Yazar: Tgumusay

ŞAMAR OĞLANLARI

Fatih sırtlarında, eski bir İstanbul mahallesinde yaşıyorlardı. Sabahları bir parça ekmeğin yanına varsa bir kalıp peynir, yoksa bir avuç zeytin alıp, sülalecek oturdukları asırlık Rum evinden fırlar, Balat’a inen dik medivenlerin başına oturur, yıkıntılarla yeşilliklerin iç içe geçtiği güzel ve hüzünlü manzaraya karşı kahvaltılarını ederlerdi.

Son lokmayı ağzına atan, biraz da dillendirilmeyen çabuk bitirme yarışmasını kazanmış olmanın gururuyla diğerine dönüp sorardı:

“Canım sıkılıyo oğlum, n’apak?”

Bütün mahalle oyun alanları; yolda, yıkıntılarda, komşu bahçelerde ne varsa oyucaklarıydı. Geçen sabah yine aynı merdivenlerde ekmeklerini çiğnerken çöpün kenarına bırakılmış çift kişilik bir sünger yatak görmüşlerdi mesela. Mıstık’ın hemen gözleri ışıldamış, Apo’ya yatağı Dimitri’nin bahçesine taşıyacaklarını söylemişti.

Dimitri’ye her ikisi de yetişememiş ama hikayesini çok dinlemişlerdi. Sağken de evinden pek çıkmayan adamın cesedi, on beş yıl önce sokağa taşan ağır koku ve kapısının önünde cirit atan fareler dikkat çekince bulunmuş, o günden sonra evi de sahibi gibi her geçen gün biraz daha çürümüş, unutulmuştu.

Zamanla çatısı, duvarı kendiliğinden yıkılan, bir kış gecesi salonunda barınan tinerciler ahşap zemini tutuşturunca önemli bir bölümü yanan, kalanıysa ise bulanan yapının bahçesine dahi girmek, mahalledeki diğer çocuklar gibi Apo’yla Mıstık’a da yasaktı.

Ama işte o sabah ortalıkta hiç kimse yokken iki kafadar yatağı Dimitri’nin bahçesine, balkonun tam altına taşımış, sonra gıcırdayan ahşap merdivenlerden üst kata, oradan da yarısı göçük balkona çıkmış ve kollarını açarak ufak bedenlerini boşluğa bırakmışlardı.

Martıları, rüzgarla havalanan poşetleri, yan odadan göğe yükselen Dimitri’yi, çakılan uçakları, sonbahar yapraklarını, hızla yere çarpan dolu tanelerini, intihar edenlerin içine düştüğü kara deliği, yüzlerce, binlerce, on binlerce kez havuza atlayan sporcuları, sen havada asılı kaldığın sırada kısacık bir an için bütün dünyanın da durduğunu, kuş olmanın, atlayıp da düşmemenin eşsiz ayrıcalığını, hiç bir yerde olmanın bağımlılık yaratan çekiciliğini, inecek yumuşak bir döşeğe sahip olmanın en az bütün bu hürriyet ve maceralar kadar değerli olduğunu, ikisine birden sahip olmanın en güzeli olduğunu anlamışlardı.

Bir komşuları tarafından ispiyonlanınca o akşam babalarından okkalı birer şamar yemekle kalmamış, Dimitri’nin bahçesine tekrar ayak basmaları halinde o ayakların kırılacağı uyarısını almışlardı.

Bir başka sabah Draman’a doğru giden bir at arabası görmüştü Apo. Mıstık’la göz göze gelir gelmez ellerinde ne varsa ağızlarına tıkıştırmış, bilyeli arabalarını kucaklayıp, at arabasının peşinden koşmaya başlamışlardı. Caminin önünde arabayı yakaladıklarında Mıstık tek ayağıyla hızlandırdığı bilyelinin üstünde dikilirken iki eliyle kasayı tutmuş, Apo ise bilyelinin arka kısmına oturarak Mıstık’ın bacakları arasından dümen olarak kullandıkları ipe asılmıştı.

Hiç güç harcamadan yol almaya başlamış, hızın soluk kesen cazibesiyle tanışmışlardı böylece. Pişmanlık ve korku içinde bir an önce evlerine dönmek için dualar etmiş, peşini bırakmak için at arabasının azıcık yavaşlamasını beklemiş ama arabacı ne zaman dizginlere asılıp hız kesse, onlar arabadan kopacaklarına dişlerini sıkıp gözlerini kısarak yeniden süratlenmeye hazırlanmışlardı.

Camileri, evleri, daha önce hiç görmedikleri mahalleleri süratle geride bırakmış, çukur ve tümseklere yumruklarını, baldırlarını sıkarak karşılık vermiş, asfalt düzleştiğinde saçları geriye yatık, gözleri rüzgar, şaşkınlık ve mutluluktan yaşlı, doludizgin yol almışlardı.

Bu büyüleyici yolculuk at arabasının taşlı bir yola girmesi ve bilyelinin çakıllara saplanması ile son bulmuştu.

Bizimkilerin dönen başları, titreyen bacakları ve yokuşlarda sırtlamak zorunda oldukları bilyelileri ile mahalleye dönmeleri hiç kolay olmamıştı. Eve yarım kilometre kala mahallenin tüpçüsü tarafından bitkinlikten kaldırıma yığılmış halde bulunmuş, tüp kamyonunun kasasında eve teslim edilmişlerdi.

Babalarından felek şaşırtan ikişer şamar yedikleri o gün, bilyelileri kırılarak sobada yakılmış, üstelik sokağın dışına çıkmaları yasaklanmıştı.

O yüzden Mıstık “Canım sıkılıyo oğlum, n’apak?” diye sorduğunda, her ikisi de sınırlarını biliyordu. Bunun yeni bir maceraya engel olamayacağını da…

Apo cebinden bir misket çıkardı. Havaya atıp tutmaya başladı. Derken misket elinden kaydı, basamaklardan aşağı zıplaya zıplaya indi. İkisi birbirlerine baktılar. Apo, ayağa kalkıp, merdivenin başına yığılmış kırık dolap parçalarına doğru hareketlendi. Mıstık gülerek onu takip etti.

“Uçmayız he mi aşağa?” diye sordu son basamağı tırmanırken.

“Misket bile zıpladı da durdu ya, oğlum” diye yanıtladı Apo.

Sonra sırıtarak ekledi: “Biraz uçmayı da özlediydik he mi?”

İlk tahtayı diklemesine Mıstık koydu basamakların üstüne. Oturup elleri ile tahtanın üst kısmındaki çıkıntıyı kavradı, ayaklarını iki yana açtı. Bıraktı kendini. Zıplaya zıplaya inmeye başladı. Tahtanın hızlanmasıyla ayakları da merdivenlere çarpmaya başladı. Kendiliğinden yavaşladı böylece. Tahta yön değiştirdi ve durdu.

Sıra Apo’daydı. O daha yukarı kaldırdı ayaklarını. Daha uzun kaydı. Biraz daha hızlı.

Aynı anda kaydılar. Arka arkaya kaydılar. Biri aşağıda bekledi. Ötekinin ne kadar havalandığını tespit etti. Kim daha öteye gidecek diye yarıştılar. Basamak saydılar. Tartıştılar. Barıştılar.

Rüzgar sevdi yanaklarını. İncir ağacı tatlı tatlı koktu. Haliç heyecanlandı; bu iki gözüpek çocuk, Dimitri’nin balkonundan havalanırken göz ucuyla gördüğü bu iki yeni yetme, bu kez mavi kucağına kadar ulaşabilir mi diye.

Nice frenk gezgini, Ortodoks rahip, Makedon sebzeci, Çerkez kabadayısı, Arnavut yoğurtçu, kaytan bıyıklı Osmanlı delikanlısı, cumbasındaki kafesin gerisinden onu gözleyen hülyalı güzel, mahalle bekçisi ve lüks lambalı lüfer avcısı gibi onlar da aynı yokuştan aşağı kayıp kayıp gittiler. Uçan tahtalarını vura vura mahallenin, Haliç’in, şehrin belleğine geçtiler.

Yeniler hoşlanmadı bundan. Kertenkelelerin rahatı kaçtı. Mahallenin uslu çocukları annelerine söylediler. Yaşlılar kaşlarını çattı. Okumuşlar nasihat etti. Mıstık’la Apo anladılar akşam şamarından kaçış olmadığını… Şamarı göze almadan çocukluklarını yaşayamayacaklarını.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı. Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne…

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

DEDEMİN KANTİNİ

Ayrıntılarını bu kadar canlı hatırladığım en eski tarihli anım… Sabah saatlerinde turuncu renomuzla Uzunköprü subay lojmanlarındaki evimizden yola çıkmış, akşamüstüne doğru Gönen ilçe sınırına ulaşmışız. Heyecandan yerimde oturamıyorum. Arka koltukta zıplayarak şarkılar söylüyorum. Aslında prova bu; az sonra dedemlere ne kadar büyüdüğümü göstermeye hazırlanıyorum.

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi.

İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip, dudaklarını kıpırdatarak arkadaşları için dua etmeye koyulmuştu.

Sonra elinde koca bir çantayla tüccar olan göründü. Sirkeci’de çek kırdırmıştı. Hayatının randevusuna gecikmemek için depoya dönmemiş, mal dolu çantasını sırtlanarak Mercan yokuşunu tırmanmış, soluk soluğa da olsa, işte tam zamanında İmam’ın karşısına çıkmıştı.

Öğlene doğru başında şapkası, ağzında kaşkoluyla üçüncü çıkageldi. Diğer ikisi tanıyamadılar önce. Kaşkolu indirip çürük çürük gülerek adını söyleyince anlayabildiler kim olduğunu. Hırsız olmuştu. Aslında gündüzleri pek ortalıkta gezinmiyordu. Yıllardır bu günü bekliyordu. Kırk yılda bu arkadaşlıktan gayrı temiz hiçbir şeyciği kalmamıştı.

Başlarda çekingendiler. Konu açmakta zorlandılar. Uzun uzun sustular. Sonra birbirlerinin gözlerine bakmaya cesaret ettikçe, göz bebeklerinin tam ortası çocukluklarındaki gibi parlamaya başlayınca kendilerini unutur, birbirlerini hatırlar oldular. Yeni yetmelik zamanlarındaki gibi kimin ne dediğini, ne yaptığını umursamadan, bir arada olmanın neşesini duyumsamaya başladılar.

Aslında tam olarak hatırlayamadıkları anılar hakkında konuştular. Dil sürçmelerine, kırık dökük şakalara, yüz kızartıcı itiraflara önce usul usul, sonra kahkahalarla güldüler. Böyle gülmeyi unutalı çok olmuştu. Gülerken genizlerinden tuhaf sesler çıkardılar. Tükürükler saçtılar. Ağızlarını kapatarak, böğürlerini tutarak sakinleşmeye çalıştılar.

Öğlen ezanı okunmuş, dördüncü arkadaşları hala gelmemişti. “Adı üstünde Soner”, “eskiden de hep derse, maça, Kurbağalı Dere’ye en son o gelirdi” diyerek dalgaya vurdular önce.

Ama saat ilerledikçe kaygılanmaya, suskunlaşmaya başladılar. Kondurmak istemediler, dillendirmediler ama gelmemesinin olası nedenleri üzerine düşünmeden de edemediler. Kavuştukları andan itibaren ışıldayan gözleri gölgelenmeye başladı. Dudakları çizik çizik büzüştü. Bakışları ara ara uzaklara kaçar oldu.

Tüccar olan “hep gecikirdi ama gelirdi mutlaka” diyerek endişeyi somutlaştırınca bakışlardaki gri karaya, dudaklardaki ekşi acıya dönüştü ağır ağır. Birbirlerine hepten bakamaz, konuşamaz oldular.

Ölümün soluğunu hissedecek yaşa çoktan ermiş, bir dolu akrabayı, eşi, dostu öteki dünyaya uğurlamışlardı ama çocukluklarını gömmeye hazır değillerdi henüz. Bugün o gün değildi. Yola devam edebilmek, onca yılın yorgunluğunu ağacın gölgesine bırakıp biraz olsun soluklanabilmek, safça hayatın hala güzel, insanların özünde iyi olduğuna inanabilmek, analarını kaybettiklerinden bu yana susadıkları koşulsuz sevgiyi çocukça yudumlayabilmek, birkaç saatliğine de olsa nihayet iyi hissedebilmek içindi bugün. Son erlerini yitirmek için değil…

Hava soğuktu. Yağmur çiseliyordu. Hiçbiri ağacı terk etmeyi aklının ucundan geçirmiyordu. İmam tespih çekiyor, Tüccar volta atıyor, Hırsız kimse görmesin diye yüzünü Üniversite duvarına çevirmiş, elleri ceplerinde sessizce bekliyordu.

Caddede siyah bir makam aracı durdu. İçinden tıknaz, koyu renk takım elbiseli bir adam fırladı. Arkasından inen şoförüne el işaretleriyle devam etmesini, daha sonra kendisini arayacağını bildirdi. Yaşından ve göbekli cüssesinden beklenmeyecek bir atiklikle Üniversite kapısına doğru koşmaya başladı. Derken sağa, bizimkilerin bulunduğu tarafa yöneldi. Ağacın altındaki üç adamı fark edince yüzü aydınlandı. Tüccar, o aydınlanmayı gördü. O da gülümsemeye başladı. Hırsız ile İmam’a işaret edip:

“Soner geliyor.” diye bağırdı.

Hırsla, sevgiyle, özlemle, Soner’in kemiklerini kırarcasına kucaklaştılar.

İmam: “Niye geciktin bu kadar kardeş?” diye sordu. “Biz seni kırk sene bekledik. Her kim ise seni alıkoyan, sen de onu birkaç saat bekleteydin ya.”

“Annemi ameliyata aldılar, başından ayrılamadım kardeşim” diye yanıtladı, Soner. “Sırf bu ağaca yakın olayım diye bu üniversitede profesörlük yapıyorum yoksa.”

Hala soluk soluğaydı. “Soner değişmiş, bu defa ilk o geldi, diyesiniz diye yıllardır plan yapıyorum ama can çıkıyor huy çıkmıyor işte.” Ellerini iki yana açarak yarı mahcup yarı şakacı gülümsedi.

Dördü yan yana, elleri birbirlerinin omuzlarında, yukarı mahalleye maça gittikleri zamanlardaki gibi caka satarak caddeye doğru yürüdüler.

Soner’in annesi Mesude Teyze’nin un kurabiyelerine methiyeler düzerek pastaneye girdiler. Bir kutu kuru pasta hazırlattılar.

İmam yoldan geçen ilk taksiyi çevirdi. Arka koltuğun ortasına oturttukları Soner’i soru yağmuruna tutarak, Mesude Teyze’nin yattığı hastaneye doğru yola çıktılar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

AYLAKLAR

“Şu bankayı soyalım hadi, Jim.” “Beni karıştırma Paul! Kaç kere söyledim, patates bile soyamam ben.” “Gördün bankanın kapısındaki protestoları. O sahtekarlar Ortadoğu’daki savaşı finanse ediyor.”
“Hadi ordan Paul! Şimdi de dünya barış elçisi mi kesildin? Striptizci kızı ayartmak için istiyorsun o parayı.” “Sharon gibi bir vücudun olsa banka yerine seni soyardım Jim.”

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum. İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor…

DERYA ANA

Sabah yürüyüşlerim sırasında, Fındıklı Parkı’nda görmeye başladım onu. Fakülteye komşu deniz kıyısında… Mantosu, baş örtüsü, hava soğuksa sırtını örttüğü yün şalı ile ya banklardan birine oturmuş, denize karşı dua ederken ya da rıhtımın ucunda, poşetinden çıkardığı ekmek parçalarını suya atarken…

Duruşu kambur, yürüyüşü aksaktı. Sesli dua ederdi. O hastalıklı bedenden beklenmeyecek kalın, sert bir sesi vardı: Ürkütücü bir ses…

Cildi koyu, kırışıkları derindi. Derdin, acının vücuda gelmiş haliydi sanki. Onunla karşılaşınca ne bahar iyimserliği kalıyordu bende; ne de Boğaziçi ferahlığı. Onun ekmek parçaları havalanıp poşeti hafifledikçe benim omzumdaki yük ağırlaşıyordu.

Şanslılığımı, bencilliğimi, kaçaklığımı lodosla rıhtımı döven dalgalar gibi vuruyordu yüzüme, hiç farkında olmadan.

***

İlk zamanlar basbayağı kaçtım ondan. Öyle ya, zindeleşmek, güne moralli başlamak için sabahın köründe uyanıp yürüyüşe çıkıyordum. İçimde büyüyen sıkıntı ile işe yollanmak için değil.

Fakat ondan uzak durmak da kendimi iyi hissetmeme yol açmıyordu. Her zaman oturduğu bankı gözetlemediğim, poşetindeki ekmekleri avuç avuç denize boşaltmasına tanıklık etmediğim günler içimde bir eksiklik duygusu beliriyor, gün boyunca zihnimi kemirerek büyüyordu. Onu görmek huzur vermiyordu. Ama ondan kaçmanın yarattığı huzursuzluk daha büyüktü.

Sonraki günler onu uzaktan izlemeye başladım. Parkın yola yakın banklarından birine oturarak… Ya da sahildeki çay bahçesinde çayımı yudumlayarak…

Yüzündeki çatlaklardan ve kalın, paslı sesinden uzakta olunca, üzerimde bıraktığı kasvetli etki biraz olsun azalıyordu. Tuhaf bir zevk alıyordum onu izlemekten ve bundan ötürü suçluluk duymaktan. Dua ederken gözlerini kapayıp ellerini açıyordu. Dindar insanlara has bir teslimiyet değildi beden dilinden okunan. Kızgınlıkla karışık bir yakarıştı.

Arada acıya dayanamıyor, başını iki yana sallayıp, gözlerini kocaman açıyor, denize bakınca öfkesi daha da büyüyor, bu defa gözlerini kapatıp sımsıkı sıkıyor ve sanki kafasının içindeki sesi bastırmak istercesine yüksek sesle dua etmeye başlıyordu.

Duasını huzur içinde okumuyor, onunla içinde büyüyen isyanı bastırmaya çalışıyordu. Duanın dokunulmazlığına ihtiyacı vardı. Onu oksijen maskesi gibi ağzında tutuyor, bu sayede zorlanarak da olsa nefes alıp verebiliyordu.

***

Sahildeki çay bahçesinin garsonu Necati ile arkadaş olmuştuk. Ortaokul terk, doğulu, bitirim bir çocuktu. Ben yürüyüşümü bitirirken, o ocağı yeni açmış, masaları, sandalyeleri dışarı çıkarıyor olurdu. En önce her zaman oturduğumu bildiği, banklara en yakın masayı hazır eder, çay henüz demlenmemişse “poşet” teklif ederdi. Yaz günleri sabahın köründen gece on ikiye kadar çalışırdı ama hiç şikayet etmez, her gün 6 saat okula haspolmaktansa, burada martılarla beraber 16 saat ekmek peşinde koşarak geçirdiği hayatından memnun olduğunu söylerdi.

Bir sabah Necati: “Abi sen Derya Ana’yı seyretmeye mi geliyorsun her sabah buraya?” diye sorunca Necati’yi kandıramadığım gibi kendimi de daha fazla kandıramayacağımı anladım.

“Derya Ana mı?” diye sordum. “Tanıyor musun o yaşlı kadını?”

“Yok be abi.” diye yanıtladı Necati. Taze demlenmiş, mis gibi kokan şekersiz çayımı masaya bırakırken. “Bizim çocuklarla taktık bu ismi ona. Sabah akşam denizi besler, görüyorsun ya.”

“Akşamları da geliyor mu?”

“Bazen. Gün batımında.”

“Kimseyle konuşmaz mı?”

“Yok abi delidir herhal. Üstü başı da temiz pak ama ne bileyim… Kendi kendine konuşur bir tek. Bu parka Cihangir’den filan da kadınlar iner, onlar sokak kedilerini köpeklerini besler mesela. Bu Derya Ana kediyi köpeği kovalar, getirdiği ekmeğin hepsini denize atar.”

Biz Necati ile laflarken Derya Ana ayağa kalkıp denize doğru birkaç adım attı. Elini poşete sokuyor, çevresini ve gökyüzünü kolaçan ediyor, ekmeğine talip kimse olmadığından emin olunca acele ile poşeti avuç avuç denize boşaltıyordu. Bir ara kül rengi bir güvercin sekerek yanaşmaya kalktı. Kadın korkutucu bir tıslama ile onu uzaklaştırırken Necati ile göz göze geldik. Necati başını sallayıp gülümseyerek ocağa geri dönerken haklı çıkmanın öz güveniyle son sözünü söyledi:

“Görüyorsun ya abi kuşlara bile yedirmez ekmeğinin kırıntısını.”

***

Sonraki birkaç gün sabah yürüyüşüne çıkmadım. Kendimi halsiz hissediyordum. Haftanın son iş günü ise telefonumun alarmı çalmadan bir saat önce uyandım. Hava soğuk ama yağışsızdı. Az uyumama karşın, dinçtim. Doğruca mutfağa gittim. Bir gün önce şirket yemekhanecisinden aldığım bayat ekmek dolu poşetin ağzını açtım. Evimde biriktirdiğim ekmekleri ekleyip, poşetin ağzını sıkıca bağladım. Bir çırpıda giyinip dışarı çıktım. Her zamanki parkurumda yürümeye başladım.

Elimde çöp torbası ile spor yapmama bıyık altından gülenleri görmezden gelerek, yürüyüşümü sürdürdüm. Derya Ana ile ne konuşacağımı belirlemeye çalışıyor fakat bir türlü kafamı toplayamıyordum.

Nihayet parkın köşesine vardım. Henüz gelmemişti. Necati’nin çay bahçesine uğramadığım zamanlar oturduğum banka ilişerek beklemeye başladım. Bu saatte parkta olurdu hep. Her neyse, gecikse de bekleyecektim.

Gelmedi. İşyerimi arayıp bir saat gecikeceğimi haber verdim. Sonra işimin uzadığını söyleyerek, öğle tatiline kadar oyalandım.

Sonunda poşeti Boğaz’a boşalttım.

***

Uzun süredir peşimi bırakmayan suçluluk duygusundan sıyrılmış, biraz olsun hafiflemiştim ama üzerimden kalkan baskının yerine bir şey koyamamıştım.

Sonraki sabahlar da gelmedi. Merak ediyor, kaygılanıyordum. Sanırım özlüyordum da onu.

Derya Ana’yı sevmemiştim hiç. Ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Onu bir sorun olarak görmüştüm. Bir sabah aynada karşıma çıkıveren küçük ama can sıkıcı bir sivilce. Beni rahatsız eden, zaaflarımı harekete geçiren, tuhaf biçimde yanından geçip gidemediğim bir ruh kemirgeni. Ne iyilikle ne kötülükle, ne huzurla ne de huzursuzlukla etiketleyip bir kenara koyabildiğim, hayatımın ne içine alabildiğim, ne de dışında bırakabildiğim baskın bir gölge.

Bütün planım, bu gölgeyi aydınlatıp, anlamlandırıp sonra da ondan kurtulmak üzerineydi. Ama ben bunu yapamadan o ortadan kaybolunca, her şey yarım, sonuçsuz kalmıştı.

***

Ertesi hafta da gelmedi.

Yemekhaneci Perşembe akşamı yamağıyla koca bir torba bayat ekmeği ofisteki masama gönderdi.

Cuma sabahı elimde poşetle doğru Necati’nin yerine gittim. Bayat ekmeklerime göz kulak olmasını, yürüyüşün ardından onları denize atacağımı söyleyince Necati önce şaşırdı, sonra geniş bir gülümsemeyle:

“Abi tam Derya Ana gitti derken, sen de Deniz Baba mı olacan başımıza?” diye espri yaptı.

Yürürken bu şakadan rahatsız olmadığımı hatta hoşuma bile gittiğini fark ettim. Yürüyüşü tamamlayıp, Necati’ye el ederek her zamanki masama oturmuştum ki, Derya Ana’nın bankında baş örtülü, mantolu bir kadın gördüm.

Derya Ana değildi. Daha zayıf, dik oturan, genç biriydi. Yanında Derya Ana’nınkine benzer bir poşet duruyordu.

Yağmur çiselemeye başlayınca çayı beklemekten vaz geçip ocağa doğru yürüdüm. Poşetimi aldım. Necati, aceleme anlam veremedi. Açıklamayla zaman kaybetmeden banka doğru ilerledim.

Kadın yüzünü denize vermiş, ellerini açmış, dua okuyordu. Benim yaşlarımda olmalıydı. Sivri çeneli, ince dudaklı, kemikli burunluydu.

Onca bank boş dururken yanına oturmam onu tedirgin etti. Dua için açık tuttuğu ellerini indirdi. Bankın diğer ucuna doğru kaydı. Ekmek dolu poşetimi göstererek: “Merhaba” dedim. Aynı amaçla orada olduğumuzu anlayınca ürkekliği biraz olsun yatıştı. Selamımı başıyla aldı, bir şey demedi.

“Burada bir teyze otururdu her sabah” dedim. “Duasını okur, sonra da ekmeklerini denize atardı.” Göz ucuyla poşetimi göstererek: “Ben de onu taklit etmeye başladım ama teyze gelmiyor artık.”

Kadının gözünden yanağına bir damla yaş kaydı. Dudaklarını kıpırdatıp duasını bitirdi. Elleri ile yüzünü sıvazladıktan sonra:

“Annemdi o benim.” dedi. “İki hafta önce vefat etti.”

Öylece kaldık. Dev bir tankerin dalgalandırdığı Boğaz, rıhtıma tokat gibi vurdu. Taşan su ayaklarımıza kadar ulaştı. Bir martı acı acı bağırdı.

Genç kadın poşeti ile ayağa kalktı. İçinden bir avuç ekmek alıp denize bıraktı. İnip kalkan omuzlarından hıçkırarak ağladığını anlayabiliyordum. Yanına gittim. Ben de kendi poşetimden bir avuç alıp, havaya fırlattım.

Martılar fırlattığım ekmekleri görmüş olacak, üstümüzde dolaşmaya başladılar. Genç kadın simsiyah, ıslak gözlerini benimkine dikti.

“O kadar havaya atmayın, martılar yer ekmekleri.” dedi.

Öyle kararlı söylemişti ki bunu, hiç itiraz etmeden usulca ekmekleri suya bırakmaya başladım. O sırada bir sokak köpeği kuyruğunu sallayarak yaklaştı. Annesi gibi ani ve korkutucu bir sesle “Hoşşt” diye kovaladı köpeği, genç kadın. Sonra yine konuşmadan denize ekmek atmaya devam ettik. Poşeti ters yüz edip dibindekileri de Boğaz’a boşaltırken:

“Size bir soru sorabilir miyim?” dedim.

Genç kadın da kendi ekmeklerini bitirmiş, poşetini katlayıp çantasına koymaya hazırlanıyordu. Ne samimi, ne de soğuk bir tonda:

“Buyrun.” diye yanıtladı. Sanırım, onun için çok daha zor geçebilecek sabahı biraz olsun hafiflettiğim için kendini borçlu hissediyordu.

“Annenizin iyilikseverliği beni derinden etkilemişti.” dedim. “Siz de onun kaldığı yerden devam ediyorsunuz. Yalnız neden diğer aç hayvanları kovalayıp, yalnızca balıkları beslediğinizi merak ediyorum.”

Genç kadın acı acı gülümsedi. “Annem ekmekleri balıklar için atmıyordu ki denize.” dedi.

Ani ve güçlü bir esinti elimdeki poşeti doldurdu. Kadın arkasını dönüp banka oturdu. Ben de sabırsızlıkla yanına gidip, eski köşeme iliştim.

“Annem bu parka gelmediği zamanları televizyon başında geçirirdi.” dedi. “Kaçak mülteci teknelerinin batma haberlerine ve onlarla bir sulara gömülen çocuklara yüreği dayanmazdı.”

Mendiliyle gözlerini kurulayıp burnunu çektikten sonra devam etti:

“Ekmekleri de o çocuklar için denize atardı. Belki içlerinden sağ kalan vardır. Bu ekmekler onlara ulaşır da hayatta kalabilirler diye.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

AYLAKLAR

“Şu bankayı soyalım hadi, Jim.” “Beni karıştırma Paul! Kaç kere söyledim, patates bile soyamam ben.” “Gördün bankanın kapısındaki protestoları. O sahtekarlar Ortadoğu’daki savaşı finanse ediyor.”
“Hadi ordan Paul! Şimdi de dünya barış elçisi mi kesildin? Striptizci kızı ayartmak için istiyorsun o parayı.” “Sharon gibi bir vücudun olsa banka yerine seni soyardım Jim.”

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi. Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

AYNALI CADDE

Geceleri yağmur yağınca Bankalar Caddesi dev bir aynaya dönüşür. Sigara izmaritleri, plastik kapaklar, gazete parçaları, tadilat tozları, sıkılmış portakal kabukları, kablo artıkları ve daha türlü çer çöp caddeye tutunamaz olur. Kaldırımın dibinden yokuş aşağı akan kahverengi suyla bir sürüklenir, Yüksekkaldırım’dan daha kuvvetli bir debi ile koli, naylon torba, sigara paketi, pleksiglas parçacıkları ve etnik aksesuarlar taşıyarak inen çamurlu suyla birleşir, bu kez denize kavuşabilecekmiş gibi Karaköy Meydanı’na doğru güldür güldür hücum eder. Ve tıpkı daha önceki denemelerde olduğu gibi, düzleşen caddede coşkusunu kaybeder, hızla geçen otomobil lastiklerinin altında, tramvay yolundaki paket taşlarının derzlerinde ve tuzak gibi oraya buraya kurulmuş mazgalların parmaklıklarında yok olur, gider.

Banka ve sigorta şirketlerinin memurları caddeye parmak uçlarıyla basıp servislere sığınırlar hemen. Elektrikçi esnaf ve han çalışanları mesaiyi fazla uzatmaz, kara şemsiyelerini açıp iskeleye doğru yollanırlar yağmur oluklarının kıyısından. Yeni kimse gelmez. Kediler, martılar, güvercinler bile terk etmiştir caddeyi. Karınca cesetleri çamurlu suyun içinde taklalar atarak sürüklenmektedir.

Yanıkkapı Sokak’ın başına bir kamyon yanaşır. Hava nasıl olursa olsun bekler orada. Civarın kağıt toplayıcıları hasılatlarını yüklemek üzere çuval gövdeli arabalarının tekerleklerini sürerler kamyona doğru; Şişhane, Eski Banka Sokak ve Karaköy yönünden. Şişhane’den gelenler yokuş aşağı saldıkları arabalarına taşıtırlar kendilerini. Gündüz de gece de gölge gibidirler. Hangisi ihtiyar hangisi delikanlı anlaşılmaz. Hele yağmurlu gecelerde hiç anlaşılmaz. Sesleri kart ve küfürlüdür hepsinin. Bulurlarsa sigara içerler. Bağıra çağıra, topladıklarını döke saça, kamyon kasasının kapağını hoyratça vura vura görürler işlerini. Cadde en çok onlardan, bir de geceleri şantiye girişine bağlanıp umutsuzca havlayan köpekten çeker en çok.

Kamyon işini bitirip homurdanarak Perşembe Pazarı’nın ara sokaklarında gözden kaybolunca, köpek de bitkin düşerek inlemeye ve nihayet uyumaya başlayınca, işte o zaman dingin bir aynaya dönüşür cadde. Pırıl pırıl, her köşesiyle yansıtmaya, her soruya yanıt vermeye hazır dev bir aynaya.

Bu toprakların insanları korkar aynalardan. Hele böyle köşe bucağı kaplayıp kaçacak delik bırakmayanından iyice korkar, uzak dururlar. Caddenin olağanüstü bir hali yoktur oysa. Gördüğünü yansıtabilir ancak. Herkesten, herşeyden; en yakın dosttan, sevgiliden, ana, babadan bile daha dürüsttür yani. Kollamaz ama dürüsttür. Anlamanı sağlar bu dürüstlük. Öğrenmeni sağlar. Daha iyi görünmek istiyorsan ne yapabileceğinle ilgili düşünmeni sağlar. Zaten iyiysen ve kendine haksızlık ediyorsan, bunu fark etmeni sağlar.

Korkarlar ama ondan. Gündüzün mağrurları, mağdurları, mangalda kül bırakmayanları, meraklıları, ürkekleri, çılgınları, gözüpekleri, gizemlileri yanından bile geçmezler cadde ışıl ışıl parlayınca.

İşte öyle gecelerde Yazar ortaya çıkar. Su göletlerine, ıslak bina gövdelerine, demir han kapılarına, parke taşlı kaldırımlara, tarihi bankaların dev camlarına, basamaklarını ıslak kirpikler gibi kırpıştıran Kamondo merdivenlerine bakar dikkatle. Baktıkça görür. Gördükçe fark eder. Fark ettikçe öğrenir. Öğrendikçe ürperir. Ürperdikçe hayran olur. Hayran oldukça hüzünlenir. Hüzünlendikçe anımsar. Anımsadıkça utanır. Utandıkça pişman olur. Pişman oldukça netleşir. Netleşikçe düzelir. Düzeldikçe iyileşir. İyileştikçe güçlenir. Güçlendikçe gülümser. Gülümsedikçe rahatlar. Rahatladıkça affeder. Affettikçe kendiyle, onu var edenlerle tanışır, barışır.

Tüccar, esnaf, fahişe, kadı, şair, çalgıcı, imam, rahibe, semazen, voyvoda, bankacı, mimar, asker, ressam, katil, çocuk, sakat, ihtiyar hallerini görür sırayla. Cimri, hayırsever, saf, kabadayı, azınlık, hoyrat, yatalak, cilveli, nemrut, isyankar, özenti hallerini. Ürkek ve cesur halerinin iki ayrı su göletinden yan yana kendisine baktığını görür mesela. Onları ayıran taşı kaldırdığında nasıl iç içe geçtiklerini. Bunun benzer ya da zıtmış gibi görünen bütün halleri için geçerli olduğunu.

Aslında bir büyük aynaya dönüşen caddenin küçük küçük aynacıklardan oluştuğunu bilir Yazar. Her küçük aynaya ayrı bir halin yansıdığını, insanların bütüne bakmak yerine bu küçük aynalarla yetindiğini ve bu yüzden hayatı farklı, kopuk ve eksik algıladıklarını…

Ama o Yazar’dır işte. Birliğin kusursuz dinginliğinin de farkındadır, hikayenin kusurlu parçalarda gizlendiğinin de. Su göletlerine, ıslak asfalta, büyük han camlarına dikkatlice bakar. O gece hangi halini daha net görüyorsa, o olacaktır. Levanten Osmanlı Bankası memuru, çuvalındaki dinamitlerle bankayı havaya uçurmayı planlayan Ermeni milliyetçisi, Alevi han çaycısı, Siirt’li avizeci, Rum laternacı ve Fransız şair yansır gözbebeklerine. Bazısı biraz bulanık, bazısı hafif dalgalı, bazısı kırık dökük.

O gece hiçbiri olamayacağını anlar, Yazar. Issız cadde boyunca bir o yana, bir bu yana yürür durur.

Caddenin başında bir karaltı belirir, kim bilir ne zaman sonra. Gölge ya da karanlıkta kalmış bir nesne değil, ağır ağır hareket eden bir gövdedir bu. Yazar ona doğru sıklaştırır adımlarını. Yaklaştıkça belirginleşir karaltının kimliği. Arabası başındaki bir Tatlıcı’dır bu. Kurumasınlar diye kaşığıyla tepsideki şerbeti tatlıların üzerinde gezdirmektedir.

Adamın yanında durur, Yazar. Ellili yaşlarda, görmüş geçirmiş biridir. Genellikle Alageyik Sokak’ın başında bekleyip, geneleve çıkan vatandaşa satış yaptığını, müşterilerinin; yokuşu çıkmadan önce gücünü kuvvetini toplama derdindeki öğrenci, işçi ve taşradan kısa süreliğine gelmiş erkeklerden oluştuğunu anlatır, Tatlıcı. Genelev kapandıktan sonra da arabasını buraya, Yüksekkaldırım’ın kıyısına park edip, eğlenceden dönenleri beklemektedir.

Yazar, Tatlıcı’ya bir gecede ne kadar kazandığını sorar. Cüzdanını çıkarır, telaffuz ettiği rakamın tamamını adamın eline sayar. Yağmurluğu kendisine bırakıp, evine gidip dinlenmesini, sabaha karşı gelip arabasını almasını söyler.

Tatlıcı bir paraya, bir Yazar’ın yağmurdan sırılsıklam olmuş suratına bakar. Üç kağıtçı birine benzemiyordur. Sıcacık evi tüter burnunda. Uykusuzdur da bir gece önceden. Parayı sayıp cebine koyar. Anahtarını çıkarır. Arabayı kaldırım demirlerinden birine zincirleyip asma kilidini takar. Yağmurluğunu Yazar’a teslim eder. Sabah ezanından yarım saat sonra buluşmak üzere, hızlı adımlarla iskeleye doğru yollanır, tramvayın gerisinde gözden kaybolur.

Yazar, yağmurluğu giyip arabanın başına geçer. Ayağının dibindeki su birikintisinde tatlıcı haliyle göz göze gelir. Kaşığı eline alır. Bir gözü Yüksekkaldırım’da, tepsideki şerbeti tatlının üzerinde gezdirerek hikayesini beklemeye başlar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MASALCI TEYZE

Aslında hayallerimin birer birer gerçekleştiği günlerdi. Yani en mutlu olmam gereken zamanlar… Üniversiteden mezun olduğum hafta işe girmiştim. Mütevazi maaşım şehrin merkezindeki asırlık bir apartmanda, iki göz odalı, ufak bir daire kiralamama yetmişti. Öğrencilik yıllarımda fırsat buldukça daldığım ara sokaklardan birindeydi yeni evim. Beyoğlu’nun afallatan, düş kurdurtan, küf ve tütsü kokan esrarengiz sokaklarından birinde… Dar, kısa bir yokuşun sonunda.

HAMAL

Küfesiyle yatırların kapısında beklerdi. Kesme şekerini, tuzunu, pirincini, gözyaşını türbede bırakan kadınlar, dileklerini fısıldayıp, dualarını tamamladıktan, avuçlarıyla yüzlerini sıvazladıktan sonra…

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi. Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

REİS

Babasının Boğaz’ın karanlık sularını kartal bakışları ile süzüşü geldi gözünün önüne. “Reis” derlerdi ona. Reis ki, ne reis! Herkesten önce fark ettiği balık sürüsünü parmağı ile işaret ederken adeta kükremişti: “Voli soldaaa!” Suyun yüzeyinde fosfor gibi parlayan kalın bir çizgi, yana döne ilerliyordu. “Haydeee tayfalar, çeviriiiiin!” Babasının haykırışı sona ermeden, iki kayık dolusu tayfa küreklere asılıp müthiş bir uyum ve çeviklik içinde balık sürüsünün etrafını sarmış, siyaha boyalı ağlarını süratle suya bırakmışlardı.

TELKARİ

Sultanhamam’daki tarihi han, her pazar olduğu gibi, o gün de ürkütücü bir sessizlik içindeydi. Sıvaları dökülmüş, yer yer yosun tutmuş duvarlar, dükkandan çok zindana aitmiş gibi görünen paslı, parmaklıklı kapılar, kırık dökük, aşınmış merdivenler, kat aralarına ve avlu çevresine terk edilmiş el arabaları, yırtık minderli sandalyeler, ayağı eksik masalar, kolçağı noksan koltuklar, tezgahtarsız, müşterisiz dükkanlar, hep birlikte hafıza kaybı yaşıyordu. Ne geçmişini hatırlayabilen, ne de bugünkü işlevlerini yerine getirebilen bu güruh, bir günlüğüne tatil yapan iş hanından çok, yıllar önce karanlık sulara gömülmüş bir geminin enkazını andırıyordu.

Avlunun tam ortasında durdu. Yüzünü gökyüzüne çevirdi. Hava soğuktu ama güneş gören yerler ısınıyordu. Topallayarak kemerin altında kayboldu. Az sonra eski bir sandalye ile geri döndü. Oldukça ağır hareket ediyordu. Küçük, dengesiz adımlarla avlunun tam ortasını buldu. Sandalyeyi -sanki ses çıkarsa etrafta bundan rahatsız olacak birileri varmış gibi- usulca yere bıraktı. Cebinden kumaş mendilini çıkartıp alnındaki teri sildi. Mendilini geri koyarken telkari işleme gümüş tespihini çıkardı. Sandalyeye usulca oturdu. Yüzünü bir kez daha gökyüzüne çevirdi. Derin bir nefes aldı. Göz kapaklarını ağır ağır kapattı. Dudakları tebessüm eder gibi gevşedi. İnceden bir memleket türküsü mırıldanmaya başladı. Tespihle türküye ritim tutuyordu.

Hayatının en huzurlu anları bu pazar öğlenleriydi.

Ayağındaki aksama doğuştandı. Çocukken gittikleri doktor, bir an önce ameliyat olması durumunda düzelebileceğini söylemişti. Ancak aynı yıl babasıyla büyük ağabeyini kan davasında kaybedip, küçük ağabeyi de hapse düşünce, üç ablası ve annesi ile verdikleri yaşam mücadelesinde sıra bir türlü onun tedavisine gelememiş, zamanla sakatlığı ona özgü Allah vergisi bir özellik olarak kanıksanmıştı.

Anacığına, ablalarına erkeklik yapmak, eve ekmek getirmek için çocuk yaşta çaldığı kapılar ya ayağı, ya çelimsizliği ya da eğitimsizliği öne sürülerek yüzüne kapanmış, canını her şeyden çok bu çaresizlik yakmıştı. Derken Midyat’ta bir gün taş bir binanın önünden geçerken içeride tel haline getirdiği gümüşü işleyerek tılsımlı figürler oluşturan Corc Usta’yı görmüştü. Büyülenmiş gibi, gümüşten bir çiçeğin adamın hünerli ellerinde sabır ve özenle tel tel açışını izlemiş, sonra da içeri dalıp o usta elleri öperek, kendisine bu sanatı öğretmesi karşılığında ne dilerse yapmaya hazır olduğunu söylemişti.

O gün bugündür ekmeğini Corc Usta’dan öğrendiği meslekten kazanıyordu. Geçtiğimiz yıl en küçük ablası evlenip, birkaç ay sonra da anacığı bu dünyadan göçünce; yıllardır Midyat’tan mal almaya gelen İstanbullu bir kuyumcunun iş teklifini kabul etmiş, soluğu Sultanhamam’da almıştı.

Handaki dükkanda kalıyordu. Kendisi gibi handa geceleyen başkaları da vardı. Ama pazar günleri hepsi gezmeye çıkardı. İşte o zaman, tıpkı hayatta olduğu gibi handa da sakat ayağıyla bir başına kalınca, bugünkü gibi avlunun ortasına oturur, yüzünü gök kubbeye çevirir, bakışlarıyla bulutları lif lif, tel gibi ayırmaya başlar, sonra onları incecik çeker, iskeleti yapar, içini doldurur, toz kaynağı niyetine bir tutam külü üstüne serpip üfleyerek kaynatır, montajı tutturur, göz kapaklarıyla cilasını atar, sabır ve sevgiyle oluşturduğu figürü uzun uzun izledikten sonra simli bir uçurtma gibi sonsuzluğa salıverirdi. O figür bazen anacığının, bazen ablalarının, bazen hapisteki talihsiz ağabeyinin, bazen de rahmetli Corc Usta’nın yüzü olurdu. Sevdiklerine dua niyetine gönlüyle işlediği telkariler göndermek içini huzurla doldurur, işte bu yüzden pazar günlerini bir başka severdi.

Cebinden eksik etmediği kuru ekmekten bir parça ufalayıp kumrularla serçeleri keyfine ortak etti. Hanın topal kedisi ağır ağır yaklaşıp sandalyeye zıpladı. Sereserpe kucağına uzanan hayvanın sarı tüylerini, beyaz gerdanını okşadı. Hayatta hiç kimseye yük olmamanın, kimseden bir şey beklememenin hafifliğini tüm benliğinde hissetti. Özlediği herhangi birini ya da bir şeyi parmakları ve bakışlarıyla var edebileceğini bilmek içini hazla doldurdu. Hayalle gerçek arasındaki fark, eğer tanık olacak başkaları da varsa önemliydi. Tam da bu yüzden yalnız ve hür olduğuna şükretti.

Birkaç kuş daha ürkekçe kanat çırparak ayaklarının dibine inip, ekmek kırıklarına ortak oldu. Ciğerlerini serin havayla doldurdu. Göz kapaklarını ağır ağır kapattı. Yüzünde bir tebessüm belirdi. İnceden bir memleket türküsü mırıldanırken, telkari işleme gümüş tespihiyle türküye ritim tutuyor, göz ucuyla bir sağa bir sola sallanan tespihi yakalamaya çalışan topal kediyi izliyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SARI MELAHAT

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor. Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde.

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

GÜNDÜZ GÖLGELERİ

“Koca şehir saklanıyor da, bana mı çok görüyorsun Ekrem? Yeryüzü her gün geceye gömülüyor da sen ne diye akşam akşam beni deşiyorsun?” “Karanlık karanlığı çeker de ondan Hilmi Kardeş. Neden köyünde değil de en büyük şehirdesin? En medeni şehir, gecesi en aydınlık şehir değil mi? Şehirli insan derdine razı olmayıp, derman peşinde koşan değil mi?”

SARMAŞIKLAR

Kuru bir yaprak geçiyor sokaktan, inceden dökülerek. Tam önümde oturan adam da arkadaşına değil ona bakıyor. Bir tek o ilerliyor çünkü. Biz hepimiz saplanmışız. Şikayetçi değiliz bundan. Mutlu da sayılmayız. Askıdayız çünkü. O yüzden hafifiz. Huzurluyuz aslında ama mutlu sayılmayız. Bir amacımız ve ona ulaşma ihtimalimiz yok çünkü. Tesadüfen hafifiz, bu yüzden de huzurlu.

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş, kucaklayıp kapı önüne bırakmış, hırsını alamayıp tokatlamış, yine de inadını kıramamıştı.

Sırları dökük, ortadan çatlak aynalarının karşısına geçip, kendini beğenmeden, hiçbir güç onu eşiğe çıkaramazdı. Yaka paça gündelik giysileriyle sokak kapının dışına sürüklendiğinde mesela, bir yolunu bulur, pencere pervazından, kapı aralığından, bacak arasından kendini tek göz evlerine atar, cenin gibi dizlerini karnına çekerek küçük, esmer elleriyle yüzünü kapatır, dua edercesine dudaklarını kımıldatırken sokakla hazırlıksız yüzleşmiş halini unutmaya çalışırdı.

Bir prenses öyle alelade giysilerle, saçını taramadan, bereket simgesi elmasını, güzellik saçan çiçeğini eline almadan eşiğe çıkamazdı çünkü. Ancak bunlar tamamsa sokak kapısına dikilip etrafı süzebilir, gelen geçenin hayran bakışlarını sineye çekebilir, şapırdatarak elmasını yiyebilirdi. Ama eşikten dışarı adımını atamazdı o zaman dahi. Bir prensesin sokakta evcilik oynadığı, ekmek almaya gittiği filan duyulmuş, görülmüş şey miydi?

Kural kesindi. Bebekliğinden beri istisnasız her gece rüyalarında bildiriliyordu bu. Gerçek hayattakilerden çok daha güçlü, güzel, heybetli, korkunç, kanatlı, suratsız, dilsiz, ışıltılı varlıklar türlü yollarla söylüyorlardı bunu ona.

Kurala uymadığı bir gece öyle bir cezalandırılmıştı ki rüyasında, bir daha hiç uyanamayacağını sanmıştı. Ayakları, elleri evin eşiğine adeta çivilenmiş; önünden gelip geçen kamyonlar, vinçler, çizmeli polisler, kazma kürekli, baret giymiş işçiler giysilerine, yüzüne, ağzına, burnuna toz, çamur, taş, sıçratır; siyah saçlarını çimento rengine boyar; narin tenini yara bere içinde bırakırken Prenses yerinden kımıldayamamıştı.

Tuğla, beton, kiremit parçaları yağmaya başlamıştı üstüne. Her yerden… Yağmur gibi… Ortalığı sis basmıştı. Bombalar düşüyordu sanki dört yanına, yer sarsılıyor, yıkım şiddetleniyordu. İsabet eden her parça canını yakıyor, ezilen bedeni acı içinde kıvranıyor, ciğerleri toz toprakla doldukça soluk almakta zorlanıyordu.

Nihayet kaya gibi büyük bir kütlenin, belki bir iş makinesinin ucundaki balyozun, belki yukarıdaki viyadükten aşağı düşen bir kamyonun altında kalmak üzereyken kan ter içinde uyanmıştı. Bütün aile çığlıklar atan kızın başına toplanmıştı, uyku sersemi. Prenses, dakikalarca hüngür hüngür ağladıktan sonra konuşabilecek duruma gelmiş, babasından bütün ev ahalisi adına “bir daha asla ve asla hiç kimse Prenses’i sokağa adım atmaya zorlamayacak” sözünü aldıktan sonra biraz olsun sakinleşebilmişti.

Bir tek babası anlıyordu Prenses’i. Kara gözlerini kocaman açarak anlattığı hikayeleri dikkatle dinliyor, ona içtenlikle inanıyordu. Ama ablaları çekemiyordu babalarının kaçık kardeşlerini “prensesim” diye çağırmasını, dizine oturtup saçlarını okşamasını. Babaları işe gidince inadına bulaşık yıkama, yer silme, döşek toplama, soba yakma işini ona gördürtüyor; süslenip kapı eşiğine çıkamasın diye iş üstüne iş yığıyor; söz dinlememeye yeltenirse, onu üstündeki eski püskü giysilerle sokağa çıkarıp, cümle aleme teşhir etmekle tehdit ediyorlardı.

Annesi engel olmuyordu ablalarına. Hatta konu komşuyla bir araya geldiğinde fısıldayarak küçük kızının tuhaflıklarından dert yanıyor, babası yüz verdiği için bunca şımarıklığa cesaret edebildiğinden dem vuruyor, böyle giderse adının mahallenin delisine çıkacağını, -“bak şuraya yazıyorum” dedikten sonra- bu kızın başlarına bela olacağını söylüyordu.

Sokağın köşesinde, onlarınkinden de döküntü bir evde Sidikli Hayriye adlı bir dul kadın yaşıyordu. Yoksulluktan tedavi ettiremediği için kronikleşen rahatsızlığı yüzünden çişini tutamamaya başlamış, bu yüzden evden uzaklaşamaz olmuş, bu yüzden gündelikçiliği de bırakmış, bu yüzden daha da yoksullaşmış, bu yüzden avurtları erken çökmüş, otuzlarında bir kadın. Onun beş altı yaşlarındaki ufak oğlu Sümüklü Süleyman inanırdı bir de Prenses’e. Beyaz entarisi, kırmızı tacı ve pabuçları, peri resimli çorapları, bir elinde elması, diğerinde çiçeğiyle eşikte görüldüğünde, Süleyman bulunduğu yerde çakılıp kalır, gözlerini ondan alamazdı.

Süleyman’ın karanlıkta gözüne fener tutulmuş tavşan gibi donakalışları mahalleli tarafından alay konusu edilirdi. Sürekli burnuna çektiği yeşil sümüğünü bile öylece dışarıda unuturdu Prenses’i görünce. Yerçekimine direnemeyen sümüğü, yeşil bir solucan gibi dudağına, oradan da çenesine iner; Süleyman ise Prenses gözden kayboluncaya dek bunun farkına varmazdı.

Süleyman, öylece kalakalıp dalga konusu olacağına Prenses’e yaklaşıp bir şeyler demek; çiçekçi komşunun çöpünden henüz solmamış bir çiçek bulup getirmek, ona olan hayranlığını ifade etmek, gönlünü almak isterdi elbette. Ama elinden bir şey gelmiyordu işte; gece gündüz Prenses’in hayalini kuruyor, onu gördüğünde ise bir mucizeye tanık olmuşçasına büyülenip kalıyordu.

***

Kentsel dönüşüm projesi önce bir dedikodu, felaket tellallarının çıkardığı bir söylenti gibi karşılandı mahallede. Aşağı mahalleden belediyede tanıdığı olan biri projenin seçimlerden sonra devreye sokulacağını söylediğinde de pek ciddiye alınmadı. Belki bölgedeki evlerin çoğu tapusuz, ruhsatsız, vergisizdi ama bu onlarca yıldır böyleydi. Şehrin göbeğindeki arazi değerliydi ama kentsel dönüşüm projeleri genellikle tarihi dokusu olan semtlerde uygulanmıyordu. Hem mahalle kaç seçimdir iktidar partisine oy veriyordu, Mahmut Ağa’nın her tür resmi dairede hemşehrileri, tanıdıkları bulunuyordu.

Ama düşündükleri gibi olmadı. Seçimlerin ardından yıkım kararı alındığı haberi geldi. Hazırlıklar hızla sürdürüldü. Tapulu ev sahiplerine merkezin çok uzağındaki toplu konutlara yerleştirilecekleri, diğerlerine boşaltmadıkları takdirde evlerinin eşyaları ile yıkılıp atılacağıa bildirildi.

Prenses’in babası yıllardır gecekondularının parasını ödüyordu ama tapusu yoktu elinde. Sidikli Hayriye ve sokaktaki pek çok komşu gibi… Her ay taksitleri toplayıp, senetleri yırtarken tapuları kasada tuttuğunu söyleyen Mahmut Ağa, adamları ile birlikte bir sabah sırra kadem basınca mahalleli resmi görevlilere kah direnen, kah yalvaran bir çaresizliğin içine düştü.

Görüşmeler, tebliğler, tatlı dille ikna çalışmaları, tehditler derken, sonunda yıkım günü geldi. Sokaktaki binaların çoğu boşaltılmıştı. Geriye eşyalı, insanlı, yalnızca iki gecekondu kalmıştı: Sidikli Hayriye’ninki ve Prensesler’in evi…

Polis, yıkım araçları ve gazeteciler mahalleye girdiğinde bu iki evde yaşayanlar sokağın başında el ele tutuşmuş, gövdeleri ile barikat oluşturmuştu. Üç kişi hariç: Altına kaçırmaktan korktuğu için evinden çıkamayan Sidikli Hayriye, giyinmiş süslenmiş, olan biteni kapı eşiğinden izleyen Prenses ve o eşikte belirdiğinden beri barikattaki görevini unutup Prenses’e kilitlenen Süleyman.

Polisler Prenses’in babasını, kendini yerden yere atan annesini, ablalarını, Sidikli Hayriye’nin büyük çocuklarını etkisiz hale getirip ekip aracına tıktı. İki polis Hayriye’nin kollarına girerek, en ufak direniş göstermeyen kadını da minibüse taşıdı. Kadıncağız heyecandan koltuğa oturur oturmaz çişini yapmaya başladı. Araçtakilerin ayaklarının altı göl oldu. Polis söylenerek başını iki yana sallayıp kapıyı kapattı. Yıkım aracı Sidikli Hayriye’nin evini yıkmadan önce belediye görevlileri içerideki kırık dökük eşyalardan hacimli olanları elektrik direğinin dibine taşıyıp üzerlerini battaniye ile örttü.

Evi yıkılırken Sidikli Hayriye’nin yüzünde isyan ve üzüntüden çok, az önce altına işemiş ve hayatı boyunca uğruna çalıştığı her şeyi sersemce yitirmiş olmanın utancı okunuyordu. Kepçenin ucu, gençliğinde rahmetli kocasına, o öldükten sonra çocuklarına günde üç öğün yemek hazırladığı, pişirdiği, bulaşık yıkadığı mutfak tezgahını parçalarken gözünden bir damla yaş süzüldü. Misket gibi, iri, ağır bir tanecik göz yaşı… Tam o sırada arabanın içinde Süleyman’ın olmadığını fark etti. Avazı çıktığı kadar bağırmaya, polis aracının camlarını yumruklamaya başladı. Memurlar bu çırpınışları yıkılmanın üzüntüsüne bağladılar. Kadınla ilgilenmediler.

Sidikli Hayriye’nin evi de diğerleri gibi moloz yığınına döndükten sonra, ayakta bir tek ev kalmıştı. Araçlar, memurlar ve gazeteciler o eve doğru yöneldiler. Ve Prenses’i ilk o zaman fark ettiler. Tiril tiril giyinmiş, saçlarını güzelce taramış, kırmızı tacını takmış, bir elinde giysi ve aksesuarlarının rengi ile uyumlu kırmızı, beyaz çiçekler tutuyor, diğeri ile yeşil elmasını dişliyordu. Bu kez rahmetli büyükannesinin tespihi de elindeydi. O gün daha fazla duaya ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.

Yıkıntıların ortasındaki dökük gecekondunun eşiğinde dikilen bu süslü kız çocuğu hemen gazetecilerin ilgisini çekti. Flaşlar arka arkaya patladı. Fotoğraflar haber servisleri ile paylaşıldı. Komiser, kızın bu kadar ilgi çekmesinden hoşlanmamıştı. Kameraların önünde daha uygar, sevecen bir görüntü vermek için adamlarına “durun” diye bir el işareti yapıp, kıza doğru yürümeye başladı. Başını eğip tatlı tatlı bir şeyler söyledi önce. Prenses hiç ilgilenmeden başka yöne bakıyor, elmasını ısırıyordu. Rüyası gelmişti aklına, kabusu… Onu düşünüyordu.

Komiser elini kaldırdı. Kızın saçlarını okşayıp şefkat göstermeye hazırlanıyordu ki, yıkıntıların arasında bir hareket oldu. Prenses eşiğe çıktığından beri orada kıpırdamadan duran Süleyman birdenbire fırladı. Kurşun gibi hızlı, Prensesler’in evin kapısına vardı. Kollarını açarak Komiser ile Prenses’in arasına girdi. Dişleriyle gözlerini her türlü tehdide göğüs gerebileceğini gösteren bir kararlılıkla kısarken sümüğünü içeri çekti.

Flaşlar ardı ardına patlıyor, internet gazeteleri ve sosyal medya; yıkıntıların ortasında elmasını dişlemeyi sürdüren Prenses, onun bir metre boylarındaki gözü pek fedaisi Süleyman ve bu irade karşısında ne yapacağını bilemeyen Komiser’in şaşkın görüntüleriyle çalkalanıyordu.

Komiser olabildiğince yumuşattığı sesiyle, Süleyman’ın başının üstünden bakarak: “Güzel kızım ver elini, babanların yanına götüreyim seni. Senin iyiliğin için söylüyorum. Bak ne güzel giyinmişsin. Size en ufak zarar gelmesini istemeyiz.” diye konuştu.

Kız uykudan uyanır gibi başını çevirdi adama doğru. Bakışlarında ne korku, ne de çocukluk vardı. “Hayır, buradan ayrılamam.” dedi. “Buna mecburum.”

“Duydun Prenses’i.” diye bağırdı Süleyman. “Bas git hadi!”

Komiser’in alnı kırıştı. Kaşlarını çatmış, adamlarına “Alın şunları” demeye hazırlanıyordu ki, telsizden, “Çocukları bırakın.” diye bir anons geldi.

Komiser: “Amirim, hava kararmak üzere. Bu evi yıkmazsak görev tamamlanamayacak” diye yanıtladı.

“Emir yukarıdan.” diye kestirip attı telsizden gelen ses. “Çocukları ve son evi bırakın. Görev tamamlanmıştır.”

***

İki yıl sonra mahallenin bulunduğu yere metro gelmiş, işyeri ve konut olarak kullanılmak üzere gökdelenler dikilmiş, şehrin en büyük alışveriş merkezlerinden biri açılmıştı. Tam alışveriş merkezinin ana giriş kapısının karşısında ise Prensesler’in evi bulunuyordu.

Prenses ve ailesi inşaat şirketinin gökdelende yeni daire, farklı bir bölgede daha geniş bir ev hatta villa gibi tekliflerini kararlılıkla reddetmiş; kamuoyu da tamamen Prenses ve ailesinin yanında, davayı dikkatle takip edince yerinden kımıldamamayı başarmıştı. Şirket, en sonunda evin dış görünümünü güzelleştirecek bazı tadilat önerilerini kabul ettirebilmiş; bu kapsamda çatı ve dış cephe yenilenmiş, bitişiğine aynı büyüklükte bir ev daha ilave edilerek Sidikli Hayriye ve ailesi oraya yerleştirilmiş, böylece alışveriş merkezinin girişindeki bu tuhaf gecekondu, müşteriler için daha az rahatsız edici hale getirilmeye çalışılmıştı.

Bazı günler, kendini hazır hissettiğinde Prenses yine giyinip süslenip eşiğe çıkıyor, elmasını yiyerek umursamaz gözlerle etrafına bakıyordu. Onun çıkmasını bekleyen kadın ağırlıklı bir grup ziyaretçi AVM’nin girişindeki çiçekçiden birer demet çiçek kaptıkları gibi Prenses’in huzurunda yerlere kadar eğiliyor, çiçekleri ayaklarının dibine seriyor, adaklarını, dileklerini fısıldayıp Prenses’ten yardım diliyorlardı. Prenses bazen başını hafifçe sallayıp kadınlar için dua edeceğini ima ediyor, bazen de evlerinin hemen karşısına inşa edilen büfede, Prenses’in babasının yanında işe giren Süleyman’ın, kendisine kilitlenen bakışlarına karşılık veriyor, hatta iki yıldan beri arada bir gülümseyiveriyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SAKALLI

Merkez Havana’nın her türlü olasılığa açık ara sokaklarında büyülenmiş gibi dolaşıyordum. İspanyol sömürge devrinden kalma yıpranmış rengarenk binaların dantel gibi işlenmiş rölyeflerini incelerken, balkonun birinden gülümseyen kahverengi tenli bir kadınla göz göze geliyor; onun sallandırdığı sepete buz gibi Küba birası ve papaya koyan altın dişli zencinin yanından geçerken, sarmaş dolaş bir çift taşıyan tenteli bir bisiklet tarafından ezilme tehlikesi geçiriyor…

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

BOĞAZİÇİ NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek…

YEMEKHANECİ

İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

YEMEKHANECİ

Mutfak her mevsim soğuk, çıplak ve loştu. Çalışanlar arasında en genç o olduğundan patates soyma, pirinç ayıklama, soğan doğrama, kızartma gibi sıkıcı ve zahmetli işler ona verilirdi. Gündoğumundan gece dokuza kadar hiç durmadan çalışır, kendi görevlerinin yanısıra eksik, hasta, yaşlı personelin açıklarını da kapatırdı. Ne teşekkür aldığı, ne de şikayet ettiği duyulmuştu. Aslında Başaşçı Nuri Usta’dan azar işitmemek ödül sayılırdı. Bunu başardığı günlerde içten içe gururlanır, başını sokacağı bir çatıya, istemediği kadar yemeğe ve namuslu bir mesleğe sahip olduğu için Allah’a şükrederdi.

Üç yıl önce rahmetli babasının okul arkadaşı Mustafa Dayı sayesinde yerleşmişti öğrenci yurdunun yemekhanesine. Mustafa Dayı emekliye ayrılmak için onun on sekizini doldurmasını beklemiş, sonra da Nuri Usta’ya: “Eti senin kemiği benim” diyerek kendi kadrosunu Mesut’a devredip hanımıyla birlikte köye dönmüştü.

Mesut, ilk zamanlar kaybolma endişesiyle haftasonlarını da yurt binasında geçirmişti. Aylar sonra, güneşli bir Pazar günü Kastamonu’lu Hasan ile Ahmet’in ısrarlarına dayanamayarak deniz kıyısına inmiş, kıpır kıpır mavilikten yükselen keskin iyot kokusunu dolu dolu içine çekmiş, bir daha da geri bırakmamıştı. Oradan Mısır Çarşısına geçmişlerdi. Bu defa pırıl pırıl lambaların, rengarenk macun ve şekerlemelerin, ipe dizili süngerlerin masalsı görüntüsü buram buram baharata bulanarak göğüs kafesine yerleşmişti.

Daha sonra sırasıyla Tahtakale’den, Küçükpazar’dan geçmiş, yokuş yukarı kıvrılarak Süleymaniye’ye varmışlardı. Mesut’un nutku tutulmuştu caminin avlusunda. İstanbul’un en güzel tepesiyle gökyüzünü buluşturan Sinan şaheserine sırtını vermiş, külliyenin kubbeleri arasında sereserpe uzanan Haliç’e, köprüye, kuleye, milyonlarca çatıya, onların üzerinde gelin gibi süzülen martılara dalıp gitmiş, kendini hiç olmadığı kadar ufak, hür ve minnettar hissetmişti.

***

Mesut, geceleri ranzasına uzandığında, soğan doğramaktan sıkıldığında, bulaşık yıkamaktan yorulduğunda, daha önce derin derin içine çektiği manzaraları; kokusu, esintisi, sesleri ile birlikte çağırıp tekrar zihninde canlandırabiliyordu. Kendini yeniden Süleymaniye’nin bahçesinde, Eminönü balıkçılarının tezgahında, Küçük Pazar’daki çöp toplayıcıların arsasında ya da Kurukahveci’nin kuyruğunda hayal edebiliyor, gerçeklerden ayıramadığı bu yolculuklar esnasında adeta mest oluyordu.

Pazar günlerini İstanbul’un şaşırtıcı sokaklarında geçiriyordu artık. Sultanhamam hanları, Kapalıçarşı halıcıları, Beyazıt’taki Üniversite’nin kapısı, Sahaflar Çarşısı, Galata Kulesi’nin külahı, karabataklar diyarı Haydarpaşa Dalgakıranı, sigaralarının dumanını yutan hamallar, cami avlusunda hacı misi satan dedeler, sayıları giderek artan çekik gözlü turistler, arapların çok sevdiği nargileciler… Hepsini rengiyle, kokusuyla, müziğiyle derin derin ciğerlerine çekiyor, iyice kanına karışıncaya kadar soluğunu geri bırakmıyordu.

Hayata karışmıyordu. İyi bir koleksiyoncu gibi onun parçalarını biriktiriyor, sonra dilediği zaman kilitli sandığından çıkarıp, en ince ayrıntısına kadar uzun uzun, hayranlıkla inceliyordu.

Vapur seferlerini saymazsak her yere yürüyerek gidiyor, yorulduğunda bir bankın kıyısına ilişip sabahtan yemekhanede hazırladığı çıkınını çıkarıp karnını doyuruyor, maaşının neredeyse tamamını annesine ve kardeşlerine göndermeye devam ediyordu.

Hasan ile Ahmet’in peşine takıldığı oluyordu bazı pazarlar. Onu geneleve, Kastamonulular Kahvesi’ne, bilardo salonuna, birahaneyi götürmüşlerdi. Mesut olan bitene katılmıyor, gözlüyor, kokluyor, ürperiyordu. Özellikle genelevden çıkışta Hasan’la Ahmet epeyce dalga geçmiş, hatta biraz da şüphe ile bakmışlardı Mesut’a.

Umursamıyordu. İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasan’la Ahmet’e çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.

Mesut, Süleymaniye’nin avlusundan bazen saatlerce seyrettiği büyük yaşam şölenine kendisinin yapabileceği en büyük katkının, onu daha da kalabalıklaştırmamak olduğunu düşünüyordu. Önünden gürül gürül akan hayat nehrinin ona ihtiyacı yoktu. Ama nehrin kıyısında olmak, büyülenerek onun akışını izlemek, sıçrayan damlacıklarını yüzünde hissetmek, uğultusunu dinlemek Mesut’un içinde tarifsiz bir coşkuya neden oluyordu. Bu coşkuyu tüm ayrıntılarıyla içine sığdırıp, demlenmeye bıraktığında rengi, kokusu, görüntüsü, dokunuşu öylesine güçleniyordu ki, kimi zaman nehrin hayali kendisinden daha zengin bir varlığa dönüşebiliyordu.

***

Bir akşam Mesut, patates kızartırken fritözden yükselen dumanın içinde silikleşen benliğini Eminönü’ndeki balık ekmekçi tezgahının kıyısında buldu. Koku dumandan sıyrılarak Haliç’e doğru süzülmeye başladı. Serin sulara dokunur dokunmaz uskumru oldu, kıvrıla kıvrıla mavinin içinde ilerlemeye koyuldu. Suda büyüyen parlak gövdesi, akşam yemeği için denizi tarayan bir martının radarına yakalandı. Martı ustaca pike yaparak balığı mideye indirip Galata Köprüsü üzerinde gidip geldikten sonra Rüstem Paşa Cami avlusunun üzerinden geçerken pisledi. Caminin tekir kedisinin patilerine sıçrayan martı kakası, namaz sonrası kucağına atlayan kediyi seven ak sakallı dedenin eline bulaştı. Dede camiden çıkmış Unkapanı’ndaki evine doğru yürürken kediyi sevdiği eliyle çekmekte olduğu tespihi yere düşürdü. Koltuğunun altında ders kitapları ile yolun karşısından gelmekte olan bir öğrenci, eğilip sağ eliyle yerden kaldırdığı tespihi dedeye uzattı.

O sırada Nuri Usta’nın seslenmesi ile yemekhanedeki yaşamına dönen Mesut, başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde dedeye tespihini uzatan öğrenci ile göz göze geldi. Çocuk, tespihi tuttuğu parmakları ile Mesut’un kızarttığı patatesi yiyordu. İşte o an Mesut’un soluğu kesildi. Beti benzi attı. Boncuk boncuk terlemeye, dengesini yitirerek iki yana sallanmaya başladı.

Mesut’taki tuhaflığı fark eden Nuri Usta oldu. Hemen bir sandalye çekip Mesut’u oturttu. Bu çalışkan, temiz kalpli delikanlının dalgınlıklarına alışkındı ama onu hiç böyle dal gibi sallanırken görmemişti. Mesut’un bakışları kızarttığı patateslere dikilmiş, tir tir titriyor, griye çalan alnı buz gibi olmasına karşın terlemeye devam ediyordu.

Diğer yemekhaneciler de etrafına toplandılar. Mesut’a su uzattılar. Zar zor bir yudum içebildi. “Aç mısın?” diye sordular. Başını iki yana salladı. Kastamonu’lu Hasan: “Peki ne istersin Mesut Kardeş?” diye sordu. Mesut, sabit bakışlarını fritözden ayırmadan: “Kağıt, kalem” diye hırladı. Önce şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Sonra Nuri Usta, Hasan’a dönüp: “Git öğrencilerden iste.” diye çıkıştı. Hasan’ın afallaması geçmeyince de “Hadi” diyerek delikanlıyı omzundan itti.

Hasan’ın isteği yerine getirip dönmesi bir kaç dakika sürdü. Önüne kağıt kalem konulunca Mesut’un titremesi kesildi. Yavaş yavaş yüzüne renk, gözüne fer geldi. Ağır ağır başını kaldırdı. Hasan’a teşekkür ettikten sonra: “Kim verdi bunu?” diye sordu.

Hasan cam kenarındaki masanın sol başında oturan çocuğu gösterdi: Ak sakallı dedenin tespihini uzatan eliyle Mesut’un patates kızartmasını yiyen çocuğu.

Mesut gülümsedi. “Sağ eliyle verdi kağıt kalemi, değil mi?” Hasan bir kez daha afalladı. Biraz düşündükten sonra “evet…” dedi. “Bu eliyle verdi. Sağ oluyor bu, değil mi lan Ahmet?”

Hep beraber gülüştüler. Mesut, Nuri Usta’dan ilk kez izin istedi. Daha Nuri Usta cevabını vermeden Ahmet Mesut’un elinden maşayı devralıp, fritözün başına geçti. Nuri Usta sinirlenmedi, hatta babacan sayılabilecek bir ifade takınıp dudağını büzerek “Peki. Dinlen bakalım biraz” dedi.

Mesut, kalem kağıdı sıkı sıkı kavradı. Ekmek kesme tahtasının yanıbaşına çöktü. Elinin tersiyle kırıntıları süpürdü. İlk öyküsünü yazmaya koyuldu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

EGE MASALI

Atı bunun ölüm kalım koşusu olduğunu, dünyaya bu koşu için geldiğini idrak etmişti. Sahibi daha karnına vurmadan, kırbacı kıçında şaklatmadan çukurların, tümseklerin üzerinden havalanıyor, çılgın bir güdünün etkisinde çalı ve dallarla birlikte kendi sınırlarını da parçalayıp atıyordu. Dışarıdan izleyen biri için…

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık. Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

AYLAKLAR

“Şu bankayı soyalım hadi, Jim.” “Beni karıştırma Paul! Kaç kere söyledim, patates bile soyamam ben.” “Gördün bankanın kapısındaki protestoları. O sahtekarlar Ortadoğu’daki savaşı finanse ediyor.”
“Hadi ordan Paul! Şimdi de dünya barış elçisi mi kesildin? Striptizci kızı ayartmak için istiyorsun o parayı.” “Sharon gibi bir vücudun olsa banka yerine seni soyardım Jim.”

HEYKELTIRAŞ

Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.

GRİ

Kovulmuştu. Ve hiç fena hissetmiyordu kendini. Rüzgar yüzünü tatlı tatlı yalıyordu. Omuzlarındaki tek ağırlık ceketi. Onu da çıkardı. Kravatını katlayıp cebine koydu. Şehir bomboştu. Hiç görmediği kadar… Belki o saatlerde hep böyle olurdu. Kovulmasa haberi bile olmayacak.

Yanından takasıyla bereli bir balıkçı geçti. Pata pata… Bir martı irtifa kaybetti. Suya çarpmadan toparladı, balık dibe kaçtı belli ki. Güneş bile mesai yapmıyordu, hayret: Her yer gri. İstese yürüyerek karşıya geçebilirdi. Ya da martıyla bir havalanır. Çünkü kaldırım, deniz ve gökyüzü aynı renkti, aynı rengin aynı tonu. Böyle havalarda çalışmamak lazım. Yüzmek, uçmak ya da en iyisi bildiğin gibi yürümek varken, çalıştırmak isteseler de karşı çıkmalı. Ya da kovsunlar gitsin, en temizi.

Hafta sonu fabrikalar, plazalar, bürolar püskürtüyor ya insanları buralara. O zaman kalabalıktan ne asfalt ne de kaldırım görünür. Oysa şimdi güzelliğine bak şu beton yolun. Mis gibi yıkanmış da bulut ve boğaz suyuyla. Gümüşten göletler açmış gövdesinde. Denizden daha güzel görünüyor, abartısız. Dümdüz, belirgin, güvenli. O yüzden bu canım yolu bırakıp da denizde yürümüyor insan. Deniz de gri sonuçta, bir de dalgalı, tümsekli filan, akıntının nereye götüreceği belli değil. Yorar insanı. Kovulmasa iyiydi belki. Şanlı şerefli, zamlarla, terfilerle dolu bir kariyerin ardından. Narkozun etkisi dağılıyor galiba. Yanağı ıslanmış, ilginç. Beton yol gibi sert ve ıslak olması normal gerçi. İkisinin de önü açık. İkisinin de rengi gri. Sabah sabah her yer boş, her şey gri.

İnsan kendine eziyet etmeye bayılıyor. İyi hissediyor aslında. Yani düşünmediğinde, kuş kadar hafif. Ama düşünmesi gerektiğini düşünüyor. Üzülmesi gerektiğini. Kovuldu çünkü. Korktuğu başına geldi. Oysa yıllarca bu sabahı yaşamamak için, bir sürü şeyi yaşamamayı göze almıştı.

Mesai henüz başlamıştı. Mesajlarını kontrol ederken çörekotlu, peynirli poğaçasını dişliyor, yılbaşı çekilişinde hiç haz etmediği bir mesai arkadaşı tarafından hediye edilmiş kupadan çayını yudumluyordu. Birkaç gündür aklının bir köşesinde erken rezervasyonla yaz tatilini ucuza getirebileceği düşüncesi vardı. Telefonu çalıp da toplantı odasına çağrılınca henüz poğaçasını bitiremediğine hayıflanmış, diğer yandan görüşmenin sonunda erken rezervasyon için izin tarihini netleştirme talebinde bulunabileceğini düşünmüştü.

Beş dakika sonra toplantı odasından çıktı. Hiç kimseyle vedalaşmadan, mantar panoya iğnelenmiş aile resimlerini bile toplamayı akıl etmeden ofisi terk etti. Çok da bir şeyi yoktu, düşününce. Çekmecede bir paket galeta, birkaç kopya müzik cd’si, yarım poğaca, çeyrek kupa dolusu ılık çay… Ve kutu kutu kartvizitler: Gönderileceği önceden belli değildi anlaşılan.

Bir teknesi olsaydı mesela, konuyu daha kolay değiştirebilirdi. Bir bakmışsın rüzgardan, akıntıdan, yemlerden filan bahsediyorsun. Hatta daha iyisi; biri bahsediyor, sen dinliyorsun. Mesela bir balıkçının kartviziti olmamıştır hiç.

Aslında üstüne ağ atılan bir istavritin durumu daha iyi. Yapabileceği bir şey yok neticede. Yani şirket iflas edip kapansa, sen de onun gibi iki çırpınır huzur içinde teslim olursun belki. Ama bir tek sen vurunca böyle kıyıya… Oltaya takılmış istavritlerin canı daha çok yanar tabi. Sonuçta saplanmış bir de kanca var işin içinde.

Başarısız bir baba çocuklarına hepten laf geçiremez olur. “Çalışmak istemiyorum” der mesela çocuk. “Canım istemiyor” diye ısrar eder. “Çalışmak zorundasın” der baba, “Hayatta her şey senin istediğin gibi olmuyor”. Çocuk, kaşlarını çatarak: “Çalışmasam ne olur?” diye sorar. Baba: “Sınıfta kalırsın” diye yanıtlar. – “Sonra?” – “Okuldan atılırsın.” – “Sonra?”. – “İşsiz kalırsın.” – “Eee n’olcak? Sen de işsizsin zaten.”

Vapur geçti. Düdüğü Hisar’daki toplar kadar ağır. Gövdesi Aşiyan Mezarlığı kadar uzun. Gri havalarda, bir de siyah beyaz fotoğraflarda demokratik, özgürleştiren bir yan vardır. İnsanlar, arabalar, ağaçlar, binalar, işliler, işsizler eşit görünür. Koyu griler açıklardan üstün değil. Vapur sesi martı sesini bastırmaz mesela. Suda yürüyebileceğini, havada koşabileceğini, kaldırımda yüzebileceğini sanır insan. Gri anlarda olur bu. Sudan dışarı çekilirken uçabileceğini sanan bir istavrit gibi. İstavrit uçabileceğini bilse de uçmak istemez o an. Yeniden suyuna dönmek ister. Alışkanlığı maceraya tercih eder bütün istavritler. İnsan da gri günlerde eskisi gibi, hiçbir şey olmamış gibi karada yürümek, sıradan bir gün geçirmek ister en çok. Ama kancayı yutmuştur bir kez.

Kovulmuştu. Ve bir poğaçacı geçiyordu yanından. Peynirli, çörekotlu bir poğaça satın aldı. Yarısını yedi. Sabahtan intikamını almış gibi oldu biraz. Hava gri olunca sabah doğrudan akşamüstüne bağlanır. Öğlen yemeği yenmez öyle günlerde.

Poğaçanın ofiste yediği yarısını martıya attı. Martı istavriti yakalamaktan kurtuldu böylece. İstavrit martıya yem olmaktan. Kovulmasını tatlıya bağlayacak bu zincir hiç hoşuna gitmedi. Herkesin ya av ya avcı olduğu bir dünyada yaşamak zorunda olma fikri ve bu zinciri bozmaya çalışma işgüzarlığı canını sıktı. İşgüzar sözcüğünün “iş”le başlıyor olması komiğine gitti. Sabah sabah bir tek onun işi yoktu.

Böyle yürüdükçe hayata dair önemli çözümlemeler yapacağı iyimserliğinde değildi. Kendine acımayı da bir yere kadar sürdürebiliyordu. En büyük şansı, havanın gri olmasıydı. Kendi başına alamayacağı bir karar onun adına alınmış, Boğaz kıyısında yürürken siyah beyaz bir fotografı çekilmişti. Bu fotoğrafta da çok açık görülüyordu ki, istese yürüyerek karşı kıyıya geçebilirdi. Ya da martıyla bir havalanır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

HAYALİ

Yolumun üstünde sarı bir ev vardı. Dış cephesinin yumurta sarısına boyanmış olması değildi onda dikkatimi çeken. Ne de olsa mahalle, alçakgönüllü yaşam tarzı ile tezat oluşturacak kırmızı, yeşil mavi, hatta mor, pembe renkli binalarla doluydu. Sarı evin farkı, çocuklar için esrarengiz bir çekim noktası olmasıydı. Ev sahipleri, çocukların bakışları pencere hizasına ulaşabilsin diye binanın dış cephesine demirden bir çıkıntı bile yaptırmışlardı.

SICAK SÜT

Anası onun için, o anası için yaşıyordu. İkisi de istedikleri hayatı yaşayamıyorlardı bu yüzden. İkisinin de istediği başka hayat yoktu öte yandan. Birbirlerini mutlu etmeye, hatta çoğunlukla mutsuz etmemeye uğraşıyorlardı. Konuya komşuya karşı alınları açık olsun istiyorlardı. Anası oğlunun, oğlu da anasının.

KARANLIK ODA

Haftalarca odasından çıkmadığı olurdu. Yarısı boş, hatıralarıyla birlikte duvarları da delik deşik olmuş, kocadıkça kararmış, nemlendikçe yosunlanmış, ceset gibi kokmaya başlamış bir hanın, en az kullanılan koridorunun ucundaki sığınağından.

Duvarı kırıp, hanın ortak tuvaletine bağlantı açmıştı geçen yıl odasından. Artık o iş için de dışarı çıkması gerekmiyordu. Başı dönmeye başlayınca kemirdiği kuru ekmekleri, nadiren tenekeden avuçladığı buruşuk zeytinleri, Malatyalı çaycının memleketten getirdiği kuru kayısıları saymazsak, ağzına pek bir şey koyduğu yoktu.

Elektriği hiç olmamıştı. Gazyağı lambası ya da mum kullanmayı aklına dahi getirmemişti. Zifiri karanlık gecelerle güneşsiz kış günleri arasındaki tek fark, duvara bakan penceresine kurşun rengiyle siyah arasında ağır ağır gidip gelen bir sis perdesinin inmesiydi.

Saatlerce volta atıyordu. Sonra birden adımları, soluğu, nabzı duruyordu. Hayatındaki çatlaklardan birine takılıyor, içine doğru çekiliyor, derinlerinde sıkışıp kalıyor, ne dışarı çıkabiliyor, ne geri dönebiliyordu. Soluğunu kesen o çaresizlik zamanlarında uzun uzun kıvrandıktan, yetersizliğiyle acımasızca yüzleştikten, ıslak hamamböceği bacaklarının teninde arsızca dolaşmasına tanıklık ettikten, yarasa dişlerinin ruhunda açtığı yaralara çaresiz katlandıktan sonra bilincini yitirmiş olarak bir katil soğukkanlılığı ile kalemi sıkı sıkı kavrıyor, yabancılaştığı elini köşede biriktirdiği ambalaj kağıtlarından birinin üstünde eklembacaklı devinimlerle uzun uzun gezdiriyor, çatlak biraz olsun genişleyip soluk alabileceği kadar oksijen üflemeye başlayıncaya dek bu eylemi sürdürüyor, sonra derin bir iç çekişin ardından şaşkın, bir o kadar pişman bir halde kalemi bir yana, buruşturduğu kağıdı diğer tarafa fırlatıp, kasalara serili şiltenin üzerine bitkin halde uzanıyordu.

Uyku ile uyanıklık arasında, ürkek bir hayvan göğsü gibi inip kalkan dinlenme süresi onu ana rahmindeki büzüşük bilinçsizliğe kadar geri döndürebildiği gibi, ansızın kaçmak istediği kayalardan birini acımasızca karın boşluğuna da bırakabiliyordu.

O zaman istese de yatmaya devam edemez halde volta atmaya başlıyordu işte. Kuru ekmek, kayısı, zeytin… Sehpanın üstünden eline ne geçerse ağzına tıkışıtırıyor, küçücük odasında bir uçtan bir uca hiç durmayacakmışcasına yürüyordu. Saatlerce… Belki günlerce…

Sonra yine çatlak… Yarığa saplanan kalem… Biraz oksijen… Uyku belki… Belki kabus. Uyku ve yemek kısmı önemli değil. Aslında onun için hiçbir şey önemli ya da önemsiz değil.

Ta ki, usul usul, bazen ansızın tazyikli bir hortumdan fışkırırcasına kirli camına bahar ışığı vurana kadar. Hayat çöplüğe dönmüş odasında onu bulup, geri çağırana kadar… Işığın gücüyle yarasa, hamamböceği ve yarıklar kaşla göz arasında yok olup, yazı dolu kağıtlar açığa çıkıncaya kadar…

İşte o zaman, henüz gözleri kamaşmaya devam ederken, tomar tomar kağıda yazdığı tek satırı dahi okuyacak durumda değilken, o kağıtların hepsini toplar, cam kenarındaki varilin içine doldurur. Kibriti çakar. Camı açar.

Havanın aydınlığı, ateşin alevi ile bir olur. Odaya turuncu bir iyimserlik yayılırken o sırtını karşı duvara verip kutsallığını hiçkimsenin takdirine bırakmadığı ayininin tütsüsünü derin derin ciğerlerine çeker.

Ateş söndüğünde, kapının arkasındaki askıdan ceketini alır. Uzun süre kapalı kaldığından iyice tutuklaşmış paslı kapıyı açar. Ekmek ve kalem parası kazanmaya yollanır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

ÖĞRETMEN DEDEM

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

MİYAVLAYAN ÇÖPÇÜ

Sabah erkenden çalışmaya başlar. İtinayla… Ne acele eder, ne de ağırdan alır. İki kaldırım taşı arasına sıkışmış bir plastik kapak ile boğuşabilir dakikalarca. Süpürge ile beceremezse bir dal parçası ya da tel filan bulur, mutlaka söker, çıkarır keratayı.

İşini yaparken bir gözü önünde, diğeri gerisindedir. Az önce süpürdüğü kaldırıma biri sigarasını fırlatmayagörsün, derhal olay mahaline döner. Suç aletini karantinaya – küreğine taktığı isim budur – almadan içi rahat etmez. Atana bir şey demez, neticede herkes çöpünü kutuya atacak olsa kendisine ihtiyaç duyulmayacağını bilir ama henüz kaldırımın dumanı üstündeyken, çöpçüsü burnunun dibindeyken… “Tövbe tövbe” der, başını iki yana sallayıp, çalışmaya devam eder.

Her geçen gün biraz daha yorgun düştüğünden yakınır eve dönüş yolunda. Gençliğini hatırlar. O vakit yüzüne yerleşen tebessümü otobüs camındaki yansımasında fark eder. Sonbaharlarda bile – ki yaprak dökümünden ötürü en yoğun çalışılan mevsimdir – işini erkenden bitirip, parkta çocukların güz resimlerine poz verişi gelir mesela gözünün önüne. Aslında ağaç sayısı epey azalmıştır o gün bu gün ya, insan sayısı artmıştır, ambalajlı ürün miktarı artmıştır, tüketim artmıştır, çöp katbekat çoğalmıştır yani. Sokağa pisleyen evcil hayvan sayısı, onların sahiplerinin duyarsızlığı artmıştır. İnsanların komşularına, diğerlerine saygısı azalmıştır.

Şikayet etmeyi sevmez pek. Meslektaşları şehrin koca bir çöplüğe dönüştüğünü, artık bu enkazın bir avuç gariban çöpçü tarafından kaldırılamayacağını savunsalar da onun kitabında ne boyun eğmek ne de nankörlük yazar. Üç çocuğunu bu meslek sayesinde büyütmüştür. Allah’ın izniyle küçük oğlan üniversiteyi bitirinceye kadar ekmek kapısına hizmet, boynunun borcudur.

Bekçi, postacı, kalaycı, sütçü, eskici sonbahar yaprakları gibi teker teker dökülünce, mahallelinin eli ayağı bir o kalmıştır. Teyzelerin siparişlerini bakkaldan alıp sarkıttıkları sepetlerine koyar, sağlık ocağı merdivenlerinde yaşlıların koluna girer, halı yıkayan kadınlara hortum tutar, kapıcıların apartman çöplerini konteynıra atmalarına yardım eder, camiye giden dedeleri karşıdan karşıya geçirir. Tıpkı çöp temizlerken yaptığı gibi, bu işlerde de fazlasıyla sorumlu ve titizdir. Kimseyi yarı yolda bırakmaz, hiçbir işi yarım yamalak yapmaz.

Bizimkinin zaafiyetini bilen birkaç kişi – kamyoneti onun caddeyi süpürdüğü saatte tezgahın önüne çektirip, hamala para vereceğine kavunu karpuzu Çöpçü’ye taşıtan manav gibi, durumu müsait olmasına rağmen kadın tutacağına her hafta zemin kattaki camlarını dışarıdan Çöpçü’ye sildiren Şadiye Hanım gibi – bunu kullanır. Ama yaradılışı böyledir işte; “Hayır” demektense biraz daha yorulur, olur biter.

Son yıllarda bu fazla mesailere bir de çocuk eğlendirme görevi eklenmiştir. Yuva ya da okula gitmek istemediğinden ebeveynlerine ayak direyen çocukların dikkatini başka yöne çekmek için kedi gibi miyavlayarak yapar bu işi. Çocuklar sesin nereden geldiğini merak ederken küskünlüklerini unutur, ebeveynleri ile birlikte bakışlarıyla kediyi aramaya koyulurlar.

Anneler, yanından geçerken çocuğuna belli etmeden göz kırparak teşekkür ederler Çöpçü’ye. İşte o zamanlar, bir de çocukların her miyavlamanın ardından gözlerini kocaman açışlarını gördüğünde, kıkırdayıverdiklerini işittiğinde dünyalar Çöpçü’nün olur.

Çöpçü’nün bu sırrını bilen tek çocuk Burcu’dur. Sabahları oldum olası çok zor uyanır. Annesine de bir o kadar düşkündür. Annesi de çok düşkündür biricik kızına ya, işe gitmeden önce iki sokak ilerideki anneanneye bırakmak zorundadır onu. İşte Çöpçü, Burcu’nun bebekliğinden bu yana her sabah anne-kızı böyle yüzlerinden düşen bin parça gördükçe öyle üzülür ki, bir gün nereden aklına geldiyse miyavlayarak bu hüzünlü sessizliğe son verir. Burcu o tuhaf sesi işittiğinde önce şaşırır, sonra kıkırdar. O gülünce annesi de ona katılır. Salakça bir nedenle de olsa neşelenirler.

Sonraki günlerde de Çöpçü onları her görüşünde miyavlayarak Burcu’yu güldürmeyi başarır. Ta ki bir sabah uyanık kız, ağacın arkasına gizlenmiş miyavlamakta olan Çöpçü ile göz göze gelene dek. Bu sırada Çöpçü sabah şakasını iyice ilerletmiş, mahalleden bir dolu çocuğun güne keyifli başlamasını sağlayan bir gizli kahraman olmuştur. Foyasının meydana çıkması kimsenin işine gelmeyecektir.

Çöpçü süpürgesini koltuk altına sıkıştırıp iki elini havaya kaldırarak, Burcu’ya teslim olur. Neden miyavladığını, niye bunu herkesten gizlediğini anlatır. Ve annesinin huzurunda küçük Burcu’ya sırrını saklaması için yalvarır. Burcu biraz düşünür. Sonunda “Peki” der. “Eğlenceli olduğun için bu dileğini yerine getireceğim. Ama sen de akıllı bir kedi olarak her sabah benim sana getireceğim sütü içeceksin. Bütün gün sokak sokak geziyorsun, süt içmezsen zayıf düşer, hasta olursun. Sonra yine mahallenin bütün çocukları sabahları somurtuk olur.”

Çöpçü ile Burcu anlaşıp, el sıkışırlar. O gün bugündür hafta içi her sabah, Çöpçü uzaktan Burcu ile annesini görür görmez miyavlamaya başlar. Burcu da güzel dişlerini göstererek yaklaşır ve Çöpçü’ye sütünü verir. İlk yudumu içtiğini görmeden asla uzaklaşmaz.

Çöpçü, emeklilik için küçük oğlunun üniversiteyi bitirmesini beklediğini söyler ya… İşin aslı, oğlan seneye mezun olur büyük olasılıkla ama bizim Çöpçü, Burcu okula başlayana kadar mesleği de mahalleyi de kolay kolay bırakamaz.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÜZEL BİR ŞEHRİ TERK ETMEK

“Bir gün”dedi, “bu şehri terk edersem, Boğaz’dan, yüzerek yaparım bunu. Tankerlerle yarışarak… Lüferlerle öpüşerek… Balıkçılarla vedalaşarak… Hisarlara el sallayarak…” Sözlerini bitirince acı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Üç arkadaştılar. Boğaz’a karşı bir banka oturmuş, seyyar çaycının kağıt bardaklara doldurduğu çayları yudumluyorlardı. Geceyarısı olmak üzereydi. Meltem ılık ılık yalıyordu yüzlerini. Yıldızlar pırıl pırıldı. Kafalar dumanlı.

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

DALGA TERBİYECİSİ

Kendini bildi bileli Boğaz kıyısında, balıkçıların arasında olmaya; iyot kokusunu içine çekerek denizle bir ürpermeye, kabarmaya, sallanmaya bayılırdı. Gözlerinin rengi, Boğaz’ınki gibi günden güne…

AGOP İLE AGATA

Agop sabaha karşı beşe doğru Beşiktaş’taki fırınlarının üst katındaki ufak odada gözlerini açıyor. Hava buz gibi. Dışarısı zifiri karanlık. Fırının alevinden yükselen turuncu ışığı takip ederek tahta merdivenden aşağı önce hamurhaneye, oradan da zemin kattaki fırına iniyor. Günün ilk ekmekleri pişmiş bile. Babası, atını tezgaha yanaştırmış. Agop hemen tezgahın arkasına geçiyor. Ekmekleri beşer beşer istifleyip, babasına vermeye başlıyor.