolca lavanta yağı doldurturmuş. Mum alttan ısıttıkça mis gibi lavanta kokusu evin hem içine hem dışına dalga dalga yayılır, içerideki kızların moralini yükselterek duruşlarını canlandırır, tek tek evleri dikizleyip hangisine gireceğine karar vermeye çalışan sokaktaki beyzadelere, bıçkın delikanlılara olumlu tesir edermiş.”

Tezgahın gerisinde kahvecinin karısı hiç durmadan çay bardağı yıkıyor, demliğe çay ekliyor, hep aynı bezle bardakları kuruluyor, tezgahı siliyor, demliğin sapını tutuyordu. Sobanın dibinde oturan bit pazarcının tezgahtar oğlu bakışlarını Ekrem’den ayırmıyor, böyle fuhuşlu filan hikayeleri daha bir can kulağıyla dinliyordu.

“Kısa bir süre sonra, Madam’ın evi sokağın açık ara en çok iş yapan mekanı olmuş. Diğer evlerin madamları, pezevenkleri anlamışlar tabi işin içinde bir bit yeniği olduğunu. Ama çözememişler. O zamana kadar evin boyalı, badanalı, temiz; kızların etine dolgun, alımlı, bakımlı; çarşafların sakız gibi olmasının işleri körüklediği bilinirmiş. Her gün beyaz sabunla yıkanıp, giysilerini lavantalı sandıklarda saklayan kızların müdavimi fazla olurmuş ama Madam’ın evinde bu meziyetlerden hiçbiri diğer evlerdekinden üstün değilken, nasıl olup da kapısında kuyruklar oluşmaya başladığına kimse akıl sır erdiremiyormuş.”

“Lezzetli parçaymış be Ekrem!” diye bağırdı Müslüm. Kırmızı pantolonlu, fularlı, beyzbol şapkalı, Malatya şiveli, topluca bir adamdı. “Çaylar benden olsun, Madam’ın mis kokusu hatırına.”

Kahveci notunu aldı. Karısı bardakları doldurmaya başladı. Ekrem, Müslüm’e göz kırpıp sağ elini göğsüne vurarak, kaldığı yerden devam etti:

“Derken, Madam’ın işleri açıldıkça müşterisi azalmakta olan bir pezevengin aklına bir hinlik gelmiş. Bu pezevengin kardeşi denizciymiş ve yıllarca yedi düveli dolaştıktan sonra tam o sıralar İstanbul’a ayak basmışmış. Abanoz Sokak’ta kimse onu tanımadığından müşteri gibi Madam’ın evine girebilirmiş. Üstelik yağız, yakışıklı, gün görmüş bir delikanlı olduğundan fahişelerin ağzından laf alması da pek zor olmazmış.”

Çaylar karıştırıldı. Bardaklar havaya kaldırılarak Müslüm’e teşekkür edildi. Müslüm işaret parmağını dudağına götürerek muzipçe sessizlik istedi ve Ekrem’i işaret etti. Ekrem, çayından bir yudum çektikten sonra omuzlarını dikleştirip, göğsünü kabartarak, yine hikayeci duruşuna döndü. Kahvehaneyi çay ocağının buharı gibi saran meraktan hoşnut görünüyordu.

“Efendim uzatmayalım. Bizim delikanlı adrese yollanıyor. Daha merdivenlerin başındayken tertemiz, tatlı bir hisse ayak basıyor. Çocukluk yıllarında arkadaşlarıyla Boğaz sırtlarındaki çiçek tarlalarına dalışları geliyor aklına. Öylece neşelenerek giriyor kapıdan. İçerde Madam karşılıyor onu. Sedire sere serpe oturmuş kızlar şöyle bir toparlanıp göğüslerini dikleştiriyor, eteklerini yukarı çekiyorlar hafiften. Ne de olsa delikanlı bir başka bakıyor, okyanuslar aşmış çakır gözleriyle. Ferahlık kokusu burda daha da yoğun. Delikanlının başı, bir karaf şarabı kafasına dikmiş gibi tatlı tatlı dönmeye başlıyor. Derken odalardan birinden hülyalı bir kız çıkıyor. Sanki etrafta başka kimse yokmuş gibi, bir şarkı mırıldanarak, beyaz geceliği ile delikanlının önünden adeta süzülerek geçiyor ve karşı odaya giriyor. Yüreği yerinden fırlayacak gibi oluyor delikanlının. Onu istiyor. Madam tereddüt ediyor başta. Ama çok ısrar edip, misli misli ödeme alınca, kıramıyor delikanlıyı.”

“Neden tereddüt ediyor ki bal dilli Ekrem’im?” diye soruyor; beyaz saçlı, sakallı, genellikle Mısır koleksiyonlarıyla Osmanlı tapu ve evrakları toplayıp satan Bedri Bey.

“Bedri Abi, kız Madam’ın öz kızıymış çünkü. Öyle her müşteriye peşkeş çekmezmiş kendi kızını ama delikanlıda şeytan tüyü, e bi’ de yüklüce mangır varmış işte. Neyse, bizimki çıkmış odaya beklemeye başlamış. Kız gelmiş çok geçmeden. Delikanlı tecrübeli sözde ama kızı görünce dili tutulmuş, damağı kurumuş. Kız adeta bir kar çiçeği, çöl gülü imiş. Onca günahın ortasında, kanatsız bir melek.”

“Ah ulan ah…” diye iç çekti Müslüm. Kahvecinin karısı dahil herkes güldü. Ekrem muhabbetin gevşemesine izin vermeden devam etti.

“Kızın yanakları al al olmuş. Gözlerini kaldırıp bakamamış oğlana. Delikanlı kızdan bir şarkı söylemesini istemiş. Kızınki adeta denikızı sesi. Karanlık okyanus gecelerinde nöbet beklerken delikanlının kulağına çalınan sesin tıpkısının aynısıymış…”

“Ulan Ekrem sanki sen de odada karyolanın altında filandın o sıra, nerden bilirsin bu kadar ayrıntıyı.” diye laf attı Kahveci. Ekrem bu müdahaleyi iltifat olarak kabul etti. Bıyık altından gülümseyip devam etti.

“Şarkılar söyleyip, şiirler okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlar. Madam kapıyı tıklattırınca kendilerine gelmişler. Delikanlı kıza vurulduğunu itiraf etmiş. Kız o zaman kaldırmış başını. Çakır gözlere ilk o zaman bakmış. Ve o da aşık olmuş o an. Kız, elini Delikanlı’nın nasırlı denizci ellerinin arasına bırakırken gözünden bir damla yaş kaymış, oğlanın elini ıslatmış.”

“Şerefsizim ben de ağlıycam.” diye bağırdı Müslüm. Bereket millet buna güldü de kahveyi basan duygusallık biraz dağıldı.

“Bizim koku zımbırtısına ne oldu bu arada?” diye sordu Bedri Bey.

“Hah Bedri Abi…” diyerek soruyu göğsüyle yumuşattı Ekrem. “Delikanlının da tam çıkarken aklına gelmiş bu mesele. Kıza Madam’ın evindeki çekiciliğin sırrını sormuş. Kız da holdeki şömine mermerinin üzerinde dumanı tüten, işte bu elimdeki bibloyu işaret etmiş göz ucuyla. Delikanlı bir bakışta anlamış bunun Uzak Doğu’da gördüklerine benzer bir koku kabı olduğunu. Daha eve yaklaşırken insanı içeri davet eden cazibenin de bundan yayılan kokudan kaynaklandığını…”

“Hadi oğlum, hızlan biraz, altıma edicem, meraktan helaya gidemiyorum yav.” diyerek bir kez daha herkesi güldürdü Müslüm.

“Pezevenk, kardeşini ağzı kulaklarında görür görmez anlamış baltayı taşa vurduğunu. Madam’ın evinin sırrını öğrenip öğrenmediğini sormuş hemen. Delikanlı da sırrı öğrenmesine öğrendiğini ama Madam’ın kızını almadan bunu açıklamayacağını söylemiş soğukkanlılıkla. Pezevenk, kardeşinin yakasına yapışıp sarsmış biraz ama onun çelik gibi kaslı denizci gövdesine kaba kuvvetle laf geçiremeyeceğini anlamış çok geçmeden.”

Bu sırada Kahveci, işaret diliyle çay siparişlerini topluyordu.

“Madam, kızı vermeye yanaşmamış ilkin. Ne de olsa planı, güzel kızını bir banker ya da tüccar ile baş göz edip dünyalığını yapmakmış. Ama Pezevenk, evin sırrını öğrendiğini, eğer kızı vermezse derhal bütün Abanoz Sokak sermayedarlarına duyuracağını söyleyince paniklemiş. Ne de olsa o varlıklı günlerinde, evdeki bulgurdan olmak en son isteyeceği şeymiş. Düşünmüş, taşınmış, iki koşul öne sürmüş. Birincisi: Damat adayı bir daha asla denize açılmayacak, Beyoğlu’nda bir ev tutacak ve kızını Madam’dan uzaklaştırmayacak. İkincisi: Sır, Pezevenk ile Madam’ın arasında kalacak. Bu iki koşuldan birine uyulmaması halinde, Delikanlı bir daha Kız’ın yüzünü dahi göremeyecek.”

“Madam da eşeğini sağlam kazığa bağlamış ha…” dedi Müslüm tuvalete doğru yollanırken. “Ekrem dayanamıycam, biraz bağırıver ben çıkıncaya kadar. Beyler, kapıyı aralık bırakıyorum ona göre.”

Ekrem sesini yükseltip, “hay hay” diyerek kaldığı yerden devam etti:

“Delikanlı derhal denizciliği bırakmış. Çocukluğundan beri seferde olduğundan epey birikmişi varmış. Onunla Galata’da ahşap bir ev satın almış. Bir şekercinin yanına girip lokum, şeker işinin inceliklerini öğrenmeye koyulmuş. Bu arada Pezevenk de bir an önce evlensinler de şu sırrı öğrensin diye kardeşine destek oluyormuş.”

Müslüm kahvecinin karısına bir çay işaret ederek yerini aldı. Rahatlamış ve bir şey kaçırmamış olmanın memnuniyetiyle, sesli bir “oh” çekerek sedire yayıldı.

“Artık düğüne gün sayılıyormuş. Sene 1922. Yunan ordusunun savaşı kaybedip Anadolu’yu terk ettiği zamanlar. Türk ordusunun yaklaştığı haberleri ile birlikte İstanbullu Rumlar arasında panik başlamış. Madam da bu panikten nasibini almış tabi: Ee sen olsan ne yaparsın? Hem Rum’sun, hem fuhuş işiyle uğraşıyorsun.”

“Madam Rum muydu?” diye sordu Müslüm.

Kahveci: “Herhalde Müslüman olacak hali yok.” diye yanıtladı.

Bedri Bey, “Gayrimüslim olduğu aşikar ama menşeini söylemedi” diyerek Müslüm’den yana çıktı. Ekrem, söylemiş olduğunu sandığını ama atladıysa da işte şimdi unutkanlığını telafi ettiğini belirterek konuyu toparladı. Ve sonuna yaklaştığı hikayesine, kaldığı yerden devam etti:

“Madam, parasını, altınını, senedini, sepetini valizlere doldurmuş, sermayeleri ile birlikte Galata Limanı’ndan Pire’ye hareket eden bir gemiye binmek üzere biletlerini almış. Artık buraları terk ettiğine göre anlaşmanın da hükmü kalmamış; yani kızını da yanında götürecekmiş. Ama geminin kalkacağı sabah, gün doğmadan birkaç saat evvel, Kız pencereden sarkıttığı çarşafa tutunarak evden kaçmış. Çarşafın diğer ucunda onu bekleyen Delikanlı… Kız’ın cebinde ise şu görmüş olduğunuz koku biblosu varmış.”

Kahvehanede huzurlu bir sessizlik oldu. Gergin bekleyiş, mutlu sonu daha da kıymetli hale getirmişti. Sükuneti Bedri Bey bozdu:

“Baştan beri koku biblosu ile birlikte tuttuğun o siyah kutuda ne var peki?”

“Ben de tam onu söyleyecektim, Bedri Abi. Madam, Pire’ye gittikten sonra Delikanlı ile Kız evlenmişler. Damat, Beyoğlu’nda dükkan açıp, şekercilik yapmaya başlamış. Bu bibloyu dükkanın girişine koymuşlar. Oranın da bereketini artırmış. Bu elimde görmüş olduğunuz kutu da Cumhuriyet’in ilk yıllarında o dükkanda satılan bir lokum kutusu. Bu ikisini beraber 100 liradan satışa çıkarıyorum. Var mı artıran?”

Eller havaya kalktı. Anlaşılan bu kez açık artırma oldukça çekişmeli geçecekti.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar. Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları. Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

GÜNDÜZ GÖLGELERİ

“Koca şehir saklanıyor da, bana mı çok görüyorsun Ekrem? Yeryüzü her gün geceye gömülüyor da sen ne diye akşam akşam beni deşiyorsun?” “Karanlık karanlığı çeker de ondan Hilmi Kardeş. Neden köyünde değil de en büyük şehirdesin? En medeni şehir, gecesi en aydınlık şehir değil mi? Şehirli insan derdine razı olmayıp, derman peşinde koşan değil mi?”

GÖNÜL GALERİSİ

“Çocukken babamın soyduğu meyveleri mi düşürür aklıma bilmem; şu çerçeveli takvim sayfasını mesela, servet dökseler söktürmem o duvardan.” Yumruğunu hafifçe vurdu masaya: “Bazısını da ister dünyanın en meşhur ressamı yapsın, ister en iyi fotoğrafçısı çeksin, sokmam hana. Bizimki sanat değil, gönül galerisi neticede.”

MUCİZELER

Başının üstünde martılar uçuşuyordu. Öyle çoklardı ki, gökyüzü geri çekilmiş, onlara yer açmıştı. Etrafına bakındı. Bu büyülü geçitle, yere düşmeyen konfetiler gibi kenti şenlendiren deniz kuşları ile ilgilenen yoktu. Tenefüse çıkan çocuklar gibi neşe içinde bağırıp çağırıyorlardı da oysa. Motora yetişmeye çalışanların saçlarına doğru pike yapıp son anda yükseliyor, iskele camlarındaki yansımalarına bakıyor, kedilerle birlikte boş balıkçı kasalarını teftiş ediyorlardı.

Bir de balıkçıl konmuştu iskele takının üstüne. Sanki törenin şeref konuğu. Bir nedeni vardır elbet baş köşeye kurulup; Galata Köprüsü’nü, Yeni Cami’yi ve pata pata iskeleye yanaşıp, uzaklaşan motorları seyre dalmasının… Belki köprü üstündeki balıkçıların avlanma tekniği çekti ilgisini. Belki de gelin seçecek kendine. Ondan gökyüzündeki bu tatlı telaş. Belki görücüye çıkıyor martılar…

Motor iskelesiyle balık pazarını geride bıraktı. Martılar seyrekleşti balıkçıldan uzaklaştıkça. Naylonlu, şemsiyeli bir lokantanın önünden geçti. Tıklım tıklımdı içerisi, denize sırtını dönmüş sıra bekleyenler vardı.

Ne tuhaf, insanlar kendilerini pırıl pırıl ilk yaz akşamüstüsünün kollarına bırakmıyor; kıpır kıpır kanı kaynayan Haliç’i, bakanı hülyalara daldırmaya hazır eski şehir silüetini, köprülerin gerisinden masum ve güzel bir genç kızın yanakları gibi kızarmaya hazırlanan gökyüzünü seyretmeyi tercih etmiyorlardı.

Rıhtımdan aşağı ayaklarını uzattı. İki serçe toprak banyosu yapıyordu az ötede. Cıvıl cıvıl… Kanatlarının açık kahverengi uçları parlıyordu gün sonu ışığında. Konuşur gibiydiler… Gagaları izin verdiğince öpüşür gibi… Toz rengi ne güzeldi. Anasonsuz muhabbet ne neşeli.

Sıkılınca uçup gittiler ayrı yönlere.

Haliç irice bir tekneye uydu. Gıdıklarcasına ayak tabanlarına yükselip alçaldı. Bir motor geçti önünden… Pata pata… Kıyı bunca olağanüstülüğe sahne olurken, Kaptan nelere tanık olmuştu kim bilir açıkta… Kendisine dikkatle bakıldığını fark edince, iki parmağını şapkasının siperine götürüp babacan bir hareketle selamladı onu. Bir kadını değil, bir insanı selamlar gibi…

Yapraklar hışırdadı üstünde. Rüzgar Kaptan’ın sigarasının ucundaki külü aldı götürdü Eminönü tarafına.

Baharat kokusu geldi yanıt olarak. Tahtakale’de çekilmiş taze kahve kokusu… Hacı misi kokusu, Yeni Cami avlusundan… Bir de tarçınlı akide buram buram… Kokusu bile kızılca; kim bilir hangi şekercizadeden… Genzine oturdu, çocukluğu da seyretsin manzarayı diye.

Ellerinde bira, ağızlarında sigarayla üç kişi oturdular az ötesine. Kara kirpikli, donuk bakışlı. Onların da hikayesini merak etti ama çekindi de biraz. Hem hazır şehir dile gelmişken, ondan kopmak istemedi.

Yıkılmış kaçak lokanta ve çay bahçesi molozlarına basarak yürüdü. Zincirlerini, sac levhalarını, tahta makaralara sarılı çelik halatlarını yol kenarına çıkarmış derme çatma atölyelerin kıyısından ilerledi.

Üstü başı yağdan, kirden kapkara olmuş, yaşsız, kimliksiz, çalışkan adamlar gördü alın terlerini silen. Çelik halat makarasından rakı masası yapmış kasketli, bir deri bir kemik birine rastladı, avurtları çökmüş, gökyüzüne bakmasını bilen. Adam gözlerini aşağı indirdi, sırf o tedirgin olmasın diye…

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu.

Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

Yürümeye devam etti. Köşedeki iki katlı derme çatma balıkçı lokantasının tahta cepheli, sarmaşıklı üst katında bir çift birbirlerinin gözlerine dalmış, konuşmadan oturuyordu. Müzik setinden az önce kemancının çaldığı parça yükseliyordu.

Şarkıyı dinlemek için Yelkenciler Han’ın önünde oyalanmaya karar verdi. Demir kapısına kilit vurulmuş hanın önündeki iki tozlu kedi yavrusu (biraz serçelere, biraz da çalışkan işçilere benziyorlardı), kocaman gözlerini açarak fare yuvası büyüklüğündeki deliğe doğru koştular. Zamanla ilişkisini keseli çok olmuş hanın gizemli loşluğunda gözden kayboldular.

Şarkı devam ediyordu. Metruk binaların önünden geçti. Günbatımına doğru çekilmeye başladı. Otoparkı geride bıraktı. Soluk kesici bir manzara ile karşı karşıya kaldı: Güneş manzarayı altına boyamıştı. Gökyüzü ve deniz bu parlak sarıyı içlerine çekmiş; köprüler, araçlar, rıhtım ve uzaktaki binalar astarlarının koyuluğu nispetinde griden siyaha tonlanan silüetlere dönüşmüştü.

Manzaranın içindeki hiçbir unsur varlığını bütünüyle yitirmemiş ama daha büyük bir bütünün içinde usulca erimeyi kabullenmişti.

Sıradanlığın gölgesinde unutulmuş mucizeler devam ediyordu. Ve kadın tek başına onları birer birer soluyordu.

İrkilerek tek başına olmadığını fark etti. Rıhtımın kıyısında bir insan silüeti hareket ediyordu.

Üstelik bu biri ondan önce davranmış, gün batımına ve denize daha da yaklaşarak, onun manzarasının parçası olmuştu.

Silüetin hareketlerinde o bütünlükle, büyük resmin uyumuyla tezat oluşturan bir tedirginlik fark etti: Bulunduğu yerde sürekli kıpırdanıyor, volta atıyor, arada bir durup sanki bir şey düşünüyor ya da karar vermeye çalışıyor, sonra aniden tekrar harekete geçiyordu.

Bir ara rıhtımın iyice kıyısına yanaştı. Uzun süre kıpırdamadan öylece kaldı. Yüzü gün batımına değil karşı kıyıya dönüktü.

Derken ufak bir hareket oldu. Silüet bir adım daha attı. Ve cup diye denize düştü!

Gözünü kırpmadan tanık olmuştu kadın, bütün bunlara. Dehşet içinde etrafına bakındı! Hiç kimse yoktu. Bir kedi (muhtemelen yavruların annesi) Yelkenciler Han’a doğru ilerliyordu. Uzaklardan balıkçıda çalan şarkı duyuluyordu. Bir an koşup garsonlardan yardım istemeyi düşündü.

Yetişemeyebilirdi!

Denize doğru koşmaya başladı. Siyah bir kafa altın suyuna batıp batıp çıkıyordu. Duraksamadan yanına atladı. Tek kolunu göğsüne sardı. İki kulaçta rıhtımdaki lastiği yakaladı.

Bir çift matlaşmış siyah göz; gerçek mi hayal mi olduğunu kavrayamadığı ıslak, güzel kadına şaşkınlıkla bakıyor, bir yandan da su yutmaya devam ediyordu.

Rıhtıma yatırdığı genç adamla birlikte şimdi o da gün batımı manzarasının, altına boyalı bir parçasıydı. Adam öksürerek:

“Nerden çıktın sen?” diye sordu.

Gökyüzü ve deniz iyiden iyiye yoğunlaşmış, manzara zamanın dışına taşmıştı. Derinden kemancının şarkısı duyuluyordu. Köprünün üstünde iki kuş süzülüyordu. Biri martı. Diğeri daha iri… Uzun boyunlu, uzun bacaklı, büyük kanatlı… Balıkçıldı bu. Martısını bulmuş.

“Mucizelere inanır mısın?” diye sordu kadın.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

MİYAVLAYAN ÇÖPÇÜ

Sabah erkenden çalışmaya başlar. İtinayla… Ne acele eder, ne de ağırdan alır. İki kaldırım taşı arasına sıkışmış bir plastik kapak ile uğraşabilir dakikalarca. Süpürge ile beceremezse bir dal parçası ya da tel filan bulur, mutlaka söker çıkarır.

AYNALI CADDE

Bu toprakların insanları korkar aynalardan. Hele böyle köşe bucağı kaplayıp kaçacak delik bırakmayanından iyice korkar, uzak dururlar. Caddenin olağanüstü bir hali yoktur oysa. Gördüğünü yansıtabilir ancak. Herkesten, herşeyden; en yakın dosttan, sevgiliden, ana, babadan bile daha dürüsttür yani. Kollamaz ama dürüsttür.

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir.

Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde. Yüzleri yerine gölgeler çıkar karşılarına. Korkarlar kendilerinden. Karanlıktan korkarlar çünkü. Kendi karanlıklarından ödleri patlar.

Trene binip uzaklara gitmek isterler öyle zamanlarda. Vagonlar tıklım tıklım olur. Merdivenlere asılırlar. Camlara tutunurlar. Lokomotife saldırırlar.

Lokomotif, insana ait izleri buharlaştırır ilerleyebilmek için. En çok da mektupları, fotoğrafları, oyuncakları, şiirleri, patikleri, romanları…

Ses etmezler buna. Aksine kafa sallayarak onaylarlar. Çünkü uzaklaşması lazımdır trenin. Akıllarına başka çare gelmez. Raflarında, sandıklarında, ceplerinde, göğüslerinde ne varsa kucaklar, kuyruğa girerler. Trende bir koltuk, hiç değilse koridorda bir tutacak kapabilmek için.

Düdüğün buhar salarak her ötüşünün ardından kuyruk biraz daha uzar. Geride kalmak istemez kimse. Diğerleriyle birlikte hiçbir şeysiz birer hiç kimse olmaya razı… Makinist bilir bunu. Düdüğü acı acı öttürür. İnsanları hizaya getirir.

Siyah bulutlar sinsice örter yeryüzünü. Hepten karartmaz. Gri bırakır azıcık. İnsanlar başka yerde daha çok ışık var sanırlar. Daha çok çırpınırlar bu yüzden. Daha da silikleşmeye razı olurlar. O aydınlık diyarda her şeyi telafi edebileceklerine, hayatlarını yeniden inşa edebileceklerine inanırlar. İnanmak isterler. Ancak öyle var olmayı sürdürebilirler.

Tren düdüğünü öttüre öttüre tıka basa doldurur vagonları, koridorları… İçerdekiler ilerlediklerini sanırlar. Oysa tren buharlar saçarak, sarsılarak yerinde saymaktadır. Her ötüşü bir durak sanır yolcular. Karanlıktan etrafı göremezler. Uyuyakalır kimisi, uykuları da kapkara, rüyasız. Ne kadar uzaklaştıklarını kestiremez diğerleri. Gözleri çöküktür, omuzları daha beter…

An gelir, makinist bile inanır ilerlediklerine. Kazanı hatıra defterleriyle, aile albümleriyle, ilkokul karneleriyle, istek parça peçeteleriyle, kitap arasında kurutulmuş çiçeklerle, poğaça, kek tarifleriyle doldurdukça coşar. Sarsılmaktadır tren siyah bir kısrak gibi. Var oluşun kanıtları tutuştukça, şahlanmaktadır.

Oysa çocuklar set çekmiştir trenin önüne.

Yetişkinler trene binmek için birbirleri ile mücadele ederken onlar sıralarını, kara tahtaları, öğretmen kürsülerini taşımışlardır okullarından. Topaçlarını, bebeklerini, lastik toplarını getirmişlerdir. Sümüklerini, tokalarını, dil çıkarmalarını. Yeni öğrendikleri küfürleri, evcilik oynarken takındıkları halleri getirmişlerdir. İtiraf edemedikleri aşklarını, oyuna çağırmaya utandıkları arkadaşlarını çekip getirmişlerdir kollarından, hazır ortalık karanlık diye.

Anıları tazeciktir çocukların henüz, lokomotif kazanında yanmaz. Göz altları porselen gibidir, çökmez. Dudakları gülüverir kendiliğinden, mühür tutmaz.

Yığınak yapmışlardır trenin önüne. Geçit vermez.

Bir tek onlar kalmıştır düş görebilen. Düşünde aydınlığı görebilen. Aydınlığın uzakta olmadığını hisseden. Büyümenin eldekileri yitirerek değil, onları çoğaltarak mümkün olabileceğini sezen.

Çocuklar gitmek istemezler uzaklara. Trene tırmanmayı, halının üstüne ray döşemeyi severler de yuvalarını trenlerden daha çok severler aslında. Arkadaşlarını yolculardan. Köpek havlamasını tren düdüğünden. Oynamayı seyahat etmekten.

Tüketmemiştir çünkü henüz çocuklar. Daha yeni başlamaktadırlar.

Göz bebekleri ışıl ışıldır çocukların, zifiri karanlıkta bile. İşte o ışıltı kıvılcıma dönüşür bir gün. Ansızın. Şimşek olur uzanır yukarı doğru. Gökyüzüne kadar… Usulca yarılır o zaman simsiyah bulutlar. Bulutların üstü hep güneş, pür aydınlıktır zaten. Işık yağmaya başlar yeryüzüne. Toprağa, dallara, yollara, okullara, terk edilmiş evlere…

Yolcuların gözleri kamaşır fena halde. Bu kez de ışıktan körleşirler. Onlar kendilerine gelinceye kadar çocuklar kıkırdayarak taşırlar sıraları, kürsüleri, topaçları, bebekleri… İlk aşklarından köşe bucak kaçarak, oyuna çağıramadıkları arkadaşlarından birkaç adım uzakta.

İnsanlar ağır bir uykudan uyanır gibi, gözlerini ovuşturarak inerler trenden. Evlerine doğru ağır ağır yürürler. Biraz şaşkın, biraz donuk… Yeniden aydınlığa kavuşmaktan memnun, bellekleri, yürekleri bomboş…

Çocuklar okullarına gönderilirler ertesi sabah. Akılları bir karış havada.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum. İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor…

HACI

Soğanla bir yandı göz pınarları. Gözyaşları büyüdü, taş gibi kaskatı oldu. Buruşuk gözlerine sığmadı… Derken yağ gibi kaygan, akmaya başladı. Önce kır sakalını, sonra yeni önlüğünün göğsünü ıslattı.
İncecik parçalara ayırdığı soğanı kıymanın üstüne boca etti. Ayçiçek yağını dökerken boğazını düğümleyen yumru da küçüldü sanki biraz. Kimyon ve karabiberden birer tutam aldı. İçinden sure okumaya koyuldu.

BEYAZ DAVET

Size mucizeden bahsetmiyorum ki. Henüz bilmediğiniz bir varoluş evresinden söz ediyorum. Madem ki, Tanrısala ulaşmak sizin için bu denli önemli, gelin sizi Tanrı’nın katına…

MEZARCI

Zarif adamdı aslında. Çay kaşığını tutuşuyla, bacak bacak üstüne atışıyla, uzun kirpiklerini kırpışıyla. Çürük ama güzel güler, eski ama temiz giyinirdi. Mezarlıktan çıkacağı zamanlar muhakkak gasilhanede yıkanır, saçlarını gül suyu ile tarar, kazanda kaynattığı ölü giysilerinden mevsimine göre uygun bir şeyler seçer, eliyle kırışıklıklarını ütüledikten sonra sırtına geçirirdi.

Cılız kolları çukur açıp kapamaktan, ölü ve su tenekesi taşımaktan çelik gibi kaslı ve güçlüydü. Ama yetişkin erkek pantolonlarının, tişörtlerinin, hemen hepsi bol gelirdi çelimsiz bedenine. Çocuk giysilerini ise asla giymezdi. Onları da kazanda kaynatır, ipe asıp kurutur, bir ölü battaniyesine sarar, Çocuk Esirgeme Yurdu’nun kapısına bırakırdı.

Ölüler ve köpeklerle konuşurdu bir tek. İnsanlara en fazla işaret ederdi. İşaret parmağını havada döndürüp kahveciden çay isterdi. Parmaklarını bohça gibi birleştirip ağzına götürerek bakkaldan ekmek isterdi. Kafa şişiren biri olursa parmağını dudaklarına götürüp sessizlik isterdi. Ölüyü gömdükten sonra avuçlarını göğe açıp rahmet isterdi.

İnsanlar sevmezdi onu. Mezarlıkta sevdiklerinin ölüsünü gömen bu adama kimisi hınçla, kimisi korkuyla bakardı. Kadınlar dua mırıldanmaya başlardı sokakta onu görünce. Kahvehaneye girdiğinde, kağıt oynayan erkekler “tövbe estağfurullah” diye söylenirlerdi, “nerden çıktı şimdi bu uğursuz!”.

En kuytu köşedeki masaya otururdu. Başı hep öne eğik. Çayını dikkatle, kaşığı bardağa değdirmeden karıştırırdı; küreğini mezara dizdiği tahtalara çarptırmamaya özen gösterdiği gibi.

Çomar o sırada kahvehanenin kapısına oturmuş, onu bekliyor olurdu. Kedi gelse, pençe vursa yine yerinden kıpırdamaz.

Çay kaşığının sapını boş bir sandalyeye bakacak şekilde çay tabağına yaslardı. “Sap kime dönükse sıra onda demektir” demişti bir gece düşünde ak sakallı bir dede. O geceden beri mezar kazdığı küreğin sapını da mutlaka boşluğa çevirirdi.

Ölüleri severdi. Sessiz, stressiz, alçak gönüllü olurlardı. Kendisine benzetirdi onları. Ama kimse ölsün istemezdi. Gömmeye üşendiğinden değil de insanların ölmek istemediğini bildiğinden.

Çocuk Esirgeme Yurdu’ndaki çocuklar sevinirdi bir tek onu görünce. Battaniyeye sarılı bohçayı okullarının kapısına bıraktıktan sonra, çürük çürük gülümseyerek yatakhane camına doğru el sallayan bu tuhaf adama hararetle karşılık verirlerdi. Çomar da yanında durur, kuyruk sallardı.

Çocukların bohçada ölü çocuk giysileri olduğundan haberi olmazdı. Ama onun iyi bir adam olduğunu anlarlardı işte. Çocuklar ve köpekler, kimin iyi olduğunu hemen anlarlardı. Çomar mesela iyi ölülerin mezarından ayrılmazdı ilk gece.

***

Yağmurlu bir sonbahar günü, ikindi namazından sonra Çocuk Esirgeme Yurdu’ndan bir hademe, arabanın bagajında, battaniyeye sarılı bir çocuk ceseti getirmişti mezarlığa. Emaneti teslim eder etmez ne yıkanmasını ne de gömülmesini beklemiş, basıp gitmişti.

Çomar’la birlikte halletmişlerdi bütün işi. Çomar, dişleriyle kefen bezinin ucunu tutmuş, patileriyle çukur kazmaya, mezarı kapatmaya yardım etmişti.

Öyle çok kişinin üstünü toprakla örtmüş, öyle çok çığlık, isyan, inilti, yakarma duymuştu ki. Yüreği de kolları gibi taşlaşmıştı yıllar önce. Ama bu kez, hiç alışkın olmadığı bir itiraz duyuyordu içinde. Haşa, ölüm Allah’ın emri ona karşı değildi itirazı. Acımazdı da ölülere. Kaç yaşında olursa olsun. Severdi onları. Konuşurdu. Ağırbaşlı olurdu ölüler. Dinlemeyi severlerdi. Sorulara muhakkak sessizce yanıt verirlerdi.

Bu çocuk naaşıyla konuşamıyordu. Gömme işini bitirmiş, kenara saçılmış toprakları ortaya yığıyordu. Gözünün önünden gitmiyordu çocuğun solmamış yanakları, çökmemiş göz altları, henüz kanı çekilmemiş körpecik derisi.

“İyi misin?” diye soruyordu. Yanıt alamıyordu. İyiydi muhakkak, halbuki. Çomar çoktan yatmıştı bile üstüne. Çocuk bu, melek yarısı. İyi olacaktı tabi.

Yüreği sıkışıyordu. İşini bir an önce bitirip kahvehaneye gitmek geldi içinden. Hava erken kararmıştı. Rüzgar kuvvetli esiyor, yağmur çiseliyordu. Serviler üstüne üstüne eğiliyordu.

Küreği bıraktı elinden. Bu hareketi her yapışında küreğin sapı yeni mezarın içindeki ölüyü gösterirdi. Ak sakallı dedenin dediği gibi. Bu kez tuhaf bir şey oldu; kürek dümdüz aşağı düşerken bir taşa, toprağa ya da alacakaranlıkta fark edemediği bir engele takıldı ve sap dönüp, başka bir mezarı işaret etti.

İçindeki huzursuzluk büyümüştü. “Kalk kahveye gidelim.” dedi Çomar’a. Doğduğundan bu yana sözünden çıkmamış Çomar istifini bozmadı. Af dilercesine baktı. İnlemeye benzer, acıklı bir ses çıkardı ve nemli toprağın üzerindeki yerini sağlamlaştırdı.

Az şey bilirdi. Ama onları oldum olası bilirdi. O akşamsa bildiği her şeyi unutmuş gibiydi. Yalpalayarak mezar taşları arasında yolunu bulmaya çalıştı. Rüzgar hepten şiddetlendi. Gözünü açamaz, cılız gövdesini ilerletemez oldu.

Tökezleyerek birkaç adım geri gitti. Yanlışlıkla bir mezara bastı. Hemen yandaki servi ağacının gövdesine sarıldı. Sarı yapraklar, otlar havada uçuşuyor, fırtına giderek büyüyordu. Çomar havlamaya başladı. Yerinden ayrılmıyor, onun havlama şiddeti de fırtına ile birlikte büyüyordu.

Başını Çomar’ın bulunduğu yöne çevirerek, “geliyorum evlat” diye bağırdı. Rüzgar öylesine kuvvetliydi ki, ağacın gövdesini bırakması ile sendeleyip yere düşmesi bir oldu. Geriye doğru sürüklendi de biraz. Çomar daha da ısrarcı havlayarak, acele etmesini söylüyor, o ise bir türlü toparlanıp on metrelik mesafeyi aşamıyordu.

Sonunda Çomar mezarı terk edip, yardıma geldi. Mezarcı, ona tutunarak çömeldi ve beraber ağır ağır, fırtınayı yara yara Çomar’ın geldiği yöne doğru ilerlemeye başladılar.

Çomar az önce kapattıkları mezarın başında durdu. Bu kez havlayarak değil, konuşarak taze örtülmüş toprağı gösterdi. Arka ayakları ile eşelemeye başladı. Mezarcı dikkatle Çomar’a baktı.

“Yaşıyor mu?” diye sordu.

Çomar başını salladı. Toprağı kazmaya başladılar. Biri elleri, diğeri ayakları ile. Var güçleriyle. Hiç olmadıkları kadar telaşlı. Kürek sonradan aklına geldi Mezarcı’nın. Çomar arka ayakları ile, o kürekle devam ettiler.

Tahtalara ulaştılar çok geçmeden. Aşağı toprak dökülmesin diye biraz daha dikkatli davrandılar sonlara doğru. Derken tahtalardan biri hareketlendi. Usulca yukarı kalktı. Sonra yanındaki. Tahtaların arasında oluşan karanlık boşlukta bir çift göz belirdi. İki küçük ışıltı; zifiri karanlıkta belli belirsiz parlayan yıldızlar gibi.

Fırtına hafifledi biraz. Çomar sevinçten şarkılar söyleyerek mezarın etrafında dört dönüyor, mezarcı çukurun içinde, kucağında kefene sarılı çocukla beraber hüngür hüngür ağlıyordu.

Zarif adamdı aslında. Çocuklarla köpekler dışında bunu kimse bilmiyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri. Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder. Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu.

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi. Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.