Yazar: Tgumusay

SARI MELAHAT

Yıl 1944. Soğuk bir sonbahar akşamı. Hava her zamankinden erken kararmış. Sabah başlayan yağmur kesintisiz devam ediyor. Şemsiye ve şapkalar altından akan insan seli, parke taşlı yollardan Eminönü Meydanı’na dökülüyor.

Babıali yokuşundan inen gazetecilerle öğrenciler; Sirkeci garından dağılan yolcular; Tahtakale’den, Mahmutpaşa’dan, Sultanhamam’dan, Mercan Yokuşu’ndan içi dolu torbalarla, çuval ve küfelerle ağır aksak dönen işportacılar, tüccarlar, hamallar; iş çıkışı alışveriş için Mısır Çarşısı’na uğrayan vatandaşlar; otobüs duraklarında kuyruk bekleyenler; iskeleye yönelenler; balıkçı leğenlerinde yüzen palamutları seyredenler; hava soğudukça yakarışları yükselen dilenciler; köpeklerle yan yana saçak altlarına sığınmış seyyar satıcılar; ıslanmasın diye biletlerini koyunlarına saklayan milli piyangocular… Hepsi de meydanın kördüğümünden bir an önce kurtulup, kendi yollarına gitme telaşındalar.

Galata Köprüsü’ne çıkmak üzere yolun karşısına geçmeye hazırlanan Gazeteci Muzaffer Bey, Yeni Cami’nin kapısının önünden geçerken evde kahve kalmadığını hatırlıyor. Aniden karar değiştirerek Mısır Çarşısı’na doğru adımlarını hızlandırıyor. İçinden “belki on beş, yirmi dakika kaybederim ama Kurukahveci Mehmet Efendi’den tazecik kahve çektirim” diye geçiriyor.

Mısır Çarşısı’nın kemerli girişinde, cüce piyangocunun yanında dikilen on beş yaşlarındaki çelimsiz gazeteci, Muzaffer Bey’in dikkatini çekiyor. Narin başı kemikli omuzları arasına gömülmüş çocuk, koltuğunun altında kalınca bir deste Yeni Sabah tutuyor. Çıplak ayakları ıslak kaldırım taşıyla bütünleşmiş; mermerden bir heykele aitmiş gibi görünüyor.

Muzaffer Bey’in gönlünden gazete almak geçiyor. “Kahvenin yanında iyi gider, hem çocuğa da hayrım dokunur”, diye düşünüyor. Ama sağ elinde akşam çalışmak için eve götürdüğü dosyalarla dolu evrak çantası, sol elinde şemsiyesi var. Kalabalığın ortasında ıslak şemsiyeyi kapayıp, cüzdanı çıkarmak kolay değil. İnsanlar zaten birbirine sürtünerek, güç bela ilerliyor. Yaya trafiğini aksatıp, daha fazla itilip kakılmamak için gazete almaktan vazgeçiyor.

Birkaç adım sonra Muzaffer Bey’in gerisinde bir patırtı kopuyor. Arkasını döndüğünde, gazeteci çocuğu iri yarı bir adamın bacağına sımsıkı sarılmış halde buluyor. Adam, diğer ayağı ile çocuğu tekmeleyerek kendini kurtarmaya çalışıyor. Çocuk inatçı ve göründüğünden çok daha kuvvetli. Saçı başı çamur içinde kalmış ama adamın paçasını bir türlü bırakmıyor. Gazeteler yere saçılmış. Üstlerine basan basana… Adam ağıza alınmayacak küfürler savuruyor. Çocuk kısa bir an için dişlerini sıkmayı bırakıp Muzaffer Bey’e dönerek: “Bey amca cüzdanın!” diye bağırıyor.

Muzaffer Bey’in pantolonunun arka cebini kontrol etmesi ile betinin benzinin atması bir oluyor. İçinde kimliklerinin yanı sıra, ertesi sabah bankaya yatırmak üzere taşıdığı beş bin lira bulunan cüzdanın yerinde olmadığını fark ediyor. Boğuk bir sesle: “Yakalayın! Hırsız!” diyebiliyor.

Neyse ki, etraflarındaki üniversiteli grupla hamallar derhal durumu idrak ediyor. Hamallar yankesiciyi kıskıvrak yakaladıkları gibi ceplerini aramaya koyuluyorlar. Çok geçmeden ceketin yan cebinde Muzaffer Bey’in cüzdanını bulup, sahibine teslim ediyorlar. Aynı anda üniversiteliler bir trafik polisi ile çıkageliyorlar.

Muzaffer Bey ve yolda isminin Bedri olduğunu öğrendiği gazeteci çocuk, karakolda içlerini ısıtan birer bardak çay eşliğinde ifade veriyorlar. Çıkışta Muzaffer Bey Bedri’yi kolundan yakalıyor. Bir kez daha minnet duygularını ifade ederek cebine yüklü bir miktar bahşiş sıkıştırıyor. Bedri önce bahşişin tamamını reddediyor. Uzun bir çekişmenin ardından Muzaffer Bey’in ısrarlarına dayanamayarak ziyan olan gazetelerin tutarı kadar parayı alıp, gerisini iade ediyor.

Bedri’nin gözüpekliğinden, dürüstlüğünden ve adalet duygusundan çok etkilenen Muzaffer Bey, muhakkak babası ile tanışmak istediğini söylüyor. Bedri bir çırpıda; babasını iki yıl önce kaybettiklerini, o ölünce orta ikinin yarısında mecburen okulu bırakıp çalışmaya başladığını, annesi ile Süleymaniye’de bir göz odada yaşadıklarını anlatıyor.

Muzaffer Bey o gece Bedri’yi bırakmıyor. Birlikte Bedri’nin Süleymaniye’deki evlerine gidiyorlar. Annesi oğlunun çamur ve sıyrıklar içinde kalmış yüzünü kandil ışığında ağır ağır temizlerken, nohut kahvesini yudumlayan Muzaffer Bey böylesine erdemli bir evlat yetiştirdiği için kadına övgüler yağdırıyor. Kahvesini bitirip fincanı tabağa yerleştirirken, Bedri’yi artık manevi oğlu saydığını, bundan böyle harçlığını ve okul masraflarını bizzat kendisinin karşılayacağını, Bedri gibi kıymetli bir çocuğun muhakkak tahsil görerek vatana, millet fayda sağlaması gerektiğini söylüyor. Bedri yine mahcup bir ifade ile itiraz etmeye yeltenirken, annesi göz yaşları içinde avuçlarını açıp, Muzaffer Bey’e dua etmeye başlıyor.

***

Yıl 1948. Pırıl pırıl bir bahar günü. Bir grup son sınıf öğrencisi ellerinde lise diplomaları, şakalaşarak Cağaloğlu yokuşundan aşağıya iniyorlar. Aralarında Bedri de var. Boğaz tarafından esen tuz kokulu rüzgar, delikanlının kahküllerini uçuşturuyor, geniş alnını tatlı tatlı okşuyor. Bedri kendini hiç olmadığı kadar hafif hissediyor o an. Bir martı gibi kanatlanmak, şehirhatları vapurunun bacasına konmak, Galata Kulesi’nin etrafında turlamak istiyor.

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor.

Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde. Sucu çocuğa bir tas su doldurtup, yüzünü elleriyle örtmüş, omuzları inip kalkan kadına yaklaşıyor.

Konuşacak durumda olmayan genç kadına suyun yarısını içirtiyor. Kalanıyla elini, yüzünü yıkamasını söylüyor.

Kadın biraz kendine gelince duru güzelliği meydana çıkıyor. Hıçkırarak anlatmaya başlıyor. İsminin Fatma olduğunu, köyünden kaçmak zorunda kaldığını, İstanbul’un kim kime dum duma koskoca bir şehir olduğunu işittiğini, izini bulamasınlar diye geldiğini… Ama ayak bastığı andan itibaren bu kargaşada değil yaşamak, nefes dahi alamadığını… Evine de bir daha asla dönemeyeceğini… Bedri gelmeden önce, kendini trenin önüne atmayı bile düşündüğünü sıralıyor.

Bedri kadının kah ürkekleşen, kah meydan okuyan; kurbanlıkla asilik arasında gidip gelen dalgalı karakterinde, göz yaşlarının gizleyemediği pırıltılı bakışında, beline inen altın rengi saçlarında tuhaf bir cazibe, karşısındakine cesaret veren bir davetkarlık seziyor. Onu orada bırakırsa kurda kuşa yem olacağından endişeleniyor.

Fatma’nın ayaklarına yaslı bohçayı yerden kaldırırken: “Seni bizim eve götüreyim.” diyor. “Derdini anama anlatırsın. Ne yapacağına karar verene kadar da bizde kalırsın.”

Annesi kapıyı açıp karşısında ağlamaktan gözleri şişmiş genç kadını görünce ağzı bir karış açık kalıyor. Bedri annesinin boynuna sarılarak önce diplomasını gösteriyor, sonra da onu Tanrı misafirleri Fatma’yla tanıştıyor.

O gece aynı tencereden kuru fasulye kaşıklarlarken Fatma, Bedri’nin annesinin sıraladığı sorulara kaçamak yanıtlar veriyor. Bedri rahat konuşabilsinler diye iki kadını baş başa bırakarak, yemekten sonra dışarı çıkıyor.

Annesi ertesi sabah Bedri’nin yatağının ayak ucuna oturduğunda, olumsuz bir şeyler söyleyeceği zamanlar yaptığı gibi bir süre dudaklarını büzüp, kirpiklerini kırpıştırarak sessiz kalıyor. Sonra bir çırpıda; Fatma’nın bir dediğinin bir dediğini tutmadığını, rüyasında sabaha kadar bebek sevdiğini, kim bilir ne haltlar karıştırıp köyünden kaçtığını, başlarını belaya sokmadan tez zamanda bu ne idüğü belirsiz kadından kurtulmaları gerektiğini söylüyor.

Bedri annesinin sezgilerine sonuna kadar güvenen bir evlat. Öte yandan, yaptığı tek bir iyilik sayesinde büyün hayatının değiştiğini de asla unutmuyor. Fatma’yı kapının önüne koymaya vicdanının el vermeyeceğini söyleyerek, annesini birkaç gün daha sabretmeye ikna ediyor.

Fatma, Bedriler’in evinde kaldığı süre boyunca ev işlerine elini sürmediği gibi, döşeğini bile yerden kaldırmıyor. Bütün gün aynanın karşısında saçlarını tarıyor, kaşlarını artistler gibi inceltiyor, cam kenarına oturup sokaktan gelip geçeni süzüyor.

Fatma’nın akşam yemeklerinden önce uzun uzun süslenip, en alımlı elbiselerini giymesi, oğlu geldikten sonra evin içinde salına salına gezinmesi, Bedri’nin annesinin endişelerini büyütüyor. Artık genç kadına ne soru soruyor, ne de ev işlerinde yardımını istiyor. Mümkün mertebe konuşmuyor. Bedri, annesi ile Fatma arasında giderek büyüyen gerginliği, üzülerek takip ediyor.

Sonunda bir akşam, yemekten sonra annesinden Fatma ile ikisini baş başa bırakmasını rica ediyor. Yaşlı kadın isteksizce mutfağa gidip kapıyı arkasından sertçe kapayınca, Fatma’nın bakışı aniden değişiyor. Gözlerinde, onu gar kapısında gördüğü ilk günkü davetkar pırıltı beliriyor.

Bedri bakışlarını halının deseninden ayırmadan, genç kadına her zaman başının üstünde yeri olduğunu ancak artık yavaş yavaş bundan sonraki hayatında ne yapmak istediği konusunda bir karar vermesi gerektiğini; planını kendisine aktarırsa, ona yardımcı olmak için elinden geleni yapacağını söylüyor. Derin bir nefes aldıktan sonra, artık Fatma’nın misafir sayılmayacağını ekliyor ve evlerinde kaldığı müddetçe yaşlı anasına destek olmasını rica ediyor. Bakışlarını halıdan kaldırdığında Fatma’nın gözünün ferinin çoktan gitmiş olduğunu, çok geçmeden bedeninin de evlerini terk edeceğini anlıyor.

Ertesi sabah annesi telaş içinde Bedri’yi uyandırıp, Fatma’nın yatağının boş olduğunu söylüyor. Bedri uyku sersemi genç kadının kalmakta olduğu odaya girdiğinde, Fatma’nın gitmeden önce ilk ve son kez, döşeğini toplamış, çarşafını, yorganını katlamış olduğunu görüyor.

***

Yıl 1951. Beyoğlu’nda bir içkili lokanta. Muzaffer Bey ve Bedri sahne önü masalardan birine oturmuş, Bedri’nin üniversiteden, hem de üstün başarı ile mezuniyetini kutluyorlar.

Bedri artık yakışıklı, kültürlü, kendine güveni tam, ticarete atılmaya hazır bir genç erkek. Muzaffer Bey kadehini manevi oğlunun başarılarına kaldırırken, onunla gurur duyduğunu söylüyor. Cam bardakların göbekleri keyifle çınlıyor. Bedri içkisinden küçük bir yudum aldıktan sonra, hayatında iyi giden şeylerin tamamını Muzaffer Bey’le annesine borçlu olduğunu ifade ediyor.

Muzaffer Bey, başarısı ile birlikte alçakgönüllülüğü de her geçen gün artan delikanlıya sıcacık gülümserken: “Fazla tevazu gösterme, gerçek sanırlar” diye nasihat ediyor. “Sen henüz bıyıkları terlememiş bir çocukken borçlandım ben sana. Hayatındaki hemen her şeyin, her geçen gün daha iyiye gitmesinin sebebi de, faili de bizzat sen, kendinsin.”

Muzaffer Bey rakılarını tazeleyen ince bıyıklı garsona, o gece assolist olarak kimin sahne alacağını soruyor. Aldığı “Sarı Melahat” yanıtından son derece hoşnut, Bedri’ye dönüp: “Hanımefendiyi daha önce defalarca dinledim. Müstesna bir ses ve temaşa.” diyor.

Bedri hemen her konuda malumatı ve hayat tecrübesi bulunan Muzaffer Bey’e hayranlık ve minnetle gülümserken, Muzaffer Bey yan masada tek başına oturan genç adama laf atıyor.

Adamın dış görünüşü, hali, tavrı lokantadaki diğer müşterilerden oldukça farklı. Üzerinde yakası sararmış beyaz bir gömlek ve dikişleri patlak, rengi ağarmış, kahverengimsi bir ceket var. Yüz hatları gergin, davranışları tedirgin.

Muzaffer Bey’in sorularına isteksizce, kısa cevaplar veriyor. Konuşurken karşısındaki ile göz teması kurmuyor. Güç bela isminin Arslan olduğunu, bir şilepte çalıştığını öğrenebiliyorlar. Muzaffer Bey çok sayıda denizci arkadaşı bulunduğundan bahsederek, açık denizde hayatın ne denli zor, limanlardaysa bir o kadar eğlenceli olduğunu bildiğinden dem vuruyor. Son cümlesi esnasında Arslan’a göz kırparak kadehini uzatıyor.

Muzaffer Bey’in ardından, Bedri de kadehini tokuşturmak üzere uzandığında, sağ elini ceketinin yan cebinden çıkarmayan Arslan’ın alnının boncuk boncuk ter kaplı olduğunu fark ediyor. Adamın sıkıntılı halini, mesleği nedeniyle insan içine çıkmaya alışkın olmamasına bağlıyor. Yüz hatları ve mimikleri Bedri’ye hiç yabancı gelmiyor. Ama nereden tanıyor olabileceğini bir türlü çıkaramıyor.

Muzaffer Bey genç adamı rahatlatıp, eğlence havasına sokmak için sonraki kadehi birlikte içmek üzere masalarına davet ediyor.

Arslan kısa bir tereddütün ardından sandalyesini Muzaffer Bey’e doğru çeviriyor. O sırada Muzaffer Bey de tatlı diliyle; Sarı Melahat’in endamıyla, sesiyle sahneyi nasıl doldurduğunu, hele “Makber”i söylerken yalnızca yürekleri değil rakı kadehlerini bile tir tir titrettiğini anlatmaya koyuluyor.

Bedri, Sarı Melahat’in ismini duyunca Arslan’ın bakışlarının hepten donuklaştığını fark ediyor. Adamın çenesi seğirmeye başlıyor. Apar topar kalkıp, lavaboya gitmek üzere izin istiyor. Dönüşte sandalyesini kendi masasına çevirip, konuşmaya devam etmek istemediğini belli ediyor.

Bu sırada saz heyeti sahneye yerleşmiş. Kürdilihicazkar peşrev başlayınca Muzaffer Bey ile Bedri de sohbeti kesip, dikkatlerini musikiye veriyorlar.

Az sonra “İstanbul sahnelerinin taçsız kraliçesi” anonsu ile Sarı Melahat sahneye davet ediliyor. Ve alkışlar, coşkulu ıslıklar eşliğinde yeşil parlak elbisesi, altın sarısı saçları, ağır makyajı ile kadife perdenin arkasından çıkıp, sahnenin ucuna doğru salına salına yürümeye başlıyor. Yerlere kadar eğilerek seyircileri selamlıyor. Bedri bütün bunlar olup biterken, Arslan’ın tepkisizliğini sürdürdüğünü ve sağ elini hala cebinden çıkarmadığını gözlemliyor.

Sarı Melahat selamlama faslını bitirip yüzünü Muzaffer Bey’lerin bulunduğu tarafa doğru çevirerek ilk parçasını söylemeye başladığında, Bedri’nin ağzı bir karış açık kalıyor: “Sarı Melahat” lakaplı sanatçının aslında Fatma olduğunu, derhal fark ediyor.

Şarkının sonlarına doğru Fatma da Bedri’yi tanıyor. Bir an için buğulu bakışlarının gerisinde, garda karşılaştıkları günkü gibi bir pırıltı beliriveriyor.

Bedri, Fatma’nın fildişi rengi omuzlarını, hafif taşırılmış kırmızı rujunu, kalemle çizilmiş gibi incecik kalmış kaşlarını, dalga dalga savurduğu fönlü sarı saçlarını büyülenmiş gibi izliyor. Bütün bunların yanında, Sarı Melahat’a dönüşürken Bedri’ye göre en kıymetli özelliklerini; simasındaki duruluğu, yabanlıktan gelen cazibesini, gözlerindeki feri yitirdiğini fark ediyor.

Sarı Melahat ikinci şarkıda seyircilerin arasına iniyor. Lokantayı tıka basa doldurmuş neredeyse tamamı erkeklerden oluşan gruplar, coşkuyla tempo tutarak assolisti masalarına davet ediyorlar.

Sarı Melahat yan masaya ulaştığında, parfümünün rüzgarı Bedri’yle Muzaffer Bey’e kadar geliyor. Geçmişi hatırlatan biraz mahcup, biraz davetkar bir tebessüm eşliğinde Bedri’ye doğru yöneldiği sırada, Arslan kadını çıplak kolundan yakalıyor.

Sarı Melahat’in dudağını ısırmasından canının yandığı anlaşılıyor. Yine de bir terslik olduğunu belli etmeden hemen toparlanıp Arslan’a dönüyor. Ve şarkının kalan kısmını serenat yapar gibi kolunu sıkmaya devam eden adamın gözlerinin içine bakarak söylüyor.

Muzaffer Bey iyice keyiflenmiş, kadehini Bedri’ninkine bir kez daha vuruyor. Kulağına eğilerek: “Mesele şimdi anlaşıldı. Bizim gemici Sarı Melahat’a yanıkmış meğer!” diyor.

Aynı anda saz heyeti aranağmeye geçiyor. Ve Arslan, Sarı Melahat’ı kendine doğru çekip kulağına doğru avaz avaz bağırmaya başlıyor. Bedri, Arslan’a en yakın oturan kişi olarak bütün söylediklerini işitiyor.

“Kocanı dul, çocuğunu öksüz bıraktın. Yaşlı babamla anamı diri diri mezara kapattın. Ya şimdi benimle köye dönersin… Ya da bacım demem, canını alır, hepimizin namusunu temizlerim.”

Bunları söylerken Arslan’ın ağzından tükürükler saçılıyor, gözlerinde şimşekler çakıyor.

Bedri bir an için Muzaffer Bey’e dönüp, duyduklarını aktarmak istiyor. O sırada Fatma kolunu sertçe çekerek, ağabeyinin elinden kurtuluyor. Arslan’ın gecenin başından beri cebinde tuttuğu eli bir tabanca ile dışarı çıkıyor.

Arslan namluyu Fatma’ya doğru çeviriyor.

Sarı Melahat şarkıya girmeyince, olan bitenden habersiz saz heyeti aranağmeyi uzatıyor.

Bedri sekiz yıl önce, Muzaffer Bey’in cüzdanını çalan hırsızın üstüne atıldığı gibi, bu defa da Arslan’ı durdurmaya hazırlanıyor. Tabancayı, Arslan’ın yüzündeki kararlılığı ve Bedri’nin niyetini fark eden Muzaffer Bey, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle Bedri’yi ceketinin yakasından yakalayıp, ayağa kalkmasını engelliyor.

Aynı anda silah ateşleniyor, Fatma’nın sarı saçlarını kızıla boyuyor.

Sazlar, müşteriler, garsonlar… Tüm evren kısa bir an için sessizliğe gömülüyor. Arslan zangır zangır titremeye başlıyor. Yere düşen silahın buz gibi metalik sesi lokantanın duvarlarında yankılanıyor.

Yakasını Muzaffer Bey’in elinden kurtaran Bedri koşup, Fatma’nın yere düşen başını kaldırıyor. Yavaşça dizine yaslıyor.

Kadın son nefesini verirken; Bedri’nin yıllar önce pırıl pırıl bir bahar günü gar kapısında karşılaştığı duru güzellik, avuçlarında tutmakta olduğu yüze ağır ağır geri dönüyor.

 

 

 

* Bu öykünün ana karakterleri Bedri ve Fatma, belirtilen tarihlerde İstanbul’da yaşamış ancak gerçek hayatta büyük olasılıkla hiç karşılaşmamışlardır. Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopesi’nde yaşam öykülerine ayrı ayrı yer verilen bu iki şahıstan Bedri hakkında elimize ulaşan yazılı son bilgi, üniversiteden başarı ile mezun olup ticarete atıldığı şeklindedir. Fatma ise öykünün son bölümünde olduğu gibi, Sarı Melahat takma adıyla sahneye çıktığı bir içkili lokantada kardeşi tarafından vurularak cinayete kurban gitmiştir.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BİNDALLI

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu. “Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

ORGANİK PAZAR

Çocuk karaltının suratına baktı. Sakallı, ağızsız, gözsüz bir adamdı. Tıpkı diğerleri gibi onunla da herhangi bir insani temas kurulamazdı. Adam çocuğu ensesinden yakalayıp kedi yavrusu gibi pazarın çıkışına bıraktı. Bir daha oralarda dolaştığını görürse bütün iç organlarını teker teker sökeceğini söyledi. Ayağının ucuna tükürüp uzaklaştı.

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

YOĞURT KOVASI

Eski bir İstanbul semtinin tarihi bir binasında tadilat projesi almıştım. Müşterim varlıklı bir aileden gelen; yaşamını sanat ve sosyal sorumluluk projelerine adamış, orta yaşlı bir bayandı. Daha önce evinin restorasyonunu yapmıştım. Mekanın karakterine sadık kalışımdan, kendimi işime adayışımdan etkilenmiş, kitap yazmak için kullanacağı bu Osmanlı dönemi dairesinin tüm tadilat ve iç mimari işlerini bana emanet etmişti.

Bina, 20. yüzyılın başlarında bir Rum banker tarafından yaptırılmış, kiliseye ve ana caddeye yakın merkezi konumu nedeniyle bir dönem hali vakti yerinde idareci, tüccar, bankacı ve avukatların ailelerine ev sahipliği yapmıştı.

Varlık vergisi, 6-7 eylül olayları, 1964 tehciri derken dairelerin ilk sahipleri birer birer ülkeyi terk etmiş, yerlerine onlardan tapularını yok pahasına satın alanlarla Doğu’dan göçen aileler yerleşmişti. Son yıllarda bölgedeki gayrımenkul fiyatlarındaki hızlı yükselişe bağlı olarak bu kalabalık muhafazakar ailelere, yaşamlarını ilginçleştirmek isteyen bohem ruhlu modernler de eklenince; semt farklı kimlikleri bir arada yaşatan, çok sesli günlerini hatırlamaya başlamıştı.

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı. Bu pencereden sarkan mavi çamaşır ipinin ucuna bağlı yogurt kovası olmasa; içeride birilerinin yaşadığına kimse ihtimal vermezdi.

Bir sabah, duvarlardaki orijinal freskleri açığa çıkarması için anlaştığım kalem ustasına dairenin kapısını açmak için apartmana doğru koşar adım ilerlerken, yoğurt kovasının hareket ettiğini fark ettim. Pencerede yine kimse yoktu. Yoğurt kovasının bağlı olduğu mavi çamaşır ipi görünmez bir el tarafından ağır ağır salınıyordu.

Kova yere değinceyene kadar indirildi. Derken balıkçıların, balıkların dikkatini çekmek için misinalarını salıp salıp yukarı çektikleri gibi, mavi ip de yukarı doğru çekilip çekilip sertçe bırakılmaya başlandı. Bu işlem arka arkaya birkaç kez tekrarlandı.

Gerek sesi, gerekse görüntüsü ile sabah sakinliğinde fazlasıyla dikkat çeken eylem, çok geçmeden Bakkal tarafından da fark edildi. Ve kalın, simsiyah bir bıyıkla örtülü ağzını mümkün mertebe açmadan konuşan, hesap yaparken kulağının arkasından eksik etmediği tükenmez kalemle kafasını kaşıyan adamın dışarı çıkmasına sebep oldu.

Kovanın başında duran Bakkal, önce sünger dalgıçları gibi ipe asılarak orada olduğunu yukarıdakine bildirdi. Sonra kovanın içindeki kağıt parçasını ve parayı aldı. Kağıtta yazanı dikkatlice okuyup içeri girdi. Çok geçmeden bir ekmek, bir şişe süt ve arap sabunu ile dışarı çıktı. Elindekileri kovanın içine yerleştirdi. İpe bir kez daha asıldı. Ve bu işaretin ardından kova yukarı doğru çekilmeye başlandı.

O sırada müşterimin dairesinin kapısında beni bekleyen kalem ustası ısrarla cep telefonumu çaldırıyordu. Devamını izleyemeden koşarak apartmana girdim.

Bir başka gün, akşam üstü saatlerinde daireden çıkmış, yer karosu seçmeye giderken yogurt kovasının başında kırmızı yemenili, şalvarlı bir roman kadın gördüm. Kıyılmış tütün dolu şeffaf bir poşetle birkaç paket sigara kağıdını kovanın içine yerleştirdi. Cebinden çıkardığı filtre torbasını en üste koydu. Tıpkı bakkal gibi ipe asılarak, o da yüklemenin tamamlandığı işaretini verdi. Ve yine kova ağır ağır yükselmeye başladı.

Bu olaydan birkaç gün sonra, bakkalda sıvacılar için ekmek arası bir şeyler yaptırırken, camekanın dışında genç bir adam gördüm. Yoğurt kovasının içindeki gömleği aldı, yerine cebinden çıkardığı kağıt parayı koydu.

Bakkal’a bütün bunların ne anlama geldiğini sormanın tam zamanıydı. Salamı incecik dilimlere ayırmakla meşgul adam, tanıklık ettiğim sahneleri bir çırpıda anlatışımı, başını kaldırmadan dinledi. Bıyığının altında beliren müstehzi tebessüm eşliğinde:

“Dikkat ettin mi Mimar Bey? Akşamları gaz lambası yakarlar, o dairede.” dedi. “Ne elektriği bağlı, ne de suyu. Damacanalarını kapılarına gönderirim, geceyarısı el ayak çekilince içeri alırlar. Dış dünyayla tek bağlantıları: O gördüğün yoğurt kovası!”

“Kaç kişiler peki?”

“Onu bile kesin bilen yok. Yiyip içtiklerine bakarsan iki ya da üç…”

O sırada içeri bakkalın uzun süredir görmediği iki hemşehrisi girdi. Hasretle kucaklaştılar. Gelenlerden yaşlı olanının kulağı iyi duymadığı için bağırarak konuşmaya başladılar.

Yarım ekmeklerin parasını ödeyip, merakım daha da büyümüş olarak apartmanın merdivenlerini çıkmaya başladım. Yoğurt kovası sarkan daire, tadilatını yaptığımız evin bir alt katındaydı. O katın merdiven boşluğundan geçerken yavaşladım. Karşı dairenin kapısının önü ayakkabı ve terlik doluydu. İçeriden buram buram kavrulmuş soğan kokusu geliyordu.

Yoğurt kovalı daireye doğru bir adım attım. Bir adım daha… Kapının altından incecik bir ışık çizgisiyle beraber belli belirsiz bir melodi sızıyordu. İki adım daha atıp iyice yanaştım. Evet, içeride bir Bach ezgisi çalınıyordu. Bir süre kıpırdamadan kulağım kapıda öylece kaldım. Notalar, akordu kısmen bozulmuş bir piyanodan yükseliyordu. Parmaklar piyanonun tuşlarına çok hafif, okşar gibi dokunuyordu.

Derken karşı dairenin kapısının anahtarı içeriden çevrildi. Görülmemek için kendimi üst kata çıkan merdivenlere zor attım. Birkaç saat dairede kaldım. Sıvacılara işi tarif edip kontrollerimi yaptıktan sonra su alma bahanesiyle tekrar aşağı, bakkala indim.

Bakkal, sigara satış elemanı ile sohbet ediyordu. Satış elemanı “hayırlı işler” dileyerek kapının önüne park ettiği ticari araca bininceye kadar, gazetelere göz atarak oyalandım.

Araç gözden henüz kaybolmuştu ki, camekanın önünde yaşlı bir adam belirdi. Kasketli, ceketli, bastonlu, seksenini geçmiş bir amcaydı. Başının bir metre üstündeki yoğurt kovasını bastonuyla tutup aşağı çekti. Cebinden köstekli bir saat çıkardı. Zinciri kararmış, camı sararmış, arkası kabartma figürlerle süslü saati dikkatlice kovanın dibine yerleştirdi. Mavi çamaşır ipini çekerek yukarıya işareti verdi.

Sağ salim adrese teslim oluncaya kadar kovayı bakışlarıyla takip etti. Sonra içi rahat, yoluna devam etti.

Bakkal, kartonları yırtıp sigaraları rafa yerleştirirken: “Mühendis Bey seni çok meşgul etti bu yoğurt kovası…” diye laf attı.

“Öyle gerçekten.” dedim, ilgimi gizlemeyerek. “Sahiplerinin hikayesini merak ettim. Öte yandan… İnsanların tepesinde inşaat yapıyoruz haftalardır. Daha da epey işimiz var. Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileyeyim diye kapılarını çaldım kaç kez…”

Bakkal gülerek: “Açmazlar paşam, açmazlar.” dedi. “Bu mahallede elli senedir oturan var. Bir kere yüzlerini gören yok. Daha ne diyim, kapılarını aralık gören bile yok.”

“Peki kim olduklarını bilen de mi yok?”

“Yok! Çocukluğu bu mahallede geçmiş altmış, yetmiş yaşlarında müşterilerim var. Onlar da bilmiyor. Gayrımüslim apartmanıymış bu. Rumlar otururmuş. Sonra gitmişler birer birer. Sonra da daireler kim bilir kaç kere el değiştirmiş. Bunlar ne zaman gelmiş, kimlerdenmiş, bilen, duyan yok.”

“İnanılır gibi değil.” dedim. “Bunca yıl hiç kimseye temas etmeden…”

“Dedim ya yoğurt kovasıdır onların teması…”

Sırıtması dudaklarına yapışıp kaldı. Kalemiyle kafasını kaşıdıktan sonra kağıttaki rakamın üstünü çizdi. Yenisini yazdı.

“Peki ne bileyim, bunlar çöplerini nasıl atıyorlar? Hastalanınca ne yapıyorlar? Tamirat işlerini nasıl hallediyorlar? Su tesisatı kullanmıyorlar diyorsun; kendilerini, çamaşırlarını nasıl yıkıyorlar? Nereden yiyecek buluyor, nasıl pişiriyorlar?”

“Birer birer sor Mimar… Bizde bu kadar şeyi akılda tutacak kafa olsa bakkal mı olurduk?” diyerek zaman kazandı. Kalemi kulağının arkasına yerleştirdi. Bakışlarını bana dikti.

“Şimdi… Çöplerini damacanayı aldıkları vakitte, yani gece yarısından sonra herkes uyurken kapının önüne koyarlar. Her ayın ilk günü aidat parasını zarfla çöp kutularının üstüne bırakırlar. Hastalanınca otla çöple tedavi olurlar. Yoğurt kovasına siparişlerini yazar, para bırakırlar. Söylerim aktara halleder. Epey damacana tüketimleri var, herhalde yıkanma, çamaşır işini öyle; yemek işini tüple hallederler.”

“Peki tamirat? Hiç mi eşyaları kırılmıyor, bozulmuyor, tuvaletleri taşmıyor bu insanların?”

“Çok beceriklidirler o konularda. Kendi işlerinden geçtim, mahalledekilerin bazı onarım işlerini de hallederler. Az önce gördüğün Süleyman Amca’nın saatini başka tamir edebilen yok mesela.”

Şaşkınlığım giderek büyüyordu.

“Alışverişi yoğurt kovası ile yaptıklarını anladım. Peki parayı nerden buluyorlar?”

“Sigara sararak, dikiş dikerek, malzemesini gönderene yemek, tatlı yaparak, Fransızca, İngilizce metin tercüme ederek, dediğim gibi küçük eşya tamiratı yaparak… Dürüst, kaliteli iş yaparlar. Şikayetçi olanı görmedim. E dışarı göre hesaplılar sonra… Benim gibi sadık müşterileri çok, anlayacağın.”

Cips isteyen çocuğa para üstünü verdikten sonra devam etti.

“Birkaç kere sıkıştılar. Şamdanlarını, gümüş çatal bıçak takımlarını, vazolarını filan sattık sokağın başındaki antikacıya.”

O gün öğrendiklerim beni derinden etkiledi. Sonraki haftalarda da zihnimin tavan arasında yaşamaya devam ettiler. Sokağa her girişimde, gözümü pencerelerine dikiyor, katlarından her geçişimde kulağımı kapılarına yapıştırıyordum. Arada sırada işittiğim dokunaklı piyano ezgileri ve saat başı çalan duvar saati gongu dışında hiçbir ses duyamıyordum.

Bir keresinde arka sokakta resim atölyesi bulunan orta yaşlı bir kadını, yoğurt kovasına bir litre süt, küçük poşetlerde un, şeker, teryağı ve damla sakızı koyarken gördüm. Ne sipariş ettiğini sordum. Kadın, sağ elinin parmaklarını birleştirip “nefis” işareti yaparak: “Hayatımda yediğim en lezzetli damla sakızlı muhallebiyi onlar yapıyor.” diye yanıt verdi.

En az yarım asır boyunca esrarı çözülememiş yoğurt kovalı dairenin sırrını açığa çıkaran ise bir tesadüf, daha doğrusu kaza sonucunda bizim işçiler oldu.

Duvar ve tavan işlerini bitirmiş, zemindeki çürük rabıtaları sökmüş, tabanı düzleme aşamasına geçmiştik. İşçiler salonda çalışıyordu. Düzgün şap atabilmek için öncesinde rabıtaların altındaki harç ve kalıntıları temizliyorlardı. Ben ise içerideki odada bilgisayarımı açmış, teklif hazırlıyordum. Bir an için tak tak sesleri kesildi. Peşinden önce kadın çığlıkları, sonra da yaşlı, ürkek bir erkek sesi duyuldu:

“Hanımlara dokunmayınız!” diye bağırıyordu. “İstirham ederim, bana dilediğiniz muameleyi yapınız ama hanımlara dokunmayınız!”

Koşarak salona girdim. İşçiler ağzıları birer karış açık, zeminde açtıkları deliğe bakıyorlardı. Hemen aralarına, deliğin başına geçtim. Gördüğüm manzara, bu devre ait değildi:

Tam altımda beyaz gömlek, mavi kravat takmış, saçlarını yapıştırarak yana taramış, robdöşambrlı, seksen beş, doksan yaşlarında bir adam çenesi titreyerek gözlerimin içine bakıyordu. Aynı yaşlarda bir kadın yüzünü koltuğa kapamış, minderlerin altına saklanmaya çalışıyordu. Adam “hanımlar” dediğine göre evde en az bir bayan daha olmalıydı ama ortalıkta başka kimse görünmüyordu. Salondaki tüm eşya ve aksesuarlar, duvar kağıdı ve halılar, tıpkı adamla kadının giysileri gibi 1950’lere aitti.

Bir süre karşımdaki manzaraya, yanlışlıkla bir dönem filminin setine girmişim gibi şaşkınlıkla baktım. Sonra adamın zangır zangır titreyen elleri ve çenesi aklımı başıma toplamama neden oldu.

“Lütfen korkmayın, beyefendi.” dedim. “Size zarar vermek aklımızın ucundan geçmez. Biz üst katınızın tadilatını yapıyoruz. Ve bu deliği yanlışlıkla açtık. Hatamızı en kısa sürede telafi edeceğimize söz veriyorum.”

Kadın minderin altından, ağlamaklı, melodili bir Türkçeyle:

“Yalan söylüyordur Niko” dedi. “Sakın inanma! Ötekiler de böyle kazma, küreklerle girmişler Hristiyan evlerine.”

Bu son cümle ile zihnimdeki dağınık parçalar hızla birleşmeye başladı..

“Siz…” diye sordum. “Niko Bey… Siz kaç senedir evinizden dışarı çıkmadınız?”

Yaşlı adam:

“Bu sizi alakadar etmez beyefendi.” diye cevap verdi. “Bu ailevi bir meseledir. Yabancıları alakadar etmez.”

“Yoksa…” diye ısrar ettim. “Eylül 1955’ten beri mi?”

Yaşlı adamın beti benzi sapsarı oldu. Paniğe kapılmış halde:

“Nereden biliyorsunuz?” diye sordu. “Yoksa bunca senedir bizi müşahade altında mı tutuyorsunuz?”

“Hayır.” diye yanıtladım. “Azınlık vatandaşlarımıza yapılan o saldırılar çoktan tarihe karıştı. Artık kimse müşahade altında tutulmuyor. Türkler, Rumlar, Yunanlılar yıllardır dost.”

Bu sözler üzerine kanepede yastıklar arasına gömülmüş kadın, usulca başını kaldırıp yaşlı adama baktı. Uzunca bir sessizliğin ardından yaşlı adam:

“Haklı olduğunuzu temenni ederim, beyefendi.” dedi. “Ama lütfen kusura bakmayın. Öyle fena sahnelere, vicdansız talan ve saldırılara şahitlik ettik ki, hiç kimseye itimadımız kalmadı. Eğer buyurduğunuz gibi niyetiniz bize zarar vermek değilse rica ederim o deliği kapatın ve bizi kendi halimize bırakın.”

Talebini anında yerine getirip, deliği bir suntayla örttüm. İşçilere, asla suntayı yerinden oynatmamalarını tembihleyerek iki sokak arkadaki café’ye koştum.

İnterneti hızla tarayıp son yıllarda Türk-Yunan dostluğuna dair basında çıkan haberleri, Türklerin Yunanistan tatillerine ait fotoğraf ve istatistikleri, Fener Rum Patriği’nin Diyanet İşleri Başkanı ile görüşmesi esnasında verilen kardeşlik mesajlarını, Türk ve Yunan iş adamlarının iş birliğini geliştirme yemeklerini, Fener Rum İlköğretim Okulu ve Lisesi ile Zapyon ve Zoğrafyon okullarının faaliyette olduğuna dair duyuruları hızla derleyip hepsinin çıktılarını aldım. Koşarak daireye geri döndüm.

Suntayı tıklatarak, kaldırmak için izin istedim. Niko Bey, sebebini sordu. Açıklamalarımın ardından bir süre düşündü ve “açabilirsiniz” dedi.

Aldığım tüm çıktıları dosyalığa yerleştirdim. Rulo haline getirip delikten aşağı bıraktım. Suntayı kapatıp beklemeye başladım.

Yaklaşık iki saat sonra Niko Bey’in “Beyefendi gönderdiğiniz kağıt ve fotoğraflar söylediklerinizi destekliyor.” diyen diplomatik sesi duyuldu. “Ama takdir edersiniz ki, bu meseleyi etraflıca düşünüp, belgeleri tekrar inceleyip, eşim ve kızım ile fikir teatisinde bulunmamız gerekir. Bu sebeple bize yarın sabaha kadar müsaade etmenizi talep ediyorum.”

“Tabi, efendim. Siz nasıl isterseniz…” diyerek işçileri evlerine gönderdim. Aileyi ürkütmemek için ne Bakkal’a ne de bir başkasına konudan bahsettim. Birkaç kitapçı dolaşıp, 6-7 Eylül olayları ve 1950’lere ilişkin bulabildiğim kitapları satın aldım. Sabaha kadar utanç içinde okudum.

Sabahleyin erkenden dairedeydim. Ufak tefek tıkırtılar çıkararak orada olduğumu belli ettim. Çok geçmeden Niko Bey’in sesi duyuldu:

“Beyefendi… Kapağı açabilirsiniz.”

Aşağıda çizgili lacivert takım elbiseleri ile Niko Bey, mavi döpiyesi, krem rengi şapkası ve aynı renk saten eldivenleri ile süslü eşi Elena Hanım ve dantelli yakalı, kırmızı çiçekli elbisesi, at kuyruğu saçları ile 65 yaşlarında olmasına karşın çocuksu görünen Helen yan yana dikilmiş, bana bakıyorlardı.

Saygıyla selamladım. Tiyatro oyunlarının finalindeki seyirci selamlama sahnelerini andıran bir uyum ve nezaketle karşılık verdiler. Niko Bey titreyen sesiyle:

“Tam 62 yıl olmuş dışarı çıkmayalı.” dedi. “Zahmet olmazsa… Bize eşlik edebilir misiniz?”

“Onur duyarım.” dedim.

İki dakika sonra kapılarındaydım.

Kapı ağır ağır, gıcırdayarak açıldı. Toz zerreciklerinin uçuştuğu loş koridora doğru adımımı attım. Salona kadar üçü birden bana eşlik ettiler.

Helen’in kadife tabureye oturarak çaldığı Bach piyano konçertosunu dinlerken sessizce kahvelerimizi ve likörlerimizi içtik. Duvar saatinin gongu dokuz kez çalarken, Elena Hanım rimelli kirpiklerini kırpıştırarak bana enfes sakızlı muhallebisinden ikram etti.

Her ne kadar saat başı gong çalsa da zamanın akmayı unuttuğu bu dairede var olan herkeste, her şeyde, bir tür ağırbaşlılık ve uyum seziliyordu. Yoğurt kovası hariç dış dünya ile tüm irtibatın kesilmiş olması boş vermişliğe, amaçsızlığa, özensizliğe yol açmamış; tam tersine kendine, birbirine, geleneklere, rutinlere, nesnelere, artık var olmayan kişilere ve anılara karşı sınırsız bir sevgi ve sadakat biriktirilmesine yol açmıştı.

Tam altmış iki yıl boyunca her gün, ertesi sabah dışarı çıkılabilirmiş gibi hazır olunmuş, bunun asla gerçekleşmemiş olması bir sonraki günün hazırlığına mani olmamıştı. Bir süre sonra bu bekleyişin kendisi hayatın anlamı, gündelik yaşamın temel güdüsü haline gelmiş; zamanla dışarıdaki tekinsiz belirsizliğe kafa uzatmak bir seçenek olmaktan çıkmış, rutinle kendine yetebilen bir organizmanın parçası olma alışkanlığı, yazgı olarak kabullenilmişti.

Dünle yarının, gerçekle hayalin, canlıyla cansızın iç içe geçtiği bu loş dairede insan ölümsüzlüğe benzer bir varoluş inadı hissediyordu.

Bach konserinin bitiminde hepimiz Helen’i uzun uzun alkışladık. O da müsamereye katılmış küçük bir kız çocuğu gibi at kuyruğunu sallayıp, eteğinin ucundan tutup, tek ayağı geride yerlere kadar eğilerek bizi selamladı.

Kısa süren sessizliğin ardından Niko Bey:

“Hadi… Çıkalım o zaman.” dedi.

Hepimiz ayağa kalktık. Elena Hanım, Niko Bey ve Helen, Meryem Ana ikonasının karşısında ellerini açıp dua ederlerken, ben de çok amaçlı iş tezgahı gibi kullanılmakta olan yemek masasını incelemeye koyuldum. Masanın bir köşesinde sigara sarılıyor, bir köşesi dikiş dikmek için kullanılıyor, bir bölümü tornavidaları, büyüteci, çeşitli büyüklüklerde yay, vida ve binlerce minik parçası ile ufak bir saat tamircisinin tazgahını andırıyor, hemen onun yanında iç organları dağılmış antika bir gramofon bir an önce toplanmayı bekliyordu.

Elena Hanım’la Niko Bey kol kola girdiler. Koridor boyunca ağır ağır, gelin damat gibi törensi bir edayla yürüdüler. Eşikte durup istavroz çıkardılar. Ve Niko Bey’in ilk adımının ardından, sırayla dış dünyaya ayak bastılar.

Apartmanın dış kapısına vardığımızda üçü de ellerini kaşlarının üzerine siper ederek, gün ışığına uyum sağlamaya çalıştılar. Dışarıdaki hareket ve gürültüyle yüzleşebilecek cesarete kavuşmaları epey zaman aldı. Kollarına girdim. Ürkek kuşlar gibi titreşen yaşlı bedenlerini ağır ağır sokağa çıkardım.

Helen sevinçle mavi çamaşır ipinin ucunda rüzgarla bir hafif hafif sallanan yoğurt kovasını işaret etti. Hep birlikte başında toplanıp, altmış iki yıl boyunca dış dünyaya dokunan tek uzuvlarını minnetle okşadılar. Evlerinin buradan nasıl göründüğünü, mavi ipin aşağıdan nasıl çekildiğini birbirlerine gösterdiler.

Helen kovayı kaldırıma kadar indirdi. Birkaç kez yukarı çekip çekip bıraktı. Sesi duyan Bakkal dışarı çıktı. Onu esrarengiz komşularıyla tanıştırdım. Elena Hanım ve Niko Bey Bakkal’a yıllar süren yardımları için teşekkür üstüne teşekkür ederken Bakkal, şaşkınlık ve mahcubiyetten ne diyeceğini bilemez haldeydi. Helen ise hayatında ilk kez gördüğü simsiyah bıyıktan gözlerini alamıyordu.

Ağır ağır yürüdük. Yol boyunca üçü de tir tir titriyordu. Niko Bey ile Elena Hanım sık sık mola verip nefeslendiler. Zamanın şatafatlı binalarından birkaçını tanıdılar. Onları gömülmemiş cesetlere benzetirken zorlukla yutkundular. Binaların arasına gerilmiş çamaşırları, plastik sandalyelerini sokağa atmış pimapen çerçeveli börekçileri, çöpleri taşıp yerlere dökülmüş konteynırları, engebeli kaldırımları, şehri hastalık gibi sarmış elektrik telleriyle çanak antenleri, sümüklü, yalın ayak çocukları, tozlu, hastalıklı sokak köpeklerini, onların kıyısında kahvesini yudumlayan şortlu, uzun sakallı entelleri, aynı masada oturmalarına karşın birbirleri ile konuşmak yerine ellerindeki küçük cihazlara bakan gençleri, kaldırımlarda yürüyecek yer bırakmayan arabaları iç çekerek seyrettiler.Tek kelime konuşmadan, dişlerini sıka sıka yürümeye devam ettiler.

Işıklara geldik. Önümüzden akan metal nehrini hayret ve korku dolu gözlerle izlediler. Üçüncü yeşil ışıkta ancak karşıya geçebildik. Çöplerin, sarhoşların, çimenlerde uyuklayanların arasından sahile yürüdük. Yanımızdan bir grup çarşaflı kadın, birkaç seyyar satıcı geçti.

Az ileride, eski bir teknenin güvertesinde balık ekmek satılıyordu. Dumanı ve kokusu bulunduğumuz yere kadar geliyordu. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Haliç yoğunlaşmış, hava kurşun gibi ağırlaşmıştı.

Helen’in gözü baloncunun kırmızı balonlarındaydı.

Derken balık ekmekçi radyosunu açtı: Denizin üstünden cızırtılı bir Zeki Müren şarkısı yükselmeye başladı.

Elena Hanım hıçkırdı. Niko Bey beton yığınına dönmüş karşı kıyıya, sevimsiz yeni köprüye, tanıyamadığı şehrine bakarken kırışık yanağından aşağı bir damla göz yaşı kaydı.

Elena Hanım dayanamadı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Karı koca birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar. En iyi bildikleri şeyi yaparak içlerine kapandılar.

Helen’in kulağına: “Balon ister misin?” diye fısıldadım. Küçük bir kız çocuğu gibi başını sallayıp, sevinçle elimi tuttu.

Niko Bey’den izin aldık. Ay yıldızlı kırmızı balonlardan satın almak üzere, el ele baloncuya doğru yürümeye başladık.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

HEYKELTIRAŞ

Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

SEV BENİ

Kemancı coşmuştu: “Sözler eksik bizde Yenge. Bundan sonrası sende…” Kadın, bakışlarını Erkek’e kilitledi. Sanki sözleri o yazmış, besteyi o yapmış, şimdi de şarkısını taş plağa kaydediyordu. Alay eder gibi başlıyor, yemin eder gibi bitiriyordu. Gözleri Erkek’ten başkasını görmüyordu.

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı…

DİŞİ KUŞ

Hacer’i Süleymaniye sokaklarında uzun mantosu, başında örtüsü, elinde ekmek poşetiyle görseydiniz alelade biri sanırdınız. Dolgun pembe yanakları, zeytin siyahı gözleri, dışa basan küçük adımları onu Anadolu’nun pek çok mahallesinde yaşayan yüz binlerce kadından ayırt etmeye yetmezdi. Hacer de topluca gövdesini bir sağa bir sola yatırarak ağır ağır bakkala, pazara giderdi. Yolda eşe dosta rastladığında, laflayarak nefeslenmeyi severdi. Yabancı erkeklerle göz göze gelmemek için önüne bakarak yürürdü. Bütün gün cama yaslanıp geleni geçeni gözetleyen komşularla selamlaşmayı ihmal etmez, dedikodu yapmaya bayılırdı. Fiyatlar konusunda araştırmacı, pazarlıkta iddialı olsa da alışveriş esnasında bir serçe gibi ürkek ve tedirgindi. Satın aldığının benzerini daha ucuza görmekten, aynı fiyata daha iyisine rastlamaktan, bir şeylerini bir yerlerde unutmaktan, cüzdanını çaldırmaktan deli gibi korkardı. Giysileri renksizse de, tabağını, bardağını, perdesini, masa örtüsünü allı, morlu, güllü, kuşlu alırdı. Sebzenin, meyvenin, ekmeğin en tazesini seçmekte, az parayla çok iş kotarmakta ustaydı.

Kendisine benzeyen milyonlarca kadın gibi Hacer’in de hayatı ailesine adanmıştı. Üç çocuk, bir koca, bir anne ve bir kayınvalideden oluşan altı kişilik dev kadro Hacer’den yirmi dört saat hizmet beklemekteydi.

Hacer evliliğinin ilk yıllarında iki katlı ahşap evlerinin temizliği, onarımı, odun kesme, taşıma, soba yakma, banyo hazırlama, sofra kurma, bulaşık, ütü, denkleri aç, yatakları topla, masal anlat, meyve soy, çay demle, nane limon kaynat derken sayısı ve talepleri giderek artan hane nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için koşturup durmaktan bir deri bir kemik kalmıştı.

Sonra bir gün gözünde fer, dizlerinde derman kalmamış bir halde mutfak tezgahına yaslanmış, güç toplamaya çalışırken, kayınvalidesinin yukarı kattan “bir bardak su getiriver kız Hacer” diye seslenişi üzerine güçlükle kaldırdığı sürahideki suyu bardağa boşaltmış, ileri doğru bir adım atmaya yeltenmiş, işte tam o anda ayakları yerine üşümemek için omzuna aldığı hırkanın içi boş kolları hareket etmeye başlamış, sonra o hareket kanat çırpma ritmine ulaşmış ve işte ilk kez o soğuk kış akşamı, Hacer ayakları yerden kesilerek evin içinde yükselmeye başlamıştı.

Önce korkudan küçük dilini yutacak gibi olmuş, sonra panik halinde hırkayı çıkarıp aşağı bırakmış ve bu hareketinin peşi sıra ahşap zemini boylamıştı. Bardağın parçaları hole kadar saçılırken, Hacer secde ettiği yerden bir süre kalkamamış, bildiği tüm duaları arka arkaya okuduktan sonra yüzüne kapattığı parmaklarının arasından ürkekçe etrafı kolaçan etmiş, usul usul doğrulup, besmele çekerek yerleri süpürmeye girişmişti. Sonra birdenbire kendisini de şaşırtan bir kararla tekrar makine örgüsü, pembe hırkasını omuzlarına almaya cesaret etmiş ve hırkanın kolları bir kez daha uçmayı öğrenen bir kuşun acemi kanatları gibi telaşla harekete geçerek bizimkini havalandırmıştı. Bu kez hizasına yükseldiği dolabın üst rafından çiçekli bir bardak almış, azıcık aşağı inerek sürahiye uzanmış, uçarak mutfağın içinde bir tur atmış ve hole çıkarak basamakların üstünden üst kata, oturma odasının kapısına kadar kanat çırpmayı sürdürmüştü. Sonra kapıya yaklaşınca hırkasının kolları Hacer’in düşüncesini okur gibi yavaşlamış ve onu usulca yere kondurmuştu.

Hacer, kapıyı açarak içeri girdiğinde, ne bardağı uzattığı kayınvalidesi, ne de gözünü televizyondan ayırmayan ev ahalisi onda herhangi bir olağandışılık fark etmişti. O da boş bardakla odadan çıkmış, uçarak mutfağa inmiş, holdeki avizenin etrafında birkaç tur attıktan sonra meyve tabağı ile yukarı süzülerek, kapı eşiğine iniş yapmış ve odadakilere katılmıştı.

O geceden sonra Hacer’deki değişim herkesi şaşkına çevirdi. Annesi ara ara ağırlığından, pasaklılığından, somurtkanlığından yakındığı kızında artık eleştirecek kusur bulamıyor, kayınvalidesi üstünde bir parmak toz gördüğüne yemin ettiği avizenin nasıl böyle ışıl ışıl olduğuna akıl sır erdiremiyor, dünürüne sobanın artık hiç odunsuz kalmamasının romatizmalarına nasıl da iyi geldiğini itiraf ediyor, çocukları her defasında kendilerinden önce uyuyakalan annelerinin masalları eşliğinde rüyaya dalmanın keyfini yaşıyordu. Hacer’deki değişimi en son fark eden kocası oldu. Bir gece vardiyaya çıkarken “Pek iş yapmıyor musun sen bu ara?” diye sordu. Ve kapıyı çekmeden ekledi: “İyiden iyiye semirmeye başladın…”

Merdivenleri basamaksız çıkmak, döşekleri bir çırpıda yüklüğe taşımak, kömürlükten odunu kömürü uça uça çıkarmak, hepsi kolaylaştırmıştı Hacer’in hayatını. Neşelendirmişti de kuşkusuz. Evlenince bıçak gibi kesilen çocukluğuna dönüyordu her kanatlanışında. Her gün yeni hareketler keşfediyor, sabah kalkar kalkmaz rüyasında yaptığı pikeleri, ani tırmanışları, alçak uçuşları, havada asılı kalmaları önce yatak odasında prova ediyor, çocukları okula yollayıp anasıyla kaynanasını televizyonlu sıcak odaya kapatıp, kahvelerini de önlerine koyduktan sonra evin çeşitli köşelerinde tekrarlıyordu. Alan ne kadar genişse uçmak da o kadar zevkli oluyordu.

Hacer böyle böyle başladı eve sığmamaya. Kocası bir ay gececi, bir ay gündüzcüydü. Gündüzcü olduğu aylar da yemekten sonra ya kahveye ya birahaneye çıkar, Hacer yattıktan sonra çıkagelir, bazen karısını ayağıyla dürtüp uyandırarak kahve, çorba filan yapmasını emreder, bazen de üstünü başını çıkarmadan yatağın bir köşesinde sızıp, horlamaya başlardı.

Hacer çocukları uyutup yatak odasında tek başına kaldığında pencerenin pervazına yaslanıp hayaller kuruyordu hanidir. Camı açıp karşı binanın çatısına uçmayı, elektrik tellerine takılmadan iyice yükselmeyi, Süleymaniye Camisi’ne doğru süzülmeyi ve caminin kubbesine konup, Haliç’i seyretmeyi düşlüyordu. Biraz nefeslendikten sonra sırayla dört minarenin etrafında dört dönecek, onuncu padişah Kanuni’nin şerefine yapılmış on şerefede de kısa molalar verecek, Cevahir Minaresi’ni yakından inceleyerek Şah Tahmasp’ın gönderdiği mücevherlerin izini sürecek, uykusu kaçmış martı ve güvercinlerle arkadaşlık edecekti. Bu yolculuğu uykusunda defalarca tekrarlamış, her seferinde büyük bir hazla, hayatında daha önce hiç duyumsamadığı baştan çıkarıcı bir özgürlük duygusuyla yataktan kalkmıştı.

Pazara diye evden çıktığı bir gün, belediye otobüsüne atlayıp Beyazıt’a gitti. Düğünden beri sakladığı küçük altınlarından birini bozdurdu. Koşar adım bir tesettür giyim mağazasına girdi. Siyah, uzun kollu bir kazak-hırka takımı, hareket kabiliyetini kısıtlamayan bolca, esnek bir siyah pantolon ve siyah bir eşarp satın aldı. Pazar alışverişini hızlıca yaparak eve döndü. Yeni aldığı giysileri kimseye göstermeden, poşetiyle sandığın en altına sakladı. Sabırsızlıkla akşamı beklemeye koyuldu.

O gece yavrularına Süleymaniye Camisi’nin kubbesinde yaşayan güvercinlerle ilgili, kendi uydurduğu bir masal anlattı. Çocuklar uykuya dalınca sırayla alınlarından öptü. Üstlerini güzelce örttü. Annesiyle kayınvalidesinin yattığı odanın kapısını dinleyip ikisinin de derin uykuda olduklarından emin oldu. Saatin gece yarısını geçmesini bekledi. Komşuların ışıkları birer birer sönüp, sokak lambaları da kapanıp, dışarısı büsbütün karanlığa gömülünce sandığın kapağını yavaşça kaldırıp, poşeti çıkardı. Karanlıkta görünmemek için özellikle satın aldığı siyah kıyafetlerini giyinmeye koyuldu. Eşarbını da sıkı sıkı bağladıktan sonra son parçayı, siyah hırkayı omzuna aldı. Uçarken düşmemesi için hırkanın omuzlarını çengelli iğnelerle kazağına tutturdu. Kimse duymasın diye pencereyi usulcacık açtı. Soğuk, yüzüne çarptı. Gözlerini kapatıp buz gibi isli havayı ciğerlerine çekti.

İki hamlede pervaza çıktı. Şöyle bir yukarı baktı. Hava açıktı. Gözbebeğinde bir yıldız parladı. Aylardır her gece hayalini kurduğu andaydı. Yüzüne huzurlu bir gülümseme yayıldı. Rüyalarından tanıdığı baştan çıkarıcı özgürlük duygusu iç organlarını gıdıkladı. Bütün sorumluluklarını geride bırakmak için, gökyüzüyle kucaklaşabilmek, mahallesine, şehrine, hayata tepeden bakabilmek, hiç olmadığı kadar hür olabilmek için beklemesine gerek yoktu artık. Eşikte, o anın tadını çıkardı.

Uzakta bir ışık belirdi. Yaklaştıkça ışıklar iki oldu. Hacer görülebileceğini düşündü o an. Ürktü. Araba kendisini aydınlatacak kadar yaklaşmadan kendisinin iki kanat çırpışta karşı evin çatısına konabileceğini düşündü. Karar verdi aniden. Ayaklarının altındaki pervazdan güç alarak hafifçe yükseldi. Kollarını çırpmaya çalıştı. Ama yükselemedi bu kez. Bir an için dünya durdu. Hacer havada asılı kaldı. Ve dünya yeniden dönmeye başladığında, vurulmuş bir karabatak gibi düştü aşağı. Öyle siyah düştü ki, arabanın farları bile onu karanlıktan ayıramadı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı. Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne…

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

KASIRGA

Flamboyan ağacının küçük yaprakları yeşil bir kelebek sürüsü gibi dallara konup konup havalanıyordu. İncecik dallar havada irili ufaklı daireler çiziyor, turuncu çiçekleri ve dev taze fasulyelere benzeyen tuhaf meyveleri gövdesinde oluşan minik hortumlara kapılarak dört yana savruluyordu.

Görünmez parmaklar, palmiyelerin ince uzun yapraklarında piyano çalarcasına geziniyor, dallar birbirine dolanarak göğe uzanırken yapraklardan alkış sesine benzer hışırtılar yükseliyordu.

Büyük vitrinli mağazaların camlarına karton parçaları bantlanıyor; bahçelerdeki saksılar, motosikletler, masa ve sandalyeler evlere taşınıyor; yarım yüzyılı çoktan devirmiş otomobiller, ağaç ve çatılardan uzak köşelere park ediliyor; üç beş çeşit ürün bulundurabilen mütevazı büfelerin, sırayla girilebilen süpermarketlerin, poşetlenmiş unlu mamuller satan tezgahların, sabit sebze meyve pazarının önü giderek kalabalıklaşıyordu.

En az iki gün etkili olması beklenen kasırga süresince elektrik, su ve havagazı tedbiren kesilecekti. Geçmişteki bazı örneklerde, hasar durumuna göre bu kesintinin çok daha uzun sürebildiği tecrübe edildiğinden; insanların büyük çoğunluğu konserve, kraker, peksimet, muz, avokado, mango, guava, papaya gibi tüketime hazır ve uzun ömürlü ürünler stokluyordu. Yedek otomobil aküleriyle elektrikli ocaklarını çalıştırmanın yolunu bilen ehlikeyifler ise sosis, domuz pirzola, hamburger köftesinin yanı sıra patates, yuka ve malanga gibi kök bitkileri satın almayı tercih ediyordu.

Rüzgar şiddetini artırdıkça fırının önündeki kuyruk uzuyor, ürün çeşitliliği zaten oldukça kısıtlı olan süpermarketlerin atıştırmalık rafları çocuklu aileler tarafından hızla boşaltılıyordu. Yalnız başına alışveriş yapan erkeklerin ise poşetlerini yiyecekten ziyade birayla doldurdukları göze çarpıyordu.

Bütün bu koşuşturmaca esnasında sokağa bir bisiklet girdi. Bisikleti esmer, yakışıklı bir erkek kullanıyordu. Gidonla sele arasındaki üst boruya yedi yıllık bir rom şişesi bağlanmıştı.

Rüzgar fırtınaya dönmeye başlayıca, son dükkanlar da kilitlenmiş, mahalleli evlere kapanmıştı. Kuru ağaç dalları asfaltta sürükleniyor, boş market poşetleri havada taklalar atıyor, tek tük geçen araçlar gazı köklüyor, kapılarının önünde top oynamakta ısrar eden iki çocuk, fırın kuyruğundan dönen babaları tarafından yaka paça içeri alınıyordu.

Erkek bisikletinden inmiş, dalları gri bulutlar tarafından mıknatıs gibi gökyüzüne doğru çekilen flamboyan ağacının altında dikiliyordu. Rom şişesi şimdi elindeydi. Diğer elinde, az önce dalından kopmuş turuncu bir çiçek tutuyordu. Romdan ufak bir yudum aldı. Omzunu ağacın gövdesine yasladı. Gözlerini kısarak, giderek havaalanı pistine benzeyen geniş ve esintili caddenin ucundaki karaltıyı seçmeye çalıştı.

Uçuşan toz, yaprak ve ambalaj kağıtlarının arasında ritimli adımlarla ilerleyen karaltı; ince belli, dolgun kalçalı bir kadın silüetine dönüştü. Sürekli yön değiştiren fırtına, yaklaştıkça güzelleşen kadının saçlarını her yöne uçuşturuyor, ona özgür ve ulaşılmaz bir hava katıyordu.

Kadının üstünde mor renkli, erkeğin elinde tuttuğu turuncu çiçeğe benzer desenleri olan bir elbise; omzunda keten bir çanta vardı. Gözlerini kırptıkça uzun siyah kirpikleri palmiye yapraklarını taklit edercesine yay gibi havalanıp iniyordu. Nereye gideceğini, nerede duracağını kendisi de bilmiyormuş ve bunu hiç umursamıyormuş gibi her yere uzak, herşeye yabancı bakıyordu.

Erkek, kadının fırtınadan kaçmak yerine olan biteni anlamaya çalışan meraklı gözlerini, hayatın tüm olasılıklarına gülümsemeye hazır biçimli dudaklarını, askı değdirmeye katlanamadığı için çıplak bıraktığı omuzlarını incelerken, onun da tıpkı kendisi gibi kasırga boyunca tek başına dört duvar arasına kapanamayacak biri olduğunu sezdi.

Bir polis aracı hızla aralarında geçti. Fırtına, aracın motor sesini bastıran uğultusuyla caddeyi tekrar ele geçirdi. Bu sırada kadınla erkek arasındaki mesafe iyice azalmıştı. Erkek, her şeyin kadına bağlı olduğunu biliyor, soluğunu tutmuş bekliyordu.

Flamboyan ağacının bir dalı çatırdayarak koptu. Erkeğin bir adım ötesine düştü. Kadının bakışları düşen dala doğru kayarken erkeğin gözleriyle çarpıştı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Yavaşladı… Erkeğin elindeki turuncu flamboyan çiçeğini işaret ederek:

“Zavallı güzel çiçek” dedi.

“Haklısınız…” diye karşılık verdi erkek, çiçeği öne doğru uzatırken. “Onun için talihsiz bir gün. Ama izin verirseniz, güzel saçlarınızda teselli bulabilir.”

Belli belirsiz, başına buyruk gülümsedi kadın. Bakışlarını erkeğin diğer eline çevirerek:

“İyi rom” diye konuyu değiştirdi.

“Kasırga için” dedi, erkek. “Her iyi rom gibi o da aşkla yudumlanmayı umut ediyor.”

“En az iki gün sürer diyorlar kasırga için” derken bembeyaz dişleri göründü kadının.

“Belki çok daha fazla…” diye karşılık verdi, erkek. “Evde romun devamı var.”

Kadın durdu. Fırtına da ona uydu bir an için. Erkek usulca yaklaştı. Elindeki flamboyan çiçeğini kadının kulağının arkasına, okşar gibi yerleştirdi.

Kadının parlak omuzları ürperdi.

“Kasırga başlamak üzere…” diye fısıldadı, bu kez tereddütlü.

Gözü az önce kırılıp yere düşen dala takıldı. Bazen hayat ne kadar da vakitsiz ve kırıcı sona erebiliyordu.

“Ev uzak mı?”

Gülümseyince, erkeğin gamzesi meydana çıktı. Başlarının üstündeki yapraklar, dünyanın en kalabalık yeşil kelebek sürüsü gibi havalandılar.

Erkek bisikletini göstererek: “On dakika” diye yanıtladı. “İki kişi binince daha da hızlı gidebiliyor.”

Bisiklet tek kişilikti. Romu kadının çantasına koyup gidona astılar. Kadın üst boruya yanlamasına oturup ayaklarını ön tekerleğin solundan aşağı sallandırdı. Erkek pedala bastı. Gidonu tutarken mecburen kadını da kucaklamış oldu. Kadın, düşmemek için gövdesini erkeğin göğsüne yasladı.

Tenlerinin kokusu, esintiyle beraber iç içe geçen dallar gibi birbirine karıştı. Daha fazla konuşmadılar. Kasırganın ne kadar şiddetli olabileceğini hayal etmeye çalıştılar. En az iki, belki çok daha fazla gün boyunca birlikte mahsur kalacakları dört duvara doğru ilerlemeye koyuldular.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UÇAN HELVA

Pırıl pırıl bir yaz sabahıydı. Her bayram yaptığımız gibi büyüklerin ellerinden öpmüş, arkadaşlarla birlik olup konu komşunun kapısını çalmış, ayaküstü ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra da, ağızlarımızda sakızlı şekerlerden koca birer yumruk, soluğu parkta almıştık.

BİNDALLI

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu. “Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

AMELE

“Ne zor hayatları var di mi lan Hasan?” dedi Yaşar, dudaklarını büzüp sigarasının dumanını havaya üflerken. “He ya… Ben de onu düşünüyordum, Yaşarcan.” “Ben sana diyim bak. Bunların çimentosu olsa kumu olmaz. Kumu olsa çimentosu. De ki ikisini de buldular; suyunu ayarlayamazlar…” Gülüştüler. Hasan devam etti: “Her gün kırk kişiyle muhatap olurlar. Kırkının da kafasından ayrı ses çıkar. Hepsine de kendilerini beğendirmeye çalışırlar.”

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum.

İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor; kendimi yolun kenarına attığımda duvar dibine park edilmiş pamuk helva renkli 50 model bir Chevrolet ile burun buruna geliyordum.

Kahverengi pantolon veya etek üzerine beyaz tişört giymiş öğrenciler şehir güvercinleri gibi seri, düzensiz ve gruplar halinde hareket ediyor; göbekli adamlar sokak kapısı açık evlerdeki sallanan sandalyelerde hiç durmadan sallanıyor; eşikleri doldurmuş her yaştan, ırktan, cinsiyetten komşular müzik dinliyor, domino oynuyor, tırnak boyuyor; bir apartman girişinde kadının biri erkeğin saçını kesiyor; yoldan omuzlarındaki sırığın iki yanında birer metrelik balıklar taşıyan bir adamla ananas dolu bir el arabası ittiren genç bir kadın geçiyor; mola vermiş üstü çıplak, kaslı marangozlar, çıkık kalçasını sallayarak önlerinden geçen mahalle güzeline laf atıyor, kız tek kaşı havada, elini çıplak beline koyup delikanlılara gerekli cevabı verdikten sonra daha da fazla kırıtarak yoluna devam ediyor; köpekler ve bebekler sevildikleri sürece yerlerinden kıpırdamıyorlardı.

Cep telefonum elimde, durmadan fotoğraf çekiyordum. Zihnimin, gördüklerimin tamamını kavrayıp sindirmesi mümkün değildi. Bir ayrıntı üzerinde düşünmeye kalkarsam daha ilginç bir başkasını kaçırıyordum. Bu yüzden etrafımda olup bitenin becerebildiğim kadarını cep telefonuma kaydedip, daha sonra detaylı olarak incelemeyi hesap ediyordum.

Birkaç dakika önce, biri simsiyah, diğeri sütlü kahve tenli, on yaşlarında iki çocuk yanıma yaklaşıp para istemişlerdi. Müzisyenler, garsonlar, mimciler, karnını gösteren hamile kadınlar, otel çalışanları, asansörcüler, sarhoşlar, dansçılar, çocuklar, yani o kadar çok kişi bahşiş istiyordu ki; birkaç tur cüzdanımdaki tek basamaklı paraları boşalttıktan, bir iki kez de mahcubiyet içinde bozuğum olmadığını anlatmaya çalıştıktan sonra, talepleri görmezden ve duymazdan gelmeye başlamıştım.

Ben adımlarımı sıklaştırıp aralarından sıyrıldıktan sonra, çocuklar misketlerini çıkarıp tozlu yolda oynamaya başlamışlardı. Tam köşeyi dönerken ise onları oyunu bırakmış, itişip kakışarak bulunduğum yöne doğru ilerlerken görmüştüm.

Bir yandan gökkuşağı rengi elbisesi ve şemsiyesi ile yanımdan geçen kadına bakıyor, bir yandan da Kübalılar’ın ya giysilerinde, ya saçlarında, ya dişlerinde, ya tırnaklarında, ya bandana, hal hal, kolye, bileklik gibi aksesuarlarında, varsa otomobil veya motosikletlerinde, yoksa dövmelerinde, hiç biri yoksa evlerinin dış cephelerinde mutlaka canlı renklere yer verdiklerini düşünüyordum.

Tam aklımdan bunları geçirirken, renklilik teorime hiç uymayan yaşlı, sıska bir adam gözüme çarptı. Tek eliyle plastik bir boya kovası tutuyor, diğeriyle önünde dikildiği gri demir kapıyı kapatıyordu. Bol işçi pantolonu, tozlu kolsuz tişörtü, kahverengi beyzbol şapkası ve uzun, kır sakalı ile kendisi gibi renksiz bir fonun önünde büyükçe bir leke gibi duruyordu. Fark edilmemek için sokak rengine bürünmüş bir kertenkeleye benziyordu.

Belli etmemeye çalışarak fotoğrafını çektim. Hızla uzaklaşırken bir taraftan da çektiğim resmin kalitesini kontrol ediyordum. Kadraj, ışık ve netlik gayet iyiydi. Fakat sakallı adam kaşlarını çatmış, gözlerini objektife dikmişti. Anlaşılan izinsiz fotoğrafının çekildiğini fark etmiş ve buna sinirlenmişti.

Yüz yirmi yaşında bir binayı tepeden tırnağa inceler gibi yaparak, göz ucuyla arkamda neler olup bittiğini kestim. İki çocuğun peşinden, şimdi Sakallı da bana doğru yürüyordu.

Terden sırılsıklam olmuş tişörtümün altında, bu defa soğuk bir damlanın belime doğru kaydığını hissettim. Sakinliğimi korumaya çalışarak telefonumu cebime koydum ve işlek bir caddeye varıncaya kadar olabildiğince hızlı yürümeye karar verdim.

Heyecandan şortumun cebine düzgün yerleştirememiş olacağım, telefonum birkaç adım sonra yere düştü. Hızlı yürümekte olduğumdan telefonun asfaltta sekme sesini duyup, durup, arkama dönmek biraz zaman aldı. Ve tam eğildiğim sırada, çocuklardan biri atik bir hamle ile benden önce telefonu kapıp, koşmaya başladı.

Ben: ‘Hey! Heeeey! Stop! Stooop!’ diye bağırarak, hırsız çocuğun peşine düşmeye hazırlanırken diğeri şimşek gibi yanımdan geçti ve ikisi birden az ötedeki dökük binanın fare deliğini andıran kemerli kapısından içeri girerek gözden kayboldular.

Binanın girişine kadar bilinçsizce peşlerinden koştum. İçerisi küf, toz ve inceden lağım kokuyordu Saatlerdir güneşle boğuşan gözlerim loş apartman boşluğunda geçici körlük yaşıyordu. Aklımdan, taksidi henüz yarılanmamış son model telefonumun fiyatının, şu tatilin maliyetinden daha yüksek olduğu geçiyordu. Derken herhangi bir tur şirketine bağlı çalışmayan rehberimin telefon numarasının, kaldığım evin -her defasında taksicilere göstererek ulaşabildiğim- adresinin ve burada yaşamımı sürdürebilmek için gerekli diğer tüm numara ve bilgilerin telefonumdan başka hiçbir yerde kayıtlı olmadığı kafama dank etti.

Bir el arkadan omzuma yapıştı. Bir Sakallı eksikti! Buruşuk, damarlı kolunun ucundan uzayan kemikli parmakları sıktığı yeri acıtıyordu. Diğer elinde pastörsüz halk romu kutusu tutuyordu. Nefesi alkol kokuyordu.

Fotoğrafın hesabını sormaya gelmiş olmalıydı. Nefes almadan konuşuyor, boğuk sesine ciğerlerinden yükselen ince bir hırıltı eşlik ediyordu. Dudaklarına yapışık duran sigarası, o konuştukça aşağı yukarı sallanıyordu. İspanyolca bilmediğimi anlatmaya çalıştığım halde hiç oralı olmuyor, kaşlarını daha da çatarak, elini kolunu sallayarak söylenmeye devam ediyordu.

Bana vakit kaybettiriyordu. Telefonum çalındığına göre artık onun fotoğrafını çekmiş olmamın hiçbir önemi yoktu. Sakallı’dan yakayı sıyırıp, bir an önce çocukların peşine düşebilmek için elimi kulağıma götürüp telefon tarifi yaptım. Sonra işaret diliyle onu yere düşürdüğümü ve çocukların telefonu çalıp kaçtığını anlatmaya çalıştım.

Sakallı başını uzun uzun, aşağı yukarı salladı. İşaret ve orta parmaklarının ucuyla gözlerini göstererek, her şeyi gördüğünü belli etti. Şimdi kafasını iki yana sallıyor, avcunu göğsüne vurarak, sanırım çocukların hırsızlığından ötürü öfke ve üzüntü içinde olduğunu ifade ediyordu.

O an Sakallı’nın benim için tehdit değil, destek olabileceğini sezdim. Tekrar binanın kapısına dönüp, çocukların oraya kaçtığını gösterdim. Eğer dairelerden birine girmişlerse, yapılacak pek bir şey kalmıyordu. Ama apartman boşluğuna saklanmışlarsa onları yakalayıp telefonumu geri almama yardımcı olabilirdi.

Ben nasıl yardım isteyeceğimi düşünürken, Sakallı yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle eşiği atlayıp binaya girdi. Bana “takip et” işareti yaparak basamakları çıkmaya başladı.

Girişten uzaklaştıkça, içerideki karanlık ve havasızlık da artıyordu. İlk katın boşluğunda durduk. Toplam dört sokak kapısı vardı. Sakallı karanlığa tekmeler savurarak bütün köşeleri, sonra da sırayla kapı önlerini kontrol etti. Herhangi bir cisme rastlamadık.

Üst katta yüksek sesli müzik çalınıyordu. Şarkı arasında sanki bir tıkırtı duyduk. Sakallı ile birbirimize baktık. Müzik yeniden başladı. Karanlığın izin verdiği ölçüde hızlı hareket etmeye çalışarak ikinci kata çıkan merdivenlere yöneldik. Sakallı çakmağını yakmıştı. Önümü görebilmek için mümkün olduğunca onun yakınında olmaya gayret ediyordum. Basamaklarda rom kutusundan bir fırt aldı. Yeni bir sigara yakıp dudağına yapıştırdı.

İkinci katı da aynı karanlık tekmeleme yöntemiyle kontrol ettik. Sakallı, müzikli dairenin kapısını dinledi. Avcunu yukarı çevirip, parmaklarını oynatarak içerisinin çok kalabalık olduğunu ima etti.

Üçüncü katta tıkırtının kaynağını bulduk. Duvar dibinden kesik soluk alıp verme sesleri geliyordu. Çocukları bulduğumuzu sanarak nefesimi tutmuştum ki, Sakallı çakmağı yakınca yerde yatmakta olan hastalıklı bir köpeğin, yalvaran bakışlarıyla karşılaştık.

Tüyleri yer yer dökülmüş, sıska bir köpekti. Bizi görünce inlemeye, ağlar gibi sesler çıkarmaya başladı. Sakallı sanırım onu bu hale düşüren kadere okkalı bir küfür savurdu. Eğilip köpeği okşadı. Cebinden bir parça ekmek çıkardı. Elinden yedirdi. Sonra da boşalan avcuna biraz rom koyup, içirdi.

Bana dönüp bir şeyler söyledi. Çakmağın zayıf ışığında dahi yüzüme yansıyan umutsuzluğu fark etmiş olacak, köpeği beslediği romlu ve salyalı eliyle omzumu yakalayıp sıktı. Ses tonundan ve hareketlerinden henüz pes etmediği anlaşılıyordu.

Ayağa kalkıp en yakın kapıyı yumruklamaya başladı. Birkaç dakika sonra içeriden tıkırtılar duyuldu. Ayak sesleri yaklaştı. Ve kapı açıldı. Karşımızda elinde mum tutan, tepeden tırnağa beyaz giyinmiş zenci bir kadın duruyordu. Sakallı beni gösterip, hızlıca içinde telefon sözcüğü geçen birkaç cümle kurduktan sonra, kadının bir şey söylemesini beklemeden evin içine daldı. Kısa bir duraksamanın ardından ben de peşinden gittim. Bu sırada kadın çaresizce ellerini havaya kaldırmış, başını iki yana sallayarak söyleniyordu.

Sakallı’nın kadınla filan ilgilendiği yoktu. Bir hışım salona girdi. Camlar siyah perdelerle örtülüydü. İçerisi mumlarla aydınlanıyordu. Salonun baş köşesinde bir konsol, onun üzerinde bir heykel, heykelin etrafında çiçek ve meyveler, duvarda da masklar vardı.

Mutfak ufacıktı. Ocakta sarı renkli, lapa gibi bir şey kaynıyordu. Banyoya da girip çıktıktan sonra geriye açmadığımız tek bir kapı kalmıştı. Sakallı o kapıya yönelince beyazlı kadın çığlık atarak engel olmaya çalıştı. Sakallı ile göz göze geldik. “Sen merak etme” der gibi bir jest yaptı. Konsolun üstündeki mumlardan birini kaptı. Aniden geri döndü. Kapıyı açıp içeri daldı. Yine arkasındaydım. İçerisi zifiri karanlıktı. Önce hiçbir şey göremedik. Sonra Sakallı mumu aşağı indirdi.

Bembeyaz giysiler içinde on beş yaşlarında koyu tenli bir kız, yere serili hasırın üzerinde sırt üstü, kıpırdamadan yatıyordu. Baş ucundaki kaseler, içerideki konsoldaki gibi çiçek ve tropik meyvelerle doluydu.

Beyazlı kadın konsolun önüne diz çökmüş, heykelin karşısında ağlayarak dua ediyordu. Sakallı, iki elini göğsünde buluşturarak yerdeki kızdan ve beyazlı kadından özür diledi. Ben de onu taklit ettim.

Kızın yattığı odanın kapısını kapattım. Koşar adım daireyi terk ettik.

Sakallı, ikinci dairenin sokak kapısında durdu. Kulağını kapıya dayadı. Ben de aynısını yaptım. İçeriden kıkırdama sesleri geliyordu. Sakallı önce kapıyı çalmaya niyetlendi. Sonra vaz geçti. Cebinden bir bıçak çıkardı. Bıçağın ucunu kapı ile kasası arasına sokarak tek hamlede kilidin dilini buldu. Kapıyı sessizce açarken çakmağı söndürdü. İçerisi loştu ama perde kenarlarından önümüzü görebileceğimiz kadar ışık sızıyordu.

Parmak uçlarımızda sesin kaynağına doğru yaklaştık. Kıkırdamalar, cilveli fısıldaşmalara ve karyola gıcırtısına karışan iniltilere dönüştü.

Sakallı çakmağı çaktı. Karanlıkta yukarı aşağı inip kalkan iri bir kadın göğsü gördüm. Sakallı alevi yüzlere yaklaştırdı. Bir an için herkes donakaldı.

Sonra Sakallı yataktaki adamla kadına avaz avaz bağırmaya başladı. Bir taraftan da yüzük parmağını gösteriyor, sanırım hem evli olup hem de böyle bir halt yedikleri için komşularını azarlıyordu.

Daireden çıkarken kapının üstündeki işareti gösterdi. Burası Kübalılar’ın gizli buluşmalar için kiraladıkları günah evlerinden biri olmalıydı.

Üçüncü dairenin kapısı hafif aralıktı. İçeriden televizyon sesi geliyordu. Sakallı çakmağı söndürdü. Duvara omzumuzu vererek ilerledik. Salon aydınlıktı. Koridorun ucundan başımızı uzattık. Belki yüz yaşında iki kadın, sallanan sandalyelerine kurulmuş, aynı ritimde sallanarak beyzbol maçı seyrediyorlardı. Yüzleri, derileri, renkli giysileri kırşık içinde, saçları bembeyazdı. Ağızlarında en irisinden birer puro yanıyordu. Biri kucağındaki kediyi, diğeri köpeği okşuyordu. Evin içinde tavuklar, civcivler dolaşıyordu. Televizyonun üstünde heybetli bir horoz dikiliyordu.

İki kadının arasındaki sehpada içi tahıl dolu bir tas vardı. Arada ikisinden biri tastan bir avuç alıp tavuklara doğru serpiyor, sonra yine kucağındaki hayvanı okşamaya devam ediyordu. Maçta spikerin ses tonu heyecanlanınca, kadınların sallanma hızları da yükseliyor, pozisyon istedikleri gibi sonuçlanmamışsa ekrana bir avuç tahıl fırlatılıyordu. Horoz, işte bu protesto yemleriyle besleniyordu.

Biz üçüncü daireden çıkarken iki kişi kattaki dördüncü daireye giriyordu. Peşlerine takıldık. Bizi yadırgamadılar. Burası bir puro imalathanesiydi. Duvarlar arasına gerilmiş çamaşır iplerinde el büyüklüğünde tütün yaprakları kurutuluyordu. İçerisi puro kutusu gibi kokan bir ilkokul sınıfını andırıyordu. Yan yana dizili okul sıralarında çeşitli yaşlardan on beş yirmi kişi harıl harıl çalışıyordu.

Otomatikleşmiş eller önce tütün yapraklarının ortasındaki kalın damarları ustalıkla ayıklıyor, birkaç yaprağı üst üste koyup, hava geçirebilmesi için kıvırmadan avuçlarıyla sıkıyor, sonra onları büyük ve kaliteli dış yaprakların içine koyup hepsini beraber elleri ile sıranın üstünde yuvarlıyor, artık epey şekle girmiş puroları kalıpta iyice sıkıştırıp uçlarını kestikten sonra imalatı tamamlıyorlardı.

Sakallı, işçilerin tam karşısındaki kürsüye öğretmen gibi kurulmuş sert bakışlı, iri yarı melezin yanına gitti. Melez, bizi işçi adayı sanmış olacak şöyle tepeden tırnağa süzdü. Sakallı bir çırpıda durumu izah etti. Melez bana acıyarak baktı. Başını iki yana sallayarak, hırsız çocukları görmediğini şüphe götürmez bir kesinlikle söyledi. Kürsüden kalktı. Taze sarılmış purolardan bir tane Sakallı’ya, bir tane de bana hediye etti.

Purolarımızı yakıp alt kata indik. İki nefes çektikten sonra cep telefonum aklımdan çıkmıştı. Sakallı’nın peşinde uyur gezer gibi dolaşıyordum.

Sakallı da puroyu çekince biraz gevşemişti. İkinci katın ilk kapısını tempolu çaldı. Kapıyı bir elinde boya paleti diğerinde fırça tutan saçı başı dağılmış genç bir adam açtı. Bu iklimde bu kadar beyaz kalabildiğine göre uzun süredir dışarı çıkmıyor olmalıydı. Gözleri kan çanağı gibiydi. Üzerinde yalnızca slip bir mayo vardı. Yüzüne, ellerine, vücudunun hemen her yerine, değişik renklerde boya izleri bulaşmıştı.

Bizi gözlerini kısarak, uzun bir aradan sonra ilk kez insan türü ile karşılaşıyormuş gibi hayretle inceledi. Sakallı hızlıca durumu anlatınca önce kaşlarını kaldırdı, sonra omuz silkerek istediğimiz yere bakabileceğimizi işaret etti.

Salon, hayatımda gördüğüm en görkemli tabloydu. Zeminde ağzı, duvarda burnu, tavanda gözleri ve saçları olan, derin bakışlı, melankolik gülüşlü, kalkık burunlu bir kadın yüzü resim olmayı aşmış, ressamını esir almıştı.

Sakallı, birkaç kez ıslık çaldı. Purosundan derin bir nefes aldı. Ressama kadınla ilgili bir soru sordu. Aldığı yanıttan hoşlanmadı. Bir süre sessiz kaldı. Sonra purosunu ağzından çıkardı. Ressamın ağzına soktu. Ressam mırıldanarak Sakallı’ya teşekkür etti. Biz çıkmadan işine döndü. Puroyu tüttürerek, kadının dudağını kaldığı yerden boyamaya devam etti.

Bu arada yan daireden gelen müziğin sesi iyice yükselmişti. Sakallı bir sigara yakarak oraya yöneldi.

Kapıyı yumruklamaya başladı. Bu gürültüde içeridekilerin bizi duyması mümkün değildi. Aklıma kolu çevirmek geldi. Kapı kolayca açıldı. Sakallı parmağını şakağına götürüp, yumruğunu yumruğuma vurarak zekamı takdir etti.

İçeride koyu bir parti vardı. Nem, toz, duman, alkol, parfüm ve ter karışımı ağır bir koku daireye adım atar atmaz insanın başını döndürüyordu. Kalabalık bir çalgıcı grubu salonun ortasında gitar, çöp kovasına sopa ve sicim bağlanarak oluşturulmuş bir tür kontrbas, trompet, bongo, clave, marakas ve ismini bilmediğim birkaç tane daha latin ritim sazı çalıyor; uzuvları birbirine karışmış terli bedenler, müziğin etrafında çılgınca dalgalanıyordu.

Sakallı, ev sahibi gibi görünen altın rengi gözlük ve kolye takmış üstü çıplak adamın kulağına bağırarak orada oluş nedenimizi açıklarken; abanoz ağacından yapılma Afrika heykellerine benzeyen ince, uzun, simsiyah ve pürüzsüz bir kız, hiç görmediğim kadar beyaz gülerek bana elindeki rom şişesini uzattı. Şişeyi kafama diktim. İndirdiğimde siyah kızla yeşil gözlü beyaz arkadaşının arasındaydım. Yılan gibi kıvranarak aramızdaki mesafeyi kapatıyor, ritmini iç organlarımda hissettiğim müzik eşliğinde, bir Afrika büyüsü gibi beni ağır ağır ele geçiriyorlardı.

Üçümüz tek parça olmak üzereydik ki, gözüm trompetçinin arkasındaki duvara yaslanmış, ışıklı bir ekrana bakan iki gölgeye takıldı. Kızların arasından fırlayıp gölgelere doğru koştum.

Onlardı! Gülüşerek telefonumda oyun oynuyorlardı. Tek hamlede telefonu ellerinden kaptım. Peşimden Sakallı da yetişti. İki çocuğu kulaklarından yakaladı. Başıyla bana “gidiyoruz” işareti yaptı.

Rom şişesini son kez kafaya diktim. Hoşçakal demek üzere istemeye istemeye kızlardan tarafa döndüm. Aralarına başka birini almışlardı bile. Şişeyi ayaklarının dibine bıraktım. Sakallı’nın peşinden çıktım.

Çocukların gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Bir tanesi merdivenlerde ağlamaya başladı. Sakallı’ya yalvarıyor, ondan yüz bulamayınca benden merhamet diliyorlardı. Söylediklerinden yalnızca ‘polis’ sözcüğünü çıkarabiliyordum. Bir ara Sakallı ile göz göze geldik. Kulağına eğilip: ‘no policia’ diye fısıldadım. ‘Merak etme’ dercesine göz kapaklarını sıkıp açtı. Çocukların kulaklarına daha da sıkı asıldı.

Kapı eşiğine oturmuş çene çalan, köşebaşında domino oynayan, heykelli balkonundan sokağa bakan, seyyar arabasında meyve satan, çocuğunu kreşten alan mahallelinin gözü önünde, Sakallı çocukları kulaklarından çeke çeke gri demir kapının önüne kadar sürükledi.

Yarısına kadar pembe yağlıboya ile dolu kova, kapının önünde duruyordu. Sakallı benim de anlayabilmem için beden dilini kullanarak, çocuklara telefonu hangisinin çaldığını sordu. İkisi de birbirini gösterdi. Kulakları daha sert çekilince, biri suçunu itiraf etti.

Sakallı bu kez itiraf edene, hangi eliyle çaldığını sordu. Çocuk sağ elini gösterdi. Sakallı, bileğinden tuttuğu gibi çocuğun sağ elini kovaya soktu. El, bileğe kadar pembe boyaya bulandı.

Ardından diğer çocuğun sağ elini de boyaya batırdı. İkisini yüzleri birbirine bakacak ve aralarında bir kulaç mesafe olacak biçimde karşılıklı durdurdu. Eğildi, suç ortaklığı yapan çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı. Çocuk, Sakallı’nın konuşması bitince şöyle bir gerildi. Ve boyalı elini bütün gücüyle hırsız çocuğun suratına yapıştırdı. Tokadı yiyenin yanağına pembe renkli beş parmak izi çıktı.

Sakallı, bu kez hırsız çocuğa sıranın onda olduğunu söyledi. Çocuk zaten öfkeliydi. Arkadaşına, daha da sert bir tokatla karşılık verdi.

Sakallı, pembe yanak ve elleri koyu renk tenlerinde cayır cayır parlayan iki çocuğun kulaklarını nihayet bıraktı. Çocuklar, mahallelinin kahkahaları arasında farklı yönlere doğru koşarak gözden kayboldular.

Sakallı bir sigara yaktı.

‘Gracias senor’ dedim.

Elimi bahşiş için cüzdanıma attım. Çevik bir hareketle bileğimden yakaldı. İşaret parmağını iki yana sallayarak ‘nooo’ dedi. Elini kalbine götürüp bir şeyler söyleyerek sanırım bunun insanlık görevi olduğunu açıkladı.

Mahcupça, dostça gülümsedim. Dudağına yapışık sigarasıyla, o da ilk kez güldü. Kemikli elini yumruk yaptı. Benimkine çaktı. Daha önce Kübalı kankalardan gördüğüm gibi ona tek taraflı sarılıp, minnetle teşekkür ettim.

Sakallı, gri demir kapıdan içeri girerek gözden kayboldu. Telefonumu cebime iyice yerleştirdim. Derin bir nefes aldım. Ve her türlü olasılığa açık yoluma devam ettim.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

REİS

İlkokula bile gitmiyordu daha… Babası ilk kez bir gece avında onu da yanına almıştı. Gece yarısı ile gündoğumu arası, şehrin büsbütün karanlığa ve sessizliğe teslim olduğu bir vakitti. Göz kapakları öylesine ağırlaşmıştı ki, kulağının dibindeki haykırışın etkisiyle yerinden sıçrayana dek, babasını hayal kırklığına uğratmamak için onları minicik parmakları ile açık tutmaya çalışıyordu.

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!”

Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu.

“Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!”

Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

Teknelerin baş ve kıçlarına halatlarla tutturulmuş kazıkların ucunda meşaleler yanıyordu. Koca koca torikler, önce karanlık suyun dibinde belli belirsiz ışıldıyor, sonra siyah ağların arasından yıldızlar gibi kayarak teknenin içine düşüyorlardı.

Coşkulu, hüzünlü, büyüleyici bir sahneydi bu. Karanlıkta yolunu şaşırmış yüzlerce kocaman balık adeta teknelerine hücum ediyordu.

Hasar gören ağlar, makine gibi işeyen eller tarafından çabucak onarılıyor, sürü dağılmadan tekrar suya bırakılıyordu.

Bütün bunlar olup biterken, Reis tayfaları bakışlarıyla idare ediyor; sigarasının dumanını dudağının kenarından ağarmaya yüz tutmuş ufka doğru üflüyordu.

Av dönüşü tayfalarla birlikte akşamcı kahvesine gitmişlerdi. Gün ağaramamıştı henüz. Onlardan önce dönmüş balıkçılar, sobanın çevresinde sessizce çaylarını yudumluyorlardı.

Az ama öz konuşan babası sandalyesinin sırtını duvara yaslamış, koltuğunun altına oğlunu almış; tayfalar da onların karşısında geniş bir halka oluşturarak oturmuşlardı. Herkes yorgundu ama hasılat da, keyifler de yerindeydi.

Başını kaldırmış, babasının bıyıklarının altında açılıp kapanan, arasına kah çay bardağı, kah sigara izmariti girip çıkan ince dudaklarını izliyordu hayranlıkla.

Aslında diğer balıkçıların da ondan pek farkı yoktu; Reis ağzını açınca sobada yanan odunların çıtırtısından başka ses işitilmiyordu.

Bir ara babasının kulağına yanaşıp, kimse duymasın diye eliyle ağzını örterek: “Baba bana da öğreteceksin değil mi denizle ilgili her şeyi?” diye sormuştu.

Babası ağzı kapalı gülmüştü başını sallarken. Gözbebeğinde kayan minik yıldızdan anlamıştı güldüğünü. Çayından okkalı bir yudum alıp sohbete devam etmişti sonra.

Huzur gelmişti çocuğun üstüne. Genç tayfaların birleştirdiği iki tahta sandalyeye kıvrılıp, kahvecinin serdiği masa örtüsünün altında hayatının en tatlı uykusuna dalmıştı.

Sonra o korkunç silah sesi! Fırlayıp sandalyeye dikilişi… Babasının ince dudaklarının arasından sızan kan… Yıldızsız, bebeksiz kalan gözler… Yere düşen sigaradan yanık yanık tütmeye devam eden duman…

Çocuğun bütün bunları kabus sanışı. Ama bir türlü uyanamayışı…

Bir Mart sabahıydı. Denizin bittiği, hayatın erkenden karardığı, Reis’in bir meslektaşı tarafından siyah ağların arasına düşürüldüğü kalleş bir Mart sabahı…

***

O Mart sabahının üstünden yıllar geçmişti. Denizden, balıktan, babadan uzak; en az tayfalarınki kadar zorlu, onurlu koskoca bir ömür.

Ve bir başka Mart gecesi bunları görmüştü düşünde. Tıpkı o geceki gibi. O gece ne kadar gerçek ama rüya gibiyse, bu kez de o kadar rüya ama gerçek gibi…

Babası voliyi işaret etmiş, kayıklar sürüyü çevirmiş, simsiyah ağlar suya salınmış, karınları ay ışığında bembeyaz parlayan iri kıyım torikler pat pat tekneye düşmeye başlamıştı.

Kayıkların baş ve kıçlarına tutturulmuş kazıkların ucunda meşaleler yanıyordu. Tayfalar el çabukluğuyla ağları onarıyor, babası dudağının kenarından ağarmaya yüz tutmuş ufka doğru sigarasını üflüyordu.

Ve akşamcı kahvesindeydiler yine. O, babasının koltuğunun altında. Tayfalar karşılarında geniş bir halka olmuş… Çaylar içiliyordu. Keyifler yerinde…

Babasının herşeyi bilen dudaklarını seyrediyordu hayranlıkla. Bir şey sormak istiyordu. Ama bir türlü yapamıyordu bu defa. Yapamadıkça içindeki sıkıntı büyüyordu. Babası başını okşuyordu usulca. Hiç yapmamıştı bunu daha önce. O, ağlayacak gibi oluyordu. Yine de soramıyordu.

Nihayet babası başını ondan yana çevirip bakışlarıyla ne derdi olduğunu sorunca, ürkekçe doğruldu. Dudaklarını babasının kulağına yanaştırdı. Kimse duymasın diye eliyle ağzını örterek: “Baba hani bana da öğretecektin denizle ilgili her şeyi?” diye sordu.

Babası ağzı kapalı güldü. Gülerken gözbebeğinde minik bir yıldız kaydı.

Çayından okkalı bir yudum aldı sonra. Çocuğa döndü. Kimse duymasın diye eliyle ağzını örterek, kulağına şöyle fısıldadı:

“Gelmedin ki hiç Boğaz’a.”

***

Karanlıkta gözünü açtığında bir süre nerede, hangi zamanda olduğunu idrak edemedi. Sonra yatağından fırlayıp sırtına ne bulduysa geçirdi.

Beş dakika sonra taksideydi.

Boğaz’da indi. Buz gibi deniz kokusu vurdu yüzüne. Derin derin içine çekti. Gün doğmamıştı henüz. Babasıyla akşamcı kahvesine gittikleri vakitti.

Karanlıkta yürümeye başladı. Caddeden tek tük arabalar geçiyordu. Kordon bomboştu. Poyraz sert. Yakalarını kaldırdı. Elleri ceplerinde adımlarını sıklaştırdı.

Arnavutköy sahilinde, sokak lambasının altında dikilen bir karaltı gördü. Beyaz sakallı, yaşlı bir adamdı. Kafasına asker yeşili yağmurluğunun kapüşonunu geçirmiş, içi olta takım ve malzemeleri ile dolu ahşap bavulunu portatif bir ayağın üzerine yerleştiriyordu.

“Selam… Ben Levent.” deyip, adamın önünde durdu. Yaşlı balıkçı başını kaldırıp karşısındaki yabancıyı süzdü. Mesafeli bir jestle selamını aldı. Kendi adını söylemeden çantasına uzanıp, taşınırken dağılmış kurşunları, fırdöndüleri düzenlemeye koyuldu.

Taksinin biri uzunlarını iki adamın gözlerine sokup çıkararak yanlarından geçti. Levent, karanlığı bölen bu ani hareketten cesaret alarak, sanki hep böyle sohbet ederlermiş gibi yaşlı balıkçıya bir zamanlar babasıyla çıktıkları gece avını anlatmaya başladı.

Dev bir tanker ağır ağır önlerinden geçiyordu. Yaşlı balıkçı termosunun kapağını açtı. Çıkardığı iki kağıt bardağa çay doldurdu. Yeni bir sigara yaktı.

Levent çaydan bir yudum alıp, rüyasına geçti.

Babasının, kulağına: “Gelmedin ki hiç Boğaz’a…” deyişini onun gibi fısıldayarak tekrar etti. Ve sustu.

Bir süre ikisi de konuşmadı. Tanker gözden kayboldu.

Balıkçı çantasını karıştırıp, büyükçe bir kasnak çıkardı. Kasnağa parlak beyaz naylondan, kalınca bir misina sarılıydı. Ustalaşmış parmakları ile orta boy iğneleri, fırdöndüyü, kolçağı ve pantolonuna sürterek iyice parlattığı istavrit biçimli zokayı misinaya taktı.

“Hadi rastgele” deyip Levent’in eline tutuşturdu.

Levent bir oltaya, bir balıkçıya baktı.

“Ne yapacağım ben bunu?” diye sordu.

“İstersen beni yakala.” Balıkçı balgam çıkarır gibi güldü.

Levent mahcupça gülümsedi: “Ben balık tutmayı bilmem ki…”

Elini cebine atarak: “Peki borcum ne kadar?” diye sordu.

“Borcun morcun yok. Babanın emanetisin sen bize. Git Ortaköy’de “REİS” isimli kayığı bul. Halatını sök. Denize açıl. Gözünü gönlünü açık tut. Balığın yerini bul. Gerisini olta halleder zaten…”

Teşekkür etti. Elinde oltasıyla Ortaköy’e doğru yürümeye başladı. Hava aydınlanmıştı. Ortaköy meydanı bomboştu. Vapur iskelesinin yanında toplam beş tane kayık vardı. Reis’i kolayca buldu.

Düğümü çözüp, halatı iskeleye çakılı demir halkadan çıkardı. Halatı çekerek kayığı iskeleye yanaştırdı. İçine atlayıp, halatı topladı.

Kayığın içinde iki kürek, bir kepçe ve bir de martı vardı.

Küreklere asılarak karadan uzaklaşmaya başladı. Martı karşısına oturmuş ona bakıyordu. Tek kanadı sakat gibiydi. Teknenin içinde ufak ufak sekiyordu. Balık tutmayı bilmeyen bir balıkçı ile uçamayan bir martı sefere çıkıyordu.

Yine de “Reis” adlı bir kayığın içinde babasının tayfaları gibi küreklere bütün gücüyle asılmak; izleyici değil, aktör olarak denizde var olmak çok iyi geldi.

Epeyce açıldı. Yaklaşan dev bir tanker görünce, kayığın burnunu ters çevirip telaş içinde uzaklaştı.

Tehlikenin geçtiğinden emin olunca durdu. Kürek çekmeye alışkın olmayan kolları ağrımaya, kasılmaya başlamıştı.

Ayağa kalktı. O hareketlenince martı birkaç adım geri kaçtı.

Tek ayağını kayığın burnuna uzatıp babası gibi kaşlarını çatarak denizi süzdü. Yaşlı balıkçının verdiği oltayı çıkardı. İğneleri kasnaktan kurtardı. Misinayı açtı. Zokayı parmaklarının arasına aldı. Taş atar gibi bütün gücüyle fırlattı. Martı keskin bakışlarıyla zokayı suya düşene dek takip etti.

Orada öylece buz gibi poyraza karşı durmak, iyot kokusunu ciğerlerine çekmek, derinliğin devamında dikilmek, çocukluk diyarlarında gezinmek; kendini hiç olmadığı kadar özgür hissetmesine neden oldu.

Dakikalarca, belki saatlerce elinde olta, kendini Boğaz akıntısına emanet ederek öylece bekledi. Misinada tık yoktu. Yaşlı balıkçının sözleri düştü ansızın aklına: “Balığın yerini bul. Gerisini olta halleder zaten…”

“Nasıl bulunur ki balığın yeri?” diye mırıldandı. Ses çıkarması ile birlikte karşısında bir kıpırtı oldu. Martı kanatlarını açmış, gerinerek ona bakıyordu.

Cebini karıştırdı. Bir parça bisküvi buldu. Kırıp önüne koydu. Martı bisküviyi didiklemeye başladı.

“Sen biliyor musun?”

Martı boynunu büküp baktı.

Bu kez herşeyi, ta en baştan martıya anlatmaya koyuldu. Yaşlı balıkçının sözlerini tekrarlarken martı Levent’in koltuğunun altına tünemişti.

Bakışlarını aşağı indirdi. Kuşla göz göze geldi. Hayatında ilk kez kendini Reis gibi hissetti.

“Tayfam olur musun?” diye sordu.

Martı usulcacık öttü.

“Demek hoşuna gitti…” Cebindeki boşalmış bisküvi paketini martının önüne bıraktı. İçinde hala bir miktar kırıntı vardı.

Martı bir kez daha, miyavlar gibi memnuniyet sesi çıkardı.

“Peki Tayfa!” diye bağırdı, Levent. “Öyleyse balıkların yerini bulmak senin görevin!”

Martı, Levent’in yükselen sesinden ürkerek eski yerine zıpladı.

Levent eliyle ağzını örttü. Eğilip, martıya sır verir gibi: “Bak dostum.” diye fısıldadı. “Babam denize şöyle bir baktı mı balığın nerede olduğunu şıp diye anlardı. Bense…”

Martı konuşmanın sonunu beklemeden kanatlarını açtı. Çırpmaya başladı. Ve ağır ağır havalandı. Önce kayığın üstünde birkaç tur attı. Sonra uzaklaştı.

Babasının onu terk edişi düştü aklına. İnce dudaklarının arasından sızan kan… Yıldızsız, bebeksiz kalan gözler… Yere düşen sigaradan yanık yanık tütmeye devam eden duman…

Babasının son sigarası gibi ince ince tüten gemi bacasına takıldı gözü.

Derken o dumanın içinden bir martı geçti. Kayığa doğru yaklaştı:

Tayfa’ydı bu!

Bu kez açığa doğru uçtu… Ve olanca gücüyle bağırmaya başladı… Hiç ara vermeden…

Çığlık çığlığa kayığa döndü. Küreğin üstüne kondu. Başını az önce uçtuğu yöne doğru çevirerek, konuşur gibi ötmeye başladı.

“O tarafa mı gidelim?” diye sordu Levent.

Martı tekrar havalanıp, aynı yöne doğru kanat çırptı. Bir noktada ilerlemeyi bıraktı. Ve avının üstünde dönen bir kartal gibi halkalar çizmeye başladı.

Levent sonunda tayfasının neyi işaret ettiğini kavradı. Misinayı hızla çekip, kasnağa sardı. İğneleri mantara saplamadan, oltayı olduğu gibi kayığın içine topladı. Küreklere asıldı. Tüm gücüyle martının bulunduğu yöne doğru ilerlemeye başladı.

Martı, suyun belli bir bölgesine babası gibi kararlı bakıyor, kendi dilinde “Voli burdaaa” diye bağırıyordu.

Reis, şimdi martının altındaydı. Martı, hafiften süzülüp, usul usul yer değiştirerek kayığın nerede durması gerektiğini belirlemeye çalışıyordu.

Nihayet tam istediği noktayı bulunca, o da eski yerine inip Levent’in karşısına kondu.

Levent, zokayı ağzına götürüp öptü. Fırlattı. Bu kez kurşunun parlayarak havada süzülüşünü, suyla buluşmasını, dibe doğru ağır ağır inişini, iğnelerin akıntının etkisi ile bir sağa bir sola salınışını, misinanın dalgalı denizde görünmez oluşunu içinde hissetti.

Çok geçmeden oltada öyle kuvvetli bir hareket oldu ki, neredeyse dengesini kaybederek misinanın peşinden suya sürüklenecekti.

Martı, balığın geldiğini anlamış, çığlık çığlığa havalanmıştı. Olta deli gibi sallanıyor, misina Levent’in ellerini kesiyor, kıyasıya bir mücadele yaşanıyordu.

Tayfanın çırpınışları ve Reislik sorumluluğu karşı tarafın inadını kırdı. Karanlık suyun dibindeki belli belirsiz ışıltı, gitgide büyüyüp parlayarak yüzeye çıktı. Levent balıkları kepçe ile teknenin içine aldı:

İki dev torik!

Babası ile çıktıkları gece avından beri çıplak gözle bu kadar irisini görmemişti.

Martı kayığa indi. Reisinin koltuğunun altına girdi.

Levent, başını tayfasına doğru eğdi. Eliyle ağzını örterek:

“Bana sen mi öğreteceksin denizle ilgili her şeyi?” diye fısıldadı.

Martı gagasını açmadan güldü. Gülerken gözbebeğinde minik bir yıldız kaydı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar. Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları. Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

UZUN RÜYA

Seviyordu be, heyt! Hem de ne sevmek. Serçe parmağına, saç diplerine, burun direğine kadar… Böyle oluyormuş demek insan. Kalbi bir kurtulsa göğüs kafesinden, martılarla yarışacak. Çığlık ata ata, Boğaz’a dala çıka… Sokak köpeklerine sarılmamak, yaşlıların ellerinden öpmemek için zor tutuyordu kendini. Kestanecinin al yanaklarından makas almamak… Polislerle halay çekmemek için…

YARADILIŞ

“Sırtım Kule’ye, yüzüm Haliç’e dönük” demişti, son mektubunda. “Denizle karanın, yeryüzüyle gökyüzünün, yaşamla ölümün kıyısında; bitkin ama onurlu bir binanın çatı katındayım. Bu arafta kendimi buldum ben; ikimizden biri yıkılana kadar buradayım.” Günlerdir onu arıyordu.

BİNDALLI

Etraflarından oluk oluk insan akıyordu. Esma babasının omzunu, çocukluğunu, annesinin elini bırakmak istemiyor, Cevat derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalışıyor, beresini aşağa çekerek kulaklarına indiriyordu. “Sen benim…” dedi sonunda… “Biricik kızımsın. Kılına zarar verirlerse bir dakika düşünme dön evine.”

MASALCI TEYZE

Aslında hayallerimin birer birer gerçekleştiği günlerdi. Yani en mutlu olmam gereken zamanlar…

Üniversiteden mezun olduğum hafta işe girmiştim. Mütevazi maaşım şehrin merkezindeki asırlık bir apartmanda, iki göz odalı, ufak bir daire kiralamama yetmişti.

Öğrencilik yıllarımda fırsat buldukça daldığım ara sokaklardan birindeydi yeni evim. Beyoğlu’nun afallatan, düş kurdurtan, küf ve tütsü kokan esrarengiz sokaklarından birinde… Dar, kısa bir yokuşun sonunda.

Tadilat yaptıracak param yoktu. Ama sırf o yüzden değil; rengarenk boya katmanlarının hangi devirlere tanıklık ettiğine dair tahminlerde bulunabilmek için de; hiç tadilat görmemiş, neredeyse mantarlaşmış giyotin pencereyi benden önce kimlerin yukarı kaldırıp sokağı seyrettiğini hayal etmek için de; soluk mutfak karolarının onca ezilmişliklerine karşın zamana meydan okuyuşlarına saygı duymak için de el sürdürtmek istemezdim daireme.

Yaşlıydı, yorgundu. İkide bir sigortaları atıyordu. Suları paslı akıyordu. Yukarı katta fazla hareket olursa bağdadi tavanından tozlar döküyordu ama tam da bu nedenlerle seviyordum ben onu.

Param azdı ama eksik değildim kısacası. Hatta hiç olmadığım kadar fazlaydım. Sabahları gözümü açtığımda yüksek volta tavanla karşılaşıyor, gün ışığının rabıtalar üzerine çizdiği giyotin pencere şekilli ışık oyunlarını seyrediyor, pervazıma konan kumrunun bazen ninniye bazen iniltiye benzettiğim içli ötüşünü dinliyor, geçmişin ruhumu nasıl ele geçirip, bana ait olmayan zamanları, insanları burun direğimi sızlatarak özlettiğine şaşıyor, kenarları kırık banyo aynasının karşısına geçerken bu evde benden önce yaşamış birinin yüzüyle karşılaşacakmış gibi bir hisse kapılıyordum.

İlk kez yalnız yaşıyordum. Ve yalnızlığın mı yoksa bu tarihi evin mi ruhumu böylesine derinleştirdiğinin ayırdına varamıyordum.

Sokağın köşesindeki yaşlı poğaçacının, karısının yaptığı dereotlu poğaçaları saman kağıdına sarıp, kağıdın kenarlarını üçgen biçiminde katlayıp içe doğru kıvırışını izlerken kendimi başka bir zamanda hissediyor, hissettiğimin bana mı yoksa başkasına mı ait olduğunu karıştırıyor, sıcacık poğaçalar elimde, otobüs durağına doğru aklı bir karşı havada yürürken kendimi hiç olmadığım kadar hafif hissediyordum.

Aileme, akrabalarıma, arkadaşlarıma, o ana kadar hayatımı anlamlı hale getiren herkese karşı kendimi suçlu hissettirecek kadar hafif, mutlu ve uyumlu…

Akşamları yeni evimde, benliğimin hiç farkında olmadığım katmanlarını keşfederken; var oluşun dipsiz kuyusunda bir su damlası kadar önemsiz ama kaynağın bütününü hissedebilecek kadar mucizevi olduğumu idrak ediyordum.

İşyerimdeki gündüzlerim ise sığlıklarla, hayal kırıklıklarıyla doluydu. Patronlarım tarafından onca yıllık eğitimimin kırıntısını bile kullanmayacağım bir göreve layık görülmüştüm. Mesai arkadaşlarımın kendilerini geliştirmek, potansiyellerini hayata geçirmek gibi emelleri yoktu. Yazısız bir tür vasatlık ve birbirini idare etme anlaşması herkes tarafından kabul görmüş gibiydi.

Hiç kimse araştırmıyordu. Keşfetmek, tartışmak, ilerlemek, büyütmek, gelişmek istemiyordu. Herkes daha fazlasını kazanmak için yanıp tutuşuyordu. Ama hiç kimse bunun bedelini ödemek istemiyordu. Paylaşılacak pasta küçüldükçe çatışma büyüyordu.

Bu çatışmaya dahil olmak istemiyordum. Ama aralarından da sıyrılamıyordum. Kıdemliler, “İş hayatında ne yaptığın değil, kendini nasıl sattığın önemli” diye akıl verip duruyorlardı. Onlara katılmıyordum. Ama ne faydalı bir şey yapabiliyor, ne de kendimi satabiliyordum.

Birkaç kez patron tarafından ikaz edilmiş, deneyimli oda arkadaşlarımın profesyonelce öne sürdüğü bahaneler sayesinde ucuz atlatmıştım. Ama patronun değer yargılarından da, politik çalışanların koruması altında bulunmaktan da, kendimi savunmaktan aciz oluşumdan da nefret ediyordum.

Derken uykusuz geceler başladı. İlk zamanlar pek kafaya takmadım. Benim için anlamlı olan, mesai bitimi ile uyku arasında geçen üç beş saatti. Bilinçaltımın bu süreyi uzatmak için oyun oynadığını düşündüm.

Gözüme uyku girmeyen sonraki birkaç geceden, üst katımdaki güney doğulu ailenin kavgalarını, içip içip geceyarısından sonra Mehter Marşı çalan bodrum kat komşumu, macunu erimiş pencereleri zangır zangır titreten fırtınayı sorumlu tuttum.

Ama apartmanda çıt çıkmayan, sokakta yaprak bile kıpırdamayan gecelerde de değişen bir şey olmadı. Evin iyice inceltip hassaslaştırdığı ruhum işyerinden hasarlanıp dönüyor, sonra akşam yemeğinin ardından tatlı bir uyku bastırması eşliğinde uyuşur gibi oluyordu. Ben dişlerimi fırçalayıp, pijamalarımı giyip yatağıma girince uyku da sabaha kadar ortalıkta görünmeyen kumru gibi gecenin karanlığında kaybolup gidiyor, beni sokak lambasının aydınlattığı çatlak tavan köşesi ile baş başa bırakıyordu.

Sabahları, berbat bir gün daha geçirecek olmanın çaresizliği içinde sürünerek tuvalete gidiyor; mosmor gözaltlarıma, soluklaşmış yüzüme bakarak tıraş oluyor, kravatımı söküp söküp tekrar bağlıyordum.

Uykusuzluk her geçen gün beni işyerindeki vasatlığa biraz daha yaklaştırıyordu. Dereotlu poğaçalarımı çay eşliğinde ağır ağır yedikten sonra gizli gizli haber sitelerinde dolaşıyor, banka hesabımı, özel e-postalarımı kontrol ediyor, biri yaklaşırsa araştırma yaptığımı sansın diye işle ilgili bir sayfa açıyor, bazen hiçbir şey anlamadan aynı sayfaya dakikalarca, hatta saatlerce boş boş bakıyordum. Biri benden bir şey isterse meşgul olduğumu söylüyor, ısrar ederse sinirlenerek bunun benim iş tanımımda yer almadığını savunuyordum.

Akşamları vicdan azabı içinde eve dönüyor, buzdolabından çıkardığım makarnayı ısıtırken ya da yenisini haşlarken o gün yaptıklarımdan utanç duyuyor, çok sevdiğim gece yürüyüşlerine çıkacak gücü kendimde bulamıyor, o gece erken yatarak, ertesi gün her şeye sıfırdan başlayacağıma dair kısa süren bir iyimserliğe kapılıyor, derken yine dişlerimi fırçalarken bedenimi terk etmeye başlayan uykunun kafamı yastığa koymamla birlikte sırra kadem basmasını elim kolum bağlı seyrediyordum.

Artık akşamları kahve içmiyordum.

Emeklilik için gün sayan, fırsat buldukça sudoku çözen muhasebeci Necati Bey’e kulak vererek, bir öğlen aktardan kediotu ve papatya çayı satın aldım. Tembihlediği gibi yatmadan önce bir gün birini, bir gün ötekini, bazı geceler de ikisini birden içtim. Hiçbir uygulama işe yaramadı.

Meğer, neredeyse hiç işi olmamasına rağmen herkesten stresli görünen sekreterimiz de aynı dertten muzdaripmiş. Birkaç gece onun uyku ilacından içtim. Uyuttu da. Fakat ertesi sabah kafama balyoz yemiş gibi kalkıp, gün boyunca işyerinde kendimi eskisinden de beter hissedince bir daha kimyasal çarelere başvurmamaya karar verdim.

Güvenlik görevlisinin tavsiyesi üzerine akşam yemeğinde iki kadeh attım. Uyuyamadığım gibi bir de üstüne sabaha kadar kustum.

İnternette uykusuzluğu iş hayatının hareketsizliğine bağlayan yazılar okuduktan sonra, akşam yemeklerini erken yiyip, sahilde koşmaya başladım. Fakat koşu esnasında yükselen adrenalin uykumu iyice kaçırdı. Üstelik sabah saatlerinde de yerini korkunç bir yorgunluğa bıraktı.

Sonunda aracıları bir kenara bırakıp uykusuzluğumla birebir yüzleşmeye; nedenini, kaynağını ortaya çıkarmaya karar verdim. Artık erkenden yatağa girmiyor, dişlerimi fırçalamıyor, pajama filan giymiyor, hatta bazı akşamlar yemek yemeyi bile unutuyordum.

Masada oturuyor, mum ışığı eşliğinde gözümü duvardaki boya katmanlarına dikiyor, hayatımın her evresine bir renk veriyor, en dipteki çocukluk sıvasından başlayarak yaprak yaprak ilerliyordum.

Yalanlarımı, kabahatlerimi, beceriksizliklerimi, korkularımı, tanıdığım insanların başına gelen kazaları, sevdiklerimin hastalıklarını, işittiğim, tanıklık ettiğim fenalıkları, doğal felaketleri, çocukluk masumiyetimi kirleten günahları, canımı en çok yakan haksızlıkları, zayıflıklarımı, hakaret ve başarısızlıklarımı, içimde kalanları, pişmanlıklarımı, dedemin, büyükannemin ölümlerini alt alta sıralıyordum.

Bir başka gece mutfak karolarının direnişinden aldığım ilhamla yaşamıma dokunan iyilikleri, başarıları, hayatını tek çocuklarının istikbaline adamış anne babamı, içe kapanmama izin vermeyen arkadaşlarımı, arasında büyüdüğüm çalışkan, saygılı, yardımsever komşuları, güler yüzlü esnafları, işini namusu olarak gören, gerektiğinde ailesinin önünde tutan babamı ve mesai arkadaşlarını, ilk öpüşmemi, daha doğrusu öpülmemi, ilk sevgilimi, daha doğrusu beni sevgili olarak seçen kızı, hoş ve boş üniversite yıllarımı listeledim. İlk listeden uzun tutmasına sevindim.

Sonraki geceler, katmanlar ve listeler üzerinde uzun uzun düşündüm. Ama aradığım gibi bir neden sonuç ilişkisi bulamadım. Sonuçta, her insan gibi iyi, kötü zamanlarım, içime attıklarım, kibirlendiklerim, hayal kırıklıklarım, vicdan azaplarım, gururlu anlarım vardı. Ama daha önce hayatımın hiçbir evresinde iki gün üst üste uykusuzluk çekmemiştim.

Herşey bu işe girdikten ya da bu evi tuttuktan sonra başlamıştı. Birbirini doğuran, birbiriyle çelişen bu iki değişken, beni geçmişimden tamamen koparmış, bana ait olmayan bir geçmişle geleceğin kucağına bırakmış, üstüme de uykusuzluk pikesi sermişti.

Köklerimden sökülmüş, yepyeni bir saksıya dikilmiştim. Gündüzleri klimalı, alüminyum asansörlü bir serada plastik çiçeklerle birlikte hesaplanmış miktarda gün ışığı alıyor, sonra eski bir binanın pervazında, ucu yüz yıl önceki yağmurlara uzanan çinko oluklardan süzülen damlacıklarla, ay ışığı altında susuzluğumu gidermeye çalışıyordum.

Gece ile gündüz kadar birbirine zıt bu iki yaşantıyı bir türlü birbirine yapıştırıp tek bir hayat haline getiremiyor, geçmişimle bağımı hepten koparmış olduğum için ruhumda açılan çatlakları eski malzememle dolduramıyor, en önemli ihtiyaçlarımdan biri olduğunu her geçen gün daha bariz hissettiğim uykunun o çatlaklardan sızıp gitmesine engel olamıyordum.

Bir sabah yine yaşlı poğaçacıya uğradım. Artık beni görür görmez, eşinin yaptığı dereotlu poğaçalardan iki tanesini saman kağıdına sarmaya başlıyordu. Kağıdın köşelerini üçgen biçiminde katlayıp içe doğru kıvırışını dalgın gözlerle izlerken beni bu poğaçacıya asıl bağlayanın bu katlama biçimi olduğunu; çocukluğumda kasabamızdaki esnafın da peyniri, sucuğu, lokumu, hatta mendili, yazmayı, çorabı gazete kağıdına aynen böyle sardığını, kenarlarını böyle katlayıp içe doğru kıvırdığını anımsarken idrak ettim.

Yaşlı poğaçacı, “Şşt delikanlı” deyince şöyle bir silkindim. Bana doğru uzattığı poğaça paketini o zaman fark ettim. Adam beyaz bıyığının altından babacan bir ifadeyle gülümsedi. Hemen ardından kaşlarını çatarak:

“Sen ne yapıyorsun geceleri evlat?” diye sordu. “Son zamanlarda dikkat ediyorum, sabahları gözlerin hep kan çanağı gibi. Göz altların mosmor. Yüzün süzüldü, kaşık gibi kaldı. Çok mu çalışıyorsun? Gece hayatına mı takılıyorsun? Ne yaptığın seni ilgilendirir tabi ama benden sana Poğaçacı Amca nasihati: Hayatına çeki düzen ver biraz. Daha upuzun bir ömür var önünde, makineyi erkenden yorma böyle.”

Uzun zamandır hiç kimse benimle böyle dürüst, çıkarsız; yalnızca benim iyiliğimi düşünerek konuşmamıştı. Rahmetli dedeme benzettim yaşlı adamı. Gülümsemeye çalışarak:

“Haklısın Amca” dedim. “Ben de memnun değilim durumumdan. Ama uykusuzluk illeti çöktü üstüme. Bir türlü kurtulamıyorum. Ne gecem belli, ne gündüzüm. Çare bulamıyorum.”

Sözlerimi bitirir bitirmez, pişmanlık hissettim. Resmen kendimi acındırıyordum.

“Çaya kahveye dikkat ediyor musun?”

“Hı hı.”

“Kediotu çayı yaptıın mı peki?”

“Evet.”

“Yemeğini…”

“Erkenden yiyorum… Dedim ya Amca, denemediğim halt kalmadı.”

“Masal denedin mi peki?”

“Ne masalı?”

“Ne masalı olacak, kocakarı masalı. Evlat, kaç yaşına gelirsek gelelim, korkak birer çocuk vardır hepimizin içinde. Sakinleştirilmek, pışpışlanmak , bebekliğindeki gibi koşulsuz sevilmek ister. Bu yaşıma geldim, ben bile hala uykum kaçtığında masal anlattırırım hanıma.”

“Dereotlu poğaçaları yapan Teyze’ye mi?”

Yaşlı adam gülerek başını salladı:

“Cinli, perili bi masallar anlatır… Alemin bütün derdini unutur, mışıl mışıl uyuyakalırsın. Siz gençler bizden çok daha akıllı, tahsillisiniz. Ama bilginin her derde deva olacağını sanıyorsunuz. Halbuki sizin müfredatınız, icatlarınız, teknolojiniz her sene değişirken, masallar mesela binlerce yıldır aynıdır. İşe yaramasa taşınır mı kulaktan kulağa. Kuşaktan kuşağa?”

Sıradaki müşteri daha fazla dayanamadı. Kıvırdığı kağıt parayı yaşlı poğaçacıya doğru uzatarak:

“Kusura bakmayın, işe geç kalıyorum.” dedi. “Bir patatesli, bir peynirli alabilir miyim, lütfen?”

Aynı günün akşamı, iş çıkışı şarküteriye uğradım. Biraz yaprak sarma, uykumu getirmesi umuduyla bir kutu da yoğurt aldım. Köşedeki fırında kestirdiğim yarım ekmekle eve doğru yürüyordum ki, gözüm kırtasiyenin renkli vitrinine takıldı. Çocukluğumdaki binbir çeşitçi dükkanlara benziyordu. Ufacık vitrininde oyuncaktan kırtasiyeye, kitaptan şekerlemeye yok yoktu.

Heyecanla içeri daldım. Masal kitabı olup olmadığını sordum. Tezgahta genç bir kız -muhtemelen dükkan kadar yaşlı sahibinin torunu- vardı. “Kusura bakmayın, ben arada uğruyorum buraya. Ama kitaplar şu tarafta. İsterseniz birlikte bakalım.” dedi.

Kızla birlikte kitapları karıştırmaya koyulduk. Bir “Grimm Masalları”, bir de “1001 Gece Masalları” bulduk. İkisini de satın aldım.

Yemeğin ardından masa lambamı açıp Grimm Masalları’nı okumaya başladım. Okudukça esniyor, hafifliyor, Poğaçacı Amca’nın dediği gibi alemin bin türlü derdinden sıyrılıyordum. Arada duvardaki kat kat boyalara bakıyor. Sonunda kendi sıvama ulaşmış olmanın huzurunu duyuyordum.

Saat on biri geçmişti. Bu kez de, yıllar sonra masal okumaktan aldığım haz uyumama engel oluyordu. Derken bir tıkırtı duydum. Önce üst kattakiler duvara çivi çakıyor sandım. Sonra bunun bir kapı vurma sesi olduğunu fark ettim ve karşı komşudan geldiğini tahmin ettim.

Hayır, ses benim sokak kapımdan geliyordu. O saatte davetsiz misafirimin kim olabileceğine dair ürkütücü tahminlerde bulunarak koridorda ilerlemeye başladım. Yorgunluk ve korkudan dizlerim titriyordu. Kapıda gözetleme deliği yoktu. Bir kez daha tıklatılınca sesimi toklaştırmaya çalışarak:

“Kim o?” diye bağırdım.

“Benim” dedi incecik, yaşlı bir kadın sesi.

O kadar kırılgan bir ses beklemiyordum. Şaşırmış, biraz da sakinleşmiş olarak kapıyı araladım. Karşımda kısa boylu, tombul yüzlü, sırtında mantosu, başında baş örtüsüyle rahmetli büyükanneme çok benzeyen bir teyze duruyordu.

“İyi geceler evladım.” dedi. “Ben Poğaçacı Amca’nın karısıyım. Uyku tutmuyormuş seni. Öyle söyledi. Ben de birkaç masal anlatıvermeye geldim.”

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Eğildim, mahcupça teyzenin tombul elini öptüm. Gözleri ışıldadı. Saçımı okşayıp: “El öpenlerin çok olsun.” dedi.

Memleketimin, ailemin, çocukluğumun yerine onun kokusunu içime çekerek, ağır ağır yürüyen misafirimi salona buyur ettim.

Çantasını sandalyeye koydu. Elindeki poşetin ağzını açıp beyaz bir bidon çıkardı.

“Süt getirdim, sana” dedi. “Bizim torundan bu kadar kalmış. Bir bardacık çıkar sana da.”

Mahcubiyetim katlanarak büyüyordu.

“Mutfak şurası mı?” diye sordu. Evin içinde akrabammış gibi dolaşıyor, ne yabancılık çekiyor, ne de çektiriyordu.

“Ben şuracıkta ısıtayım sütü. Ilık ılık daha tatlı uyku getirir. Sen de pijamalarını giy. Dişini fırçala. İyice çişini yap. Uykuya hazırlan bakalım.”

Gülümseyerek: “Tamam teyzecim.” dedim.

Pijamalarımı giyip banyoya gittim. Dişlerimi fırçalarken ağlamaya başladım.

Hıçkırdığım duyulmasın diye musluğu iyice açtım. Yüzüme bol bol su çarparak toparlanmaya çalıştım.

Odaya döndüğümde Masalcı Teyze sütümü yatakta içmemi istedi. Onun tembihlediği gibi sırtımı karyola başına yaslayıp, lıkır lıkır içtim. Sütün geçtiği yerler ılık ılık ısındı, gevşedi. Sanki iç organlarım okşandı, rahatladı.

Masalcı Teyze yatağın ucuna ilişti.

“Önce okuyacağım seni.” dedi.

Büyükannem öldüğünden beri, beni hiç kimse okumamıştı. O okudukça, arada karanfil kokulu nefesini yüzüme doğru “tü tü tü” diye üfleyerek nazar değdirenleri kovaladıkça, benim ağzım esnemekten yırtılacak gibi oluyordu.

“Nazar değmiş sana.” dedi bitirince. “İyice okudum. Hepsini kovdum. Bir şeyciğin kalmayacak merak etme.”

Öylesine huzurluydum ki, kendimi bütünüyle bir başkasının himayesine bırakmayalı öyle uzun zaman olmuştu ki, aradan geçen onca yılın yükü ağır ağır göğsümden kalktı. Nefesim açıldı. Masalcı Teyze:

“Hadi, şimdi kapat bakalım gözlerini. Masalımıza başlayalım…” demeden önce sokak lambasının aydınlattığı çatlak tavan köşesine bakmakta olduğumu hatırlıyorum. Sonra da onun kumrununkine benzer, anaç, melodili sesini:

“Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken;
eşek mühürdar, katır silahtar iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…”

***

Daha masal başlamadan uyumuşum. Ertesi sabah hayatımın en derin, en dinlendirici, en tatlı uykusundan uyandım.

Üstümde yüksek, volta tavan uzanıyordu. Gün ışığı rabıtaların üzerinde giyotin pencere şekilli ışık oyunları oynuyordu. Pervazdaki kumru, “haydiii kalk… haydiii kalk…” diye ötüyordu.

Önce herşeyin rüya olduğunu sandım. Sonra baş ucumdaki süt bardağını gördüm. Masalcı Teyze’yi ve aslında kim olduğumu yavaş yavaş hatırlamaya başladım.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

BARIŞ

İki katlı, cumbalı, balkonlu, yüksek tavanlı; büyük camları, dev kapıları olan bir konakta yaşıyorlardı. Cıvıl cıvıl çocuk seslerinin, piyano, keman ezgilerinin, misafir kahkahalarının hiç dinmediği büyülü bir evde. Sabahları gün ışığı konağın camlarından içeri girebilmek için nasıl da iştahlanır, perde kenarlarından altın rengi şelaleler gibi odalara akar…

GÜNEŞ TOPLAYAN KADINLAR

Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da; guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar.

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor. Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor.

AMELE

Yazın en bunaltıcı günüydü. İnşaata yanaşan kamyonetten çimento torbaları indirilirken, onlar günün ilk molasını vermişlerdi.

Yaşar çömeldi. İnşaat paravanına sıvalı hayali daire görseline sırtını yaslayarak sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekti. Alnındaki teri avcuyla sıyırıp gür, dalgalı saçlarını sıvazladı. Lastik çizmelerinin içinde kaşınan ayaklarını birbirine sürterken Hasan’a yanına çökmesini işaret etti.

Hasan başına ufak gelen şapkasına, eşofmandan kesme şortuna, ayaklarına büyük gelen sarı lastik çizmelerine ve terden sırılsıklam olmuş tişörtüne rağmen yakışıklı görünüyordu.

Az ilerideki otobüs durağı hafta içi her sabah olduğu gibi yine tıklım tıklımdı. Bir yandan telefonlarını, bir yandan fondötenlerini kontrol eden, arada başlarını kaldırıp haksızlığa uğramış gibi sitemkar ifadelerle hala gelmeyen otobüse gönül koyan genç kadınları; ellerini hiç durmadan yelpaze gibi sallayarak hissedilen sıcaklığı artıran orta yaşlı kadınları; daha otobüse bile binmeden beyaz gömleklerinin koltuk altları ter içinde kalmış genç erkekleri; hem mesajlaşıp hem yürümeye çalışırken çarpışanları; lüks arabaları sıkışık trafik karşısında aciz kaldıkça öfkelerini kornalarından çıkaran sürücüleri; ilk taksiyi durdurabilmek için birbirinin önüne geçme taktikleri uygulayan rekabetçi iş adamlarını; yolcu beğenmeyen taksicileri izlemeye koyuldular.

“Ne zor hayatları var di mi lan Hasan?” dedi Yaşar, dudaklarını büzüp sigarasının dumanını havaya üflerken.

“He ya… Ben de onu düşünüyordum, Yaşarcan.”

“Ben sana diyim bak. Bunların çimentosu olsa kumu olmaz. Kumu olsa çimentosu. De ki ikisini de buldular; suyunu ayarlayamazlar…”

Gülüştüler. Hasan devam etti:

“Her gün kırk kişiyle muhatap olurlar. Kırkının da kafasından ayrı ses çıkar. Hepsine de kendilerini beğendirmeye çalışırlar.”

Yaşar ağzından burnundan dumanlar çıkararak:

“He mi?” diye onayladı. “Kılığı, kıyafeti ayrı dert. Ne dediği, nasıl dediği ayrı. Cilve mi yapacak siyaset mi? Ne kadar eğilip bükülecek? Neyi duyacak, neyi duymazdan gelecek? Ne zaman omuzunu dik tutacak, ne zaman başını eğecek?”

Hasan, Yaşar’a döndü:

“Doğru dedin toprağım. Bunca şeyi düşünmekten, iş yapmaya mecali kalmıyordur bu insanların.”

Yaşar’ın yüzüne muzip bir ifade yerleşti.

“Tabi olum. Ne kadar az çalışsak o kadar kar diye geçirirler içlerinden. Çok çalışana “amele” deyip, aşağılamalarından belli…”

Gülüştüler.

“Orası öyle de…” derken ciddileşti Hasan. “Onların da kredi kartı, sağlık sigortası, spor salonu, sosyal çevresi, başını sokacak bir evleri, sonra ne bileyim bir gelecek hayalleri vardır.”

Yaşar arkadaşının bazen çocuk gibi saflaşan terli yüzüne baktı.

“Hasancan” dedi. “Kredi kartı olanın borcu var demektir. Özel sağlık sigortası yaptıranların çoğu hastalık hastası. Bütün gün ofis sandalyelerinde göt göbek büyüttüklerinden haftada üç gün spor salonlarında amelelik yapıp bir de üstüne para veriyorlar, düşünsene. Yemişim sosyal çevrelerini; kaç kişi gelecek bakalım cenazelerine?”

Sigarasından derin bir nefes çekti. Hasan’ın yüzüne üfleyip devam etti:

“Allah daha çok versin. Onların da işi kolay değil. Okumuş etmişler bir de onca sene. Olsun tabi başlarını sokacakları bir evleri. Bu ufolar çıktıktan sonra bizim konteynır da fena ısınmıyor kışları, de mi kardeşim? E yazları desen… İnşaatın çatısında yıldızları seyrederek uyumak fena mı söylesene Yaşarcan? Hangi süslü tavana değişirsin gök kubbeyi?”

Hasan’ın gözü oğlunu yolcu eden yaşlı bir kadının camdan el sallayışına takılmıştı. Gözünü ondan ayırmadan:

“Doğru söylersin kardeşim.” dedi. “Yine de güçten kuvvetten düşünce ne yaparız diye düşünüyorum bazen yıldızlara bakarken.” Gülümsedi yine. “Ha çok da uzun boylu düşünemiyorum tabi. Yorgunluktan kapanıveriyor gözlerim. Ama ne bileyim işte… Diyeceğim o ki, belki onların da geleceği bizden daha güvenli, rahat geçecek.”

Yaşar ciddileşti bu kez.

“E napcan be Hasan? Kimini gençlikte uyku tutmuyor. Kimini yaşlılıkta. Gençlik elimizde. Yaşlılık dilimizde.”

Otobüs, duraktakilerin bir kısmını alamadan hareket etti. Yaşar devam etti:

“Karanlıkta kalkıyoruz. Bütün gün çalışıyoruz. Kazandığımız her kuruşu anamızın ak sütü gibi hak ediyoruz. İşimizi doğru düzgün yapınca kimseye eyvallah etmiyoruz. Kafamız rahat, geceleri mis gibi uyuyoruz. Köyde anamızı, babamızı el aleme muhtaç etmiyoruz. Az kazanıyoruz belki ama şu cigara parasıyla, pazar voltasını saymazsak pek de bir şey harcamıyoruz.”

Ustabaşının tok sesi duyuldu içerden. “Hadi beyler, mola bitmek üzere. İki dakikaya işbaşına…”

Yaşar izmaritini attı yere. Lastik çizmesinin topuğuyla ezip, inşaat çöpüne doğru ittirdi.

“Yani… Kürekle iş yapıyoruz ama hiç değilse sapı bizim elimizde Hasancan. Allah izin verirse geleceğimiz de olur, çoluğumuz çocuğumuz da… Kendi ellerimizle yapacağımız evimiz de.” Göz ucuyla, duraktakileri gösterdi. “Bunların alnı yazın terli olur bir tek. Bizimki dört mevsim öyle. Değil mi kardeşim?”

Hasan başını salladı. Temiz çocuktu. Yüzü iyice aydınlanmıştı, Yaşar’ı dinlerken.

“Herkesin emeği kutsaldır Yaşarcan. Bizim alın terimiz dışa, onlarınki içeri akar. Başlarını ağrıtır, uykularını kaçırır.” Eliyle kaldırımdan güç alıp ayağa kalktı.

“Neticede bu insanların gelecek hayali, bizim yapacağımız şu binada bir daire sahibi olmak… Bizim yevmiyeyi ödeyen de onlar yani, aslında…” Elini Yaşar’a uzattı. “Hadi o zaman kardeş… Avarelik etmeyelim, çalışalım. Çimentoyu sağlam karalım.”

Yaşar, Hasan’ın nasırdan kayış gibi olmuş elini, dostça tuttu. Gülümseyerek ayağa kalktı.

“Ulan çok amelesin ha sen de Hasancan.” dedi. “Aklın fikrin çalışmakta.”

Kollarını birbirlerinin omuzlarına attılar. Gülüşerek paravandan içeri girdiler.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÖÇ

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için. Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için. Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için. Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için. Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için. Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

HACI

Soğanla bir yandı göz pınarları. Gözyaşları büyüdü, taş gibi kaskatı oldu. Buruşuk gözlerine sığmadı… Derken yağ gibi kaygan, akmaya başladı. Önce kır sakalını, sonra yeni önlüğünün göğsünü ıslattı.
İncecik parçalara ayırdığı soğanı kıymanın üstüne boca etti. Ayçiçek yağını dökerken boğazını düğümleyen yumru da küçüldü sanki biraz. Kimyon ve karabiberden birer tutam aldı. İçinden sure okumaya koyuldu.

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

ZAMANE PİNOKYOSU

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

PATRON

Sabah akşam paslı mavi kapının yanındaki makam suntasına oturur. Boynunda tespih, elinde hesap makinesi. Hesap makinesi hasılatı hesaplamak, tespih canı sıkılınca çekmek için.

Güldüğü görülmemiştir. Konuştuğu çok nadir. Öteki çocuklardan farkı, onun çoktandır çocuk olmamasıdır.

Mavi kapının arkasında su damacanaları durur. Onların gerisinde paslı bir dolap. Kağıt bardaklar, yedek bidonlar ve oyuncak torbası dolabın içinde, dolabın anahtarı tespihin ucundadır.

Çocuklar her sabah bidonlarını bu damacanalardan doldururlar. İç içe geçmiş karton bardaklardan oluşan silindirleri fişek gibi lastik kemerlerle bellerine sıkıştırıp mıntıkalarına -Eminönü’ne, Kapalıçarşı’ya, Cağaloğlu’na, Nuruosmaniye’ye- doğru yollanırlar.

***

Dolabı kilitledikten sonra makam suntasına geri döner. Ağır ağır uzaklaşan çocukları, görüş açısından çıkana dek seyreder. Birileri kendisinden uzaklaşacaksa bunun aniden, habersiz gerçekleşmesindense böyle yavaş ve kontrollü olmasını yeğler.

Çocuklar gözden kaybolduktan sonra da bakışlarını yoldan ayırmaz. Kendini bildi bileli bir gözü hep yoldadır zaten. Yıkık dökük binaların, moloz ve hurda yığılı arsaların arasında can çekişen tozlu yolda. Ve o yolun birkaç karış üstünde beliren; kızgın güneşin yeryüzünden yükselen buharla, sevimsiz gerçeğin gündüz düşleriyle iç içe geçmesinden oluşan esrarengiz geçitlerde.

O esrarengiz geçitlerden birinde kanada benzer bir gölge belirir. Gitgide büyür. Koca bir elmiş meğer. Usulca onun başına konar. Anne kanadının altına sığınmış kuş yavrusu gibi hisseder o an. Saçlarının arasına giren parmaklara teslim olur. Okşanır, okşanır. Saç diplerinden iç organlarına ve daha onlar oluşmadan önceki zamanlara uzanır okşamalar. Ruhu kamaşır kuş tüyüyle gıdıklanır gibi. Sevildiğinden şüphe duymayan masum bir yavru gibi.

O anı kaybetmemek için; belleğinin sabitleri arasında yer almayan, nadiren, canı isterse, tütsü dumanı gibi ortaya çıkan ve ilk esintide aslında hiç ona ait olmamış gibi sırra kadem basan o duygu biraz daha yanında kalsın diye, usulca duvara yaslar başını. Dünyanın şefkat dolu, güvenilir bir yer olduğunu hayal eder.

***

Sokakta çıt yoktur. Bir kumru öter hüzünlü. Uzaktan süpürge sesleri gelir. Peşinden arap sabunu kokusu… Ah annesi gelir aklına. Hiç tanımasa da bilir annenin kumru gibi, talih kuşu gibi insanın başına konan, arap sabunu gibi tertemiz kokan bir varlık olduğunu. Başını, duvara sürter usul usul. Kendini, anne hayaline sevdirir.

Minicik gövdesi bir çift bacağın üstünde şimdi. Bir görünüp bir kaybolan oyuncak sepeti… Başının altında bir yastık. Bacaklar yastığı salladıkça onun yanakları da bir sağa düşer bir sola. Her sola düşüşte sepeti görür. Ve içindeki plastik hayvan oyuncakları: Bir ayı, bir keçi, bir tavuk.

Fırlar ayağa. Kulağında birkaç dakika sonra anımsayamayacağı ninninin, hayatın anne koynunda uyanılan bir sabah kadar tatlı ve koşulsuz verici olduğunu mırıldanan ezgisi çınlarken, az önce zihninde canlanan hayvanların isimlerini duvara kargacık burgacık harflerle yazar.

***

Kucaktadır bu kez. Ağaçlıklı bir yolda ilerlerken, bir taraftan da tok ve huzurlu ses tonuyla yanındakilerle konuşmaktadır onu kollarıyla göğsü arasına sıkıştırmış olan güçlü kişi. Dünya büyülü bir yerdir ve mis gibi ter kokan, göğsü beton gibi sert, o dünyanın en güçlü kişisi onu dünyanın büyüsünü keşfetsin diye uzaklara taşımaktadır. O ise ağaç dallarının arasından yıldızları seyretmektedir. Bütün bu mucizelerin onu şaşırtmak, eğlendirmek, mutlu etmek için var olduğunu düşünmektedir. Ve yıldızlar göz kırpmakta, sonsuzluğa kaymakta, var güçleriyle ışıldamaktadır uçsuz bucaksız karanlıkta.

Bu kez yerinden kalkmadan yıldızlar çizer başının üstüne. Dünyada yapayalnız olmadığının kanıtlarıdır bunlar. Hayata tutunabileceği kulplar.

Bir tren belirir geçidin ucunda. El sallar ona. Sallar. Sallar. Minik gövdesi koca bir el olur, titremeye başlar… Tren gider yıldızlara doğru. Dönmeyeceklerin ilkidir o. Benliğindeki ilk yarık. Dünyanın sepetteki hayvanlar, gökyüzündeki yıldızlar ve arap sabunu kokusundan ibaret bir cennet olmadığının ilk bilgisi. Güçlü kolların çocukluk havuzunun tıpasını çekip, karanlıkta kaybolduğu gece.

Ayağa kalkar. Duvarın erişebildiği en uzak noktasına bir vagon resmi çizer.

***

Çocuklar akşamüstü boş bidonlarla birer birer satıştan dönmeye başlarlar. “Patron” derler ona. Kaç bardak su sattıklarını söyleyip parayı eline sayarlar. Kalan karton bardaklarını teslim ederler. Önce parayı sayar, parmaklarının ucunu yalayarak. Desteyi kıvırıp şortunun cebine koyar. Sonra bardakları sayar tek tek. Sonra hesap makinesini açar. Çocukların söylediği rakamı, kalan bardak sayısı ve toplam hasılatla karşılaştırır.

Hesap tutuyorsa, dolabı açar. Boş bidonu ve bardakları dikkatlice raflara yerleştirir. Elini poşete sokar. Acele etmeden karıştırır. İçinden rastgele bir oyuncak seçer. Satıcı çocuğun o günkü ödülüdür o. Ne çıkarsa bahtına: Küçük araba, topaç, çakma bir süper kahraman figürü, oyun hamuru, zıplayan top, ışıklı anahtarlık…

Hesap tutmuyorsa, yeni oyuncak vermediği gibi eskisini de alır çocuğun cebinden. Ödülün olduğu yerde ceza da olmalı. Bütün gücüyle fırlatır asfalta. Kimi çocuk kaleci gibi oyuncağının üstüne kapaklanıp, daha fazla sekmesine engel olarak hasarı azaltmaya çalışır. Kimi ise kalakalır öylece. Sonra da döner, gider. Makam suntasının çevresi tekeri kırılmış arabalarla, paramparça olmuş anahtarlık plastikleriyle, toza bulanmış oyun hamuru parçalarıyla doludur. İbret olsun diye kaldırtmaz onları. Ertesi sabah çocuklar bidonlarını doldururken bir gözleri kırık oyuncaklara takılır.

***

Karşı apartmanın birinci katında tek bacağı kopuk bir adam oturur. Gece gündüz cam kenarında. Onun da gözü çoğu zaman yoldadır. Bakışları makam suntasına, mavi kapının ağzındaki hazırlıklara ve asfalt yoldaki infazlara takılır bazen de.

Manzaralar değişse de onun avurtları çökük, saçı sakalı birbirine karışmış, kavruk yüzünde herhangi bir değişiklik olmaz. Puslu, karanlık, hınçlı bakar. Patron gibidir o da. Güldüğü görülmemiştir. Konuştuğu çok nadir.

Bazı günler başka kavruk adamlar gelir ziyaretine. Ellerinde dolu market poşetleriyle… Yarım saat kadar sonra geldikleri yönde, sabahları çocukların bidonlarıyla adım adım yok oldukları yolun sonunda onlar da gözden kaybolurlar.

Bazı günler de küf kokulu, loş apartmanının girişinde görünür tek bacağı kopuk adam. Koltuk değneklerine yaslanmış, penceredeki görüntüsünden çok daha uzun boylu. Şalvarının tek bacağının ucu düğümlü.

Makam suntasına tık tık yaklaşır.

“İyi misim Patron?” diye sorar gırtlaktan, ağır şivesiyle.

“Hamdolsun Kumandan.” yanıtını alır. Ciddi, tok ve kısa.

Patron, sözünü bitirir bitirmez kenara kayıp, makam suntasında yer açar. Kumandan duvardaki yazıları, yıldızları inceler. Koltuk değneklerini yaslayıp Patron’un yanına ilişir. Mis gibi ter kokusu gelir Patron’un burnuna.

Hiç konuşmadan dakikalar, bazen saatler boyunca otururlar. Bazen Patron tespihini çıkarır boynundan. Birlikte çekerler. Gözleri yola dalıp gider. Yıkık dökük binaların, moloz ve hurda yığılı arsaların arasında can çekişen tozlu yola. Ve o yolun birkaç karış üstünde beliren esrarengiz geçitlere.

***

Kumandan o geçitlerin birinden kan ter içinde çıkar bu defa. Kopuk bacağının sızısının yatışmasını bekler. Elinin tersiyle alnındaki terden boncukları silerken, testere gibi tırtıklı bir sesle:

“Patronlukla, kumandanlıkla yaralar kapanmıyor evlat.” diye hırıldar. “Anca derinleşiyor.”

Feri çoktan kaçmış kapkara gözlerini Patron’unkilere diker.

“Yol yakınken siktir et sen patronluğu! Çocuk ol yeniden. Ve hep öyle kal.”

Bu defa su gibi akışkan çıkar sesi. Şefkatli ve tereddütsüz.

Patron gözlerini kapatır. Kumandan, koltuk değneğine tutunarak güçlükle ayağa kalkar. Duvardaki vagon resminden Patron’a doğru bir çizgi çeker. Vagonun içini yıldızla doldurur.

***

Patron’un gözleri kapalıdır hala. Kirpiklerinin altında beliren yıldızlar göz kırpmaya, var güçleriyle ışıldamaya başlarlar. Başına kocaman bir el yaklaşır. Şefkatle saçlarını okşar.

Hesap makinesi kayar Patron’un elinden. Bir kumru öter. Burnuna arap sabunu kokusu gelir. O duygu biraz daha yanında kalsın diye, usulca duvara yaslar başını. Dünyanın şefkat dolu, güvenilir bir yer olduğu esrarengiz bir geçide doğru tatlı tatlı çekilmeye başlar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

FERRARİ

Sıcak bir Ağustos günü, kuğulu çay bahçesinde, havuzbaşına oturmuş, çay eşliğinde peynir ekmeklerini yiyorlardı. Turist, evden çıkarken bir poşete dokuz tane zeytin koymuştu. Poşeti çıkarıp ağzını açtı, masanın ortasına bıraktı. Pilot, Turist’in sırtını sıvazladı. İkisi iştahla zeytinlerini yerken, Kopi’nin gözü ekmeğini sardığı gazete kağıdındaki bir habere takılmıştı.

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına.

Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

***

Gök gürlüyordu. Sevgilisinin elini tuttu. Uzun bir aradan sonra ilk kez… Sığınacak bir yer bulabilmek için koşmaya başladılar.

Arabalar aktı yanlarından. Yayalardan daha telaşlı… Lastiklerini su birikintilerine sokup, kaldırımdakilere çamur sıçratarak…

Kötülüklerinden mi yapıyorlar bunu, dikkatsizliklerinden mi, diye tartışmaya başladılar. Bu bir ahlak sorunu mu, yoksa eğitim mi? Yine kendileriyle ilgili olmayan bir nedenden ötürü seslerini yükselttiler birbirlerine. Gücü eline geçiren yapıyordu bunu artık, sevgilisine göre. Nedense bu topraklarda insanlar ancak diğerlerini değersizleştirerek kendilerini değerli hissedebiliyordu.

Sonunda bir tente buldular. Bir yaşlı ve bir köpek de vardı yanlarında. Romantik gibiydi ortam. Yani, yine planladıkları gibi bir akşam değildi ama el eleydiler işte. Sırılsıklam. Gövdeleri birbirine yaslanmış…

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, şehrin istila edildiğini, kendini artık herkese, her şeye yabancı hissettiğini anlatmaya başladı sevgilisi. Anlatırken elleri açılıp kapanıyor, boyun damarları şişiyordu.

Islak yüzünü okşayarak sakinleştirmeye çalıştı onu. Bu kez, fazla hassas ve kaygılı olduğunu bile söylemeden.

Cebinde yüzük vardı çünkü.

Kutusunu çıkarmak için uygun anı bekliyordu. Bu ülkede gelecek kurulamayacağını, çocuk yetiştirilemeyeceğini söylemeseydi sevgilisi, çıkaracaktı da.

Dükkan sahibi tenteyi kapatmasa… O disko ışıklı taksi az ileride yolcu indirip, geri geri gelmese… Sevgilisi onunla konuşmayı kesip taksiciyle memleketin durumunu tartışmaya başlamasa…

***

Vapurdaydı. Güverteye oturmuş, ayaklarını demirlere uzatmış… Topkapı Sarayı bulutlara karışmıştı. Ayasofya, şehrin kalıcılığına, devirlerin, insanların ve dertlerin ölümlülüğüne dair bir ilahi okuyordu. Birkaç ufak balıkçı teknesi açıkta sallana sallana şansını deniyordu. Tatlı bir iyimserlik, deniz kokusu ile bir olmuş, ciğerlerine doluyordu.

Cebinde bir kıpırdanma oldu. Elini atıp telefonunu çıkarınca, bir mesajı olduğunu gördü. Parmağıyla tıkladı. Muhasebe müdüründendi. Tıkladı.

İşten kovulmuştu.

***

Şehrin en büyük meydanındaydı. Beton altında kalmış meydan kalıntısında… Epeydir yolu düşmemişti buralara.

Öğrenciliğini sanata doyuran kültür merkezine doğru yürüdü. Aynı zamanda buluşma noktasıydı burası. Şimdi harabeye dönmüş binanın girişinde attığı voltalar düştü aklına… Sevinç, özlem, şaşkınlık dolu kucaklaşmalar… Boynu bükük ayrılışlar…

Henüz cep telefonu icat olmamıştı o tarihte. Öğrenci evinde sabit telefon bile yoktu. Ama öğrenilecek, hissedilecek çok şey vardı. O kültür merkezinden dünyaya açılan kapılar vardı. Günler, haftalar öncesinden verilen sözler vardı. Beklenen sevgililer, içleri kıpır kıpır olsa da sonuna kadar sabretmeyi bilen gençler vardı. Sanatın gölgesinde buluşulacak birine sahip olmanın ayrıcalığı, her kavuşmanın bir ödül olduğunun farkındalığı…

Durmadan konuşmak istiyordu o an. Gittiği konserleri, operaları, tiyatroları saymak…. En ön sıradan izlediği iki kişilik oyunda arkadaşıyla sinirlerinin nasıl bozulduğu geliyordu aklına mesela. Boş salonda oyuncular ve ön sıralardaki birkaç seyirci ile birlikte makaraları koyverişleri… Çehov’un “Hapşırık” adlı oyununda hapşırığa yakalanışı…

Tam şurada, ana kapının sağında, ilk kez buluşacağı kızı beklerken tek kağıt parasını yere düşürüşü, fırtınanın parayı kapıp götürüşü, mahcubiyetinden gün boyunca ağzını bıçak açmayışı, kızcağızın bir de üstüne hesabı ödemek zorunda kalışı…

Hüngür hüngür ağlamak geliyordu içinden. Kahkahalarla gülmek… Şehir merkezi dediğin hiç mi hatırlamazdı bunları? Hep mi gözünü kaçırırdı? Bu kadar mı çöl olurdu bir meydan? Bu kadar mı mezarlık?

***

Meydandan caddeye doğru yürüdü. Lisedeyken, şu ara sokakta hayata bakışını değiştiren bir filme gelmişti arkadaşlarıyla. Tarihi bir sinemada. Kadife koltuklara kendisinden önce oturmuş not defterleri hep açık şairleri, Frenk mimarisi apartmanlarından zarif adımlarla çıkıp suareye gelen şapkalı, eldivenli şık bayanları, filmden önce Tokatlıyan’da aperatif almayı alışkanlık haline getirmiş İstanbul beyefendilerini hayal etmişti film başlamadan.

Yaldızlı tavan ve duvar işlemelerini hayranlıkla izlediğini fark etmiş olacak; ciltli kalın kitabından başını kaldırıp “barok ve rokoko” tarzı demişti yan koltukta oturan, kır sakallı, pipo tütünü kokan adam.

“Rokoko”…

Sonraki yıllarda hoşlandığı kızları o sinemaya davet etmiş, “rokoko” diyerek etkilemiş, film başlayınca da ellerini tutmuştu.

O sinemada onun geçmişine, karakterine, ait hissettiği değerlere, değişmesin istediklerine, bir arada yaşamak istediği kişilere, şehirle arasındaki anlaşmaya dair bir şeyler vardı. Henüz tanıştığı birini oraya davet ettiğinde mesela, kendini uzun uzadıya anlatma derdinden kurtulmuş olurdu.

O sinema yoktu artık.

Caddenin ağaçları yoktu. Yeni yılı müjdeleyen ışıklı taklar gitmiş, yerine on iki ay yanan sponsorlu aydınlatmalar gelmişti. Her gece sıradandı artık, romantizme gerek yoktu. Kaldırımın durumu yirmi yıl öncekinden kötüydü. Meşhur profiterolcü ara sokağa sürülmüştü. Kahvehanelerde eski Yeşilçam dublörleriyle çay içilmiyordu.

İçkili mekanları şıkır şıkır olmazdı ki buranın. Duman duman olurdu. Siyasiler, sanatçılar, fahişeler, cüceler, azınlıklar bir de yolunu şaşırmış meraklı öğrenciler bulunurdu meyhanelerinde. Rakı içilirdi. Herkes herkesle konuşurdu. Herkes herkesi öpebilirdi, muhabbet koyulaşınca. Herkes herkese derdini açabilir, herkes herkesle şarkı söyleyebilirdi. Acele edilmezdi ne sarhoş olmak, ne de eve dönmek için. Bir gece Cüce ve Naciye’yle sabah kadar göbek atmışlardı, şimdi şu lobisinde spotlar yanan otelin bulunduğu yerde.

Caddenin yüz elli yıl boyunca diğer semtlerdekilere benzemeyen insanları artık her yerdeki gibiydi. Mide bulandırıcı kartonpiyer kokuları, elektro saz tınıları, Maraş Dondurma çanları, yazar kasa şıkırtıları yükseliyordu dört bir yandan. Ve yayalar, caddenin geçmişini ne merak eden ne de ona saygı duyan yayalar, insanın canını acıtan bir hoyratlıkla üstüne üstüne geliyordu.

Akordiyon çalarak dilenen bir göçmen çocuğu, Madam Anahit’i düşürdü aklına. Ahh onun parmakları gibi oynak, uçucu, kalp okşayan yaz geceleri… Gözünden bir damla yaş geldi. Boncuk gibi yanağından kayıp yere düştü.

Başka bir şehirde yürüyor olmak istedi o an. Bu şehri hep gençliği kadar güzel anmak…

***

Baba yadigarı dairesinin apartman yönetimi kararı ile kentsel dönüşüm furyasına katıldığı ve şehirde tutunacak son dalının da kırıldığı akşam, iki arkadaşıyla Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar satıcının kağıt bardaklara doldurduğu çaylarını yudumluyorlardı.

Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Gökyüzü pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

“Çok haklısın…” dedi arkadaşlarından biri. “Gerçekten yabancısı olduğu yerde kendini yabancı hissetmeli insan. İçinde doğup büyüdüğü şehirde değil.”

Diğer ikisi kafalarını salladılar. Uzun bir sessizlik oldu.

“İnsan…” dedi diğeri. “Kaybolduğunda, kim olduğunu şehrine sorabilmeli.”

Gün ağarmak üzereydi. Bizimki gülümsedi. Yavaşça ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı.

“Korkarım”dedi, tebessüm ederek. “Bu şehirde biraz daha kalırsam, tankerlerle yarışacak… Lüferlerle öpüşecek… Balıkçılarla vedalaşacak… Hisarlara el sallayacak… Bir ruha sahip olamayacağım.”

Gömleğinin düğmelerini açtı teker teker.

“Oysa ben bu güzel şehri, güzel terk etmek isterim. Layık olduğu gibi… Belleğimde kalmasını istediğim gibi… Bunca yıl beni kucakladığı gibi…”

Bir martı bağırarak geçti üzerlerinden. Bir daha konuşmadılar. Hava iyice aydınlanıncaya kadar dalgın dalgın denize baktılar.

Usulca çıkardı giysilerini. İç çamaşırıyla kaldı. Arkadaşlarıyla uzun uzun sarılarak vedalaştı. Bir tanker geliyordu uzaktan. Onun yaklaşmasını bekledi. Demir merdivenden kararlı adımlarla Boğaz’a indi. Arkadaşlarına son kez gülümsedi. Ve kendini sırt üstü masmavi sulara bıraktı.

Tanker tam hizasına gelinceye kadar bekledi. Ve ilk kulacıyla yarış başladı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MEZAT KAHVEHANESİ

Madam, bu koku biblosunu dış kapıya yakın bir yerde bulundurur, üstteki tabağa bolca lavanta yağı doldurturmuş. Mum alttan ısıttıkça mis gibi lavanta kokusu evin hem içine hem dışına dalga dalga yayılır, içerideki kızların moralini yükselterek duruşlarını canlandırır, tek tek evleri dikizleyip…

TAHTA KÖPRÜ

“O karnaval gecesi, dönme dolap biz en yukarıdayken durunca önce yüreğim ağzıma gelmişti. Bilirsin, hayatım boyunca gölgemden bile korktum ben. Ama sen yanımdayken asla.” Yaşlı adamın buruşuk, solgun elini tutuyor. Parmaklarını, parmaklarının arasına geçiriyor. “O gece böyle tutuyordun elimi. Dönme dolap durunca daha da sıkı tuttun. Sen yanımdayken bana hiçbir şey olmayacağına inandım o an. Elektrik hiç gelmese de, gökyüzüne asılı o beşikte sonsuza dek seninle baş başa sallanabilirdim…”

GÖLGELİ YOKUŞ

Zamanın akmadığı kentlerde yollar da akmaz, yokuş olur. İnsanlar birer gölge gibi, ağır ağır hareket ederler o yokuşun üstünde. Nefes nefese, kamburları çıkık, başları önde. Yenildiklerini ve kaderlerini…

GÖÇ

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için. Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için. Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için. Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için. Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için. Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.