“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.”
Günlerdir onu arıyordu.
Otogar’a ayak bastıktan bir saat sonra elinde bavuluyla Galata Kulesi’ne çıkmıştı. Seyir balkonunda karşısına çıkan manzarayı soluksuz seyretmiş, gümüş rengi bir boynuz gibi eski İstanbul’un altını çizen Boğaz emanetine Haliç dendiğini öğrenmişti. İşinin sandığından çok daha zor olduğunu orada anlamıştı. Sırtı Kule’ye, yüzü Haliç’e dönük o kadar çok bina vardı ki, mektupta bahsedilen çatı katını bulmaya çalışmanın, samanlıkta iğne aramaktan farkı yoktu.
Ama ne o an, ne de sonrasında ona ulaşacağı konusunda en ufak bir ümitsizliğe kapıldı. Uzun süredir tekrarlanan ve her defasında biraz daha detaylanan rüyasının muhakkak bir manası, tercümesi olmalıydı. Artık İstanbul’a ayak bastığına göre, ona hiç olmadığı kadar yakındı.
***
Camları kırık, sıvaları dökük, kaderine terk edilmiş binalarla dolu bir sokakta başlıyordu rüya. Dört katlı, çürük bir apartmanın önünden geçerken, yukarıdan bir kanat çırpma sesi geliyordu. Başını kaldırıp sesin geldiği yöne bakınca çatıda bir martı silüeti ve en üst katın penceresinden sızan zayıf, sarı ışığı görüyordu… Demir sokak kapısının, camı kırılmış çerçevesinden içeri sokuyordu elini. Kilidin dilini güçlükle çekiyordu. Omzuyla yüklenince paslı kapı gıcırdayarak açılıyordu. Sonrası ürpertici, karanlık bir çekim gücü… Merakı giderek yerini korku, pişmanlık ve paniğe bırakıyordu. Ama o, iradesi esrarengiz bir güç tarafından ele geçirilmiş halde; ne durabiliyor, ne de geri dönebiliyordu. Kara büyü yapılmış gibi aniden demir tırabzana yapışıyordu eli; döne döne tavan arasına doğru çekiliyordu.
Sonra birden en üst katta nefes nefese kapıyı tıklatırken buluyordu kendini. Yanıt gelmiyordu. Daha kuvvetli vuruyordu. Ölüm sessizliği… Daha da kuvvetli. Nihayet bir tıkırtı duyuluyordu. Ayak sesleri toklaşarak kapıya doğru yaklaşıyordu. “Kim ooo?” diye bir ses yükseliyordu adımların bittiği yerden. Kadın mı, yoksa erkek sesi mi olduğu anlaşılmıyordu.
“Ben’im” diye cevap veriyordu. “Kardeşin!”
Sessizlik oluyordu. Uzun, zifiri karanlıktan da koyu bir sessizlik… Sonra kapının arkasındaki onlarca kilit sırayla açılmaya başlıyordu. Dakikalar sürüyordu bu. Ne çok kilit vurulmuş hayatına diye geçiriyordu içinden. Sabırsızlanıyordu. Nihayet kapı aralanıyordu ağır ağır. Kapı ile pervaz arasından altın rengi ışık sızıyordu. Çok güçlü, kapsayıcı, merhametli bir ışık… O, tam ortasında dikiliyordu kapı aralığının. Işık öyle güçlüydü ki; saçları, yüzü, giysileri, bedeni, altın renginin içinde eriyordu. İnsan olduğu anlaşılıyordu yalnızca. Hıçkırarak kollarını açmış, yaradılışı nasıl izin veriyorsa öyle olmaya çalışan; kardeşini, çocukluğunu çok özlemiş bir insan!
***
Yüksekkaldırım’da ucuz bir otel odasına yerleşmişti. Eflatuna boyalı, tuvaletsiz, lavabolu bir odayı Göz Hastanesi’nde tedavi gören gözleri bantlı yaşlı bir adamla paylaşıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla kalkıyor, koluna girdiği yaşlı adamı hastane girişine bırakıyor, sokağın başındaki poğaçacıdan sıcak bir poğaça alıp yola düşüyordu. Galata Kulesi’ne sırtını vermiş, Haliç sokaklarına birer birer girip çıkıyor, Perşembe Pazarı, Azapkapı, Şişhane, Tepebaşı ve Kasımpaşa’da hangi semtte olduğunu bilmeden yürüyor, yürüyordu.
Sırılsıklam ıslanıyor, açlıktan karnı kazınıyor, su toplamış ayakları sızlıyor ama o hiç durmuyor, mola vermeksizin yürümeye devam ediyordu. Parası da zamanı da kısıtlıydı; birkaç gün içinde Ankara’ya gitmesi, süresi dolmadan fakülteye kaydını yaptırması, öğrenci yurdunun harcını yatırması gerekiyordu.
***
Kasımpaşa’da yanından geçen kornalı asker uğurlama konvoyu, ağabeyini üniversiteye yolcu ettikleri günü düşürdü aklına. Ailecek peronun kıyısına dizilmiş, otobüsün kalkmasını bekliyorlardı. Babası neredeyse yiyordu filtresiz sigarasını. Kara kara duman ve öfke tütüyordu. Annesi baş örtüsünün ucuyla gizlice gözyaşlarını siliyordu.
Onunsa duyguları karmakarışıktı. Mahalle arkadaşlarının alay ve hakaretlerinden kurtulacağı, babası ile ağabeyinin giderek şiddeti artan kavgaları son bulacağı için rahatlıyordu bir yanı. Diğer yanıysa hayatta ona en çok inanan insanı; konu ne olursa olsun dikkatle dinleyen, yol gösteren, cesaretlendiren biricik ağabeyini yitirmenin sancısıyla kıvranıyordu.
O gün orada dikilmiş, hiç durmadan el sallarken, ağabeyinin az sonra kasabalarından ayrılacağını ve bir daha asla dönmeyeceğini sezmişti. Annesi de sezmişti bunu. O da artık gizli gizli değil, hıçkırarak ağlıyordu.
Ağabeyi ise buz gibi bakışlarla bakıyordu onlara. Dudağında donuk bir tebessüm; her zamanki gibi tedirgin ve hiç olmadığı kadar umutlu.
***
Kasımpaşa’da yaşayanlara Galata Kulesi’nin en son nereden göründüğünü sordu. Tuhaf tuhaf baktılar yüzüne. Yürüdü o da. Daha hızlı yürüdü…
Kule’yi görebileceği bir nokta arıyor, sonra ona sırtını veriyor ve Haliç’e bakan binaları tarıyordu. Kimisinin altında dükkan, kahvehane, tamirci oluyordu. Kimisi betebe kaplı “maşallah” mozaikli aile apartmanları… Öyle geleneksel mahalleleri, muhafazakar sokakları vakit kaybetmeden geride bırakıyordu.
Hızlı hızlı yürürken, ikide bir başını çevirip Kule görünüyor mu diye kontrol etmekten boynu tutulmuştu. Az beslenip çok yürümekten bir haftada avurtları çökmüş, topukları yara olup kabuk bağlamış, tekrar soyulmuş, daha beter yara olmuştu.
Ama o ne şikayet ediyor, ne de ümidini yitiriyor; yürüdükçe geçmişiyle yüzleşiyordu. Hasır altı ettiği hatıralar, İstanbul’un arka sokaklarında bir bir karşısına çıkıyordu.
Kendi halinde bir kırtasiye dükkanına giren okul formalı bir çocuğa takılıyordu gözü mesela. Aynı o günkü gibi ılık bir Eylül akşamüstüsü, okul kitaplarını almak için Nusret Amca’nın kırtasiye dükkanına gitmişlerdi babasıyla. Nusret Amca her sene okullar açılmadan mal almaya İstanbul’a gelirdi. Onları kapıda görünce başıyla işaret edip dükkanın kuytu köşesine yönelmişti. “Bak kardeşim” demişti babası karşısına gelince. “Sen benim kan kardeşimsin.” Elini omzuna atıp yüzünü iyice yüzüne yaklaştırmıştı. “Merak etme bu söyleyeceğim aramızda sır olarak kalacak…”
Sonra bıyıklarını ısırmayı bırakıp, Beyoğlu’nun ana caddesinde ona rastladığını söylemişti, sözde fısıldayarak… Yüzünde bir parmak makyaj olduğunu… Kadın gibi giyindiğini… Nusret Amca’yı tanıyınca, kendisi gibi giyinmiş kart sesli iki arkadaşıyla beraber koşar adım, karanlık ara sokaklarda gözden kaybolduğunu…
***
Gitgide uzaklaşıyordu Galata Kulesi’nden… Nusret Amca’dan… Babasından… Çocukluğundan… Kule’den uzaklaştıkça rüyasından da uzaklaşıyordu..
Bir gece uykusundan annesinin feryatları ile uyanmıştı. Yatağından fırlayıp koridora çıktığında annesini babasının ayaklarına kapanmış, yalvararak onu durdurmaya çalışırken bulmuştu. Babası bir eliyle bavulunun kulbunu sıkıyor, diğer eliyle annesini itiyordu. Hem oğlunu, hem kocasını yitirirse yaşayamayacağını haykıran karısına, “o ne idüğü belirsize oğlum demeyi kes!” diye bağırıyordu. “Peki ben… O namussuz, kadın kılığında piyasa yaparken ben yaşıyor muyum?”
O gece annesiyle epey dayak yemiş ama babasının İstanbul’a gitmesini engellemişlerdi. Ertesi gün annesi bavulu çeyiz sandığına saklamış, kilitlediği dolabın anahtarını da bir daha kolyesinin ucundan çıkarmamıştı.
***
İstanbul’a gittikten üç ay sonra ağabeyi bir veda mektubu yazmıştı annesine. Hepsini teker teker çok sevdiğini söylüyordu. Onları üzdüğü, özellikle babasını hayal kırıklığına uğrattığı için çok acı çektiğini; hiçbirinin bunu hak etmediğini, ama kendisinin de yaradılışına aykırı bir hayata mecbur edilmeyi hak etmediğini; İstanbul’da kendisi gibi arkadaşlar bulduğunu ve adeta yeniden doğduğunu yazıyordu.
Annesi onun artık kozasını yırtıp kanatlandığını, bir daha çıktığı kabuğa geri dönmeyeceğini anlamıştı. Bu kopuştan ötürü derin bir acı duyarken, yavrusunun mutluluğu için her fırsatta ellerini açıp dua etmeyi ihmal etmiyordu.
Babası insan içine çıkacak yüzü kalmadığını söyleyerek işi bırakmıştı. Artık kahvehaneye, birahaneye gitmiyor; mecbur kalmadıkça gülleri dışında kimseyle konuşmuyor, beş vakit namaz kılıyordu.
Küçük oğlu son sınıfa başladığında, kesin bir dille onu dershaneye gönderecek parası olmadığını beyan etti. Kısmen doğruydu. Öte yandan, onun da büyük şehre gidip yoldan çıkmasından korkuyordu.
***
Sabahın köründen gece yarılarına kadar yoldan çıkmamaya dikkat ediyor, büyük şehrin engebeli kaldırımlarında kör topal yürüyor, yürüyordu. Parası tükenmek üzereydi. Üstelik son kayıt tarihine bir gün kalmıştı. Taksim’deki yazıhaneden Ankara otobüs biletini aldıktan sonra Tarlabaşı’ndan Şişhane’ye indi. Akıl danıştığı Siirtli bir avizeci, “Hemşerim buralarda öyle bahsettiğin gibi Haliç manzaralı izbe bina pek olmaz. Sen en iyisi Perşembe Pazarı taraflarına bak” deyince Yanıkkapı’yı ve Arap Camisi’ni geride bırakarak Tersane Caddesi’ne ulaştı.
Tıka basa mal dolu hırdavatçıları, zincircileri, elektrikli el aleti bayilerini, pilavcıları, kokoreççileri, muslukçuları, beş asırlık bedesteni geride bıraktı. Sahil tarafında sokaklar çamurlu, binalar sıvasız, martılar telaşsızdı. Süresi gitgide daralıyordu. Rüyasına giderek yaklaştığını hissediyordu.
***
Bir akşam ağabeyinin kasabadaki tek arkadaşı, Terzi Nihat Amca’nın oğlu Nedim Ağabey onu kuğulu çay bahçesine çağırmıştı. Kibar bir delikanlıydı. Çok güzel kadın giysileri diker, provalarda kasabadaki tüm dedikodulardan haberdar olurdu.
Birer çay ısmarladıktan sonra etrafı kolaçan edip, her ihtimale karşı kulağına doğru eğilerek, ağabeyi ile mektuplaştıklarını söylemişti. Ağabeyi en çok onun nasıl olduğunu sorardı. Nedim Ağabey de son mektubunda babasının onu dershaneye göndermediğini söylemişti… Tam burada anlatmayı kesip montunun iç cebinden bir tomar para çıkarmış, masanın altında onun eline tutuşturmuş; biricik kardeşinin de kendine ait bir hayat kurabilmesi için ağabeyinin bunu ona gönderdiğini söylemişti.
Kuğuyu izler gibi yaparak göz yaşlarını gizlemeye çalışmıştı bir süre. Nedim Ağabey kalkmaya yeltenince, teşekkür etmek için ağabeyinin adresini rica etmişti. Nedim Ağabey, adresini kimseyle paylaşmaması konusunda ağabeyinden kesin talimat aldığını ama mektubunu ona getirmesi halinde kendi yazdıkları ile birlikte İstanbul’a gönderebileceğini ifade etmişti.
Babasına burs aldığı yalanını söyleyerek başladığı dershanede, öğrenim hayatı boyunca hiç olmadığı kadar başarılı olmuş; İstanbul üniversitelerini yazması yasaklanınca, Ankara’da istediği fakülteyi kazanmayı bilmişti.
Babasına kayıt tarihini bir hafta erkene çekerek bildirmiş, yolda Ankara otobüsünden inip doğruca İstanbul’a gelmişti. Cebinde ağabeyinden aldığı son mektubu taşıyordu. Onu aramak için İstanbul’a geldiğinden, Nedim Ağabey’in bile haberi yoktu.
***
Akşam hava kararırken oteline döndü. Lavaboda elini yüzünü yıkadı. Oda arkadaşının tek gözünün az da olsa görmeye başladığını öğrenince sevindi. Gün içinde birkaç kez terleyip kurumuş gömleğini çıkardı. Ertesi sabah erken ayrılacağı için yıkamadan bavuluna yerleştirdi. Resepsiyonda hesabını kapattı. Veda turu için Yüksekkaldırım’dan aşağı inmeye başladı.
Galata Köprüsü’ne kadar yürüdü. Balıkçılar arasında bulduğu ilk boşluğa sokularak demir korkuluklara yaslandı. Altın rengi bir hare eşliğinde minareleri göğe yükselen Süleymaniye’yi uzun uzun seyretti. Belki henüz ağabeyini bulamamıştı ama bu baş döndürücü kente şimdiden aşık olmuştu.
Başını Galata tarafına çevirdi. Motorlar iskeleye yanaşıp ayrılıyor, martılar balık halinin etrafında dört dönüyordu. Birden dondu kaldı! Çatısına yavru bir martı konan kum rengi binayı görür görmez tanıdı: Birinci katı kepenkli, ikinci katı dikdörtgen pencereli, üçüncü katın pencereleri kemerli, çatı katınınkiler Pimapen’li…
Koşmaya başladı. Alt geçide inen merdivenleri üçer beşer atlayarak geride bıraktı. Köşede olta ve balıkçı malzemeleri satan dükkanın önünden dar, çamurlu sokağa saptı. Kum rengi binanın önünde durdu. Rüyasındaki apartman onun bitişiğindekiydi! Emin olmak için saydı. Bir, iki, üç, dört katlıydı. Gözlerini kısarak baktı. En üst katın penceresinin kenarından altın rengi bir ışık sızıyordu. Apartmanın girişine yöneldi. Demir sokak kapısının camı kırılmış penceresinden elini güçlükle sokarak kilidin dilini çekti. Omzuyla yüklenince paslı kapı gıcırdayarak açıldı.
Sonrası demir tırabzanlar… Karanlık bir çekim gücü… Zifiri sessizlik… “Ben’im… Kardeşin!”
Ayak sesleri… Açılan kilitler…. Kilitler… Kapsayıcı, merhametli bir ışık… Ve o ışığın içinde saçları, yüzü, giysileri, cinsiyeti eriyen, yaradılışları nasıl izin veriyorsa öyle var olmaya çalışan iki insan…
Ağabeyi hıçkırarak, dev bir martı gibi kanatlarını kocaman açarak; biricik kardeşine, çocukluğuna, köklerine hasretle sarılıyor. O doğduğu günden bu yana; kardeşi ise ağabeyi evden ayrıldığından beri ilk kez kendini tamamlanmış hissediyor. Bir daha asla birbirlerini eksik bırakmamaya, sessizce söz veriyorlar.
Sırtlarını Galata Kulesi’ne dayıyorlar. Sabaha kadar denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında el ele oturup, üzerine rengarenk Köprü ve Cami ışıkları dökülen Haliç’i seyrediyorlar.