Yazar: Tgumusay

FERRARİ

Onlara ilk kez “Ferrari” diye seslenen, çınaraltındaki durakta çayını yudumlayan bir taksici olmuştu. Ayrılmaz üçlüye takılan bu lakap hızlıca benimsendi ve mahalleli tek tek isimleri ile çağırmaktansa onlara topluca “Ferrari” demeyi daha kolay ve eğlenceli buldu.

Tekerlekli sandalyeli Pilot, Ferrari’nin direksiyonuydu. Nereye gidileceğine o karar verirdi. Hangi hızda ilerleneceğine de. Kopi (İngilizce pilot yardımcısı anlamına gelen co-pilot’tan türetme olduğunu çok az kişi bilirdi) her zaman Pilot’un yanında yürür, durmadan konuşurdu. Pilot, mahalledeki dedikodulardan son çıkan oyunlara, spor haberlerinden öğretmenler odasında konuşulanlara, kızların oğlanlar hakkında ne düşündüklerinden, hangi arabanın ne kadar hız yaptığına dek hemen her konuda fikri, söyleyecek bir ton şeyi olan Kopi’yi dikkatle dinler, uydurma ya da abartılı olanları geçiştirir, önemli bilgi ve haberler hakkında art arda sorular sorar, aldığı kararlarla Ferrari’nin yönünü belirlerdi.

Arka koltukta ise ön taraftaki konuşma ve kararlara pek bulaşmadan Pilot’la Kopi’yi takip eden Turist bulunurdu. Düşünmeyi, çalışmayı pek sevmeyen dost canlısı bir çocuktu. Bir salyangozu, çürümüş bir armutu, çimento karıştırıcısını saatlerce ağzı açık seyredebilirdi. Oyuna ya da yardıma çağırıldığında ise o saf ve ağır hali gider, şaşırtıcı bir hızla çevik ve eğlenceli birine dönüşürdü.

Birbirlerine öylesine sıkı sıkıya bağlıydılar, öyle güzel tamamlıyorlardı ki, tek başlarına kaldıkları zaman kendilerini birer yedek parça gibi hissediyor ancak bir araya gelip Ferrari’yi oluşturduklarında bir anlama kavuşuyorlardı.

O yaz keyiflerine diyecek yoktu. Mahallenin yollarına parke taşı döşenince Pilot’un arabasının, dolayısıyla Ferrari’nin hızı artmıştı. Kopi’nin, yaşının artık yeterince büyüdüğünü öne sürerek bütün günü dışarıda geçirebilme hakkına sahip olması gerektiğini savunduğu görüşmeler, babasının pes etmesi ile neticelenmiş; Kopi’nin durumunu örnek gösteren Pilot ve Turist de çok geçmeden özgürlük alanlarını genişletmeyi başarmışlardı. Artık sabahları evlerinden çıkarken yanlarına ekmek arası peynir, bazen de domates alıyor, kumanyalarını Pilot’un tekerleklerinin altına yerleştiriyor, bütün gün diledikleri gibi takılıyor, öğlen eve dönmek yerine kısa bir mola vererek yarım ekmeklerini kemiriyorlardı.

Okul bahçesindeki basket maçlarında karşılarına çıkanı deviriyorlardı. Turist’in ribauntları, Kopi’nin asistleri ve Pilot’un isabetli şutları birbirini öylesine tamamlıyor, her biri gözü kapalı diğerlerinin nerede duracağını, topu ne zaman ne tarafa atacağını öyle iyi biliyor, bireysel zaaflar takım arkadaşları tarafından öyle iyi kapatılıyordu ki, rakipler bir süre direnmeye çalıştıktan sonra teslim oluyor, maçlar her defasında farka gidiyordu. Küçük çocuklar “Ferrari” tezahüratına başlıyor, işte o zaman Turist’in potaya asılıp maymun gibi sallanmaları, Kopi’nin bacak arası pasları ve Pilot’un arkası dönük basket şovları başlıyordu.

Çayda balık avlamakta da ustaydılar. Kopi kahvehanede konuşulanlara kulak verip balık sürülerinin hangi bölgelerde gezindiğini öğrenir, Pilot akşamdan kurşunları, misinaları, iğneleri, yemleri ayarlar, Turist de beline kadar suya girip kamışı atar, hiç şikayet etmeden saatlerce beklerdi. Sonunda bilgi, teknik ve sabırla hareket eden Ferrari ödülünü iri bir kefal ya da adam başı birer tane alabalıkla alır, Kopi’nin topladığı çalı çırpıyı tutuşturan Pilot’un ağaç dallarından yonttuğu şişlerde nar gibi kızaran balıklar afiyetle yenirdi.

Balığın bol olduğu ya da Ferrari’nin şansının yaver gittiği günler hasılatı kasabaya götürüp satar, kazandıkları parayı ya panayır zamanı tüfekle mantar patlatma, boks topunu yumruklama, bardağa top atma gibi oyunlar oynamak için biriktirir, ya parkta keyifli zaman geçirmek için kutu oyunu, tavla, mini langırt filan satın alır, ya da basket maçlarında kendilerini destekleyen çocuklara şeker, çikolata dağıtıp bir sonraki maç için taraftarlarını motive ederlerdi. Bazen de balıkları satmak yerine, yaşlı, yoksul komşularına dağıtarak hayır dualarını alırlardı.

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı. Pilot ona dönerek:

“Kopi hiç değilse yemek yerken bırak şu okuma sevdasını da, Turist’in zeytinlerinin tadına bak. Ben böyle güzelini yemedim.” dedi.

Kopi toparlandı. Buruşuk gazeteyi katlayıp cebine koydu, heyecanını belli etmemeye çalışarak ziyafete katıldı.

Akşam ezanı okunurken her zamanki gibi önce Pilot’u evine bıraktılar. Turist’le başbaşa kalınca Kopi alelacele cebindeki kağıdı çıkardı.

“Bunu hatırlıyor musun?” diye sordu.

Turist’in gözlüğü burnunun ucuna düşmüştü. Ağzı açık:

“Yoo” diye cevapladı.

“Bugün Kuğulu Park’ta okuduğum gazete parçası. Şu habere bak.”

Turist, “Alpler’de Hamak Keyfi” başlıklı habere şöyle bir göz attı. İtalya’da dağların arasına halat çeken bir grup sporcu, halata taktıkları kancaların ucunda sallanan hamaklarda, yeryüzünden yüzlerce metre yüksekte dinleniyor, gitar çalıyor, sohbet ediyordu. Turist gözlüğünü iterek Kopi’ye döndü:

“Eee?”

Kopi heyecanlı ve sabırsız görünüyordu.

“Anlamıyor musun oğlum? Bu teknikle Pilot’un en büyük hayalini gerçekleştirebiliriz?”

“Kasabaya tepeden bakma hayalini mi?”

“Tam üstüne bastın. Biz şimdiye kadar hep onu tepenin zirvesine nasıl taşıyacağımıza kafa yorduk. Di mi?”

“Evet. Dönüşümlü taşımamıza yardım edecek sekiz on tane gönüllü buluncaya kadar ertelemiştik o işi.”

“Aslında biz büyüyüp kaslansak da bize eşlik edecek gönüllü bulamayacağımızı, parayla profesyonel dağcılar tutsak da adamların bu işi tehlikeli bulup kabul etmeyeceğini biliyorduk ama Pilot’u üzmemek için hiçbir zaman beceremeyeceğimizi itiraf etmiyorduk, di mi?”

Turist dudak büktü.

“Yani… Ben o kadar umutsuz değildim aslında. Ferrari’nin çözemeyeceği iş yoktur sonuçta.”

“Aslında haklısın. İşte bu haber bir çözüm ampulü yaktı kafamda.”

Kaldırıma çömeldi. Bir ağacın altındaki dal parçasını kırıp ucunu sivriltti. Toprağı düzeltip üstüne çizmeye başladı.

“Şimdi bak, burası tepe. Burası çay. Bunlar da çayın diğer kıyısındaki kayalar.”

Turist dikkatle dinliyordu.

“Bizim ulaşmamız gereken yer şurası, di mi?” Dalın ucu ile tepenin zirvesini işaret etti.

“Evet, en iyi kasaba manzarası orada.”

“Peki, bir kanca tepenin ucuna, bir kanca da aşağıdaki kayaya çakılsa… Araya bir dağcı halatı çekilse… Pilot’un sandalye de dört tarafından kancalansa ve o kancalar İtalyanlar’ın hamaklara yaptığı gibi halata geçirilse. Alttaki kayanın dibine kurulacak bir makara sistemi ile Pilot sandalyesinden inmeden tepeye kondurulur mu, kondurulmaz mı?”

Turist’in gözleri heyecan ve sevinçten faltaşı gibi açılmıştı.

“Kopi, zehir gibi çalışıyor kafan şerefsizim. Fizikten aldığın o 90’lar hakkınmış harbiden, helal olsun.” Yumruğunu sıkıp coşkuyla Kopi’nin omzuna vurdu. Kopi bir yandan acı içinde omzunu tutuyor, bir yandan gururla övgüleri kabul ediyordu.

***

Sonraki haftalarda Ferrari hemen her gün oy çokluğuyla balığa çıkmaya başladı. Çayda her zamankinden uzun kalınıyor, en güzel balıklar eskisi gibi pişirilmek yerine balıkçıya satılmak üzerine saklanıyor, bizimkiler peynir ekmeğe talim ediyordu. Pilot, arkadaşlarındaki değişimi elbette ki fark ediyor ama sorularına yanıt alamayınca kaderine razı oluyor, çoğunluğa uyarak o da diğerleriyle bir hareket ediyordu.

Epeyce paraları birikmiş, panayır zamanı da gelmişti. Bir sabah çitlembik ağaçlarının gölgesinde dinlenirlerken, Pilot yazı her zamankinden fazla çalışarak geçirdiklerini, panayırda doyasıya eğlenmeyi hak ettiklerini söyledi. Kopi çimenlere uzanmış, ağacın dalları arasından gökyüzünü seyrediyordu.

“Para harcamak yok, Pilot” dedi. “Bu yıl panayıra gitmeyeceğiz.”

Pilot şaşırdı. Aslında fikirler Kopi’den, kararlar Pilot’tan çıkardı. Turist: “Katılıyorum.” diyerek Kopi’yi destekleyince Pilot’un hayreti bir kat daha arttı. Genellikle bu ikisi uçuk kaçık tekliflerde bulunur, Pilot mantıklı açıklamalarla paranın idareli harcanması, başkalarına saygılı davranılması, riskli işlere girilmememesi için diğerlerini ikna ederdi. Son zamanlarda ise Kopi ile Turist aralarında gizli bir anlaşma yapmışcasına tam tersine fazla sorumlu, eli sıkı, hatta eğlencesiz davranıyor, durumu dengelemeye çalışan Pilot’un önerilerine de kulak asmıyorlardı. Pilot dayanamadı:

“Siz benden habersiz bir işler mi çeviriyorsunuz?”

Kopi omuz silkerek: “Yoo” dedi. “Amma şüpheci oldun sen de. Ben şahsen boks topuna yumruk atmak, ya da ilkokul yıllarında patlattığım mantarlardan birkaç tane daha vurmaktan daha anlamlı bir şeyler yapalım istiyorum o parayla.”

Turist, gözünü parmağındaki uğurböceğinden ayırmadan:

“Katılıyorum.” dedi.

Pilot, cüzdanının çıtçıtlı bölmesini sertçe açtı. İçinden bir tomar para çıkardı. Kopi’ye uzattı. “Alın o zaman para sizde dursun.” dedi. “Anlamlı şeylere harcarsınız.”

Kopi itiraz etmeden parayı aldı cebine koydu. Pilot birkaç saat surat astı. Sohbete katılmadı. Soruları kısa yanıtlarla geçiştirdi. Öğleden sonraki basket maçına kadar böyle gitti. Sonra yine “Ferrari” tezahüratları altında eski neşelerini buldular.

***

Tatilin bitmesine üç gün kalmıştı. Sabah, her zamanki saatte Ferrari toplanmış, yola çıkmıştı. Pilot: “Bugün hava serince, parka gidip Monopoly oynayalım.” diyerek sessizliği bozdu.

Kopi: “Bence çaya gidelim.” dedi.

Turist: “Katılıyorum.” diyerek onu destekledi.

Pilot artık bu ittifaka alışmıştı ama bu kez iyice saçmalıyorlardı:

“Oltaları almadık ki?” derken Kopi’ye döndü.

“Balık tutmayız biz de suyun akışını seyrederiz.” Bu defa yanıt Turist’ten gelmişti. Pilot başını iki yana salladı ama bir şey demedi. Çaya doğru ilerlediler.

Kayanın başında dağcı kıyafetleri giymiş iki adam onları bekliyordu. Tepeye doğru bir halat çekilmişti. Pilot’un şaşkın bakışları arasında önce Turist emniyet kemerini bağladı. Kemer halata takıldı ve dağcılardan birinin idare ettiği makara ağır ağır hareket ettirilerek Turist’i havalandırdı. Birkaç dakika sonra Turist tepeden el sallıyordu. Kopi, Pilot’a döndü:

“Hadi kardeşim. Sıra sende.” dedi.

Pilot kıpkırmızı oldu. Ne diyeceğini bilemedi. Dağcılar önceden test ettikleri aparatları birer birer önce tekerlekli sandalyeye, sonra da karabinalarla halata geçirdiler. Pilot’u emniyet kemerleri ile hem sandalyeye hem de halata bağladılar. Dengeyi sağlamak ve gerekirse müdahale etmek için bir dağcı da tekerlekli sandalye ile birlikte havalandı. Ağı ağır yükseldiler.

Pilot naralar atıyordu. Nihayet isminin hakkını veriyor, gerçekten uçuyordu.

Kopi de tepede aralarına katıldı. Hep birlikte kucaklaştılar. Pilot gözleri nemli:

“Biliyordum işin içinde bir bit yeniği olduğunu ama…” Turist’le Kopi haftalardır tuttukları kahkahayı bastılar. Pilot sözünü yutkunarak tamamladı: “Bu kadarını hayal bile edemezdim.”

Ferrari’yi tepenin zirvesine, yeryüzünde kasaba manzarasını en güzel gören yere park ettiler. Pilot arabanın altına bağladığı poşetten peynir ekmekleri çıkardı. Öğlen yemeklerini iştahla dişleyerek manzarayı seyre daldılar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BARIŞ

İki katlı, cumbalı, balkonlu, yüksek tavanlı; büyük camları, dev kapıları olan bir konakta yaşıyorlardı. Cıvıl cıvıl çocuk seslerinin, piyano, keman ezgilerinin, misafir kahkahalarının hiç dinmediği büyülü bir evde. Sabahları gün ışığı konağın camlarından içeri girebilmek için nasıl da iştahlanır, perde kenarlarından altın rengi şelaleler gibi odalara akar…

AGOP İLE AGATA

Agop sabaha karşı beşe doğru Beşiktaş’taki fırınlarının üst katındaki ufak odada gözlerini açıyor. Hava buz gibi. Dışarısı zifiri karanlık. Fırının alevinden yükselen turuncu ışığı takip ederek tahta merdivenden aşağı önce hamurhaneye, oradan da zemin kattaki fırına iniyor. Günün ilk ekmekleri pişmiş bile. Babası, atını tezgaha yanaştırmış. Agop hemen tezgahın arkasına geçiyor. Ekmekleri beşer beşer istifleyip, babasına vermeye başlıyor.

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

HEYKELTIRAŞ

Gün ağarmadan annesinin titreyen elleri tarafından, sarsılarak uyandırılmıştı. Babası yine fenalaşmıştı. Bu kez nefes almakta iyice zorlanıyordu. Gözleri büyümüş, rengi morarmaya başlamıştı.

Üstüne ne bulduysa giydiğini, yüzünü bile yıkamadan dışarı fırladığını, babasının 53 model Chevrolet’sini dört beş denemenin ardından çalıştırabildiğini, motor ısınırken içeri koşup, bir zamanların kapı gibi adamı Aslan Bey’i sırtlayarak arabanın arka koltuğuna taşıdığını silik ve bağlantıları kopuk sahneler halinde, sürekli tekrarlanan bir kabusun imgeleriymiş gibi hatırlıyordu.

Babasının arada boğulmaya yaklaşan sesli soluk alışverişi ile annesinin hıçkırık yüklü duaları eşliğinde, arabayı ağır ağır hareket ettirerek kaldırımdan parke taşlı yola indirmiş, bunu yaparken de tamponu elektrik direğine sürttürmüştü. Dikiz aynasından, babasının o haldeyken bile gözlerini kocaman açtığını görmüştü. Bu ufak kazanın günün devamında başına gelecek felaketlerin habercisi olabileceğini sezmiş, eli ayağı hepten boşalmıştı.

Hava henüz tam olarak aydınlanmamıştı. Sulu kar, sileceklerden daha hızlı hareket ederek camı kaplıyor; içerideki buharla birlikte görüşü güçleştiriyordu.

Ayağı sürekli gaz pedalındaydı. Arka koltukta kocasının boynunu kolonyayla ovalayan annesi, her zamankinin aksine: “Daha hızlı evladım, daha hızlı…” diye adeta yalvarıyordu.

“Aslan Bey dayan n’olursun…” diye mırıldanıyordu arada. “Sık dişini, oğlun yetiştirecek seni.”

***

Takip eden beş, on dakika belleğinde yoktu. Hatırladığı bir sonraki sahnede, mavi Chevrolet virajı alamayıp kaymaya başlıyor, frene bastıkça daha da hızlanıyor, yoldan kaldırıma, oradan da denize doğru yan yan, fren balataları, lastik ve ıslak zeminden çıkan korkunç ses kapışması eşliğinde sürükleniyor ve o eli kolu bağlı, kaçınılmaz sonu saniye saniye beklerken aracın tekerlekleri önce kaldırımdan kurtuluyor, sonra denizin üstünde adeta asılı kalıyor ve nihayet bunun bir düş olmadığını belgeler bir kesinlikle aşağı düşüyordu.

Chevrolet suya değil betona çarpmıştı sanki! Fena halde sarsılmış ama batmamıştı. Başını geriye çevirince annesi ile babasının bembeyaz yüzlerinde ölümün rengini görmüştü. Direksiyona sıkı sıkı sarılmış, çaresizce aracın ağır ağır sulara gömülüşünü izlemeye başlamıştı. Silecekler hala çalışıyordu. Pek çok şeyi değil ama o telaşlı devinimi çok iyi hatırlıyordu.

Aniden dehşete kapılarak kapıyı açmaya yeltenmiş, ama yerinden oynatamamıştı. Yan cama bir balık yanaşmıştı o sırada. O balık daha sonra aynı şekilde yıllarca rüyalarına da yanaşacak, kan ter içinde yataktan fırlayıncaya dek tam karşısında duracaktı.

Arabanın içi su alıyordu. Babasının eli omzunu kavrayınca tekrar başını çevirmişti. Aslan Bey başparmağı ile işaret parmağını birleştirip, havada çevirerek camı açmasını işaret etmişti. Neden böyle bir şey yapmasını istediğini düşünecek durumda değildi. Hemen kolu çevirmeye girişmişti. Cam aralanır aralanmaz, içeri su hücum etmişti.

Arkada annesi şahadet getiriyor, beline kadar buz gibi suyun içinde, iki elini açmış ölmeye hazırlanıyordu.

Babası tekrar omzuna dokunmuş, mosmor olmuş dudaklarıyla “şimdi aç kapıyı” diye hırıldamıştı.

İçerideki basınç dışarıdaki basınçla eşitlenince gerçekten de bu defa kapı açılmıştı. Bilinçsizce kendini Boğaz’ın sularında, az önce balığın kendisine baktığı noktada bulmuştu. Arabanın dışında donakalmış, arka camın gerisinden annesi ile babasının bulanık gövdelerini görmüştü.

Babası başıyla annesini işaret edince, arabanın diğer tarafına yüzmüştü. Kapıyı açarak annesini kolundan tutup dışarı çekmiş, sonra da babasıyla göz göze gelmişti. Bu onunla son göz göze gelişiydi.

Elini ona doğru uzatmıştı. Ama babasının gözleri kapanmıştı. Burnundan ufak hava kabarcıkları çıkıyordu. Kıpırdamıyordu ve yerinden oynatılamayacak kadar ağırlaşmıştı.

Babasını diğer kapıdan çıkarabileceğini düşünmüş ve arabanın üstünden o tarafa doğru bir hamle yapmıştı… Ama hemen arkasında, yüzme bilmeyen annesi panik halinde çırpınarak dibe batıyordu. Biraz daha oyalanırsa ikisini de kurtaramayacağını anlamıştı.

Annesine sarılmış, arabanın kaportasından güç alarak kendini yukarı doğru itmişti.

Hatırladığı sonraki sahnede annesi ile suyun üstünde nefes almaya çalışıyorlardı. Her ikisinden de derin, kesik, soluksuz sesler yükseliyordu.

Annesinin bir şamandıraya tutunmasını sağladıktan hemen sonra soluk alışverişi normale dönmemesine rağmen gerisin geri dalmaya çalışmış ama nereden geldiğini bilmediği bir adam tarafından engellenmişti. Çırpınarak, yumruklar savurarak adamdan kurtulmaya çalışmıştı.

Son hatırladığı bir balık adamın az ileride cup diye kendini Boğaz sularına bırakışıydı.

Sonrası tamamen karanlıktı.

***

Babasının cenazesinden sonra bir kez bile evden dışarı çıkmadı. Annesi çok severek girdiği Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etmesi için aylarca dil döktü ama o değil okula, köşedeki bakkala gitmek için bile sokak kapısından dışarı adımını atmadı.

Ziyarete gelen komşuların, arkadaş ve akrabaların karşısına çıkmadı. Kendini buna layık görmedi. Sabah akşam yatağında yatıp boş tavana baktı. Babasının radyosunu bir kez bile açtırmadı. Annesinin her defasında ayağına getirdiği yemeklerden birkaç lokmacık yutması bazen saatler aldı. İnceldi, kurudu, bir deri bir kemik kaldı. Kolunu kaldıracak dermanı bulamaz oldu.

***

Sonra öfke nöbetleri başladı. Kurşun döktüren, okuyup üfleyen, yatır yatır gezen, en sevdiği yemekleri pişiren, biricik oğlunu hayata döndürmek için aklına gelen her yolu deneyen annesini incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü bağıra çağıra azarladı. Pencerelerinin önünde top oynayan çocuklara, üst katta eşyalarının yerini değiştiren, misafir ağırlayan komşularına, çöp almak için zili çalan kapıcıya ağıza alınmayacak küfürler savurdu. Duvarları yumrukladı.

Mutlu, sağlıklı, şanslı, başına felaket gelmemiş, sevdiklerini kaybetmemiş herkesten nefret etti. Kinlendi.

***

Bir ilkbahar sabahı derin ve çok uzun bir uykudan uyanmış gibi, kendini kaza gününden sonra ilk kez zinde hissederek yataktan fırladı. Annesine karnının çok aç olduğunu söyledi. Kadıncağız sevinçli bir telaş içinde kahvaltı hazırlarken o enerjik adımlarla evin odalarında volta atıyor, sessiz geçirdiği ayların acısını çıkarırcasına hiç durmadan konuşuyordu: Artık yemeklerini düzenli yiyecek, her gün şınav ve mekik çekecek, hep aynı saatte yatıp kalkacak, sağlığına dikkat edecekti.

Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.

Aynı günün öğleden sonrası, borcunu ödemek üzere yatır ziyaretine çıkmaya hazırlanan annesine, dışarıdan siparişleri olduğunu söyledi.

Yıllardır el sürmediği proje çantasını yemek masasının üzerinde özenle açtı. Çekicini, spatulasını, balıkçı bıçağını, oyma aletini ve zımparasını ameliyat öncesi hazırlıklarını yapan bir cerrah gibi yan yana dizdi. Bu durumda annesinin Beyoğlu’ndaki Panter Kırtasiye’den kil, ıskarpela, modelaj kalemi, oyma aleti ve tarak alması kafiydi. Biraz da alçı ve onun tutuculuğunu artırmak için kendire ihtiyacı olacaktı. Bütün siparişi bir dosya kağıdının üst kısmına yazdı. Kağıdı yırtıp, annesine verdi.

Emaneti katlayıp çantasına yerleştirmeye çalıştıran kadıncağıza: “Biraz da kitap okumaya başlasam iyi olacak.” dedi. Sartre, Camus ve Kafka’nın kitaplarını listenin sonuna ekledi.

Yaşlı kadın oğlundaki bu mucizevi değişimi ürkütmekten korkarak, usulca ayakkabılarını giydi. Onu yıllardır görüşmüyorlarmış gibi hasretle kucakladı. Sipariş listesini son kez kontrol etti ve kapıyı dışarıdan yavaşça kapatıp, uzaklaştı.

***

Genç adam o günden sonra da evden dışarı adımını atmadı. Ağzına balık sürmemeye devam etti. Yağmurlu, puslu havalarda asla perdeyi açmadı, açtırmadı. Bir daha hayatı boyunca hiç suyun altına girmedi; temizliğini sabunlu havluyla silinerek yapmayı sürdürdü.

Bunların dışında kalan davranışları ise bütünüyle değişti. Sabahları annesi ile şakalaşarak kahvaltısını yaptıktan sonra odasına kapanıyor, on beşer dakikalık öğle ve akşam yemeği molaları dışında, gece yarısına kadar aralıksız çalışıyordu. Annesi yemeğini getirmek üzere kapısını tıklattığında, üstünde çalıştığı heykeli örtüyor, ona asla göstermiyordu.

Kadıncağız bazen kapıya kulağını dayayarak içeride ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, sessiz başlayan çalışmanın ilerleyen günlerde çekiç, spatula ve zımpara sesleri eşliğinde devam etmesini, leğenlerinin kil ve alçıya bulanarak kullanılmaz hale gelmesini, oğlunun gün boyunca kendisiyle iki çift laf etmemesini başlarda merak ve memnuniyetle, son zamanlarda biraz da süphe ve endişeyle takip ediyordu.

Bir sabah onu uyandırmak için odasına girdiğinde, yatağını boş ve yapılmış buldu. Başını heykelin bulunduğu yöne çevirince onun da yerinde olmadığını gördü. Oğlunun adını seslenerek önce salona, oradan da mutfağa doğru telaşlı adımlarla yürüdü.

Mutfağa girer girmez donakaldı: Masanın bir ucunda oğlu, diğer ucunda kocası oturuyordu!

Kadıncağızın kalbi duracak gibi oldu. Genç adam fırlayıp annesinin koluna girdi. Usulca onu sandalyesine oturttu. Bir bardak su verip sakinleştirdi.

Babasının her zaman oturduğu yeri işgal eden, elbette ki kendisi değil, onun heykeliydi. Aylardır işte bunun üzerinde çalışıyordu. Bu heykelle Aslan Bey’i ölümsüzleştirmişti. Zaten biricik babası onlar için hiçbir zaman yok olmamıştı. Bir an olsun kalplerinden, zihinlerinden eksilmemişti. İşte şimdi bu heykel sayesinde varlığı yeniden bir cisme de kavuşmuştu. Artık hep gözlerinin önünde, diledikleri zaman tam karşılarında olacaktı. Onunla konuşmak istediklerinde bunu iri gözlerine bakarak yapabilecek, onu çok özlediklerinde koşup boynuna sarılabileceklerdi.

Ölümün yaşamlarından koparıp aldıkları yeterdi. Şimdi meydan okuma sırası onlara gelmişti.

***

Annesi, mutfağını kocasının heykeliyle paylaşmayı uzun süre yadırgadı. Gözleri de pek iyi görmediğinden onu aslından ayıramıyor, boş bulunup karşısında görüverdiği her sefer kalp çarpıntısı tutuyordu. Zaman zaman heykele bakıp ağlama krizlerine giriyor, komşularıyla azıcık keyifli zaman geçirse, mutfağa döndüğünde suçluluk duyuyordu.

Oğlu yemek saatleri dışındaki zamanının neredeyse tamamını odasında kitap okuyarak geçirdiğinden, o sık sık kocasının sureti ile baş başa kalıyordu. Zamanla heykelle konuşmayı, dertleşmeyi öğrendi.

Kırk yıllık hayat arkadaşının zihninin nasıl işlediğini, hangi konuya nasıl tepki vereceğini, ne zaman parlayıp, ne vakit yelkenleri suya indireceğini, karmaşık durumlarda nasıl derin bir nefes aldıktan sonra konuyu tekrar tekrar anlattırıp düğümü çözeceğini, ahlak söz konusu olduğunda nasıl herşeyi bir kenara bırakıp elini masaya vuracağını çok iyi biliyordu. Bu sayede kendisi gibi sorduğu soruları, onun gibi yanıtlayabiliyordu.

Zihninde varlığını sürdüren kocası ile heykelin alçıdan gövdesi arasındaki bağı güçlendirdikçe, onu daha yoğun hissetmeye başladı. Zamanla rahmetli ile, sağ olduğu zamanlardan daha fazla zaman geçirir, daha çok şey paylaşır hale geldi.

Ve ıslak, puslu bir akşamüstü, mutfak masasında Aslan Bey’in heykeli ile karşılıklı oturmuş, dertleşirken kalbi duruverdi.

Hava kararalı çok olmasına karşın odasının kapısını tıklatıp kendisini yemeğe çağırmayan anneciğini merak ederek mutfağın ışığını yakan genç adam, onu da tıpkı babası gibi, önünde kahve fincanı ile heykelleşmiş buldu.

O gece makasla şeritler halinde kestiği alçı sargı bezini suya batırıp, şefkatle kaşlarını vazelinlediği annesinin yüzüne üç kat uygulayarak, yüz kalıbını çıkardı.

Mezarlık dönüşü, çuvalla kil ve alçı satın aldı. Bir kez daha evine kapandı.

Haftalarca gözünü kırpmadan çalışarak, annesinin heykelini tamamladı. Onu, son gördüğü haliyle babasının karşısındaki sandalyeye oturttu. Kendisi de üçüncü sandalyeye ilişti. Cenazeden sonra ilk kez o gün, tabaktan yemek yedi.

O günden sonra da o masaya oturup, annesiyle babasına “afiyet olsun” demeden, boğazından tek lokma geçmedi.

***

Odasına kapanıp gece gündüz okumaya devam etti. Okudukça, düşündükçe başka hayatları ve var oluş olasılıklarını keşfediyordu.

Herşeyi mahveden o kazayı zihninde tekrar tekrar canlandırarak; hangi hataları yapmasaydı o trajedinin gerçekleşmeyebileceğini sorgulayarak; vicdan azabının içinde büyüttüğü kara delikte usul usul boğularak, kalan günlerini işkenceye çevirebilirdi.

Anneciğini yapayalnız bir hayata terk ederek belki de üzüntüden ölmesine neden olduğu için kendini ağırlaştırılmış suçluluk duygusuna mahkum edebilirdi.

Dünyada daha beter felaketlerin üstesinden gelebilmiş tonlarca insan varken, o koskoca bir hayatı meslek sahibi olmadan, aşk yaşamadan, hiçbir şey başaramadan, sevdiklerinin başına beladan başka şey getirmeyerek geçirmişti. Bir kerecik olsun cesaretini toplayarak, yokluğu da varlığı gibi hiç kimseyi ilgilendirmeyecek anlamsız yaşamına son verebilirdi.

Ya da tüm beceriksizlikleri, zaafiyetleri ve iradesizliği ile yüzleşerek, değiştiremeyeceklerini dürüstçe kabul ederek, değiştirebileceklerinin sorumluluğunu üstlenerek, yeniden var olmayı deneyebilirdi.

Bir hiç olmayı, onu özgürlüğe çıkaracak dip olarak kullanabilirdi. Daha fazla bedel ödemeye, geçmişin girdabında sürüklenip durmaya set çekebilir; onu sürekli aşağı çeken yüklerini derinlerde bırakabilir; son nefeste özgürlüğü seçerek tabanlarını tüm gücüyle kuma vurup kendini yeniden var etmeyi deneyebilirdi. Yukarıda onu tanıyan kimse kalmadığından, yalnızca kendini ikna etmesi, yepyeni, dilediği gibi biri olmasına yetebilirdi.

Kitap okumak ruhunun sesine kulak vermesini sağlıyordu. Daha çok okuyacaktı.

Heykel yapmak, bildiklerini, hissettiklerini, hayal ettiklerini sonsuza dek elle tutulur hale getirmek; var olduğunu belgelemek anlamına geliyordu. Ona kendini en hafif hissettiren eylem buydu. Öyleyse daha çok heykel yapacaktı.

Doyamadığı babası ve ne kadar çok sevdiğini bir türlü gösteremediği annesi onun için her zaman en değerli varlıklar olmuştu. Bedenleri toprağa gömülmüş olsa da onun zihninde ve kalbinde her an nefes almaya devam ediyorlardı. Demek ki, o var olduğu sürece onlar da var olacaktı.

Geri kalan ömrünü; babası ile annesini daha iyi tanıyarak, onlara ilişkin hislerini daha güçlü ifade ederek ve onların bu dünyadaki varlıklarının silikleşmesine izin vermeyerek geçirecekti.

***

Yeni hayatının kararlarını aldığı o günün üstünden tam on yıl geçmişti.

Artık perdesiz penceresinin önünden geçerken durup evin içini dikizleyen birileriyle karşılaşmaktan rahatsızlık duymuyordu. Hatta hafta sonları, hele hava güzelse camın dışında uzun kuyruklar oluşturmuş sanatseverler görmek hoşuna bile gidiyordu.

Bir kısmı mezun olamadığı okulun öğrencilerinden oluşan bu kalabalığın içinden pek çok kişi, telefonunlarını pencereye yanaştırıp, cam kenarındaki Aslan Bey’in “Rüştiye Talebesi” adlı heykelinin fotoğrafını çekiyordu.

Salondaki diğer Aslan Bey heykelleri; “İdadi Talebesi”, “Meyhanede”, “Nikah Masasında”, “Askerde” ve “Şoför” isimli eserlerdi. Heykeltıraş, Aslan Bey’in farklı yaşlarını ve ruh hallerini yansıtan bu heykelleri, aile albümündeki fotoğraflara bakarak yapmıştı.

Sokaktaki birinin; havanın kaza sabahındaki gibi yağışlı ve puslu olduğu günlerde, loş salonda yan yana dizilmiş bu heykellerin ayrıntılarını seçebilmesi mümkün değildi. Güneşli günlerde ise bazı meraklı ziyaretçiler ellerini cama yaslayıp gözlerini ışıktan koruyarak, Aslan Bey’in diğer heykellerini de hayranlıkla izleyebiliyorlardı.

Heykeltıraşın dışarıdaki tüm işlerini halleden, yüklü alışveriş yaptığı günler poşetleri bırakmak üzere dairenin holüne kadar giren emektar kapıcının gazetecilere söylediğine bakılırsa, içeride heykeltıraşın babası ile annesine ait en az otuz, kırk tane gerçek boyutlu heykel bulunuyordu.

***

Heykeltıraş, hayatının en güzel günlerini yaşıyordu. Kimi gün babasının rüştiyeli heykeli ile arkadaş olup, onunla şakalaşıyor, topaç, misket ya da harpçilik oynuyor; kimi gün “Asker” ya da “Şoför” halinden öğütler dinliyordu. Bazen de kendisini Aslan Bey’in babası ilan ediyor, rolleri değiştiriyordu.

Anneciğinin doğum sonrası heykeline sarılıp, şefkat bekleyen bir bebeğe dönüşebiliyor; “Gelin” halinin karşısına geçip, dakikalarca çiftetelli oynayabiliyor; en çok da ondan aldığı tariflerle yaptığı yemek ocakta pişerken, mutfak masasında karşısına oturup, kahve falına baktırmayı seviyordu.

Her gün kendisine, sevdiklerine ve onlarla ilişkisine dair yeni olasılıklar keşfederek hayatını zenginleştiriyordu. Var oluşunu elleriyle yontuyor, yeniden şekillendiriyor, törpülüyor, ince ince işliyordu.

Gerçekle hayalin, ölüyle dirinin, cinnetle şakanın, özgürlükle tutsaklığın iç içe geçtiği bir sahnede oyununu sergilemeye devam ediyor, bazen perdenin arkasına gizlenip, camın gerisinden eserlerini dikizleyen seyircileri gözetleyerek, hayata ince ince gülümsüyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş,

GÖNÜL GALERİSİ

“Çocukken babamın soyduğu meyveleri mi düşürür aklıma bilmem; şu çerçeveli takvim sayfasını mesela, servet dökseler söktürmem o duvardan.” Yumruğunu hafifçe vurdu masaya: “Bazısını da ister dünyanın en meşhur ressamı yapsın, ister en iyi fotoğrafçısı çeksin, sokmam hana. Bizimki sanat değil, gönül galerisi neticede.”

MEZARCI

Zarif adamdı aslında. Çay kaşığını tutuşuyla, bacak bacak üstüne atışıyla, uzun kirpiklerini kırpışıyla. Çürük ama güzel güler, eski ama temiz giyinirdi. Mezarlıktan çıkacağı zamanlar muhakkak gasilhanede yıkanır, saçlarını gül suyu ile tarar, kazanda kaynattığı ölü giysilerinden mevsimine göre uygun bir şeyler seçer, eliyle kırışıklıklarını ütüledikten sonra sırtına geçirirdi.

LEOPAR

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti. Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor.

Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor. Plastik şişe bulunca çubuğu şişenin ağzına sokup havaya kaldırıyor, çekçekin arkasına bağlı çuvala bırakıyor. Bunları bir iş makinesi seriliği ve duygusuzluğuyla yapıyor.

Çekçekle en zoru yokuş çıkmak. Bütün yük insanın sırtına devriliyor. Eğim sertleştikçe tekerlekler takoza, asfalt bataklığa dönüşüyor. Yürümek değil onunki artık, basbayağı sürünüyor.

Aslında zor olan bedenin sürünmesi değil. Ahmed alışkın buna. Hem sürünmek de bir ilerleme biçimi nihayetinde. İnsanı çaresizleştiren, ruhun sürünmesi. Durduğunda, düşündüğünde, ağır hareket etmek zorunda kaldığında; içine yuvalanmış karanlık, sinsi bir yılan gibi kuyruğunu oynatmaya başlıyor. Ona bir varlıktan çok yokluğa benzediğini hatırlatıyor. Ceset kokan nefesiyle, ona bir varlıkmış gibi davranan herkesi nasıl teker teker yuttuğunu fısıldıyor. Metalik bir hırıltı eşliğinde genleşiyor. Kuyulaşıyor. Tabanlarından asfalta, oradan ta yerin dibine kadar uzanıyor. Dipten genzine doğru kükürtlü, küflü bir rutubet kokusu üflüyor.

Ahmed o zaman memleketinin yıkıntıları arasından kaçmayı başarmış olmasının, sırtına geçirdiği turuncu can yeleğiyle, bomba seslerinden kürek kürek uzaklaşmasının, şu yabancı şehirde yıkıntılar arasında titreyerek hayatta kalmaya çalıştığı gecelerin, yeterince hurda toplayamadığı için ağzının yüzünün dağıtıldığı günlerin aslında bir kıymeti olmadığını anlıyor. Küflü kuyunun er ya da geç onu da içine çekeceğini, varlık denen şeyin kuyunun kenarına tutunmuş iki cılız koldan ibaret olduğunu ve hiçbir kol kasının kuyunun ölümcül çekim gücüne karşı uzun süre dayanamayacağını seziyor.

Yokuşun tepesine vardığında içindeki karanlık dışına da bulaşmış oluyor. Kabuklu bir hayvana, içi dolu kirli çuvalı sırtında sürükleyen kapkara bir gölgeye dönüşüyor. Ahmed, halen hayatta olmasını ansızın gölgeye dönüşebilmesine borçlu olduğunu; memleketindeki güzel insanların tecavüze uğrayarak, cesurların kurşunlanarak, telaşlıların boğularak yok olduklarını; bu şehirde tanıdığı sığınmacılardan olaya karışanların hapsi boylayarak, ayak altında dolaşanların sınır dışı edilerek, itiraz edenlerin dayak yiyerek ortadan kaybolduklarını biliyor.

Ama yine de bazen, tıpkı şu anki gibi, yokuşu tamamlayıp düze çıktığında, buz kesen bir gecenin sabahında güneş gökyüzünü ala boyadığında, hurdacı hasılattan memnun olup eline fazladan bir tavuk döner parası sıkıştırdığında yüreğinde bir aydınlık hissediyor. İşte o aydınlık, çocukluğuna ait belli belirsiz bir sahneyi, sesi ya da kokuyu ortaya çıkarıp içini ısıtmaya başlıyor. Fark edilmenin, sevilmenin, kabul görmenin mümkün olduğunu belli belirsiz de olsa tekrar duyumsuyor. Kuyunun kapağı yavaşça kapanıyor. Ahmed o iyimserliği ürkütmemek için adımlarını ağırlaştırıyor. Parmak uçlarında yürümeye başlıyor.

Tam o sırada yolun ucunda bir kadın beliriyor. Kabarık saçları… Etine dolgun bir bedeni… Işıltısı boynundan, kulaklarından yolun diğer ucuna uzanan takıları… Ve elinde büyük boy bir kedi maması paketiyle Ahmed onu yolun ortasına dikilmiş koca memeli bir Bereket Tanrıçası heykeline benzetiyor.

Kadın, yaklaşmakta olan Ahmed’i fark edince tedirgin oluyor. Paketi alelacele yoğurt kabına boca ediyor. Tek eliyle hırkasının önünü kapayarak, paytak adımlarla evine dönüyor. Apartmanın demir kapısını sertçe kapatıyor.

Ahmed bakışlarını yoğurt kabına çeviriyor. Başında bir tekir yalanıyor. Sarı bir kedi boylu boyunca birinci katın pencere pervazına uzanmış, kısık gözlerle onu kesiyor.

Ahmed kedileri kıskanıyor. Yemekleri önlerine konan kedileri, köpekleri, bir de cami avlularında hayırsever yemlerine konan güvercinleri kıskanıyor. Aslında o, martılar gibi hür olmak istiyor. Ama kendini en çok oltanın ucunda çırpınan istavritlere benzetiyor.

Tekir, birkaç top mama yedikten sonra gerinip ağır ağır apartmana doğru yürüyor. Birinci katın pencere pervazına sıçrıyor. Parmaklığın gerisine, sarı kedinin yanına uzanıyor.

Ahmed, çekçekiyle yoğurt kovasının kıyısından geçerken duraksıyor. Önce döne döne yatan kedilere, sonra tıka basa mama dolu yoğurt kabına bakıyor. Yaşadığı loş sokaktaki binaların ve kedilerin de kendisi gibi silik birer gölgeye benzediğini düşünüyor.

Bekar odasının bulunduğu sokakta çöplüğe dönüşmüş ev ve arsaları karıştıran, bazı akşamlar etrafında turlayıp, onunla ilişki kurmaya çalışan sıska kara kedi geliyor gözünün önüne. Onu yok saydığını fark ediyor. Suçluluk duyuyor bundan. Kuyunun kapağı aralanıyor. Çekçek ağırlaşıyor.

Yoksulluğun değil, asıl sevgisizliğin insanı kurutan illet olduğunu, bunu etrafındaki canlılara da bulaştırdığını ve böylelikle iyice yalnızlaştığını anlıyor.

İyileşmenin yalnızca kendi içindeki kuyunun kurutulmasına değil, çevresindeki bataklığın da yeşertilmesine bağlı olduğunu seziyor.

Aniden duruyor.

Dönüp yoğurt kabını yerden alıyor. İçindeki mamaları çuvalın içindeki boş su şişelerinden birine döküp, şişenin kapağını iyice sıkıyor. Tombul kedilere kabın dibini göstererek, onların akşam yemeğine dokunmadığını işaret ediyor.

Sanki çuvala bir şişe kedi maması değil de bir depo benzin yüklenmiş gibi çekçek hızlanıyor. Küçükpazar’ın çamurlu yollarına, yıkık binalarına ve onların arasındaki hurdalığa çabucak varıyor. Hasılatı boşaltıp parasını alıyor. Koynuna sakladığı su şişesi ve hafiflemiş çekçeki ile arka sokaktaki bekar odasına doğru yollanıyor.

Mevsimler değişse de rengi hiç değişmeyen gri sokağın başında duruyor. Tarihi duvara sıkı sıkı tutunmuş sarmaşığı; yol boyunca yer yer ayna gibi parlayan su birikintilerini; bir düzine kaçak işçi ile paylaştığı odadan sokağa yayılan hüzünlü dumanı seyrediyor.

Sokağın diğer ucunda ufacık bir gölge beliriyor. Ahmed gözlerini kısıp bakınca onun sıska kara kedi olduğunu anlıyor. Yüreği, kedi maması dolu şişenin altında gümbür gümbür atmaya başlıyor. Ayak parmaklarının ucunda ilerliyor.

Kedi yolun ortasında tedirgince duruyor. Ahmed çömeliyor. Baş parmağını işaret parmağının içine sürterek kediyi çağırırken sesi bir tuhaf; hiç tanımadığı kadar yumuşak çıkıyor.

Kedi ürkek birkaç adım atıyor. Ahmed koynundan şişeyi çıkarmak üzere hareketlenince geri kaçıyor.

Ahmed şişenin kapağını açıyor. Kedi yuvarlanarak ayağının dibine kadar gelen mama tanesini uzun uzun kokluyor. Yalıyor. Ve kıtır kıtır yemeye başlıyor. Sonra öteki taneyi. Bir diğerini. Yalanarak Ahmed’in önündeki mama birikintisine yaklaşıyor.

Ahmed çekinerek elini uzatıyor. Kedinin başına dokunmasıyla hem kedi, hem de Ahmed’in eli hızla geri çekiliyor.

Bir süre öylece kalıyorlar.

Sonra kedi bir adım yaklaşıyor. Ahmed bu kez kararlılıkla elini kedinin boynuna götürüyor. Kedi kaçmıyor. Tedirgince de olsa yemeye devam ediyor. Ahmed kediyi okşamaya başlıyor. Boynunu… Kemikli başını… Sırtını… Nemli kuyruğunu…

Kedi yemeyi bırakıyor. Ahmed’e biraz daha yanaşıp başını dizine yaslıyor.

Ahmet kediyle göz göze geliyor. Kedi ona çocukluğundan beri kimsenin bakmadığı gibi bakıyor. Ahmed’in gözleri kedinin kuyruğu gibi nemleniyor. Bakışlarını kediden kaçırıp uzaklara, harabeyi andıran binalara çeviriyor.

Sıska kedi okşamaya devam etmesi için usulca miyavlıyor. Ahmed kediyi kucaklayıp, az önce mama dolu şişeyi taşıdığı yere, kalbinin üstüne bastırıyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BÜYÜK YILMAZ

Her akşam iş dönüşü, evden önce arsaya uğrar. Minare, kilise ve ağaçların omuz omuza verdiği açık tribündeki yerini alır; içinde ekmek, meyve, bazen de 250 gram kıyma taşıdığı poşetini…

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı. İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

HAYALİ

Yolumun üstünde sarı bir ev vardı. Dış cephesinin yumurta sarısına boyanmış olması değildi onda dikkatimi çeken. Ne de olsa mahalle, alçakgönüllü yaşam tarzı ile tezat oluşturacak kırmızı, yeşil mavi, hatta mor, pembe renkli binalarla doluydu. Sarı evin farkı, çocuklar için esrarengiz bir çekim noktası olmasıydı. Ev sahipleri, çocukların bakışları pencere hizasına ulaşabilsin diye binanın dış cephesine demirden bir çıkıntı bile yaptırmışlardı.

GRİ

Kovulmuştu. Ve hiç fena hissetmiyordu kendini. Rüzgar yüzünü tatlı tatlı yalıyordu. Omuzlarındaki tek ağırlık ceketi. Onu da çıkardı. Kravatını katlayıp cebine koydu. Şehir bomboştu. Hiç görmediği kadar… Belki o saatlerde hep böyle olurdu. Kovulmasa haberi bile olmayacak.

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi.

Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu.

Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

Bir vapur, Gar’ın yıpranmış Alman üniformalı gövdesine doğru yanaşırken “benim de iç organlarımı tamamen değiştirdiler ama bak eskisinden hızlıyım şimdi” diye düdüğünü öttürerek ona moral vermeye çalışıyor ama bir dönem imparatorluğun Batı’ya açılan kapısı olmuş yapının kendini apoletleri sökülmüş bir general gibi hissetmesine engel olamıyordu.

Gar, vapur ve martılarla ilgilenmeksizin dimdik iskeleye doğru ilerleyen genç bir adam, göz ucuyla yol kenarındaki çiçekçinin güllerini kesiyordu. En güzel, en taze güller her zaman o tezgahta bulunurdu. Dersane çıkışı tesadüfen rastlamış gibi yaparak sevdiği kızı bir cafe’ye davet edecek, arkadaşlık teklifini kabul ederse minibüslere bırakmadan önce ona o tezgahın en güzel goncasını hediye edecekti.

Deniz tarafındaki çiçekçinin önünde itiş kakış vardı. Bıyıklı bir adam tezgahın gerisinden fırlamış, elinde büyükçe sarı bir torba taşıyan çocuğun yakasına yapışmıştı. Çocuk torbasındakileri gösterek yanlış bir şey yapmadığını, ekmeğini taze gül satarak kazandığını söylüyor; adamsa onu yol kenarındaki çiçekçi kadının zaafiyetini bile bile her gün buralarda turlayan şerefsiz bir fırsatçı olmakla suçluyordu.

Yol kenarındaki çiçekçi kadının ise çiçeği çok, müşterisi yoktu. Ne zaman biri yanaşıp gül istese sakince kovadan birkaç dal çekip alıyor ama sonra ya saplarını keserken ya jelatine sararken ya da müşteriye uzatırken aniden yüzü gül yaprakları gibi hare hare kızarmaya başlıyordu. Tamamen kıpkırmızı kesildiğinde cinnet başlıyor, birkaç saniye içinde kimi gülün yapraklarını yolarak, kimininkinin goncasını sökerek, bazısını yere fırlatıp topuğuyla başını ezerek telef ediyor; sonunda tek bir gülü bile taliplisine yar etmiyordu.

Sevdikleri ile romantik bir an paylaşmanın arifesinde hassas ruh hallerine bürünmüş müşteriler bu akıl dışı hareketler karşısında şoka uğrayarak, uzatmaya hazırlandıkları paralarını ceplerine geri koyup hızla tezgahtan uzaklaşıyorlardı.

Genç kadın ise ayağının dibinde yükselen çiçek ve yaprak yığınına basarak plastik sandalyesine dönüyor; atkısını tek harekette başına dolayıp bakışlarını yukarı çevirerek, kendisinden başka hiç kimsenin görmediği birine: “Sen Güllü’nü güldürmedin ya…” diyordu. “Ben de onların sevdiğini güldürmeyeceğim.”

Tezgahın diğer tarafındaki kirli sakallı adam, kadının sözcüklerini işitmemiş, az önceki cinnet halini görmemiş gibi uzaklara bakıyordu. Ne kadar af dilese de sesini duyuramayacağını, ne kadar yaklaşsa da kadının bir daha asla yüzüne bakmayacağını biliyordu. Yine de her gün sabahtan akşama kadar, Güllü orada bulunduğu sürece yanıbaşında dikiliyor; Güllü ile birlikte o da siyah atkısını başına sararken, bir sonraki müşterinin gül istememesi için dua ediyordu.

Tezgahın bulunduğu yerden Haydarpaşa Garı’na doğru bakılınca martıların beyaz kanatları, denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Deniz kıyısından dimdik iskeleye doğru ilerleyen genç adam, göz ucuyla tezgahtaki gülleri kesiyordu. En güzel, en taze güller her zaman o tezgahta bulunurdu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

HATIRALAR MEZARLIĞI

Kahramanlarımız sevdikleri binaların teker teker yıkılmasına, mahallelerinin tanınmaz hale getirilmesine, parklar, okullar, pastaneler, sinemalar ile birlikte çocukluklarının, gençliklerinin, aile yadigarlarının adım adım yok olmasına alışamayan, varlıklarında yırtıklar açan bu hoyratlıklara karşı tepkisiz kalamayan bir grup genç.

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

VLTAVA NIN KIYISINDA

Kız, Erkek’e doğru bir adım atıyor, ona dokunacak ya da kulağına bir şey fısıldayacakmış gibi yapıyor, sonra yine geri çekiliyordu. Erkek, Kız’a bir kez sarılırsa bir daha bırakamayacağını biliyor,

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar.

Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları.

Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

Hoş, kastettiklerimin hemen hepsi ya erkek, ya da eş dost çocukları.

Ama dedim ya, ben öyle hissediyorum. Ve hislerim hiç yanıltmamış henüz.

Toprak yoldan sahile doğru yürüyorum. Yılın en sıcak günlerinden birinin öğlen saatleri. Ağustos böcekleri inatla cırlıyor. Tozla karışık kuru ot kokuyor hava. Zakkumların plastiği andırdan sivri uçlu yaprakları yolun kıyısına kayarsam tenime batıyor . Boz bir köpek ağacın gölgesine kıvrılmış, kestiriyor. Rengi, şekli yanındaki kayaya ne kadar da benziyor. Köpekle kayanın arasında iri delikli bir karınca yuvası. İyi çeken bir lavabo süzgeci gibi kırmızı karıncaları emiyor.

Doğayı seviyorum. Onunla birliğimi koruyabildiğim sürece yolumu kaybetmeyeceğimi biliyorum.

Sahil bomboş. Hafta içi bu saatte genellikle böyle. Zaten ben de böyle olduğu için bu saatleri tercih ediyorum. Kumsala havlumu atıp, üzerine sırtüstü uzanıyorum.

Güneş tam tepede. Gözümü kısınca göğsümden yükselen ince buharı görebiliyorum. Bedenim şimdiden boncuk boncuk. Boncuklar mercek işlevi görüyor. Güneşlenmek filan değil, basbayağı kavrulmak bu. Ve kanımın bu şekilde kumda kahve gibi ağır ağır fokurdamasından tuhaf bir haz alıyorum.

Kaynama noktasına gelince ayağa kalkıyorum. Denize terliksiz ulaşmak mümkün değil. Terlikle bile kolay değil.

Terliklerimi ıslak kumun sınırında bırakıp suya basıyorum. Hiç uzatmadan dalıp denizin altında gözlerimi açıyorum. Suyun yüzeyine incecik, mavimsi bir jelatin sıvanmış gibi. Yer yer buruşup, dalgalanıyor. Güneş tepede, ona tekrar teslim olmamı bekliyor. Çıkmamakta direniyorum. Dipte; kaygan bitki örtülü bu serin, esrarengiz alemde daha uzun kalabilmek için nargile gibi fokurduyorum.

Güneşi nefessizliğe tercih etmek zorunda kaldığımda jelatini yırtıp havaya ulaşıyorum. Bilinçsizce ufuk çizgisine doğru kulaç atmaya başlıyorum. Aynı renkte iki apayrı var oluşun; gökyüzüyle denizin tek çizgide birleşmesi tahrik edici duygular uyandırıyor içimde. Nefes nefeseliğim, çıplaklığım, ıslaklığım, karadan kopukluğum besliyor bu duyguları. Ritimli, kararlı kulaçlar keskinleştiriyor.

Sırtüstü dinlenmeye geçtiğimde kollarım iki yana açık, göğsüm körük gibi inip kalkıyor. Yavaş yavaş sakinleşiyorum. Üstüm sıcak, altım serin… Olasılıklar gökyüzünde, gerçekler karada… İkisinin ortasında, her ikisiyle de temasta, ikisine de teslim olmadan, dalganın keyfine göre çalkalanmayı seviyorum.

Dönmeye hazırlanırken kumsalda hareket eden siyah bir karaltı çarpıyor gözüme Önce onu da güneş ışınlarının retinama oynadığı gölge oyunlarından biri sanıyorum. Yaklaştıkça kara noktanın yanılsama değil, bir insan silüetinin özeti olduğunu anlıyorum.

Canım sıkılıyor biraz. Bütün deniz, bütün kumsal, bütün gökyüzü yalnızca beni sarıp sarmalasın, ben buradayken zaman başka kimseyle oynaşmasın istiyorum.

Yaklaştıkça nokta büyüyor. Hareketi azalıyor. Nihayet sabitleniyor. Silüet bacak bacak üstüne atmış, güneşleniyor. Kitap var sanırım elinde. Yüzü görünmüyor. Başında bir kadın şapkası… Kalbim küt küt atıyor.

Denizden yalpalayarak çıkıyorum. Direkt ondan yana bakamıyorum. Yan gözle kesebildiğim kadarıyla o da hiç oralı olmuyor. Terliklerime ulaşıp, havluma doğru yürüyorum. Koskoca plajda başka yer yokmuş gibi birkaç adım önüme uzanmış. Teninden yayılan tropik krem aromasının içinden geçerken hafif sendeliyorum.

Onu gözetleyebileceğim bir açıda, yüzükoyun havluma uzanıyorum. Tam arkasında, hafif sağ çaprazındayım. Kitabının çok heyecanlı bir yerinde olmalı; bir yanına çantasını, bir yanına güneş kremini fırlatmış. Kendini dış dünyaya kapatmış.

Öğlen sıcağında tek başına ıssız bir plaja gelebilen, kitaplara düşkün, başkalarının hakkında ne düşündüğünü umursamayan, ilk kez ayak bastığı kumsalda salonundaki kanepedeymişçesine rahat uzanan biri var on adım ötemde. Üstelik bir kadın! Üstelik kitabı nasıl da zarif tutuyor. Beyaz ojesi teninin rengi, siyah bikinisi nasıl da birbiriyle uyum içinde. Denizin dibindeki çakıl taşları gibi, koyun koyuna ışıldıyorlar… Dizleri yükselmiş, kum tepecikleriyle bir. Ve kum rengi şapkasının fiyongu kumsalla gizlice flörtleşiyor.

Onun yanı başımdaki varlığını; bir deniz canlısı gibi karaya vuruvermişliğini, bir kelebek gibi yeryüzüne konuvermişliğini, yabani bir çiçek gibi kumda bitivermişliğini hayranlıkla seyrediyorum. Onunla aynı havayı solumaktan iç gıdıklanmasına benzer, nefes kesici bir haz alıyorum.

Çok geçmeden bu haz ağır ağır zehirlemeye başlıyor beni. Aniden ışıldayan varlığının, aynı sebepsizlikle sönüvermesinden çekiniyorum. Onunla iletişim kuramamanın neden olacağı pişmanlıktan, bu pısırıklığın artık bir kişilik özelliği olarak bende iyice oturuyor olmasından kaygılanıyorum. Gözümü karartıp laf atmaya kalkarsam beni terslemesinden ve bunun beni pısırıklıktan da beter bir değersizlik duygusuyla baş başa bırakmasından korkuyorum.

Ufuk çizgisi üzerinde mavi bir gemi ilerliyor.

Aniden dönüp, yüzükoyun uzanıyor. Bedeni leopar kıvraklığında yapıyor bunu. Göbek deliği kırmızı karınca yuvası gibi beni içine doğru çekiyor. Göz göze geliyoruz. Daha doğrusu gözleri gözlerimi bir bakışta esir alıyor. Göğüsleri bikiniye sığmayacak kadar özgür ve canlı. Dişleri bembeyaz bir avuç çakıl taşı. Gülüşü kumların üstüne sırılsıklam saçılıyor.

Gülümsüyorum farkında olmadan. Yani karşılık veriyorum. Verilmeyecek gibi değil çünkü. Kitabı açık halde kumun üstüne bırakıyor. Bir uçtan diğerine yalayarak dudağını nemlendirirken göz ucuyla gemiyi işaret ediyor. Ya da ufuk çizgisini…

Bir şey söylüyor mu, söylüyorsa bunu hangi sözcüklerle, hangi dilde yapıyor anımsamıyorum. O ayağa kalkarken ben de aynısını yapıyorum. Göbek deliğini, göğüslerini, yanık, pürüzsüz tenini seçmiyor artık gözüm. Şapkasının süzülerek kitabın üstüne konuşunu anımsıyorum. Onu da hayal meyal.

Elini uzatıyor. Terliklerimi giymeden, yanında bitiyorum. El ele tutuşuyoruz. Olasılıkla gerçek, denizle gökyüzü gibi.

Kıyıya nasıl vardığımızı anımsamıyorum. Tabanlarımda en ufak bir yanma hissi yok. Kalbimden dumanlar yükseliyor.

Öpüşmeye başlıyoruz. Çocukken top oynadıktan sonra çamlıktaki çeşmeden içerdik böyle kana kana.

Gülüyor. Suya düşüyor gülüşü. Dalganın ucu dantel gibi köpürüyor. Ayaklarımı gıdıklıyor köpük. Gözlerim nemleniyor. Terden belki, bilmiyorum.

Suyun dibinde sarılıyoruz doya doya. Kaygan bitki örtülü bu serin, esrarengiz alemde yunuslar gibi birbirimize sürtünerek geziniyoruz. Kıkırdayınca burnumuzdan nargile baloncukları çıkıyor. Mavi jelatini birlikte yırtarak gökyüzüne doğru yükseliyoruz.

Gözlerimiz ufka dalıyor biraz sakinleşince.

Asla birbirinin içinde erimeyecek özgün ve özgür varlıklar olduğumuzu ikimiz de biliyoruz.

Ama ufuk çizgisine baktıkça; denizle gökyüzü gibi, sonsuz bir çizgi boyunca birbirimize kesintisiz dokunabileceğimizi de görebiliyoruz.

Tepeden tırnağa tahrik oluyoruz bu olasılık karşısında. Nefes nefeseliğimiz, çıplaklığımız, ıslaklığımız, karadan kopukluğumuz arzumuzu besliyor.

Olasılıkla gerçeğin kesiştiği yere; mavi geminin ilerlediği ufuk çizgisine doğru ritimli ve kararlı kulaçlarla ilerliyoruz.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

DENİZ KIZI

“İsmail kardeş, Deniz Kızı’nı görmeye gidelim mi?” İsmail, Nuri’nin vurduğu topu ayak içiyle karşılarken, kıkırdadı. Sahile panayır kurulduğundan beri, Nuri bu saatlerde bakkalın önündeki kaldırıma oturup İsmail’in okuldan dönmesini bekliyor; o sokağın başında belirir belirmez topu asfalta dikip şutunu çektikten sonra bağırarak aynı soruyu soruyordu.

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti.

“Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?”

“Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.”

“Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

“İlk vaka Mahmutpaşa’da bir erkek giyim mağazasının önünde olmuş bu sabah. Dükkan sahibi dışarı çıkınca, sabah sağlam bıraktığı cansız mankenin yüzünü paramparça bulmuş.”

“Giysiler?”

“İlginç olan o zaten, komiserim. Üç olayda da ne çalınan ne de zarar gören bir tek giysi var.”

“Tuhaf… Hep yüze mi darbeler?”

“Evet. İkincisinin burnu, az evvel gelen yaşlı adama ait mankenin de alnı kırılmış.”

“Yumurta tokuşturur gibi, desene. Ellerinde sert bir cisim olmalı. Gelene gidene çakıyorlar anlaşılan. Tutanakları getirsene bir zahmet. Ben de birer çay söyleyeyim.”

Memur Mehmet, amirinin böyle adi bir vakayla yakından ilgilenmesine biraz şaşırarak içeri gitti. İki dakika sonra Komiser çayını höpürdetirken tutanakları inceliyordu:

“İkinci olay Tahtakale’de bir çocuk giyim mağazasında olmuş. Üçüncü manken ise Han’da sünnet giysileri satan bir dükkana ait. Müşterileri dükkana yönlendirsin diye mankeni dışarıda, yol üstünde tutuyorlarmış.” diye açıkladı Mehmet.

“Yani…” derken burnunun ucuna düşmüş yakın gözlüklerini çıkardı, Komiser. “Saldırıya uğrayanların üçü de çocuk mankeni.”

Mehmet gözünü kısıp başını usulca sallayarak, düşünceli bir tavır takındı. Memur Necati’nin çağırmasıyla ayağa kalktı.

Yeni bir şikayet vardı. Bu kez Sirkeci’de eski bir spor mağazasının vitrin mankenine saldırılmıştı. Bilgisayar ekranına bakarken göz ucuyla caddeyi gözetleyen tezgahtar delikanlı, yüzünü seçemediği gri pardösülü bir adamın dükkanın önünde yavaşladığını söylüyordu. Adam, kaşla göz arasında pardösüsünün içinden çıkardığı dambıla benzer siyah nesneyi camekanın dışındaki Barcelona formalı çocuk mankene doğru savurmuş ve hızla gözden kaybolmuştu.

Caddeye fırlayan tezgahtar, bir süre saldırganın peşinden koşmuştu. Ancak Mısır Çarşısı’nın arka sokağında, kalabalığın arasında onu gözden kaybetmiş, dükkanı boş bıraktığından mecburen geri dönmüştü. Vitrin mankeninin yüzünün sol tarafı paramparçaydı. Patronu çok sinirli bir adamdı. Bir an önce bu işin faili bulunmazsa, delikanlıyı kesin işten kovardı.

***

Komiser, “Resimleri var mı darp edilen mankenlerin?” diye sordu.

“Birinci ile dördüncününki var.” diye yanıtladı Mehmet. Odasına gidip, bilgisayara aktarılmış fotoğrafların renkli çıktılarını getirdi.

Komiser bir kez daha yakın gözlüklerini takıp, dudağını bükerek resimleri incelemeye koyuldu. İlkinin yüzü tamamen parçalanmıştı. Diğerinin suratının tek tarafı sağlamdı.

“Öteki iki esnafı arasana.” dedi, bakışlarını önündeki kağıttan ayırmadan. “Onlar da darp edilmiş mankenlerinin fotoğraflarını çekip, göndersinler.”

On beş dakika sonra dört resmi yan yana koymuş, birlikte inceliyorlardı.

“Tahmin ettiğim gibi.” diye mırıldandı Komiser. “Suratları aynı bunların.”

Mehmet “Ee ne var ki bunda komiserim?” diye sordu ellerini açarak. “Bütün cansız mankenlerin suratları birbirine benzer.”

“Benzer ama aynı değildir.” derken bıyık altından gülümsüyordu Komiser. Sonuçta bu saldırgan ya da saldırganlar neden yetişkin değil de çocuk mankenlere saldırıyor? Eminönü’nde binlerce çocuk vitrin mankeni varken, tıpatıp aynı yüze sahip bu dördünü darp ediyor olmaları tesadüf olabilir mi sence?”

“Bilmem” diye mırıldandı Mehmet, merak ve mahcubiyet arasına sıkışmış cılız bir tonda.

“Yanıtı henüz ben de bilmiyorum.” diye mırıldandı Komiser. “Ama elimizde sıkı bir ipucu olduğunu söyleyebilirim.”

***

Ertesi sabah, Komiser karakola gür saçları bembeyaz, bıyıkları sigara içmekten sararmış, eğilerek çalışmaktan kamburu çıkmış, yetmiş yaşlarında bir adam ve bir kutu dolusu poğaça ile geldi. Herkes teşekkür ederek, pastane kutusundan poğaçasını alırken, Komiser Mehmet’e:

“Sen kalsana, Mehmet” dedi. “Naci Usta ile tanıştırayım seni. Baba yarısıdır benim için.”

Mehmet eğilip, saygıyla adamın elini sıktı. Naci Usta alçakgönüllü, güleç yüzlü bir adamdı. O da ayağa kalkıp, boştaki elini kalbine götürdü.

“Eski çırağı olarak hala nazım geçer.” dedi, Komiser. “Bu sabah da sağ olsun, beni kırmadı, buraya kadar geldi. “Yaşlı adam mahcupça önüne bakarak gülümsemeye devam ediyordu. “Kendisi kırk yıllık vitrin mankeni ustasıdır.”

Mehmet, böylece amirinin vakaya gösterdiği özel ilginin nedenini kavramış oldu.

Komiser devam etti: “Bizim darp edilen çocuk manken fotoğraflarını getiriver de, bir gösterelim bakalım.”

Mehmet, bir dakika sonra bilgisayar çıktıları ile odaya dönmüştü. Naci Usta resimleri dikkatle, tekrar tekrar inceledi. “Aynı kalıptan çıkma bunların hepsi.” diye mırıldandı, bıyığını ısırırken. “Epeyce de yaşları var.” Başını kaldırdı. Camdan dışarı düşünceli baktı. Cebinden bir sigara çıkarıp masada yuvarladı. “Yakında mı bu mankenler? Gerçeğini görsem daha kesin bir şey söyleyebilirim.”

Beş dakika sonra Naci Usta ile Mehmet sigaralarını tüttürerek Eminönü sokaklarında yürüyorlardı. Önce Tahtakale’ye, oradan da Zaman Han’a geçtiler. Naci Usta, Zaman Han’daki dükkanın yerini gösterme işlevini sürdüren sünnet giysili çocuk mankenin yüzünü adeta okşayarak uzun uzun inceledi. Sonunda diğerlerini görmeye gerek olmadığını, fotoğraftan tahmin ettiği gibi bu mankenlerin, seksenli yılların başında el işçiliği ile yapılmış parçalar olduğunu söyledi.

“O yıllarda gerçek heykeltıraşlar tarafından, canlı modeller kopyalanarak imal edilirdi bunlar.” dedi, yeni bir sigara yakarken. “Modelin yüzü, vücudu için en az on prova alırdık. Sonra kalıp yapılır, üretime geçilirdi. Yüz makyajı dahil bir vitrin mankeninin tamamlanması en az dört ay sürerdi.”

Konuşurken, Naci Usta’nın gözü çocuk mankenin göğsündeki “Maşallah” şeridine takılmıştı. Mehmet, doğru anladığından emin olmak için sordu:

“Yani otuz beş yıl önce, bir çocuğun suratının kalıbı çıkarılmış. Saldırıya uğrayan dört manken de o kalıptan imal edilmiş. Öyle mi?”

“Aynen öyle.” diye yanıtladı Naci Usta.

“Peki o çocuğun kim olduğunu bulabilir miyiz?”

Naci Usta biraz düşündü. “Önce kalıbının hangi imalathanede yapıldığını bulmak lazım.” dedi dudağını bükerek. “O yıllarda henüz hazır giyim patlamamıştı. İstanbul’da hepi topu üç, dört tane vitrin mankeni atölyesi vardı. Onları dolaşırsanız, bir şansınız olabilir.”

***

Mehmet, Naci Usta’dan aldığı bilgilere Ticaret Sicil’den yaptığı araştırma sonuçlarını ekleyerek söz konusu tarihlerde faaliyet gösterip hala açık olan dört imalathane tespit etti. İkisi Dolapdere’de, biri Tarlabaşı’nda ve biri de Bayrampaşa’da bulunan bu atölyeleri sırasıyla ziyaret etmeye başladı.

Tarlabaşı’ndaki atölyenin ilk sahibi öleli çok olmuştu. Ondan devraldıkları şirketi işletmekte olan ve daha çok dış pazara çalışan eski konfeksiyoncu iki ortağın, seksenlerdeki üretim hakkında en ufak fikirleri yoktu.

Dolapdere’de uğradığı ilk adres, üretim faaliyetini altı ay kadar önce durdurmuştu. Bir yandan depodaki malları elden çıkarmaya, bir yandan da piyasadan alacaklarını toplamaya çalışan sahibi, ikide bir öksürük nöbetine tutulan bir deri bir kemik, bir adamdı. Çocuk mankeni üretimine doksanlarda başladığını söylüyordu. Seksenli yıllarda çocuk mankeni isteyen olursa, siparişi Dolapdere’deki bir arkadaşının imalathanesinde yaptırıyordu. O arkadaşının işyeri hala faaliyetini sürdürüyordu. Bu konuda Memur Bey’e olsa olsa o yardımcı olabilirdi. Mehmet, adamı dinlerken not defterini açtı. Bahsettiği işyeri, kendi listesinde bulunan üçüncü adresti.

Oraya giderken telefonu çaldı. Arayan Memur Necati’ydi. Mercan Yokuşu’nda bir çocuk manken daha darp edilmişti.

Dolapdere’deki imalathane oldukça büyüktü. Karşısında polis memurunu gören orta yaşlı sekreter yapmacık bir selamın ardından çok kısa bekleteceğini söyleyip, telaşlı adımlarla patronunun odasına koştu. Tekrar kapıda göründüğünde, şişman, takım elbiseli, karavatsız bir adam onun peşi sıra karşılama alanına girip, önünü ilikleyerek Mehmet’in elini sıktı. Mehmet konuyu özetleyince de şöyle rahat bir nefes alıp, misafirini odasına davet etti.

Gömlek yakasından beyaz, kıvırcık kıllar fışkıran, göbeği ve yanakları şişkin ama sıkı, gür sesli bir adamdı. Devasa çalışma masasının gerisinde ıhlamurunu yudumlarken, otuz altı yıldır binlerce farklı tip mamül ürettiklerini, söz konusu vitrin mankeninin yüzünü tanıyabileceğinden emin olmadığını ama yine de yardımcı olmayı elbette istediğini söyledi.

Mehmet’in resimleri masasına koymasıyla o ihtiyatlı havası yerini önce şaşkınlığa, sonra geniş bir sırıtışa bıraktı.

“Bunun kalıbı benim yeğenin suratından alındı.” dedi Mehmet’e gümrüksüz bölgeden alınma sigara paketini tutarken.

“Ağabeyim, o sıralar kafayı oğlunun çocukluğunu kalıcı hale getirmeye takmıştı.” diye devam etti. “Eee sene 1981. Atölye yeni. İlk oğlan çocuk… Çok heyecanlıydı, rahmetli. Burak henüz 5-6 yaşlarındayken yüzünün kalıbını çıkardık. Sonra o kalıptan yüzlerce manken yaptık.”

Otomasyonla birlikte fiyatların sürekli geri gittiğinden, epeydir işin sanatını hiç kimsenin önemsemediğinden yakınan adam; ağabeyi öldükten sonra yeğeni Burak’ın bu işi sürdürmeyi hiç düşünmediğini, alelacele babasının hisselerini satıp, Cağaloğlu’nda bir arkadaşıyla kırtasiye toptancısı açtığını söyledi. Burak’ın aslında akıllı ama hep kafasının dikine giden bir çocuk olduğunu ekledi.

“Son zamanlarda seyrek görüşüyoruz. Geçen bayram ziyarete geldiğinde, Eminönü civarında hala kendi çocukluk mankenlerine rastladığını söylüyordu. Şimdi sizin fotoğraflarda onların yüzlerini parçalanmış görünce içim bir tuhaf oldu.” diyerek konuşmasını tamamladı.

***

Komiser, Mehmet’i dikkatle dinleyip, tutanağı inceledikten sonra “Çok iyi” dedi. “Sona epeyce yaklaşmışsın. Burak denen arkadaşın düşmanlarını da kurcalarsan, daha fazla esnaf zarar görmeden bu işi çözersin.”

Mehmet, bu konuşmadan on beş dakika sonra Babıali Yokuşu’ndaki kırtasiyenin cam kapısından içeri giriyordu. Rafları düzenleyen kırk yaşlarındaki sakallı, yakışıklı adam kapıya dönerek: “Hoş geldiniz, memur bey.” dedi. “Nasıl yardımcı olabilirim?”

Kasanın arkasındaki mantar panoya, renkleri solmuş bir yaşlı adam portresi – Mehmet, adamın Dolapdere’de görüştüğü imalathanenin sahibine benzerliğini derhal fark etmişti- ve sakallı adamın güzel bir kadınla sarmaş dolaş tatil fotoğrafları tutturulmuştu.

“Burak Bey siz misiniz?” diye sordu Mehmet.

Genç adam, bu karşılaşma için hazırlıklıydı. Gülümseyip elini uzatarak: “Amcam arayıp, sizden bahsetti. Buyurun, oturun lütfen. Bir çay söyleyeyim.” dedi.

Ağzı laf yapan, enerjik bir tipti. Rahmetli babasından yadigar vitrin mankenlerinin uğradığı saldırıya çok üzüldüğünü, faillerin bulunması için her türlü desteğe hazır olduğunu söyledi. Ayrıca karakoldan Memur Necati’nin arkadaşı olduğunu ekledi.

Mehmet, bu ortak tanıdık vasıtasıyla yakınlaşma girişimini duymazdan geldi. “O mankenlerin yüzlerinin, sizin çocukluğunuza ait olduğunu kimler biliyor?” diye sorarken çaylar geldi. Kalemlikten aldığı iki kırmızı plastik markayı çaycının tepsisine bırakan Burak, tekrar yerine oturmadan saymaya başladı:

“Annem, nişanlım, amcam, teyzem ve onların çocukları, bir de ortağım…” dedi. Bakışlarını tavanda göz kırpan floresan lambasına çevirerek “Başka bilen de vardır muhakkak ama o mankenlerin hala bu civarlarda kullanıldığını bilen bunlardır.” diye devam etti.

“Peki bu saydıklarınla aran nasıl? İçlerinde husumet içinde bulunduğun kimse var mı?”

Başını iki yana sallayarak: “Hayır.” dedi. “Bunların hepsi benim canımdan, kanımdan insanlar.”

Memur Mehmet gözlerinin içine dik dik bakmaya devam edince, yanıtını açmak zorunda olduğunu hissetti.

“Annem canım zaten. Nişanlım da öyle. Önümüzdeki yaz evleneceğiz, inşallah. Teyzem çok yaşlı. Bayramdan bayrama ziyaretine giderim. Onun çocukları uzun süredir Almanya’da yaşıyor. Amcamı tanıdınız… Amca çocukları ile iş güç derken koptuk son zamanlarda ama kardeş sayılırız, beraber büyüdük. Ortağım da… Ortağım yani. Okuldan sıra arkadaşım. 25 yıldır tanırız birbirimizi.”

“Ortağınız işe gelmiyor mu?”

“Yoo beraberiz devamlı. Ben yarın nişanlımla tatile çıkacağım da, o bir hafta tek başına bakacak dükkana. Öncesinde birkaç işini hallediyor. Öğleden sonra burada olur.”

“Amca çocuklarınız?”

“Karaköy’de bir kafe işletiyorlar. Onların iş bizimkinden beter. Ne gecesi var ne hafta sonu. Arada o taraflarda programımız olursa nişanlımla uğruyoruz. Fena gözükmüyor durumları.”

***

Mehmet Burak’ın dükkanından çıkıp, Sirkeci İstasyonu’nun karşı kaldırımından sahile doğru yürüdü. İskeleye bağlanan üst geçitte şöyle bir durdu. Denizle gökyüzü kül renginde buluşmuştu. Gemiler arkalarında beyaz köpükler ve martılar bırakarak iki yaka arasında mekik dokuyorlardı. “İşin içinde maddi menfaat varsa husumet de vardır” diye geçirdi içinden. “Ya şu amcayla ayrılık meselesi olaylı oldu, o veya oğulları gözdağı veriyorlar ya da ortağı bir nedenle buna fena halde kinlenmiş olmalı.”

Galata Köprüsü’nü geçip Karaköy İskelesi’nin önünden ilerleyerek Fransız Geçidi’ne ulaştı. Geçidi kullanarak arka sokağa çıktı. Buralara gelmeyeli epey olmuştu. Tarihi binaların arasında uzanan sarmaşıklar ve renkli ampuller, duvarları kaplayan birbirinden ilginç resimler, sağlı sollu sıralanmış modern kafeler arasında, yolu başka bir memlekete düşmüş gibi hissetti.

Çok geçmeden aradığı adresi buldu. Tepeden elektrikli ısıtıcı ile ısıtılan bir masaya oturdu. Garson kızdan kafenin sahibini çağırmasını istedi. Burnunda küpesi, omzunda dövmesi bulunan soluk benizli kız, hiç acele etmeden içeri girdi. Az sonra Burak’la akran, daha tarz giyimli, daha uzun sakallı biri Mehmet’in masasına oturdu.

“Buyrun Memur Bey” dedi nazikçe. “Nasıl yardımcı olabilirim?”

Mehmet, beş dakikalık görüşmeleri esnasında amcaoğlunun Burak’ı zeki, atak ve egoist yaradılışlı biri olarak gördüğünü, özellikle babası öldükten sonra bu son özelliğinin biraz daha ön plana çıktığını, “payımı hemen isterim” diye tutturarak amcasını yüklü miktarda kredi çekmeye zorladığını öğrendi. Amcaoğlu, yaşam tarzları giderek birbirinden uzaklaştığından, son zamanlarda pek nadir görüştüklerini ama Burak’ın huyundan vazgeçmediğini bildiğini, son olarak ortağına büyük bir kazık atarak sevgilisini ayarttığını, kızla birlikte arada kafeye uğradıklarını, hatta son gelişlerinde yazın evleneceklerinden bahsettiklerini anlattı.

***

Mehmet ertesi sabah karakola uğramadan, doğruca kırtasiyeye gitti. Buğulanmış cam kapıyı itip içeri girdi. Bilgisayarın gerisinde kısa saçlı, sinekkaydı tıraşlı, göz altlarında mor halkalar bulunan, esmer bir adam kıymalı kol böreği yiyordu. Mehmet’in gözü, adamın hemen arkasındaki askılığa gelişi güzel atılmış gri pardösüye takıldı.

Adam, gözünü bilgisayar ekranından kaldırıp karşısında polisi görünce telaşlandı. Ağzındaki böreği çiğnemeyi bırakarak ayağa kalktı. Bu endişeli hal, Memur Mehmet’in özgüvenini artırdı. Duygusuz, tok bir sesle sordu:

“Burak Bey’in ortağı mısınız?”

“Evet.” diye kekeledi adam. “İsmim Halil. Buyurun?”

Mehmet, Halil’e doğru iki adım daha attı. Uzun boylu, atletik bir tipti. Yüz çizgileri derin, burnu kemikliydi. Dükkana ilk girdiğinde ekrana çakmak çakmak bakan gözleri, “börek alır mıydınız?” diye sorarken acınacak haldeydi.

Mehmet, sandalyeye oturup hafifçe öne eğilerek, yüzünü Halil’in soğan kokan ağzına yaklaştırdı.

“Dambıl mı şu?”diye sordu, göz ucuyla arka rafta duran siyah ağırlığı göstererek. “Eee… Evet” diye yanıtladı Halil. Gülümsemeye çalıştı ama yanak kasları gergindi. “Hem stres atıyorum, hem de kas yapıyorum dükkanda boş otururken.”

Mehmet derin bir nefes aldı. Donuk bakışlarını Halil’inkilere dikerek, metalik, duygusuz bir sesle: “Senin o dambılla vitrin mankenlerinin yüzünü dağıttığını biliyoruz.” dedi.

Halil’in suratı bembeyaz oldu. “Ne?” diye sordu, gözlerini kısarak.

“Artık her sokakta kameralar var biliyorsun. Yalan beyan, cezanı katlamaktan başka işe yaramaz.”

Halil’in yüzünde ağlak bir ifade belirdi. Ne itiraf, ne de inkar edebiliyordu. Mehmet kısa ama derin suskunluğu bozdu:

“Suçunu itiraf edip hasarı tazmin edersen, dükkan sahipleri de seni affederse, olay mahkemeye intikal etmeden kurtulabilirsin.” Yumruğunu hafifçe tezgaha vurdu: “Bence iyi düşün.”

Genç adamın gözleri sulandı. Başı öne eğildi.

Mehmet, suçun sessiz itirafı anlamına gelen manzara karşısında rahat bir nefes aldı. Güçlü kuvvetli, psikopat bakışlı adamın iki dakikada düştüğü durum, onda acıma duygusundan ziyade tiksinti uyandırdı.

“Babamın emekli ikramiyesini bu işe gömdüm.” dedi, Halil. Mehmet bunun uzunca sürecek bir itirafın ilk cümlesi olduğunu anladı. Geriye yaslanıp bacak bacak üstüne attı.

“Burak sınıf arkadaşımdı. Sınavlarda kopya isteyen, cebinde parası varsa sırra kadem basan, yoksa yoldaşlık, paylaşma duyguları kabaran yırtık bir tipti o zaman da. Ben Anadolu’dan gelmiştim. Utangaçtım. Yol yordam bilmiyordum. İmreniyordum ona. Önümü açabileceğini düşünüyordum.”

Mehmet hafifçe öksürdü. “Hayat hikayesi dinlemeye gelmedim buraya. Hızlıca konuya dönebilir miyiz?”

Halil başını kaldırdı. Yıllardır ilk kez anlatmak istiyordu. Bu defa da karşısındaki dinlemiyordu.

“Peki…” dedi alıngan gibi bir jestle. “Burak, babası ölünce imalat işleriyle, personel derdiyle filan uğraşmak istemediğini, hisselerini satıp, kırtasiye toptancısı bir ahbabının dükkanını devralmayı planladığını söyledi. Fakat parası yetmiyordu. Ben o sıra bir ihracat firmasında çalışıyordum. Çok kazanmıyordum belki ama düzgün bir hayatım vardı.”

İç geçirip devam etti. “Uzun süredir beraber olduğum bir sevgilim vardı. Çok iyi anlaşıyorduk. Biraz daha para biriktirip onu babasından isteyecektim.”

Mehmet cebinden sigara paketini çıkardı. “İçer misin?” diye sordu. Dükkanda sigara içilmiyordu ama Halil bir tane aldı. Karşılıklı yaktılar.

“Benden borç istedi. O kadar param olmadığını söyledim. Babamın yeni emekli olduğunu, ikramiyesi ile ne yapacağına henüz karar vermediğini biliyordu. ‘Al o parayı, ortak olalım seninle.’ dedi.”

“Akşama doğru konuya gelebilir miyiz?” diye iğneleyici bir tonda sordu, Mehmet. Karşısında kader mahkumu gibi davranan birini görünce midesi bulanıyordu. Halil istifini bozmadan devam etti:

“Daha zengin olma hayali değildi, sonunda beni babamı ikna etmeye zorlayan. Burak gibi biri olmak istiyordum. Onun ortağı olursam bunun gerçekleşebileceğini düşünüyordum.”

Dükkanın kapısı açıldı. “Kapalıyız!” diye bağırdı Halil, gözünü Memur Mehmet’ten ayırmadan.

“Babamın emekli ikramiyesini elden hava parası olarak verdi. Dükkanı üstüne aldı. Beni şirketin resmi ortağı yapmayı ise sürekli erteledi. Mali müşavir dedi… Yeni kanun çıkacak dedi… Böylesi vergi bakımından daha avantajlı dedi…. Şimdi gelse sorsak, yine bir mazeret uydurur. ‘Önemli olan bizim aramızdaki hukuk’ der, çıkar işin içinden. İlk aylarda elim ayağım titriyordu. Bir süredir sinirlerim kaldırmıyor, açmıyorum bile konuyu.”

Derin bir nefes aldı. Dumanı burnundan salarak, sisler içinde devam etti:

“Babamla görüşmeye memlekete giderken kız arkadaşımı ona emanet etmiştim.”

Avcunu açıp arkasındaki mantar panoya iliştirilmiş resimleri gösterdi. Burak’ın nişanlısıyla sarmaş dolaş pozlarını…

“Şu an…” dedi. Yutkununca adem elması yukarı çıktı. Sanki biraz genleşerek zorlukla yerine oturdu. “Kız arkadaşım onun nişanlısı.”

Mehmet şöyle yerinde doğruldu. En son isteyeceği şey, bir suçlu ile duygudaşlık kurmaktı. Halil önüne bakarak devam etti:

“İlk zamanlar gururum ağır bastı, çok etkilenmemiş gibi yapmaya çalıştım. Sonra, geceleri uyuyamamaya, uyku hapı aldığım geceler kabus üstüne kabus görerek kan ter içinde yataktan fırlamaya başladım.”

“İnançlı insanım Memur Bey. Bugüne kadar hiçbir canlıyı incitmedim. Ama o şerefsiz, kulağından eksik etmediği telefonuyla gözümün içine bakarak eski sevgilimle cilveli cilveli konuştuğunda, sarmaş dolaş resimlerini panoya astığında, başka kızlarla kaçamak yapmak için dükkandan erken çıktığında saçından tutup kafasını duvarlara vura vura patlatmamak için kendimi zor tutuyordum.”

Birer sigara daha yaktılar.

“Sonra geceleri sakinleşince, ona bir şey yaparsam en büyük zararı kendimin göreceğini düşünüyordum: Gençliğini hapislerde çürüt. Babanın emekli ikramiyesini hepten unut. Hasta anan kahrından yataklara düşsün…”

Derin bir nefes çekti içine. Duman geri çıkmadı.

“Ama içimdeki öfke ve intikam hırsı öylesine büyüyordu ki… Biraz olsun yatışabilmek için kendimi içkiye vurdum. Elim ayağım titremeye başladı. Birkaç hafta içinde iyice enkaza döndüm…”

Burnunu çekip devam etti:

“Çare olsun diye spora başladım. Hıncımı boks torbalarından alıyor, olur olmaz ağırlıkların altına giriyor, yolda yürürken pardösümün içinde taşıdığım dambılı indirip kaldırıyordum. Psikopatça biliyorum ama başka türlü içimden taşan şiddeti bastıramıyordum…”

Mehmet hikayenin sonunu merak ediyor ama sıkılmış gibi yapmayı sürdürüyordu. İşaret parmağını saatinin camına vurduktan sonra avcunu açıp, “saat kaç oldu, sen hala uzatıyorsun” gibilerden elini salladı.

“Bir öğlen, Burak Efendi yine beni aptal yerine koyarak ortaklık mevzusunu geçiştirdi. Elimden bir kaza çıkmaması için soğuk terler dökerek kendimi sokağa attım.”

Telefonu çaldı. Meşgule aldı.

“Artık bardağın taştığını, ona zarar vermediğim sürece kendimi affedemeyeceğimi anlamıştım. Pardösümün içinde dambılı indirip kaldırarak, düzenli nefes almaya çalışıyordum. Mahmutpaşa’ya gelmişim. Birden tanıdık bir dükkanın önünde onu gördüm: Yüzü Burak’ın çocukluğuna ait vitrin mankenini. Onun gri, sinsi gözlerini… Masummuş, üzgünmüş gibi sahtekarca aşağı inmiş kaşlarını… ”

Yanaklarını şişirip, seslice nefesini vererek sakinleşmeye çalıştı. “Bu kırık dökük polyester parçalarından bahsederken yurdun dört yanına heykelleri dikilmiş bir devlet büyüğüymüş gibi havalara girdiği anlar geçti gözümün önünden…”

Mehmet, izmaritini kül tablasına sertçe bastırdı.

“Elim kendiliğinden pardösünün içinden çıktı. Dambılı bütün gücümle onun çocukluk suratına vurdum.”

O anı tekrar yaşarcasına, Halil’in yüzü gerildi. Nefes alıp vermeyi kesti.

“Yaptığıma kendim de inanamamıştım. Koşarcasına oradan uzaklaştım.”

Bu kez dükkanın telefonu çaldı. Halil ahizeyi kaldırıp yuvasına geri bıraktı.

“Sanki aylardır göğsümde oturan kaya parçası yerinden oynamış, kalbim yeniden normal atmaya başlamıştı. Doğru düzgün nefes alabiliyor, kendimi normal bir insan gibi hissediyordum. Ne terliyor ne titriyor, içimden bağırarak kaçmak gelmeksizin, herkes gibi yürüyebiliyordum.”

“Rahatladın madem, neden diğer mankenlere de saldırdın?”

“Koca kaya oturmuştu göğsüme Memur Bey. Bir defada kalkar mı? İlaç gibi geldi bana Burak Burak bakan mankenler… Şirket kurulurken bu civarda epey dolaşmıştık onunla beraber. Hala kullanılmakta olan mankenlerinin yerlerini tek tek göstermişti bana. Fenalaşınca birini bulup suratına geçiriyor, rahatlıyordum. İnanın bunu düşünerek, planlayarak değil, uyurgezer gibi yapıyordum. İnsan selinin içinde oradan oraya sürükleniyor, sonra bir şey sezip aniden duruyor, karşımda onun çocukluk mankenini görünce, bütün gücümle suratına bir tane çakıyordum.”

“Şimdi nasılsın peki? İçindeki şiddet arzusu devam ediyor mu?”

“Hayır.” diyerek başını iki yana salladı Halil. Anlatmaya başladığından bu yana ilk kez Mehmet’in gözlerinin içine bakıyordu. “Şükürler olsun ki hayır. O mankenler benim Burak’a ya da kendime zarar vermemi, hayatımın kararmasını engellediler.”

“Dur bakalım, henüz düze çıkmadın?”

“Olsun varsın Memur Bey. Mala gelen hasarın telafisi olur da insana edilen zulmün affı olmaz. Hukukta olsa, vicdanda olmaz.”

Mehmet ilk kez ona hak verdiğini gösterir biçimde başını salladı.

Cebinden telefonunu çıkardı. Rehberde ismini ararken Halil’e:

“Burak’ın amcasını tanıyor musun?” diye sordu.

“Tanıyorum Memur Bey.”

İşaret parmağını dudağına götürerek “sus” işaret yaptı Mehmet. Karşı taraf telefonu açınca kendini tanıttı.

“Sağ olun. Gayet iyiyim görüşmeyeli.” dedi. “Siz hala çocuk mankeni üretiyordunuz değil mi? Bizim karakola beş tane lazım da. Evet, size bahsettiğim olayların telafisi için. Kaç liraydı tanesi? Bize kaça bırakırsınız? Peki… Bugün toplantımız var esnafla. Sonrasında tekrar arayacağım sizi.”

Telefonu kapatıp, Halil’e döndü. “Bak, pazarlık bile ettim senin için.” dedi. “Bir çay daha ısmarla da, esnaftan nasıl özür dileyeceğini de konuşalım.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

LEOPAR

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti. Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

YALNIZLIK

Siyah pardösüsü ile gece yarısı ışıksız sokaklarda yok oluvermekten hoşlanır. Metruk binaların buz gibi tırabzanlarını tutup, kırık basamaklarını tırmanmayı… Sahibiyle birlikte aklını da yitirmiş is kokulu odalarda dolaşmayı… Sanayi mahallelerinde ansızın köpek çetelerinin ortasında kalmayı… Sırtından beline doğru misket gibi soğuk ter damlalarının inmesini…

ÇOCUKLUK

Adını unuttuğu arkadaşlarıyla sineklerin kanatlarını koparıp kibrit kutusuna hapsettikleri, bakkalın deposuna tünel kazdıkları, annesi arkasını döndüğünde komşunun küçük kızını ağlattıkları,

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…

Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

Şöyle bir doğruldu paralanmış döşeğin üstünde. O sabah bir başka ışıldıyordu mavi kuşun gagası. Kaşları çatıldı. Alnı kırıştı. Kim bilir kaç yıldır ilk defa o sabah yüreği gümbür gümbür attı. Yaşamakta olduğunu idrak etti böylece. Bu yüzden bir türlü Fatması’na kavuşamadığını…

Fatması’ndan sonra yaylaya elektrik verilince, köylülerin geniş, tarıma elverişli topraklara hane hane göçüşünü hatırladı silik soluk. Gençlerin kasabaya, şehre şanslarını denemeye gidip oralı oluverişlerini. At sırtında beyaz duvakları uçuşan gelinlerin, damat köyü yollarında ağır aksak gözden yitişlerini…

Ölüler bile yayladaki yeni köyün mezarlığına gömülüyordu çoktandır. Bir o kalmıştı burada. Vaktiyle Fatması’yla sarılıp yattıkları damın altında. Bir de Fatması: Anası, babası ve toprağın altına göçmüş diğer hısım akrabalarla yan yana, koca servinin altında.

O kadar uzun süredir tek başınaydı ki köyde, tanıksızlığı zamanla tanımsızlığa yol açmış; onu başta kendisi olmak üzere hiçbir şeyden emin olmayan, dahası buna gerek duymayan birine dönüştürmüştü. Öldü mü, rüyada mı, diri mi sık sık karıştırır; bu üç alemin de tren vagonları gibi ara geçişlerle birbirine bağlandığını bilir, kendisinin hangi vagon ya da geçişte olduğunu umursamazdı. Bir tek, ölüler vagonundan diğerlerine geçmesi yasaklı Fatması’yla artık sarılıp yatamadığına üzülür ama onun varlığını, ona dokunabildiği zamanlardan dahi daha yoğun hissedebildiği mavimtırak anlarda, esrarengiz bir hazla kutsanırdı.

Trenin iki yanı camsız pencerelerle doluydu ve o kafasını bu pencerelerden her uzatışta ya Fatması’nın bir başka pencereden sarkmış güzeller güzeli yüzüyle karşılaşır ya da tren yolu boyunca sıralanmış kavak ağaçlarından birinin dalına konmuş, Fatması’nın gittiği sabah başına bağladığı yemeni ile aynı mavi renkte bir su kuşuna rastlardı.

Fatması da, mavi kuş da, birer müjde gibi nasıl ansızın çıkageldilerse aynı hür iradeyle “pırr” diye yok olur, işte ancak o zaman, onları zihninin perdesinde görememeye başladığında, Fatması gittiğinden beri sahip olduğu her şeyle birlikte gözlerini de kaybetmiş olduğunu hatırlardı.

***

Bu kez kuşu ürkütmemeye dikkat ederek döşekten usulca tahta zemine indi. Dirsek ve dizlerinin üstünde sürünerek pencereye doğru ilerledi. Yıllar önce bir gece şiddetli fırtınada camı kırıldıktan sonra pencere de tıpkı gözleri gibi işlevini yitirmişti.

Başını kaldırdı. Kuş hala yerindeydi. Bir diyeceği olmalı muhakkak diye düşündü. Yoksa soluğundan bile ürker insanın… Bunu düşünür düşünmez ürperdi. Fatması’ndan beri kimsenin ona bir diyeceği olmamıştı. Ne de onda kimsenin herhangi bir diyeceğini işitme isteği.

Suçluluk duygusu sinsi bir kurtçuk gibi yaşlı bedenini inceden inceye kemirirken tüm dikkatini kuşun gagasına vermeye çalıştı.

Fatması gittiğinden beri suçluluk duyardı. Kuyunun başındaki zeytin ağacını, Fatması çıkmadan önce kaç kez kabuslarında görmesine rağmen kesip kurtulmadığı için…

O gün sırıkla zeytinleri silkip Fatması’na yardım etmek yerine öğlen yemeğinden sonra uyuyakaldığı için…

Fatması daha önce birkaç kez ağaca tırmanırken terliklerinin kaydığından yakınmasına karşın ona yeni terlik alacak kadar odun toplamadığı için…

O öğlen yemekte Fatması en iştahlı zeytin ağacının kuyunun başındaki olduğunu söylemesine rağmen, o kaybolunca bu konuşmayı tamamen unuttuğu için. Köylülerle saatlerce ellerinde alev alev yanan çıralarla Fatması’nı ararlarken belki de o kuyunun dibinde hala sağ olduğu için…

Mavi yemeniyi ağacın dalından sarkarken gördüğünde zangır zangır titremeye başlayan bedenini, birkaç dakika sonra tıpkı Fatması gibi zeytin ağacının tepesinden bırakmasına rağmen kuyuyu isabet ettiremediği için…

O atlayış esnasında kafasını kuyunun ağzına çarpıp kendini kör ettiği için…

Körlük, içindeki karanlıkla dışarıyı da boyayarak aslında ona iyi geldiği için…

Terk edilmişliğini kimsesiz kalan köyün çürümüş evleriyle, minaresiz camisiyle, kara tahtası soğuk bir kış gecesi köy kahvesinin sobasında yakılan okuluyla, oluk oluk boşa akan çeşmesiyle paylaşmak, nefes almasını kolaylaştırdığı için…

Fatması hiç nefes alamazken o kolayca nefes alabildiği için…

Ne yaşamayı, ne de ölmeyi becerebildiği için…

Aslında görmediği bir mavi kuş onu zihninde Fatması’na götürdüğü için… Bu sayede hak etmediği halde sık sık Fatması’nı görebildiği ve tek taraflı mutlu olduğu için…

Aslında büyük olasılıkla bunların hiçbiri olmadığı için…

Zaman zaman Fatması’nın da aslında hiç yaşamamış olduğundan kuşkulandığı için…

Hatta böyle düşündüğü zamanlarda kendi varlığından da şüphe duyduğu için…

***

Mavi kuş gagasında bir şey tutuyordu. Sarı, parlak, yuvarlak… Altından bir halka gibi. Gagasını ortasından geçirmiş, başını havaya kaldırıyor, tuttuğunu düşürmüyordu.

Nikah yüzükleriydi bu!

Kuş kanat çırparak havalandı. O da peşinden.

Elinde sopası, evin tahta merdivenlerinden koşarak aşağı indi. Bozdağ’ın eteklerindeki bir tepenin sırtında tren gibi dizilmiş ev yıkıntılarının arasından yıldırım gibi geçti.

Kanat seslerini takip ederek kuyunun kıyısına kadar geldi. Önce mavi kuşun onu kuyunun alt geçidinden yer altı dünyasının ölümsüzlüğüne geçmeye davet ettiğini sandı.

Derken Fatması’nın gittiğinin ertesi günü dibinden kestiği zeytin ağacının köklerine yakın bir köşeden kalp atışına benzer bir ses duydu. Eğildi. Elleriyle yeri yoklamaya başladı. Çimleri söktü. Taşları fırlattı. Toprağı kazdı… Kazdı… Nereyi kazması gerektiğini, ne aradığını bilir gibi uzun uzun yaptı bunu.

Nihayet altın halkanın soğuk, pürüzsüz yüzeyi eline geldi! Yüzük parmağını kaldırdı. Diğer eliyle yıllar önce köyün imamının nikah günlerinde yaptığı gibi tek seferde yüzüğü parmağına taktı. Demek o sabah, orada düşürmüştü hayatlarını birbirine düğümleyen kanıtı.

Demek, o bir hayalet, Fatması bir düş, sevdaları bir masal değildi.

Mavi kuş alçaldı, kavak dalına kondu. Tatlı bir rüzgar esti. Dalları oynattı. Yaprakları açıklı koyulu hışırdadı. Uzakta bir Ağustos böceği cırladı.

Eski günlerdeki gibi Fatması’nın elini tutmak için karşı konulmaz bir çağrı gıdıkladı avucunun içini. Mavi kuş bülbül gibi şakıyordu. Kanatlandı aniden. Mezarlık tarafına doğru uçmaya başladı. Büyülenmiş gibi takip etti mavi kuşu. Bacakları gençliğindeki kadar güçlü, kanat seslerinin peşine düştü.

Koca servinin altında, Fatması’nın mezarının başında durdu. Mavi kuş, artık paçavraya dönmüş mavi yemeninin bağlı bulunduğu mezar taşına kondu.

Yere çömeldi. Elini toprakta gezdirmeye başladı. Fatması’nın elinin bulunduğu yerin üstünde durdu. Toprağı şefkatle okşadı, usul usul sevdi. Bedenine bir ılıklık akmaya başladı. Mavi kuş havalandı. Omzuna kondu. Tatlı bir rüzgar esti. Servi başını ona doğru eğidi.

Ilıklık aydınlığa dönüştü. İçi köy çeşmesinden gürül gürül akan saf sevgiyle köşe bucak yıkandı. Toprağın altı ile üstü, düşler ve gerçekler, görünen ve sezilen, zaman ve ötesi farklı vagonlar olmaktan çıkıp yekpare bir trene dönüştü. Tren, altın halkadan yapılma dev bir tünelin içinden geçerek sonsuza doğru yola çıktı.

Alyansını parmağında ileri geri oynatarak treni uğurladı.

Yanağını ılık toprağa, Fatması’nınkinin üstüne koydu. Gözlerini son kez kapadı. Sırtında hafif bir ürperti duydu. Üstünü toprakla örttü.

Fatma ile sarılarak uyuduğu günlerden sonra ilk kez uzun ve deliksiz bir uykuya daldı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

TEKLİF

Kız: “Koşarken, koştuğumu unutmayı seviyorum.” diyor. Erkek: “Öperken sevdiğini unutmak gibi…” derken Kız’ın saçlarına bir buse konduruyor. Çığlık çığlığa bir martı geçiyor başlarının üstünden. Ürperiyor Kız. “Koşmasaydım sana rastlayamazdım.” diyor. Erkek: “Sana rastlamasaydım, aşk peşinde koşmazdım.” diye tamamlıyor.

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

TEMİZLİKÇİ

Alışveriş merkezinin yemek katında onu temizlikçi bonesi ve önlüğüyle bir masada sere serpe otururken gördüğünde, kendisi suç işlemiş gibi irkildi.

Kovboy şapkalı, orta yaşlı bir adamın etrafında el dedektörünü dolaştırırken de gözünü temizlikçiden alamıyordu. Yo, öyle fenalaşmış ya da kısa süreliğine soluklanmak için sandalyenin ucuna ilişmiş filan gözükmüyordu kadın. Dirseklerini masaya dayamış, aheste aheste gözlerini ovuşturuyordu.

“Kafi değil mi, beyefendi?” diye uyardı kovboy şapkalı adam kibarca.

“Dedektörün sesi kapalıymış, o yüzden iki kez geçmek zorunda kaldım, efendim. Kusura bakmayın.” diyerek kenara çekildi. Adam, Meksika desenli örme pelerinini savurarak, kovboy çizmelerinin topuklarını granit karolara vura vura ilerledi. İşte kimisi de böyle, parayı bol bulunca ne yapacağını, ne giyeceğini şaşırıyordu.

Bir kez daha başını temizlikçinin bulunduğu yöne çevirince, masanın üstündeki pahalı cep telefonunu ve yarısından fazlası içilmiş kola bardağını fark etti. Enikonu yerleşmişti masaya. Kim bilir ne zamandır oradaydı.

Kapı dedektörüne çantasıyla girmeye yeltenen genç kızı uyararak, x-ray cihazını işaret ederken, ‘bir temizlik görevlisi o marka telefona nasıl sahip olabilir ki?’ diye soruyordu kendi kendine. ‘Daha bunun faturası var, yol parası var… Ne yer, ne içer, nerede yatar, kalkar? Kiminle konuşur, kiminle buluşur? Hali vakti o kadar yerindeyse neden temizlikçilik yapar?’

Geçen gece arkadaşlarıyla sohbet ederlerken, “neden böyle kan beynine sıçrıyor ki, imkanlarını zorlayan ya da sana göre müsriflik yapan birini görünce?” diye lafa karışmıştı Kahveci Nusret.

“Herkes bir defa geliyor dünyaya. İsteyen her gün evinde iki kap yemeğini yer; isteyen haftada bir lüks lokantada ziyafet çeker, kalan günler kuru ekmeğe talim eder. Sen rahat bir emeklilik için en güzel yıllarını çalışarak geçirirsin; o gençliğini yaşar, yaşlılığında sürünmeye razı olur. Sen çocuğun için varını yoğunu seferber edersin, çocuğun yine de tek başına ayakta duramaz. Onun çocuğu mecburen kendi sorumluğunu kendi sırtlanır, bir bakmışsın seninkinden önce olgunlaşmış, bir de üstüne babasına destek olmaya başlamış… Yani her koyun kendi bacağından asılır, koçum. Seninki temiz yol. Yine bildiğin yoldan git. Ama başka yola sapanları da yadırgama, hele hele yargılama sakın!”

O günden beri düşünüyordu. Kahveci Nusret insan sarrafıydı. Ama onun tanıdığı müsriflerin, özentilerin hiçbirinin yolu hayırlı bir yere çıkmamıştı. Yalnızca kendilerine değil, başta en yakınları olmak üzere çevrelerindekilere de büyük zarar vermişlerdi. Öyle iyi bilmediği konularda ahkam kesen biri değildi; kendi öz babası bunların önde gideniydi.

İşte şimdi temizlikçinin sakin sakin kolasından bir yudum alıp tekrar ellerini yüzüne kapayışını izlerken, yine engel olamadığı bir öfkeyle doluyordu.

“Bir şey mi oldu?” X-ray cihazındaki arkadaşının uyarısı üzerine şöyle bir toparlandı. Zoraki bir gülümsemeyle herşeyin yolunda olduğunu işaret etti. Kapı dedektörünü çığlık çığlığa öttüren kadına dönerek:

“Üzerinizde metal eşya mı var, hanımefendi?” diye sordu.

Kadın paltosunun önünü açınca boynundaki stetoskop ortaya çıktı. Stetoskobu plastik kutuya koyarak, tekrar kapıdan geçmesini rica etti.  Bu dalgınlıkla kim bilir ameliyatta milletin içinde neler unutuyordur bu, diye geçirdi aklından.

Sonra yine temizlikçiyi düşünmeye başladı. Ne zordu bu devirde iş bulmak. Hele böyle sıcacık, güvenilir bir yerde… Dışarıda tonlarca insan işsizlikten kırılırken… Mesela gündeliğe giden kendi hanımı, el alemin evinde sabahtan akşama kadar sigortasız, güvencesiz pencere pervazlarında gezerken…

Diğer güvenliğe belli etmemeye çalışarak göz ucuyla temizlikçiyi kesti. Elleriyle gözlerini kapamış, öylece kıpırdamadan duruyordu. Yoksa kadıncağızın başına bir felaket mi gelmişti? Bu yeni olasılık çatık kaşlarının inmesine, alnındaki kırışıkların düzelmesine neden oldu. Tabi ya, kesin öyle bir halt olmalıydı. İdari işler sorumlusu istisnasız her toplantıda ‘disiplinsizliğe sıfır taviz’ diye kükrerken, şu duruşun işten tazminatsız atılmak anlamına geldiğini bilmemesine olanak yoktu.

Heykel gibiydi kadın… Düşünen kadın heykeli… Evet, evet kesin çok kötü bir şey gelmişti başına. Belki bir yakınını kaybetmiş, belki bir kaza ya da hastalık haberi almıştı. Azıcık sakinleşsin, gücünü toplasın diye oturtmuşlardı onu masaya. Büyük ihtimalle cep telefonu da ona değil, müdürüne filan aitti. Bu tür olağanüstü durumlarda uygulanan prosedürleri bilirdi. Alıştırarak söylesin diye önce müdür aranmıştı. Herhalde kola da sakinleşmesi için masasına bırakılmıştı.

Derin bir nefes aldı. Belki de bardaktaki kola değil ilaçtı. Kadının bir hastalığı vardı. İlacını içmek için izin almıştı. Kendine gelmeye çalışıyor ama bir türlü toparlanamıyordu. Başı dönüyor ya da gözleri kararıyor olmalıydı. Yoksa normal bir insan, kalabalığın ortasında dakikalarca gözlerini kapayarak oturur muydu?

Soluğunu tutmuş, ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Kapıdan ayrılması görev ihlaliydi. Kadına yardım etmemek insanlık suçu!

Bu arada öğlen yemek saati bitmiş, insan trafiği sakinleşmişti. Sanat galerisindeki açılış partisi devam ediyordu.

Birkaç dakika boyunca hiç yeni müşteri gelmeyince cesareti arttı. X-ray cihazındaki arkadaşına, “Benim tuvalete gitmem lazım.” diyerek elindeki güvenlik dedektörünü monitörün önüne bıraktı. Neyse ki tuvalet, temizlikçinin oturduğu masanın bulunduğu taraftaydı. Seri adımlarla o yöne doğru yürümeye başladı.

Kadının oturduğu masanın kıyısına geldiğinde, ne diyeceği konusunda kararsızdı. Bir an duraksadı. Kaybedecek vakti yoktu. Sonuçta işçi sınıfı, birbirinin dilinden de, halinden de anlardı.

“Merhaba bacım.” dedi. “Yardımcı olabileceğimiz bir konu var mı?”

Kadın ellerini yavaş yavaş gözlerinden aşağı indirdi.

“Teşekkür ederim.” dedi. “Çok naziksiniz. Migrenim tuttu da, içerisi çok gürültülü. Biraz mola vereyim dedim.”

Kadının sesi televizyon dizilerindeki oyuncular gibi karizmatik çıkmıştı. Her vurgunun hakkını veren kusursuz bir diksiyon ve özgüvenle…

Dikkatli bakınca makyajsız sandığı yüzün fondöten kaplı, kaşların ise sosyete kadınlarınınki gibi dövme olduğunu fark etti.

“Buyurun lütfen, oturun. Tiyatrocu musunuz?”

Beyni durmuş gibiydi. Şaşkınlığı giderek büyüyordu.

“Yoo…” dedi ağzı açık. Başını iki yana sallarken dudakları sallanıyordu.

Temizlikçi kahkahayı basınca hepten tedirgin oldu. Masadan bir adım uzaklaşıp, gergin hareketlerle etrafı kolaçan etmeye koyuldu.

“Kostümünüz harika olmuş. Ama ben ‘Merhaba bacım’ deyişinizdeki otantik aksanın ancak tiyatro eğitimi almış, usta bir ağızdan çıkabileceğini düşünmüştüm.”

Kulaklarına kadar kıpkırmızı oldu. Dili damağı kurumuş, dişleri kenetlenmişti. Ne, kadına tam olarak neden bahsettiğini sorabiliyor, ne neden orada bulunduğunu açıklayacak bir sözcük sarf edebiliyor, ne de arkasını dönüp uzaklaşabiliyordu. Aniden başını çevirince dedektör kapısında sıra bekleyenleri gördü.

O sırada temizlikçinin telefonu çaldı. Kadın telefonu açıp kulağına götürdü.

“Ah merhaba hayatım.” dedi. “Teşekkür ederim, gayet iyiyim. Alışveriş merkezinde, sanat galerisindeyim. Bizim Tijen’in sergi açılışı var da bugün. Evet… Evet… Serginin teması: “Görünüşe Aldanma”.

Bakışlarını kadının yüzüne dikmiş, adeta donakalmıştı.

“Evet hayatım. Şu kıyafet balosu temalı açılış partisi… Görsen nasıl renkli ve enteresan bir organizasyon oluyor. Kovboy kostümüyle gelen mi istersin, doktorculuk oynayan mı? Abartıp süper kahraman olan bile var… Ben mi? Ben temizlikçi kılığındayım. İnanmazsın şu an karşımda müthiş bir güvenlik prototipi var. ‘Bacım’ filan dedi bana demin. Çok şeker… Ha ha ha ha… Keşke sen de gelebilseydin…”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

GRİ

Kovulmuştu. Ve hiç fena hissetmiyordu kendini. Rüzgar yüzünü tatlı tatlı yalıyordu. Omuzlarındaki tek ağırlık ceketi. Onu da çıkardı. Kravatını katlayıp cebine koydu. Şehir bomboştu. Hiç görmediği kadar… Belki o saatlerde hep böyle olurdu. Kovulmasa haberi bile olmayacak.

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

DENİZ KIZI

“İsmail kardeş, Deniz Kızı’nı görmeye gidelim mi?” İsmail, Nuri’nin vurduğu topu ayak içiyle karşılarken, kıkırdadı. Sahile panayır kurulduğundan beri, Nuri bu saatlerde bakkalın önündeki kaldırıma oturup İsmail’in okuldan dönmesini bekliyor; o sokağın başında belirir belirmez topu asfalta dikip şutunu çektikten sonra bağırarak aynı soruyu soruyordu.

ŞIMARTMAK

“Kolay değil, ekmeğini taştan çıkarmak” derdi. “Görmüyor musun, yerini yurdunu terk etmiş, otogar girişlerinde göçmen kuşlar gibi titreşen şu garibanları… Senin benim şikayet ettiğimiz hayatlara sahip olabilmek için kolunu, bacağını, böbreğini veren çıkmazsa içlerinden, şerefsizim!”

Yıllarca hamallık yapmış, beli müsaade etmeyince nakliye araçlarında şoförlüğe başlamış, kızının doğduğu sene “Allah rızkını verir” deyip, senetle elden düşme bir kamyonet satın almıştı.

Haftanın altı günü sabah ezanından önce evden çıkar, yatsıda dönerdi. Allah sevdiği er kulunu kız çocukla ödüllendirirmiş; gözünün nuru, dönüşünü camda bekliyor olurdu.

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları.

İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı, nasıl karşılık vereceğini bilmediğinden mi, duygusunu açık ederse onu şımartacağından çekindiğinden mi…

Kıymetlisinin ipeksi saçlarına çekinerek dokunur, burnunu uyku kokmaya başlamış ensesine usulca yanaştırır, işte tam o sırada, kendini koyvermek üzereyken gözlerini aniden açıp, onları gülümseyerek seyretmekte olan karısını, kaşlarını çatarak selamlardı.

Sonra o banyoya, çocuk yatağa, hanım mutfağa…

Ertesi gün, kızı doğalı dört yıl olacaktı. Aylardır gelgitler yaşayarak o günü bekliyordu. Hayatta hiç kimse için, hiçbir şey için değişmemiş olmaktan ötürü gurur duyardı. Ertesi gün değişecekti. Karısı şaşırsa da, yavrusu şımarsa da, Rahmetli babası mezarında ters dönse de; o bundan böyle Allah’ın bildiğini kuldan esirgemeyecekti. Hayatında ilk kez… Bir insana, onu çok sevdiğini açık edecekti.

Geçenlerde çok eşyalı bir ev nakliyesi için Kırgız bir hamal tutmuştu. Halterci gibiydi namussuz; buzdolabını, bulaşık makinesini, çelik kasayı sırtlanıp sırtlanıp apartmanın en üst katına koşar adım çıkarmıştı. Sonra öğlen bakkalın önündeki kaldırıma oturmuş, bütün ekmek arası salam kaşarlarını yerlerken Kırgız Hamal’ın salamları ayırıp, yırttığı gazete parçasının üstünde biriktirdiğini görünce, dayanamayıp nedenini sormuştu. Kırgız’ın çekik gözleri ışıldayarak büyümüştü birden. Kıç cebinden içi boş cüzdanını çıkarmış, gururla oğlunun resmini göstermişti.

Elin Kırgız’ı salamını ta memleketindeki oğluna gönderecekti de ona iş veren şerefsiz, kızına bir doğum günü hediyesini çok görecekti ha? Yok yok, artık bu gönül pintiliğine bir son verecekti. Sevgi arsızı olmasın derken, kızcağızın varlık içinde yokluk çekmesine daha fazla izin vermeyecekti.

Belki yine karşısına geçince eli kolu kaskatı kesilecek, ona uzun uzun sarılamayacak, saçlarını dilediği gibi okşayamayacaktı. Ama bu defa sokak kapısını açtığında daha, kızı babasının elindekini görür görmez bunun ne anlama geldiğini anlayacaktı. Bu defa gözlerini kapamayacak, kızının yüzündeki şaşkınlığı, merakı, sevinci an be an seyredecekti. Çocuktu tabi daha, o an aklı fikri hediyesinde olacaktı… Ama minik kalbi babasının onu ne kadar sevdiğini anlayacak ve hep hatırlayacaktı. Adı gibi biliyordu bunu. Onun başına, çocukken bir kerecik böyle bir şey gelmiş olsa, bir daha asla unutmazdı.

Yılın en soğuk, en puslu, en meşgul günüydü. Üç ayrı adresten eşya toplanacak, akşam beşe kadar depoya yetiştirilecek, nakliye parası teslimatta alınacaktı.

Sabah her zamankinden yarım saat erken yola çıkmış; daha ilk adrese giderken yolda lastiği patlatmış, ayazda bir buçuk saat onu değiştirmekle uğraşmıştı.

İkinci adres cadde üstündeydi. Yüklemeyi bitirdikten sonra Ganalı ameleyi yiyecek bir şeyler alması için köşedeki büfeye göndermiş, tam o sırada bir cenaze evine yüklü sipariş hazırlayan tavuk dönerci, Ganalı’yı uzun süre bekletince, meraklanıp kendisi de peşinden gitmiş; hazır büfeye kadar gelmişken ekmek arası dönerlerini orada sıcak sıcak yemelerine karar vermiş, dönüşte kamyoneti bıraktığı yerde bulamamıştı.

Sakinliğini korumaya çalışarak koşar adım cadde üstündeki dükkanlara girip çıkmış, kamyonetin çekici tarafından götürüldüğünü gören berber çırağı sayesinde rahat bir nefes almıştı. Ekmek teknesinden olmak bir yana içindeki eşyanın ederi kim bilir ne tutardı?

Taksi parası, çekici, otopark ücreti derken cebinde, cüzdanında ne varsa teslim etmiş, epeyce de zaman kaybetmişti. Neyse ki, aracın kasasındaki eşyalarda hasar gözükmüyordu.

Üçüncü adresteki yükü hızlıca indirebilsinler diye, kolları sıvadı. Beli sakatlandığından bu yana ilk kez hamallık yapıyordu. Ganalı ile birlikte eşyaları soluk soluğa indirip, kasaya yüklediler. İş bitiminde alın terini koluna sildi, aksayarak arabaya yürüdü. Yorgunluktan elleri titriyordu. Ama mola vermeden tekrar yola koyuldu.

Gazı köklüyor, ağırlıktan ötürü daha fazla hızlanamayan aracı bağırtıyordu. Bir süre, arkadan kornaya basıp, selektör yakanlara aldırış etmeden sol şeritten gittiler. Sonra trafik yavaşladı. Ve önlerindeki araç durdu. Ganalıyı indirtip, ileride ne olduğuna bakmaya gönderdi. Kaza vardı! Kırk beş dakika da orada kaybettiler.

Sigara üstüne sigara yakıyordu. Cebinde sigara alacak kadar dahi parası kalmadığını fark edince daha az içmeye başladı. Benzini de azalıyordu. Depoya zamanında yetişip tahsilatı yapamazsa, eve kadar idare ederdi belki ama sonrasını kestiremiyordu.

Yol tekrar açıldığında, işi mucizelere kalmıştı. Yine de yılmadı. Sol şeritten, orası yavaşladığında ceza yemeyi göze alarak emniyet şeridinden bastırıp, yetişmek için elinden, ayağından ne geliyorsa yaptı.

Beşi beş geçe deponun kapısındaydı. Bekçinin demesine göre depocu ile muhasebeci tam saatinde, yani beş dakika önce çıkmıştı. Pazartesi sabahına kadar da orada tek gözlü karabaşla ihtiyar bekçi dışında bir Allah’ın kulunu bulamazdı.

Ganalı durumun ümitsizliğini kavramıştı. Boynunu büktü. Yevmiyesini istemeden arabadan indi. Hiç değilse kaldığı bekar odası depoya yürüme mesafesindeydi.

Gömlek cebinden paketi çıkardı. Son iki sigarasından birini Ganalı’ya verdi. İnce uzun adamın siyah derisinin altında bembeyaz, dostça bir tebessüm belirdi. Pazartesi sabahı aynı yerde buluşmayı kararlaştırıp tokalaştılar. Ganalı başının üstünden tüten sigara dumanı eşliğinde ağır ağır gözden kayboldu.

Nakliye araçlarının park ettiği yol kenarında durdu. Kafasını toplamaya çalıştı. Ganalı gibi kaderine razı olup sigarasını tüttürerek eve eli boş gitmek istemiyordu. Bunca yıl borç almayı da vermeyi de kitabından çıkardıktan sonra, şimdi eşi dostu aramak da gururuna dokunuyordu.

Kara kara düşünürken gözü karşıdan karşıya geçmeye çalışan iki gence takıldı. Gömleklerindeki yazılardan, caddenin tam karşısındaki kebapçının garsonları olduklarını anladı. Açılış gününden kalma çiçekleri solmuş çelenkleri ve balondan kemeri taşıyorlardı.

Taşıtlara kırmızı ışık yanınca, yaya kaldırımını ağır ağır geçtiler. Yüklerini kamyonetin hemen arkasındaki çöp konteynırına dayadılar. Ve ağızlarından dumanlar çıkararak dükkana geri döndüler.

Dikiz aynasını düzeltti. Bakışlarını balonların yansımasından alamıyordu. Birden rüzgar esmeye başladı. Balonlar havalandı. Kapıyı açıp dışarı fırladı. Balonlar ters yönde sürükleniyordu. Peşlerinden koşmaya başladı. Balonlar uçup az ileriye konuyor; o bütün gücüyle koşmaya devam ediyordu. Neyse ki dev bir üzüm salkımını andıran kemer, solucan gibi kıvrılıyor, çok da hızlı hareket edemiyordu.

Rüzgar şiddetlendi. Balonları yolun kıyısına kadar itti. Dev bir tır, sağ şeritten hızla yaklaşıyordu. O da aynı noktaya doğru bütün gücüyle koştu.

Balonlar ağır ağır kaldırımdan, yola indi. Tırın sağ ön lastiği tam ortalarından geçmek üzereydi. O, son bir hamle ile uzanıp balon salkımının ucunu yakaladı. Gözlerini sımsıkı kapatarak, kendine doğru çekti. Tır, bir adım sağından hızla ve korkunç bir gürültü çıkararak geçti.

Gözünü açtığında, cadde mavi ve pembe balon patlakları ile doluydu. Elindekilere baktı: Yaklaşık yirmi kırmızı, beş altı tane de pembe balon kurtulmuştu.

Bu kadarı minik melek kızını havalara uçurmaya yeter de artardı!

Balonları yerden kaldırdı. Çamurlarını mendiliyle sildi. Kamyonetin yanına geldi. Ön kapıyı açtı. Balon salkımı o kadar büyüktü ki, içeri sığmadı. Aracın kasasına göz attı: Tıka basa doluydu.

Bu saatten sonra vazgeçecek hali yoktu. Kırmızı balonlardan iki tanesini kopardı. Kasa ile koliler arasına sıkıştırdı. Üç tane daha kopardı. Onları da esneterek aralara yerleştirdi. Kalanları ön koltuğa koymak için epey mücadele etti. İte kaka hemen hepsini sığdırdı. Bir tanesi inatçılık ediyor, kapının kapanmasına engel oluyordu.

Tam o sırada bir kız çocuğu sesi duydu.

“Anne bak kırmızı balonlar ne kadar güzel”

Önce sesin kızına ait olduğunu sandı. Sonra gaipten sesler duymaya başladığını… Konuşma devam etti:

“Keşke benim de bir tane olsa…”

Başını çevirince annesiyle aracın yanından geçmekte olan pembe paltolu bir kız çocuğuyla göz göze geldi:

Son kırmızı balonun ipini çekip kopardı. Kıza uzattı. Çocuğun ağzı, tıpkı kendi kızınınkini hayal ettiği gibi şaşkınlık ve sevinçten bir karış açıldı.

Annesi önce duraksadı. Sonra itiraz etmeye hazırlandı. Kadına dönüp:

“Lütfen yenge…” dedi. “Ben de kızıma götürüyordum; çocuklarımızın yüzü gülsün.”

Kadının yüz hatları gevşedi. Başını usulca salladı. Hızlıca toparlandı. Kızını dürterek: “Amcana teşekkür et o zaman” dedi.

Araca güçlükle binebildi. Çocuksu bir uçarılıkla şoför koltuğuna yayılmaya çalışan balonlarla itişe kakışa, onları kızının kırmızı yanakları yerine koyarak, dikenli sakallarıyla patlatmamaya çalışarak; kasadaki eşyaların el verdiği kadar hızlı ve her zamankinden coşkulu evinin yolunu tuttu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

SARMAŞIKLAR

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.

KARANLIK ODA

Haftalarca odasından çıkmadığı olurdu. Yarısı boş, hatıralarıyla birlikte duvarları da delik deşik olmuş, kocadıkça kararmış, nemlendikçe yosunlanmış, ceset gibi kokmaya başlamış bir hanın, en az kullanılan koridorunun ucundaki sığınağından.

ŞIKIRDIM

Esad ve Esma yalının açık penceresindeki beyaz tülle esmer perde gibi kah ayakları yerden kesilip havalanarak, kah birbirlerine sımsıkı tutunarak; kah döşeğin derinliklerine savrularak, kah Dersaadet’i cibinlik gibi etraflarına dolayarak, yalının sultan odasında öyle bir gece geçirdiler ki, şafak sökerken her ikisi de ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin müptelası olacaklarını kavradılar.

KIPKIRMIZI

Bütün gece yatakta dönüp durmuştu. Saatine baktı. Kalktı, perdeyi açtı. Dışarısı zifiri karanlıktı. Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere.

Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken…

“Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu, uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

Arkasını dönmeden önce buğulu gözlerinin derinlerinde belli belirsiz bir ışık belirmişti. Titrek bir pırıltı… Sisli havada, dağ başındaki bir evin penceresinden sızan mum alevi gibi. Zayıf ama ümitvar.

Montunu sırtına geçirip dışarı fırladı. Yarım saat vardı daha. Gece yarısından bu yana üstüne üstüne gelen dört duvarın arasına sığmayacak yarım koca saat.

Saçak altlarında uyuyan sokak köpeklerinin, otobüs durağında bekleşen karaltıların arasından hızla geçti. Bir gece önce, onu bıraktıktan sonra yaptığı gibi; elleri ceplerinde, bilinci yarı kapalı.

“Gitmemi istemezsen, kalırım.” demişti, yanmayan bir sokak lambasının altında nefeslerini tutmuş, yan yana otururlarken. Dizleri birbirine dokunuyordu. Herkesin eli kendi cebine saklanmış. “Büyütürüz birbirimizi.”

Sözcükleri, karaya vurmak üzere olan ilişkilerinin burnunda deniz feneri gibi çakmıştı. Dümeni elinde bulmuştu ansızın. Oysa o ne şiddetli ışığı, ne de dümende olmayı severdi.

“Bugüne kadar büyütebildik…” diye karşılık vermişti soğukkanlılığını korumaya çalışarak. Dizini kendine doğru çekmişti biraz. “Özgürdük çünkü. Şimdi sen sırf bizim için kalırsan eğer… Artık özgür olamayız.”

Hava kuruydu. Yerler ıslak. Ve hala karanlıktı neyse ki. En ufak bir iyimserliğe dahi tahammülü yoktu çünkü.

“Senden önce özgürdüm ben.” sözcükleri dökülmüştü biçimli dudaklarının arasından. Ne hesap soruyor, ne de yalvarıyordu. Kendini anlamaya çalışıyor gibiydi daha çok. Kendi kendine konuşuyor gibi. “Eksik de hissetmiyordum aslına bakarsan. Ama seninle… Başka oldum.” İnce burnunu hafifçe kaldırarak derin bir nefes çekmişti içine. Ucu kıpkırmızı olmalıydı o an burnunun. Karanlıktı, görmüyordu ama emindi bundan.

“Bunları konuşmaya başladığın andan itibaren…” diye karşılık vermişti buz gibi bir sesle. “Başka olmaktan ağır ağır çıkar, tekrar olmaya başlar her şey.” Yutkunmuştu sonra kuru kuru.

Son cümlesini işitmemiş gibi devam etmişti rüzgarın uçuşturduğu bir tutam saçını zarif bir el hareketiyle kulağının arkasına atarken. “Yalnızca sen değildin başka olan. Seni tanıdıktan sonra sabahlar da başkalaştı. Akşamlar da… Kitaplar da… Martılar da…” Tam bunu söylerken çevirmişti yüzünü. Gözleri mücevher gibi parlıyordu. “Anladım ki, gerçek aşk tek kişiye hapsetmiyor insanı. Bütün dünyaya açıyor.”

Boğaz’a doğru ilerliyordu. İçi de hava gibi kapkara. Yaraya tuz basmanın iyi geldiğini duymuştu çocukken. Tuzlu deniz havasını içine çekmeye gidiyordu.

“Aşkın bir kimyası olduğuna şüphe yok.” demişti, tekrar dizini, dizine değdirirken. “İnsanı sarhoşlaştıran bir hali var. Hani çakır keyif olunca her şey güzel görünür ya göze… Aşk onun biraz daha uzun soluklusu bana kalırsa…” Tam burada ikisini de rahatlatan, bembeyaz bir gülümseme belirmişti banklarında.

“Ama sonra…” Dizleri tedirgince uzaklaşmıştı yine birbirinden. “Sonrası hayatın bütün film festivallerini elinin tersiyle itip, tek bir diziye talim etme hali…” Yutkunmuştu yine. “Tek kitap okuyarak alim olunabilir mi? Tek ülke görerek seyyah? Hep aynı yemeği yiyerek sağlıklı kalabilen birini tanıyor musun?”

Burada sözünü kesmişti işte. “O tek kitabın içeriği, derinliği, okurun arayışına uygunluğu ve her baskıda kendini yenileyebiliyor oluşuna göre değişmez mi sorunun cevabı? O tek ülke, kurulduğundan beri bütün dünyanın canlılarına kapılarını ardına kadar açıp, anayurtlarındaki gibi var olmalarına izin vermişse? Hep aynı yemeği yemek sağlıklı ve şart değil elbette. Ama aynı kişiyle, aynı sofrada, aynı yemeği yemenin de huzur veren bir yanı yok mu? İnsanoğlunu bin yıllardır hayata ve birbirine daha güçlü bağlayan biraz da böyle ritüeller değil mi?” Nefes almadan sıralamıştı bunları. Bitiminde göğüslerinin gölgesi ayaklarının dibinde bir süre hızlı hızlı inip kalkmıştı.

Boğaz’a ulaştığını soğuk, iyotlu hava ciğerlerini sızlatınca fark etti. Başını kaldırdı. Ufukta belli belirsiz gündoğumu hazırlıkları başlamıştı. Rüzgar estikçe üstünde hayalet bir çocuk varmışçasına usul usul sallanan salıncağın yanından geçerek, parka doğru yürüdü.

“Hepsinde haklı olabilirsin.” demişti alt dudağını ısırmayı bırakarak. “Ama bütün bunlar tek başına yaşayabileceğin sınırsız olasılığı iki kişinin ortaklaşa gerçekleştirebileceği sınırlı deneyimler toplamına indirgeyecek…”

“Yani?” diye sormuştu alaycı mı, alıngan mı olduğunu belli etmeyen, duygusuz bir tonda.

“Yani her defasında yeni bir varlığı, yorumu, teni, rengi keşfetmek yerine, hayatını tek bir varlığın, yorumun, tenin, rengin filtresiyle yaşamak zorunda kalacaksın. Her yeni güne ‘başka nasıl biri olabilirim?’ diye başlamayacaksın. Sürekli ‘onunla ne yapabilirim?’ sorusunun cevabını arayacaksın.”

Uzun bir sessizlik olmuştu bu konuşmanın ardından. “Ben her gün başka biri olmak istemiyorum.” deyip aniden ayağa kalkmıştı. “Kendim olmak istiyorum sadece. İçinden geldiği zaman, içinden geldiği gibi davranabilen… Hayatı boyunca hiç kimseyi, hiçbir koşulda, içinden gelmediği gibi davranmaya zorlamayan biri.”

Bunu söylerken sarılıp yanaklarından öpmüştü; ne mesafeli, ne tutkulu. Sonra gözlerinin içine bakmıştı inadına. Bunun ne kadar derine işleyebildiğinin farkında: “Ama sanırım haklısın… Ben şu an… Hayatı aşkın kırmızı filtresiyle görüyorum…” Nefes alırken burun delikleri zarifçe açılıp kapanmıştı. “İçimden öyle geliyor. Dalga dalga… Alev alev… Seninle yapabileceklerimi, dünyanın tüm olasılıklarından daha fazla önemsiyorum.”

Hiçbir şey diyememişti. Yalnızca o an değil, gece boyunca hiçbir şey diyememişti. İçinden ne geldiğini, hayatı nasıl görmek istediğini hiçbir zaman tam olarak bilememişti.

Gözü karşı kıyıya takıldı. Yalıların ve kuleli tarihi okulun tepesinde altın rengi bir çizgi belirmişti. Bu çizgi ile birlikte gökyüzünde sarımsı, morumsu sızıntılar belirmeye; siyahın tavizsizliği ağır ağır grinin kararsızlığına dönüşmeye başlamıştı.

Kendini hiç iyi hissetmiyordu. Gri ile idare edebilirdi. Ama daha fazlasıyla başa çıkıp çıkamayacağından emin değildi.

Bir an için evine dönmeyi düşündü. Hali yoktu. Teknelerin karşısına sıralanmış banklardan birine çöktü. Sabah koşusuna çıkmış genç bir adam önünden hızla geçti. Sonra yine park ıssızlaştı. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin temasına tahammülü yoktu. Gözlerini sımsıkı kapadı. Yakalarını kaldırdı. Kollarını göğsünde kavuşturdu. Kalan on beş dakikayı içine kapanarak geçirmeye karar verdi.

İçinden o geliyordu.

Dalga dalga… Alev alev… Gözlerini kapayınca siyah görmez mi insan? Ruhundan kırmızı fışkırıyordu.

Başka yüzler düşünmeye çalışıyordu. Başka eller, başka sözler… Başka anlar, başka renkler…

Bacağını bacağının üstüne bastırıyordu. Yumruğunu, dişlerini, göz kapaklarını sıkıyordu. Soluğunu tutuyordu.

Daha fazla dayanamadı… Nefesi patlarcasına boşaldı. Gözleri kendiliğinden açıldı. Kirpiklerini kırpıştırdı…. Gördüklerine inanamadı! Gökyüzü kırmızıydı. Başını sağa sola çevirdi. Pembe, kızıl filan da değil: Kıpkırmızı!

Banktan fırladı. Rıhtıma bağlı yat ve teknelerden denizi göremiyordu. Oysa şu an onun her yeri, herşeyi göreceği bir açıklığa; özgür bir bakışa ihtiyacı vardı.

Koşarak bir sıçrayışta tam karşısındaki yolcu teknesinin burnuna atladı. Merdivenleri tırmanarak üst kata çıktı. Teknenin kıçına kadar koştu. Soluk soluğa durdu.

Yalnızca gökyüzü değil, Boğaz da kıpkırmızıydı. Dalga dalga, alev alev, cayır cayır kırmızı…

İçinden tek renk geliyordu. Dışarıda tek renk görüyordu. Hayatında ilk kez kendini evrenle tam bir uyum ve bütünlük içinde hissediyordu.

Yüzündeki gülümseme aniden dondu. Panik halinde ceplerini karıştırmaya başladı. Güçlükle telefonunu buldu. Eli kolu birbirine karışıyordu. Saate baktı. Uçak kalkmak üzereydi. Telefon numarasını ararken işaret parmağı zangır zangır titriyordu.

Nihayet buldu. Parmağını numaranın üstüne bastırdı. Asırlar kadar uzun süren bir sessizliğin ardından çalma sinyali duyuldu. Telefon anında açıldı.

“Ben…” deyip derin bir nefes aldı. “Artık hayatı kırmızı görüyorum.”

Karşıdan yanıt, hıçkırıkla karışık geldi.

“Bekle orda. Hemen uçaktan iniyorum.”

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

SAKIZ İLE CİNGÖZ

Kadırga’da bir evde yaşıyorlardı. İki kardeş… Sıradan ev kedilerinden değillerdi. Her şeyden önce evleri sıradan değildi. Dış cephesi kısmen yıkık, duvarlarının boyaları yaprak yaprak soyulmuş, merdivenleri çökük, ahşapları çürük tarihi bir konakta doğup büyümüşlerdi. Babalarının Mart aylarında Yenikapı ile Cankurtaran arasında turlayarak önüne gelene asılan, koca kafalı bir boş gezen olduğu söylenirdi.