Kategori: Hikayeler

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor.

Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor. Plastik şişe bulunca çubuğu şişenin ağzına sokup havaya kaldırıyor, çekçekin arkasına bağlı çuvala bırakıyor. Bunları bir iş makinesi seriliği ve duygusuzluğuyla yapıyor.

Çekçekle en zoru yokuş çıkmak. Bütün yük insanın sırtına devriliyor. Eğim sertleştikçe tekerlekler takoza, asfalt bataklığa dönüşüyor. Yürümek değil onunki artık, basbayağı sürünüyor.

Aslında zor olan bedenin sürünmesi değil. Ahmed alışkın buna. Hem sürünmek de bir ilerleme biçimi nihayetinde. İnsanı çaresizleştiren, ruhun sürünmesi. Durduğunda, düşündüğünde, ağır hareket etmek zorunda kaldığında; içine yuvalanmış karanlık, sinsi bir yılan gibi kuyruğunu oynatmaya başlıyor. Ona bir varlıktan çok yokluğa benzediğini hatırlatıyor. Ceset kokan nefesiyle, ona bir varlıkmış gibi davranan herkesi nasıl teker teker yuttuğunu fısıldıyor. Metalik bir hırıltı eşliğinde genleşiyor. Kuyulaşıyor. Tabanlarından asfalta, oradan ta yerin dibine kadar uzanıyor. Dipten genzine doğru kükürtlü, küflü bir rutubet kokusu üflüyor.

Ahmed o zaman memleketinin yıkıntıları arasından kaçmayı başarmış olmasının, sırtına geçirdiği turuncu can yeleğiyle, bomba seslerinden kürek kürek uzaklaşmasının, şu yabancı şehirde yıkıntılar arasında titreyerek hayatta kalmaya çalıştığı gecelerin, yeterince hurda toplayamadığı için ağzının yüzünün dağıtıldığı günlerin aslında bir kıymeti olmadığını anlıyor. Küflü kuyunun er ya da geç onu da içine çekeceğini, varlık denen şeyin kuyunun kenarına tutunmuş iki cılız koldan ibaret olduğunu ve hiçbir kol kasının kuyunun ölümcül çekim gücüne karşı uzun süre dayanamayacağını seziyor.

Yokuşun tepesine vardığında içindeki karanlık dışına da bulaşmış oluyor. Kabuklu bir hayvana, içi dolu kirli çuvalı sırtında sürükleyen kapkara bir gölgeye dönüşüyor. Ahmed, halen hayatta olmasını ansızın gölgeye dönüşebilmesine borçlu olduğunu; memleketindeki güzel insanların tecavüze uğrayarak, cesurların kurşunlanarak, telaşlıların boğularak yok olduklarını; bu şehirde tanıdığı sığınmacılardan olaya karışanların hapsi boylayarak, ayak altında dolaşanların sınır dışı edilerek, itiraz edenlerin dayak yiyerek ortadan kaybolduklarını biliyor.

Ama yine de bazen, tıpkı şu anki gibi, yokuşu tamamlayıp düze çıktığında, buz kesen bir gecenin sabahında güneş gökyüzünü ala boyadığında, hurdacı hasılattan memnun olup eline fazladan bir tavuk döner parası sıkıştırdığında yüreğinde bir aydınlık hissediyor. İşte o aydınlık, çocukluğuna ait belli belirsiz bir sahneyi, sesi ya da kokuyu ortaya çıkarıp içini ısıtmaya başlıyor. Fark edilmenin, sevilmenin, kabul görmenin mümkün olduğunu belli belirsiz de olsa tekrar duyumsuyor. Kuyunun kapağı yavaşça kapanıyor. Ahmed o iyimserliği ürkütmemek için adımlarını ağırlaştırıyor. Parmak uçlarında yürümeye başlıyor.

Tam o sırada yolun ucunda bir kadın beliriyor. Kabarık saçları… Etine dolgun bir bedeni… Işıltısı boynundan, kulaklarından yolun diğer ucuna uzanan takıları… Ve elinde büyük boy bir kedi maması paketiyle Ahmed onu yolun ortasına dikilmiş koca memeli bir Bereket Tanrıçası heykeline benzetiyor.

Kadın, yaklaşmakta olan Ahmed’i fark edince tedirgin oluyor. Paketi alelacele yoğurt kabına boca ediyor. Tek eliyle hırkasının önünü kapayarak, paytak adımlarla evine dönüyor. Apartmanın demir kapısını sertçe kapatıyor.

Ahmed bakışlarını yoğurt kabına çeviriyor. Başında bir tekir yalanıyor. Sarı bir kedi boylu boyunca birinci katın pencere pervazına uzanmış, kısık gözlerle onu kesiyor.

Ahmed kedileri kıskanıyor. Yemekleri önlerine konan kedileri, köpekleri, bir de cami avlularında hayırsever yemlerine konan güvercinleri kıskanıyor. Aslında o, martılar gibi hür olmak istiyor. Ama kendini en çok oltanın ucunda çırpınan istavritlere benzetiyor.

Tekir, birkaç top mama yedikten sonra gerinip ağır ağır apartmana doğru yürüyor. Birinci katın pencere pervazına sıçrıyor. Parmaklığın gerisine, sarı kedinin yanına uzanıyor.

Ahmed, çekçekiyle yoğurt kovasının kıyısından geçerken duraksıyor. Önce döne döne yatan kedilere, sonra tıka basa mama dolu yoğurt kabına bakıyor. Yaşadığı loş sokaktaki binaların ve kedilerin de kendisi gibi silik birer gölgeye benzediğini düşünüyor.

Bekar odasının bulunduğu sokakta çöplüğe dönüşmüş ev ve arsaları karıştıran, bazı akşamlar etrafında turlayıp, onunla ilişki kurmaya çalışan sıska kara kedi geliyor gözünün önüne. Onu yok saydığını fark ediyor. Suçluluk duyuyor bundan. Kuyunun kapağı aralanıyor. Çekçek ağırlaşıyor.

Yoksulluğun değil, asıl sevgisizliğin insanı kurutan illet olduğunu, bunu etrafındaki canlılara da bulaştırdığını ve böylelikle iyice yalnızlaştığını anlıyor.

İyileşmenin yalnızca kendi içindeki kuyunun kurutulmasına değil, çevresindeki bataklığın da yeşertilmesine bağlı olduğunu seziyor.

Aniden duruyor.

Dönüp yoğurt kabını yerden alıyor. İçindeki mamaları çuvalın içindeki boş su şişelerinden birine döküp, şişenin kapağını iyice sıkıyor. Tombul kedilere kabın dibini göstererek, onların akşam yemeğine dokunmadığını işaret ediyor.

Sanki çuvala bir şişe kedi maması değil de bir depo benzin yüklenmiş gibi çekçek hızlanıyor. Küçükpazar’ın çamurlu yollarına, yıkık binalarına ve onların arasındaki hurdalığa çabucak varıyor. Hasılatı boşaltıp parasını alıyor. Koynuna sakladığı su şişesi ve hafiflemiş çekçeki ile arka sokaktaki bekar odasına doğru yollanıyor.

Mevsimler değişse de rengi hiç değişmeyen gri sokağın başında duruyor. Tarihi duvara sıkı sıkı tutunmuş sarmaşığı; yol boyunca yer yer ayna gibi parlayan su birikintilerini; bir düzine kaçak işçi ile paylaştığı odadan sokağa yayılan hüzünlü dumanı seyrediyor.

Sokağın diğer ucunda ufacık bir gölge beliriyor. Ahmed gözlerini kısıp bakınca onun sıska kara kedi olduğunu anlıyor. Yüreği, kedi maması dolu şişenin altında gümbür gümbür atmaya başlıyor. Ayak parmaklarının ucunda ilerliyor.

Kedi yolun ortasında tedirgince duruyor. Ahmed çömeliyor. Baş parmağını işaret parmağının içine sürterek kediyi çağırırken sesi bir tuhaf; hiç tanımadığı kadar yumuşak çıkıyor.

Kedi ürkek birkaç adım atıyor. Ahmed koynundan şişeyi çıkarmak üzere hareketlenince geri kaçıyor.

Ahmed şişenin kapağını açıyor. Kedi yuvarlanarak ayağının dibine kadar gelen mama tanesini uzun uzun kokluyor. Yalıyor. Ve kıtır kıtır yemeye başlıyor. Sonra öteki taneyi. Bir diğerini. Yalanarak Ahmed’in önündeki mama birikintisine yaklaşıyor.

Ahmed çekinerek elini uzatıyor. Kedinin başına dokunmasıyla hem kedi, hem de Ahmed’in eli hızla geri çekiliyor.

Bir süre öylece kalıyorlar.

Sonra kedi bir adım yaklaşıyor. Ahmed bu kez kararlılıkla elini kedinin boynuna götürüyor. Kedi kaçmıyor. Tedirgince de olsa yemeye devam ediyor. Ahmed kediyi okşamaya başlıyor. Boynunu… Kemikli başını… Sırtını… Nemli kuyruğunu…

Kedi yemeyi bırakıyor. Ahmed’e biraz daha yanaşıp başını dizine yaslıyor.

Ahmet kediyle göz göze geliyor. Kedi ona çocukluğundan beri kimsenin bakmadığı gibi bakıyor. Ahmed’in gözleri kedinin kuyruğu gibi nemleniyor. Bakışlarını kediden kaçırıp uzaklara, harabeyi andıran binalara çeviriyor.

Sıska kedi okşamaya devam etmesi için usulca miyavlıyor. Ahmed kediyi kucaklayıp, az önce mama dolu şişeyi taşıdığı yere, kalbinin üstüne bastırıyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık. Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

MAHALLENİN ÇOCUKLARI

Babaannelerin babaaanne, dedelerin ise dede olarak dünyaya geldiğini sananların çoğunluğu oluşturduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Annelerin hep anne, babaların da oldum olası baba olduğu. Bakkal Niyazi anasının karnından kelebek gözlükleri ve kıvrık beyaz bıyıklarıyla çıkmış olmalıydı. Postacı Cahit şapkası ve çantasıyla…

GÜLLÜ

Seyyar satıcıları saymazsak renksiz bir cumartesiydi.

Simit peşinde rıhtımla vapurlar arasında uçuşan martıların beyaz kanatları, uzaktan bakılınca denize düşen kar tanelerini andırıyordu.

Haydarpaşa Garı, sargılar içindeki kulesi ve yamalı gövdesiyle göz göz pencerelerini güçlükle açıp kapıyor, artık koynuna tren almak için çok yaşlı olduğundan yakınıyordu.

Bir vapur, Gar’ın yıpranmış Alman üniformalı gövdesine doğru yanaşırken “benim de iç organlarımı tamamen değiştirdiler ama bak eskisinden hızlıyım şimdi” diye düdüğünü öttürerek ona moral vermeye çalışıyor ama bir dönem imparatorluğun Batı’ya açılan kapısı olmuş yapının kendini apoletleri sökülmüş bir general gibi hissetmesine engel olamıyordu.

Gar, vapur ve martılarla ilgilenmeksizin dimdik iskeleye doğru ilerleyen genç bir adam, göz ucuyla yol kenarındaki çiçekçinin güllerini kesiyordu. En güzel, en taze güller her zaman o tezgahta bulunurdu. Dersane çıkışı tesadüfen rastlamış gibi yaparak sevdiği kızı bir cafe’ye davet edecek, arkadaşlık teklifini kabul ederse minibüslere bırakmadan önce ona o tezgahın en güzel goncasını hediye edecekti.

Deniz tarafındaki çiçekçinin önünde itiş kakış vardı. Bıyıklı bir adam tezgahın gerisinden fırlamış, elinde büyükçe sarı bir torba taşıyan çocuğun yakasına yapışmıştı. Çocuk torbasındakileri gösterek yanlış bir şey yapmadığını, ekmeğini taze gül satarak kazandığını söylüyor; adamsa onu yol kenarındaki çiçekçi kadının zaafiyetini bile bile her gün buralarda turlayan şerefsiz bir fırsatçı olmakla suçluyordu.

Yol kenarındaki çiçekçi kadının ise çiçeği çok, müşterisi yoktu. Ne zaman biri yanaşıp gül istese sakince kovadan birkaç dal çekip alıyor ama sonra ya saplarını keserken ya jelatine sararken ya da müşteriye uzatırken aniden yüzü gül yaprakları gibi hare hare kızarmaya başlıyordu. Tamamen kıpkırmızı kesildiğinde cinnet başlıyor, birkaç saniye içinde kimi gülün yapraklarını yolarak, kimininkinin goncasını sökerek, bazısını yere fırlatıp topuğuyla başını ezerek telef ediyor; sonunda tek bir gülü bile taliplisine yar etmiyordu.

Sevdikleri ile romantik bir an paylaşmanın arifesinde hassas ruh hallerine bürünmüş müşteriler bu akıl dışı hareketler karşısında şoka uğrayarak, uzatmaya hazırlandıkları paralarını ceplerine geri koyup hızla tezgahtan uzaklaşıyorlardı.

Genç kadın ise ayağının dibinde yükselen çiçek ve yaprak yığınına basarak plastik sandalyesine dönüyor; atkısını tek harekette başına dolayıp bakışlarını yukarı çevirerek, kendisinden başka hiç kimsenin görmediği birine: “Sen Güllü’nü güldürmedin ya…” diyordu. “Ben de onların sevdiğini güldürmeyeceğim.”

Tezgahın diğer tarafındaki kirli sakallı adam, kadının sözcüklerini işitmemiş, az önceki cinnet halini görmemiş gibi uzaklara bakıyordu. Ne kadar af dilese de sesini duyuramayacağını, ne kadar yaklaşsa da kadının bir daha asla yüzüne bakmayacağını biliyordu. Yine de her gün sabahtan akşama kadar, Güllü orada bulunduğu sürece yanıbaşında dikiliyor; Güllü ile birlikte o da siyah atkısını başına sararken, bir sonraki müşterinin gül istememesi için dua ediyordu.

Tezgahın bulunduğu yerden Haydarpaşa Garı’na doğru bakılınca martıların beyaz kanatları, denize düşen kar tanelerini andırıyordu. Deniz kıyısından dimdik iskeleye doğru ilerleyen genç adam, göz ucuyla tezgahtaki gülleri kesiyordu. En güzel, en taze güller her zaman o tezgahta bulunurdu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SARI SÖZLÜK

Cumaları bekliyordum… Eğer hava çok karlı değilse, eğer Beden Öğretmeni geç kalmazsa, eğer yoklamayı aldıktan sonra kasadan taklayı ilk benim atmama izin verirse, eğer son otobüsün yirmi beş dakika sonra kalkacağını bilen Müdür Yardımcısı izin kağıdımı imzalarsa, kirli çamaşır ve defter kitap dolu çantamı sırtlanıp koşmaya başlıyordum.

SOKAK MANKENİ

İşte bir daha asla bulamayacağı o ara sokaklardan birinde rastladı ona. Depo girişi gibi görünen parmaklıklı bir kapının önünde, kırmızı bir yük arabasına yaslanmış bir vitrin mankeni, çırılçıplak, sırılsıklam dikiliyordu. Başı kel, tek eli kopuk, vücudu kusursuzdu. Sokakla esrarengiz bir uyum içindeydi.

KARA TREN

Siyah bulutlar sini gibi örter ya bazen yeryüzünü. İşte öyle zamanlarda insanların içi tren gibi kapkara olur. Sis kaplar dört yanı. Bedenler gölgeye dönüşür. Kimse birbirini tanıyamaz. Ürkekleşir. Aynalar, göller, kuyular filan parlar nadiren. Derinlerde gizledikleri son ışıklarıyla. Onlara da pek kimse bakmak istemez. Bakan tek tük meraklı, kendini göremez yüzeylerinde.

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken…

UFUKTA AŞK VAR

Hayatın kollarını ardına kadar açmış; tüm bilgeliği ve cömertliği ile beni kucaklamaya, sırlarını kulağıma fısıldamaya hazır olduğu zamanlar.

Herkesi, her yeri, her şeyi merak ediyorum. En çok da kızları.

Yırtık biri değilim. Hatta utangaç sayılırım. Ama keşfedileceğime inancım tam. Çünkü bana bir kere şans tanıyan, yarı yolda bırakmamış o güne dek.

Hoş, kastettiklerimin hemen hepsi ya erkek, ya da eş dost çocukları.

Ama dedim ya, ben öyle hissediyorum. Ve hislerim hiç yanıltmamış henüz.

Toprak yoldan sahile doğru yürüyorum. Yılın en sıcak günlerinden birinin öğlen saatleri. Ağustos böcekleri inatla cırlıyor. Tozla karışık kuru ot kokuyor hava. Zakkumların plastiği andırdan sivri uçlu yaprakları yolun kıyısına kayarsam tenime batıyor . Boz bir köpek ağacın gölgesine kıvrılmış, kestiriyor. Rengi, şekli yanındaki kayaya ne kadar da benziyor. Köpekle kayanın arasında iri delikli bir karınca yuvası. İyi çeken bir lavabo süzgeci gibi kırmızı karıncaları emiyor.

Doğayı seviyorum. Onunla birliğimi koruyabildiğim sürece yolumu kaybetmeyeceğimi biliyorum.

Sahil bomboş. Hafta içi bu saatte genellikle böyle. Zaten ben de böyle olduğu için bu saatleri tercih ediyorum. Kumsala havlumu atıp, üzerine sırtüstü uzanıyorum.

Güneş tam tepede. Gözümü kısınca göğsümden yükselen ince buharı görebiliyorum. Bedenim şimdiden boncuk boncuk. Boncuklar mercek işlevi görüyor. Güneşlenmek filan değil, basbayağı kavrulmak bu. Ve kanımın bu şekilde kumda kahve gibi ağır ağır fokurdamasından tuhaf bir haz alıyorum.

Kaynama noktasına gelince ayağa kalkıyorum. Denize terliksiz ulaşmak mümkün değil. Terlikle bile kolay değil.

Terliklerimi ıslak kumun sınırında bırakıp suya basıyorum. Hiç uzatmadan dalıp denizin altında gözlerimi açıyorum. Suyun yüzeyine incecik, mavimsi bir jelatin sıvanmış gibi. Yer yer buruşup, dalgalanıyor. Güneş tepede, ona tekrar teslim olmamı bekliyor. Çıkmamakta direniyorum. Dipte; kaygan bitki örtülü bu serin, esrarengiz alemde daha uzun kalabilmek için nargile gibi fokurduyorum.

Güneşi nefessizliğe tercih etmek zorunda kaldığımda jelatini yırtıp havaya ulaşıyorum. Bilinçsizce ufuk çizgisine doğru kulaç atmaya başlıyorum. Aynı renkte iki apayrı var oluşun; gökyüzüyle denizin tek çizgide birleşmesi tahrik edici duygular uyandırıyor içimde. Nefes nefeseliğim, çıplaklığım, ıslaklığım, karadan kopukluğum besliyor bu duyguları. Ritimli, kararlı kulaçlar keskinleştiriyor.

Sırtüstü dinlenmeye geçtiğimde kollarım iki yana açık, göğsüm körük gibi inip kalkıyor. Yavaş yavaş sakinleşiyorum. Üstüm sıcak, altım serin… Olasılıklar gökyüzünde, gerçekler karada… İkisinin ortasında, her ikisiyle de temasta, ikisine de teslim olmadan, dalganın keyfine göre çalkalanmayı seviyorum.

Dönmeye hazırlanırken kumsalda hareket eden siyah bir karaltı çarpıyor gözüme Önce onu da güneş ışınlarının retinama oynadığı gölge oyunlarından biri sanıyorum. Yaklaştıkça kara noktanın yanılsama değil, bir insan silüetinin özeti olduğunu anlıyorum.

Canım sıkılıyor biraz. Bütün deniz, bütün kumsal, bütün gökyüzü yalnızca beni sarıp sarmalasın, ben buradayken zaman başka kimseyle oynaşmasın istiyorum.

Yaklaştıkça nokta büyüyor. Hareketi azalıyor. Nihayet sabitleniyor. Silüet bacak bacak üstüne atmış, güneşleniyor. Kitap var sanırım elinde. Yüzü görünmüyor. Başında bir kadın şapkası… Kalbim küt küt atıyor.

Denizden yalpalayarak çıkıyorum. Direkt ondan yana bakamıyorum. Yan gözle kesebildiğim kadarıyla o da hiç oralı olmuyor. Terliklerime ulaşıp, havluma doğru yürüyorum. Koskoca plajda başka yer yokmuş gibi birkaç adım önüme uzanmış. Teninden yayılan tropik krem aromasının içinden geçerken hafif sendeliyorum.

Onu gözetleyebileceğim bir açıda, yüzükoyun havluma uzanıyorum. Tam arkasında, hafif sağ çaprazındayım. Kitabının çok heyecanlı bir yerinde olmalı; bir yanına çantasını, bir yanına güneş kremini fırlatmış. Kendini dış dünyaya kapatmış.

Öğlen sıcağında tek başına ıssız bir plaja gelebilen, kitaplara düşkün, başkalarının hakkında ne düşündüğünü umursamayan, ilk kez ayak bastığı kumsalda salonundaki kanepedeymişçesine rahat uzanan biri var on adım ötemde. Üstelik bir kadın! Üstelik kitabı nasıl da zarif tutuyor. Beyaz ojesi teninin rengi, siyah bikinisi nasıl da birbiriyle uyum içinde. Denizin dibindeki çakıl taşları gibi, koyun koyuna ışıldıyorlar… Dizleri yükselmiş, kum tepecikleriyle bir. Ve kum rengi şapkasının fiyongu kumsalla gizlice flörtleşiyor.

Onun yanı başımdaki varlığını; bir deniz canlısı gibi karaya vuruvermişliğini, bir kelebek gibi yeryüzüne konuvermişliğini, yabani bir çiçek gibi kumda bitivermişliğini hayranlıkla seyrediyorum. Onunla aynı havayı solumaktan iç gıdıklanmasına benzer, nefes kesici bir haz alıyorum.

Çok geçmeden bu haz ağır ağır zehirlemeye başlıyor beni. Aniden ışıldayan varlığının, aynı sebepsizlikle sönüvermesinden çekiniyorum. Onunla iletişim kuramamanın neden olacağı pişmanlıktan, bu pısırıklığın artık bir kişilik özelliği olarak bende iyice oturuyor olmasından kaygılanıyorum. Gözümü karartıp laf atmaya kalkarsam beni terslemesinden ve bunun beni pısırıklıktan da beter bir değersizlik duygusuyla baş başa bırakmasından korkuyorum.

Ufuk çizgisi üzerinde mavi bir gemi ilerliyor.

Aniden dönüp, yüzükoyun uzanıyor. Bedeni leopar kıvraklığında yapıyor bunu. Göbek deliği kırmızı karınca yuvası gibi beni içine doğru çekiyor. Göz göze geliyoruz. Daha doğrusu gözleri gözlerimi bir bakışta esir alıyor. Göğüsleri bikiniye sığmayacak kadar özgür ve canlı. Dişleri bembeyaz bir avuç çakıl taşı. Gülüşü kumların üstüne sırılsıklam saçılıyor.

Gülümsüyorum farkında olmadan. Yani karşılık veriyorum. Verilmeyecek gibi değil çünkü. Kitabı açık halde kumun üstüne bırakıyor. Bir uçtan diğerine yalayarak dudağını nemlendirirken göz ucuyla gemiyi işaret ediyor. Ya da ufuk çizgisini…

Bir şey söylüyor mu, söylüyorsa bunu hangi sözcüklerle, hangi dilde yapıyor anımsamıyorum. O ayağa kalkarken ben de aynısını yapıyorum. Göbek deliğini, göğüslerini, yanık, pürüzsüz tenini seçmiyor artık gözüm. Şapkasının süzülerek kitabın üstüne konuşunu anımsıyorum. Onu da hayal meyal.

Elini uzatıyor. Terliklerimi giymeden, yanında bitiyorum. El ele tutuşuyoruz. Olasılıkla gerçek, denizle gökyüzü gibi.

Kıyıya nasıl vardığımızı anımsamıyorum. Tabanlarımda en ufak bir yanma hissi yok. Kalbimden dumanlar yükseliyor.

Öpüşmeye başlıyoruz. Çocukken top oynadıktan sonra çamlıktaki çeşmeden içerdik böyle kana kana.

Gülüyor. Suya düşüyor gülüşü. Dalganın ucu dantel gibi köpürüyor. Ayaklarımı gıdıklıyor köpük. Gözlerim nemleniyor. Terden belki, bilmiyorum.

Suyun dibinde sarılıyoruz doya doya. Kaygan bitki örtülü bu serin, esrarengiz alemde yunuslar gibi birbirimize sürtünerek geziniyoruz. Kıkırdayınca burnumuzdan nargile baloncukları çıkıyor. Mavi jelatini birlikte yırtarak gökyüzüne doğru yükseliyoruz.

Gözlerimiz ufka dalıyor biraz sakinleşince.

Asla birbirinin içinde erimeyecek özgün ve özgür varlıklar olduğumuzu ikimiz de biliyoruz.

Ama ufuk çizgisine baktıkça; denizle gökyüzü gibi, sonsuz bir çizgi boyunca birbirimize kesintisiz dokunabileceğimizi de görebiliyoruz.

Tepeden tırnağa tahrik oluyoruz bu olasılık karşısında. Nefes nefeseliğimiz, çıplaklığımız, ıslaklığımız, karadan kopukluğumuz arzumuzu besliyor.

Olasılıkla gerçeğin kesiştiği yere; mavi geminin ilerlediği ufuk çizgisine doğru ritimli ve kararlı kulaçlarla ilerliyoruz.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YAZGI

Gece gizlenmeye gereksinim duyanlarındır. Gündüz kendini beğendirmeye çalışanların… Sarhoşlar kusmuş, aşıklar susmuş, yazarlar yalanlarını uydurmuş, hepsi sızmıştır bu saatlerde. Sevişenler yalnızlaşmış, yalnızlar sevişememiştir yine. Bu dünyaya niçin geldiklerini asla öğrenemeyecekleri okullara gitmek üzere herkesten önce servisleri doldurmaları gereken uyku kokulu çocuklar mışıldamaktadır henüz.

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

YALÇIN ABİ

Ekmek, deterjan ve ciklet kokardı bakkalın içi. Her mevsim loş ve serin. Yalçın Abi en dipte yazar kasanın arkasında kitap okuyor olurdu genellikle. O oturduğu için gözleri aynı hizada; tam istediği gibi. Parmak uçlarında sessizce yürüdüğünden Yalçın Abi hemen fark etmezdi onu. Zerrin de fırsat bu fırsat uzun uzun incelerdi: Elini ciddiyetle çenesinde tutuşunu…

MİDYECİ

Bir martı geçti başının üstünden. O midye açtı. Ay çekirdeği kabuklarının arasına iki telaşlı serçe kondu. O midye açtı. Bir karabatak şıp diye suya daldı. O midye açmaya devam etti. Tek gözü kör tekir, sarı lastik çizmelerine sürtündü. Hiç oralı olmadı. Bir midye daha açtı. Hava serinledi biraz. Önündeki midye dağı yarı yarıya eridi. O sabırla açtı… Açtı…

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti.

“Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?”

“Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.”

“Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

“İlk vaka Mahmutpaşa’da bir erkek giyim mağazasının önünde olmuş bu sabah. Dükkan sahibi dışarı çıkınca, sabah sağlam bıraktığı cansız mankenin yüzünü paramparça bulmuş.”

“Giysiler?”

“İlginç olan o zaten, komiserim. Üç olayda da ne çalınan ne de zarar gören bir tek giysi var.”

“Tuhaf… Hep yüze mi darbeler?”

“Evet. İkincisinin burnu, az evvel gelen yaşlı adama ait mankenin de alnı kırılmış.”

“Yumurta tokuşturur gibi, desene. Ellerinde sert bir cisim olmalı. Gelene gidene çakıyorlar anlaşılan. Tutanakları getirsene bir zahmet. Ben de birer çay söyleyeyim.”

Memur Mehmet, amirinin böyle adi bir vakayla yakından ilgilenmesine biraz şaşırarak içeri gitti. İki dakika sonra Komiser çayını höpürdetirken tutanakları inceliyordu:

“İkinci olay Tahtakale’de bir çocuk giyim mağazasında olmuş. Üçüncü manken ise Han’da sünnet giysileri satan bir dükkana ait. Müşterileri dükkana yönlendirsin diye mankeni dışarıda, yol üstünde tutuyorlarmış.” diye açıkladı Mehmet.

“Yani…” derken burnunun ucuna düşmüş yakın gözlüklerini çıkardı, Komiser. “Saldırıya uğrayanların üçü de çocuk mankeni.”

Mehmet gözünü kısıp başını usulca sallayarak, düşünceli bir tavır takındı. Memur Necati’nin çağırmasıyla ayağa kalktı.

Yeni bir şikayet vardı. Bu kez Sirkeci’de eski bir spor mağazasının vitrin mankenine saldırılmıştı. Bilgisayar ekranına bakarken göz ucuyla caddeyi gözetleyen tezgahtar delikanlı, yüzünü seçemediği gri pardösülü bir adamın dükkanın önünde yavaşladığını söylüyordu. Adam, kaşla göz arasında pardösüsünün içinden çıkardığı dambıla benzer siyah nesneyi camekanın dışındaki Barcelona formalı çocuk mankene doğru savurmuş ve hızla gözden kaybolmuştu.

Caddeye fırlayan tezgahtar, bir süre saldırganın peşinden koşmuştu. Ancak Mısır Çarşısı’nın arka sokağında, kalabalığın arasında onu gözden kaybetmiş, dükkanı boş bıraktığından mecburen geri dönmüştü. Vitrin mankeninin yüzünün sol tarafı paramparçaydı. Patronu çok sinirli bir adamdı. Bir an önce bu işin faili bulunmazsa, delikanlıyı kesin işten kovardı.

***

Komiser, “Resimleri var mı darp edilen mankenlerin?” diye sordu.

“Birinci ile dördüncününki var.” diye yanıtladı Mehmet. Odasına gidip, bilgisayara aktarılmış fotoğrafların renkli çıktılarını getirdi.

Komiser bir kez daha yakın gözlüklerini takıp, dudağını bükerek resimleri incelemeye koyuldu. İlkinin yüzü tamamen parçalanmıştı. Diğerinin suratının tek tarafı sağlamdı.

“Öteki iki esnafı arasana.” dedi, bakışlarını önündeki kağıttan ayırmadan. “Onlar da darp edilmiş mankenlerinin fotoğraflarını çekip, göndersinler.”

On beş dakika sonra dört resmi yan yana koymuş, birlikte inceliyorlardı.

“Tahmin ettiğim gibi.” diye mırıldandı Komiser. “Suratları aynı bunların.”

Mehmet “Ee ne var ki bunda komiserim?” diye sordu ellerini açarak. “Bütün cansız mankenlerin suratları birbirine benzer.”

“Benzer ama aynı değildir.” derken bıyık altından gülümsüyordu Komiser. Sonuçta bu saldırgan ya da saldırganlar neden yetişkin değil de çocuk mankenlere saldırıyor? Eminönü’nde binlerce çocuk vitrin mankeni varken, tıpatıp aynı yüze sahip bu dördünü darp ediyor olmaları tesadüf olabilir mi sence?”

“Bilmem” diye mırıldandı Mehmet, merak ve mahcubiyet arasına sıkışmış cılız bir tonda.

“Yanıtı henüz ben de bilmiyorum.” diye mırıldandı Komiser. “Ama elimizde sıkı bir ipucu olduğunu söyleyebilirim.”

***

Ertesi sabah, Komiser karakola gür saçları bembeyaz, bıyıkları sigara içmekten sararmış, eğilerek çalışmaktan kamburu çıkmış, yetmiş yaşlarında bir adam ve bir kutu dolusu poğaça ile geldi. Herkes teşekkür ederek, pastane kutusundan poğaçasını alırken, Komiser Mehmet’e:

“Sen kalsana, Mehmet” dedi. “Naci Usta ile tanıştırayım seni. Baba yarısıdır benim için.”

Mehmet eğilip, saygıyla adamın elini sıktı. Naci Usta alçakgönüllü, güleç yüzlü bir adamdı. O da ayağa kalkıp, boştaki elini kalbine götürdü.

“Eski çırağı olarak hala nazım geçer.” dedi, Komiser. “Bu sabah da sağ olsun, beni kırmadı, buraya kadar geldi. “Yaşlı adam mahcupça önüne bakarak gülümsemeye devam ediyordu. “Kendisi kırk yıllık vitrin mankeni ustasıdır.”

Mehmet, böylece amirinin vakaya gösterdiği özel ilginin nedenini kavramış oldu.

Komiser devam etti: “Bizim darp edilen çocuk manken fotoğraflarını getiriver de, bir gösterelim bakalım.”

Mehmet, bir dakika sonra bilgisayar çıktıları ile odaya dönmüştü. Naci Usta resimleri dikkatle, tekrar tekrar inceledi. “Aynı kalıptan çıkma bunların hepsi.” diye mırıldandı, bıyığını ısırırken. “Epeyce de yaşları var.” Başını kaldırdı. Camdan dışarı düşünceli baktı. Cebinden bir sigara çıkarıp masada yuvarladı. “Yakında mı bu mankenler? Gerçeğini görsem daha kesin bir şey söyleyebilirim.”

Beş dakika sonra Naci Usta ile Mehmet sigaralarını tüttürerek Eminönü sokaklarında yürüyorlardı. Önce Tahtakale’ye, oradan da Zaman Han’a geçtiler. Naci Usta, Zaman Han’daki dükkanın yerini gösterme işlevini sürdüren sünnet giysili çocuk mankenin yüzünü adeta okşayarak uzun uzun inceledi. Sonunda diğerlerini görmeye gerek olmadığını, fotoğraftan tahmin ettiği gibi bu mankenlerin, seksenli yılların başında el işçiliği ile yapılmış parçalar olduğunu söyledi.

“O yıllarda gerçek heykeltıraşlar tarafından, canlı modeller kopyalanarak imal edilirdi bunlar.” dedi, yeni bir sigara yakarken. “Modelin yüzü, vücudu için en az on prova alırdık. Sonra kalıp yapılır, üretime geçilirdi. Yüz makyajı dahil bir vitrin mankeninin tamamlanması en az dört ay sürerdi.”

Konuşurken, Naci Usta’nın gözü çocuk mankenin göğsündeki “Maşallah” şeridine takılmıştı. Mehmet, doğru anladığından emin olmak için sordu:

“Yani otuz beş yıl önce, bir çocuğun suratının kalıbı çıkarılmış. Saldırıya uğrayan dört manken de o kalıptan imal edilmiş. Öyle mi?”

“Aynen öyle.” diye yanıtladı Naci Usta.

“Peki o çocuğun kim olduğunu bulabilir miyiz?”

Naci Usta biraz düşündü. “Önce kalıbının hangi imalathanede yapıldığını bulmak lazım.” dedi dudağını bükerek. “O yıllarda henüz hazır giyim patlamamıştı. İstanbul’da hepi topu üç, dört tane vitrin mankeni atölyesi vardı. Onları dolaşırsanız, bir şansınız olabilir.”

***

Mehmet, Naci Usta’dan aldığı bilgilere Ticaret Sicil’den yaptığı araştırma sonuçlarını ekleyerek söz konusu tarihlerde faaliyet gösterip hala açık olan dört imalathane tespit etti. İkisi Dolapdere’de, biri Tarlabaşı’nda ve biri de Bayrampaşa’da bulunan bu atölyeleri sırasıyla ziyaret etmeye başladı.

Tarlabaşı’ndaki atölyenin ilk sahibi öleli çok olmuştu. Ondan devraldıkları şirketi işletmekte olan ve daha çok dış pazara çalışan eski konfeksiyoncu iki ortağın, seksenlerdeki üretim hakkında en ufak fikirleri yoktu.

Dolapdere’de uğradığı ilk adres, üretim faaliyetini altı ay kadar önce durdurmuştu. Bir yandan depodaki malları elden çıkarmaya, bir yandan da piyasadan alacaklarını toplamaya çalışan sahibi, ikide bir öksürük nöbetine tutulan bir deri bir kemik, bir adamdı. Çocuk mankeni üretimine doksanlarda başladığını söylüyordu. Seksenli yıllarda çocuk mankeni isteyen olursa, siparişi Dolapdere’deki bir arkadaşının imalathanesinde yaptırıyordu. O arkadaşının işyeri hala faaliyetini sürdürüyordu. Bu konuda Memur Bey’e olsa olsa o yardımcı olabilirdi. Mehmet, adamı dinlerken not defterini açtı. Bahsettiği işyeri, kendi listesinde bulunan üçüncü adresti.

Oraya giderken telefonu çaldı. Arayan Memur Necati’ydi. Mercan Yokuşu’nda bir çocuk manken daha darp edilmişti.

Dolapdere’deki imalathane oldukça büyüktü. Karşısında polis memurunu gören orta yaşlı sekreter yapmacık bir selamın ardından çok kısa bekleteceğini söyleyip, telaşlı adımlarla patronunun odasına koştu. Tekrar kapıda göründüğünde, şişman, takım elbiseli, karavatsız bir adam onun peşi sıra karşılama alanına girip, önünü ilikleyerek Mehmet’in elini sıktı. Mehmet konuyu özetleyince de şöyle rahat bir nefes alıp, misafirini odasına davet etti.

Gömlek yakasından beyaz, kıvırcık kıllar fışkıran, göbeği ve yanakları şişkin ama sıkı, gür sesli bir adamdı. Devasa çalışma masasının gerisinde ıhlamurunu yudumlarken, otuz altı yıldır binlerce farklı tip mamül ürettiklerini, söz konusu vitrin mankeninin yüzünü tanıyabileceğinden emin olmadığını ama yine de yardımcı olmayı elbette istediğini söyledi.

Mehmet’in resimleri masasına koymasıyla o ihtiyatlı havası yerini önce şaşkınlığa, sonra geniş bir sırıtışa bıraktı.

“Bunun kalıbı benim yeğenin suratından alındı.” dedi Mehmet’e gümrüksüz bölgeden alınma sigara paketini tutarken.

“Ağabeyim, o sıralar kafayı oğlunun çocukluğunu kalıcı hale getirmeye takmıştı.” diye devam etti. “Eee sene 1981. Atölye yeni. İlk oğlan çocuk… Çok heyecanlıydı, rahmetli. Burak henüz 5-6 yaşlarındayken yüzünün kalıbını çıkardık. Sonra o kalıptan yüzlerce manken yaptık.”

Otomasyonla birlikte fiyatların sürekli geri gittiğinden, epeydir işin sanatını hiç kimsenin önemsemediğinden yakınan adam; ağabeyi öldükten sonra yeğeni Burak’ın bu işi sürdürmeyi hiç düşünmediğini, alelacele babasının hisselerini satıp, Cağaloğlu’nda bir arkadaşıyla kırtasiye toptancısı açtığını söyledi. Burak’ın aslında akıllı ama hep kafasının dikine giden bir çocuk olduğunu ekledi.

“Son zamanlarda seyrek görüşüyoruz. Geçen bayram ziyarete geldiğinde, Eminönü civarında hala kendi çocukluk mankenlerine rastladığını söylüyordu. Şimdi sizin fotoğraflarda onların yüzlerini parçalanmış görünce içim bir tuhaf oldu.” diyerek konuşmasını tamamladı.

***

Komiser, Mehmet’i dikkatle dinleyip, tutanağı inceledikten sonra “Çok iyi” dedi. “Sona epeyce yaklaşmışsın. Burak denen arkadaşın düşmanlarını da kurcalarsan, daha fazla esnaf zarar görmeden bu işi çözersin.”

Mehmet, bu konuşmadan on beş dakika sonra Babıali Yokuşu’ndaki kırtasiyenin cam kapısından içeri giriyordu. Rafları düzenleyen kırk yaşlarındaki sakallı, yakışıklı adam kapıya dönerek: “Hoş geldiniz, memur bey.” dedi. “Nasıl yardımcı olabilirim?”

Kasanın arkasındaki mantar panoya, renkleri solmuş bir yaşlı adam portresi – Mehmet, adamın Dolapdere’de görüştüğü imalathanenin sahibine benzerliğini derhal fark etmişti- ve sakallı adamın güzel bir kadınla sarmaş dolaş tatil fotoğrafları tutturulmuştu.

“Burak Bey siz misiniz?” diye sordu Mehmet.

Genç adam, bu karşılaşma için hazırlıklıydı. Gülümseyip elini uzatarak: “Amcam arayıp, sizden bahsetti. Buyurun, oturun lütfen. Bir çay söyleyeyim.” dedi.

Ağzı laf yapan, enerjik bir tipti. Rahmetli babasından yadigar vitrin mankenlerinin uğradığı saldırıya çok üzüldüğünü, faillerin bulunması için her türlü desteğe hazır olduğunu söyledi. Ayrıca karakoldan Memur Necati’nin arkadaşı olduğunu ekledi.

Mehmet, bu ortak tanıdık vasıtasıyla yakınlaşma girişimini duymazdan geldi. “O mankenlerin yüzlerinin, sizin çocukluğunuza ait olduğunu kimler biliyor?” diye sorarken çaylar geldi. Kalemlikten aldığı iki kırmızı plastik markayı çaycının tepsisine bırakan Burak, tekrar yerine oturmadan saymaya başladı:

“Annem, nişanlım, amcam, teyzem ve onların çocukları, bir de ortağım…” dedi. Bakışlarını tavanda göz kırpan floresan lambasına çevirerek “Başka bilen de vardır muhakkak ama o mankenlerin hala bu civarlarda kullanıldığını bilen bunlardır.” diye devam etti.

“Peki bu saydıklarınla aran nasıl? İçlerinde husumet içinde bulunduğun kimse var mı?”

Başını iki yana sallayarak: “Hayır.” dedi. “Bunların hepsi benim canımdan, kanımdan insanlar.”

Memur Mehmet gözlerinin içine dik dik bakmaya devam edince, yanıtını açmak zorunda olduğunu hissetti.

“Annem canım zaten. Nişanlım da öyle. Önümüzdeki yaz evleneceğiz, inşallah. Teyzem çok yaşlı. Bayramdan bayrama ziyaretine giderim. Onun çocukları uzun süredir Almanya’da yaşıyor. Amcamı tanıdınız… Amca çocukları ile iş güç derken koptuk son zamanlarda ama kardeş sayılırız, beraber büyüdük. Ortağım da… Ortağım yani. Okuldan sıra arkadaşım. 25 yıldır tanırız birbirimizi.”

“Ortağınız işe gelmiyor mu?”

“Yoo beraberiz devamlı. Ben yarın nişanlımla tatile çıkacağım da, o bir hafta tek başına bakacak dükkana. Öncesinde birkaç işini hallediyor. Öğleden sonra burada olur.”

“Amca çocuklarınız?”

“Karaköy’de bir kafe işletiyorlar. Onların iş bizimkinden beter. Ne gecesi var ne hafta sonu. Arada o taraflarda programımız olursa nişanlımla uğruyoruz. Fena gözükmüyor durumları.”

***

Mehmet Burak’ın dükkanından çıkıp, Sirkeci İstasyonu’nun karşı kaldırımından sahile doğru yürüdü. İskeleye bağlanan üst geçitte şöyle bir durdu. Denizle gökyüzü kül renginde buluşmuştu. Gemiler arkalarında beyaz köpükler ve martılar bırakarak iki yaka arasında mekik dokuyorlardı. “İşin içinde maddi menfaat varsa husumet de vardır” diye geçirdi içinden. “Ya şu amcayla ayrılık meselesi olaylı oldu, o veya oğulları gözdağı veriyorlar ya da ortağı bir nedenle buna fena halde kinlenmiş olmalı.”

Galata Köprüsü’nü geçip Karaköy İskelesi’nin önünden ilerleyerek Fransız Geçidi’ne ulaştı. Geçidi kullanarak arka sokağa çıktı. Buralara gelmeyeli epey olmuştu. Tarihi binaların arasında uzanan sarmaşıklar ve renkli ampuller, duvarları kaplayan birbirinden ilginç resimler, sağlı sollu sıralanmış modern kafeler arasında, yolu başka bir memlekete düşmüş gibi hissetti.

Çok geçmeden aradığı adresi buldu. Tepeden elektrikli ısıtıcı ile ısıtılan bir masaya oturdu. Garson kızdan kafenin sahibini çağırmasını istedi. Burnunda küpesi, omzunda dövmesi bulunan soluk benizli kız, hiç acele etmeden içeri girdi. Az sonra Burak’la akran, daha tarz giyimli, daha uzun sakallı biri Mehmet’in masasına oturdu.

“Buyrun Memur Bey” dedi nazikçe. “Nasıl yardımcı olabilirim?”

Mehmet, beş dakikalık görüşmeleri esnasında amcaoğlunun Burak’ı zeki, atak ve egoist yaradılışlı biri olarak gördüğünü, özellikle babası öldükten sonra bu son özelliğinin biraz daha ön plana çıktığını, “payımı hemen isterim” diye tutturarak amcasını yüklü miktarda kredi çekmeye zorladığını öğrendi. Amcaoğlu, yaşam tarzları giderek birbirinden uzaklaştığından, son zamanlarda pek nadir görüştüklerini ama Burak’ın huyundan vazgeçmediğini bildiğini, son olarak ortağına büyük bir kazık atarak sevgilisini ayarttığını, kızla birlikte arada kafeye uğradıklarını, hatta son gelişlerinde yazın evleneceklerinden bahsettiklerini anlattı.

***

Mehmet ertesi sabah karakola uğramadan, doğruca kırtasiyeye gitti. Buğulanmış cam kapıyı itip içeri girdi. Bilgisayarın gerisinde kısa saçlı, sinekkaydı tıraşlı, göz altlarında mor halkalar bulunan, esmer bir adam kıymalı kol böreği yiyordu. Mehmet’in gözü, adamın hemen arkasındaki askılığa gelişi güzel atılmış gri pardösüye takıldı.

Adam, gözünü bilgisayar ekranından kaldırıp karşısında polisi görünce telaşlandı. Ağzındaki böreği çiğnemeyi bırakarak ayağa kalktı. Bu endişeli hal, Memur Mehmet’in özgüvenini artırdı. Duygusuz, tok bir sesle sordu:

“Burak Bey’in ortağı mısınız?”

“Evet.” diye kekeledi adam. “İsmim Halil. Buyurun?”

Mehmet, Halil’e doğru iki adım daha attı. Uzun boylu, atletik bir tipti. Yüz çizgileri derin, burnu kemikliydi. Dükkana ilk girdiğinde ekrana çakmak çakmak bakan gözleri, “börek alır mıydınız?” diye sorarken acınacak haldeydi.

Mehmet, sandalyeye oturup hafifçe öne eğilerek, yüzünü Halil’in soğan kokan ağzına yaklaştırdı.

“Dambıl mı şu?”diye sordu, göz ucuyla arka rafta duran siyah ağırlığı göstererek. “Eee… Evet” diye yanıtladı Halil. Gülümsemeye çalıştı ama yanak kasları gergindi. “Hem stres atıyorum, hem de kas yapıyorum dükkanda boş otururken.”

Mehmet derin bir nefes aldı. Donuk bakışlarını Halil’inkilere dikerek, metalik, duygusuz bir sesle: “Senin o dambılla vitrin mankenlerinin yüzünü dağıttığını biliyoruz.” dedi.

Halil’in suratı bembeyaz oldu. “Ne?” diye sordu, gözlerini kısarak.

“Artık her sokakta kameralar var biliyorsun. Yalan beyan, cezanı katlamaktan başka işe yaramaz.”

Halil’in yüzünde ağlak bir ifade belirdi. Ne itiraf, ne de inkar edebiliyordu. Mehmet kısa ama derin suskunluğu bozdu:

“Suçunu itiraf edip hasarı tazmin edersen, dükkan sahipleri de seni affederse, olay mahkemeye intikal etmeden kurtulabilirsin.” Yumruğunu hafifçe tezgaha vurdu: “Bence iyi düşün.”

Genç adamın gözleri sulandı. Başı öne eğildi.

Mehmet, suçun sessiz itirafı anlamına gelen manzara karşısında rahat bir nefes aldı. Güçlü kuvvetli, psikopat bakışlı adamın iki dakikada düştüğü durum, onda acıma duygusundan ziyade tiksinti uyandırdı.

“Babamın emekli ikramiyesini bu işe gömdüm.” dedi, Halil. Mehmet bunun uzunca sürecek bir itirafın ilk cümlesi olduğunu anladı. Geriye yaslanıp bacak bacak üstüne attı.

“Burak sınıf arkadaşımdı. Sınavlarda kopya isteyen, cebinde parası varsa sırra kadem basan, yoksa yoldaşlık, paylaşma duyguları kabaran yırtık bir tipti o zaman da. Ben Anadolu’dan gelmiştim. Utangaçtım. Yol yordam bilmiyordum. İmreniyordum ona. Önümü açabileceğini düşünüyordum.”

Mehmet hafifçe öksürdü. “Hayat hikayesi dinlemeye gelmedim buraya. Hızlıca konuya dönebilir miyiz?”

Halil başını kaldırdı. Yıllardır ilk kez anlatmak istiyordu. Bu defa da karşısındaki dinlemiyordu.

“Peki…” dedi alıngan gibi bir jestle. “Burak, babası ölünce imalat işleriyle, personel derdiyle filan uğraşmak istemediğini, hisselerini satıp, kırtasiye toptancısı bir ahbabının dükkanını devralmayı planladığını söyledi. Fakat parası yetmiyordu. Ben o sıra bir ihracat firmasında çalışıyordum. Çok kazanmıyordum belki ama düzgün bir hayatım vardı.”

İç geçirip devam etti. “Uzun süredir beraber olduğum bir sevgilim vardı. Çok iyi anlaşıyorduk. Biraz daha para biriktirip onu babasından isteyecektim.”

Mehmet cebinden sigara paketini çıkardı. “İçer misin?” diye sordu. Dükkanda sigara içilmiyordu ama Halil bir tane aldı. Karşılıklı yaktılar.

“Benden borç istedi. O kadar param olmadığını söyledim. Babamın yeni emekli olduğunu, ikramiyesi ile ne yapacağına henüz karar vermediğini biliyordu. ‘Al o parayı, ortak olalım seninle.’ dedi.”

“Akşama doğru konuya gelebilir miyiz?” diye iğneleyici bir tonda sordu, Mehmet. Karşısında kader mahkumu gibi davranan birini görünce midesi bulanıyordu. Halil istifini bozmadan devam etti:

“Daha zengin olma hayali değildi, sonunda beni babamı ikna etmeye zorlayan. Burak gibi biri olmak istiyordum. Onun ortağı olursam bunun gerçekleşebileceğini düşünüyordum.”

Dükkanın kapısı açıldı. “Kapalıyız!” diye bağırdı Halil, gözünü Memur Mehmet’ten ayırmadan.

“Babamın emekli ikramiyesini elden hava parası olarak verdi. Dükkanı üstüne aldı. Beni şirketin resmi ortağı yapmayı ise sürekli erteledi. Mali müşavir dedi… Yeni kanun çıkacak dedi… Böylesi vergi bakımından daha avantajlı dedi…. Şimdi gelse sorsak, yine bir mazeret uydurur. ‘Önemli olan bizim aramızdaki hukuk’ der, çıkar işin içinden. İlk aylarda elim ayağım titriyordu. Bir süredir sinirlerim kaldırmıyor, açmıyorum bile konuyu.”

Derin bir nefes aldı. Dumanı burnundan salarak, sisler içinde devam etti:

“Babamla görüşmeye memlekete giderken kız arkadaşımı ona emanet etmiştim.”

Avcunu açıp arkasındaki mantar panoya iliştirilmiş resimleri gösterdi. Burak’ın nişanlısıyla sarmaş dolaş pozlarını…

“Şu an…” dedi. Yutkununca adem elması yukarı çıktı. Sanki biraz genleşerek zorlukla yerine oturdu. “Kız arkadaşım onun nişanlısı.”

Mehmet şöyle yerinde doğruldu. En son isteyeceği şey, bir suçlu ile duygudaşlık kurmaktı. Halil önüne bakarak devam etti:

“İlk zamanlar gururum ağır bastı, çok etkilenmemiş gibi yapmaya çalıştım. Sonra, geceleri uyuyamamaya, uyku hapı aldığım geceler kabus üstüne kabus görerek kan ter içinde yataktan fırlamaya başladım.”

“İnançlı insanım Memur Bey. Bugüne kadar hiçbir canlıyı incitmedim. Ama o şerefsiz, kulağından eksik etmediği telefonuyla gözümün içine bakarak eski sevgilimle cilveli cilveli konuştuğunda, sarmaş dolaş resimlerini panoya astığında, başka kızlarla kaçamak yapmak için dükkandan erken çıktığında saçından tutup kafasını duvarlara vura vura patlatmamak için kendimi zor tutuyordum.”

Birer sigara daha yaktılar.

“Sonra geceleri sakinleşince, ona bir şey yaparsam en büyük zararı kendimin göreceğini düşünüyordum: Gençliğini hapislerde çürüt. Babanın emekli ikramiyesini hepten unut. Hasta anan kahrından yataklara düşsün…”

Derin bir nefes çekti içine. Duman geri çıkmadı.

“Ama içimdeki öfke ve intikam hırsı öylesine büyüyordu ki… Biraz olsun yatışabilmek için kendimi içkiye vurdum. Elim ayağım titremeye başladı. Birkaç hafta içinde iyice enkaza döndüm…”

Burnunu çekip devam etti:

“Çare olsun diye spora başladım. Hıncımı boks torbalarından alıyor, olur olmaz ağırlıkların altına giriyor, yolda yürürken pardösümün içinde taşıdığım dambılı indirip kaldırıyordum. Psikopatça biliyorum ama başka türlü içimden taşan şiddeti bastıramıyordum…”

Mehmet hikayenin sonunu merak ediyor ama sıkılmış gibi yapmayı sürdürüyordu. İşaret parmağını saatinin camına vurduktan sonra avcunu açıp, “saat kaç oldu, sen hala uzatıyorsun” gibilerden elini salladı.

“Bir öğlen, Burak Efendi yine beni aptal yerine koyarak ortaklık mevzusunu geçiştirdi. Elimden bir kaza çıkmaması için soğuk terler dökerek kendimi sokağa attım.”

Telefonu çaldı. Meşgule aldı.

“Artık bardağın taştığını, ona zarar vermediğim sürece kendimi affedemeyeceğimi anlamıştım. Pardösümün içinde dambılı indirip kaldırarak, düzenli nefes almaya çalışıyordum. Mahmutpaşa’ya gelmişim. Birden tanıdık bir dükkanın önünde onu gördüm: Yüzü Burak’ın çocukluğuna ait vitrin mankenini. Onun gri, sinsi gözlerini… Masummuş, üzgünmüş gibi sahtekarca aşağı inmiş kaşlarını… ”

Yanaklarını şişirip, seslice nefesini vererek sakinleşmeye çalıştı. “Bu kırık dökük polyester parçalarından bahsederken yurdun dört yanına heykelleri dikilmiş bir devlet büyüğüymüş gibi havalara girdiği anlar geçti gözümün önünden…”

Mehmet, izmaritini kül tablasına sertçe bastırdı.

“Elim kendiliğinden pardösünün içinden çıktı. Dambılı bütün gücümle onun çocukluk suratına vurdum.”

O anı tekrar yaşarcasına, Halil’in yüzü gerildi. Nefes alıp vermeyi kesti.

“Yaptığıma kendim de inanamamıştım. Koşarcasına oradan uzaklaştım.”

Bu kez dükkanın telefonu çaldı. Halil ahizeyi kaldırıp yuvasına geri bıraktı.

“Sanki aylardır göğsümde oturan kaya parçası yerinden oynamış, kalbim yeniden normal atmaya başlamıştı. Doğru düzgün nefes alabiliyor, kendimi normal bir insan gibi hissediyordum. Ne terliyor ne titriyor, içimden bağırarak kaçmak gelmeksizin, herkes gibi yürüyebiliyordum.”

“Rahatladın madem, neden diğer mankenlere de saldırdın?”

“Koca kaya oturmuştu göğsüme Memur Bey. Bir defada kalkar mı? İlaç gibi geldi bana Burak Burak bakan mankenler… Şirket kurulurken bu civarda epey dolaşmıştık onunla beraber. Hala kullanılmakta olan mankenlerinin yerlerini tek tek göstermişti bana. Fenalaşınca birini bulup suratına geçiriyor, rahatlıyordum. İnanın bunu düşünerek, planlayarak değil, uyurgezer gibi yapıyordum. İnsan selinin içinde oradan oraya sürükleniyor, sonra bir şey sezip aniden duruyor, karşımda onun çocukluk mankenini görünce, bütün gücümle suratına bir tane çakıyordum.”

“Şimdi nasılsın peki? İçindeki şiddet arzusu devam ediyor mu?”

“Hayır.” diyerek başını iki yana salladı Halil. Anlatmaya başladığından bu yana ilk kez Mehmet’in gözlerinin içine bakıyordu. “Şükürler olsun ki hayır. O mankenler benim Burak’a ya da kendime zarar vermemi, hayatımın kararmasını engellediler.”

“Dur bakalım, henüz düze çıkmadın?”

“Olsun varsın Memur Bey. Mala gelen hasarın telafisi olur da insana edilen zulmün affı olmaz. Hukukta olsa, vicdanda olmaz.”

Mehmet ilk kez ona hak verdiğini gösterir biçimde başını salladı.

Cebinden telefonunu çıkardı. Rehberde ismini ararken Halil’e:

“Burak’ın amcasını tanıyor musun?” diye sordu.

“Tanıyorum Memur Bey.”

İşaret parmağını dudağına götürerek “sus” işaret yaptı Mehmet. Karşı taraf telefonu açınca kendini tanıttı.

“Sağ olun. Gayet iyiyim görüşmeyeli.” dedi. “Siz hala çocuk mankeni üretiyordunuz değil mi? Bizim karakola beş tane lazım da. Evet, size bahsettiğim olayların telafisi için. Kaç liraydı tanesi? Bize kaça bırakırsınız? Peki… Bugün toplantımız var esnafla. Sonrasında tekrar arayacağım sizi.”

Telefonu kapatıp, Halil’e döndü. “Bak, pazarlık bile ettim senin için.” dedi. “Bir çay daha ısmarla da, esnaftan nasıl özür dileyeceğini de konuşalım.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MEZAT KAHVEHANESİ

Madam, bu koku biblosunu dış kapıya yakın bir yerde bulundurur, üstteki tabağa bolca lavanta yağı doldurturmuş. Mum alttan ısıttıkça mis gibi lavanta kokusu evin hem içine hem dışına dalga dalga yayılır, içerideki kızların moralini yükselterek duruşlarını canlandırır, tek tek evleri dikizleyip…

LOKOMOTİF

Aslında Monica süpermarketin en deneyimli ve becerikli elemanlarından biriydi. Ama o sabah üst üste iki kez uyarı almıştı. İlkinde suç üstü yakalanmıştı: Şef Mario aniden koridorun başında belirip, onu yumuşatıcıların kapaklarını birer birer açıp koklarken gördüğü zaman. İkinci kontrolünde ise yarısı hala kolilerde duran ürünleri fark edince…

BATMAN

Stockholm’deyiz. Aylardan Aralık. Geceleri ısı -20 dereceye düşüyor. Çatlak bir sanatçı emeklisinin evinde kalıyoruz. Daireyi adamakıllı ısıtmak yerine, kaban, bere ve dizlerine kadar çektiği yün çoraplarla dolaşıyor. Dışarıda sürekli kar yağıyor. Geceleri fırtına pencereleri zorluyor. Deniz buz tutmuş, üstünde ördekler geziniyor.

ÇOCUKLUK

Adını unuttuğu arkadaşlarıyla sineklerin kanatlarını koparıp kibrit kutusuna hapsettikleri, bakkalın deposuna tünel kazdıkları, annesi arkasını döndüğünde komşunun küçük kızını ağlattıkları,

MAVİ KUŞ

Kuş cıvıltısıyla uyandı. Su şırıltısıyla. Bir kavak dalı uzandı penceresine doğru. Yaprakları nazlı nazlı hışırdadı. Ağustos böceği öttü zeytinliklerin o yandan. Bir kurbağa atladı dereye. Yavru olsa gerek, az su sıçrattı…

Tek gözünü araladı. Bir bulut belirdi köpük köpük. Sonra öteki göz kapağını. Mavi bir su kuşu kondu kavak dalına. Her sabah aynı kuş. Fatması gittiğinden bu yana, her sabah aynı sabah…

Şöyle bir doğruldu paralanmış döşeğin üstünde. O sabah bir başka ışıldıyordu mavi kuşun gagası. Kaşları çatıldı. Alnı kırıştı. Kim bilir kaç yıldır ilk defa o sabah yüreği gümbür gümbür attı. Yaşamakta olduğunu idrak etti böylece. Bu yüzden bir türlü Fatması’na kavuşamadığını…

Fatması’ndan sonra yaylaya elektrik verilince, köylülerin geniş, tarıma elverişli topraklara hane hane göçüşünü hatırladı silik soluk. Gençlerin kasabaya, şehre şanslarını denemeye gidip oralı oluverişlerini. At sırtında beyaz duvakları uçuşan gelinlerin, damat köyü yollarında ağır aksak gözden yitişlerini…

Ölüler bile yayladaki yeni köyün mezarlığına gömülüyordu çoktandır. Bir o kalmıştı burada. Vaktiyle Fatması’yla sarılıp yattıkları damın altında. Bir de Fatması: Anası, babası ve toprağın altına göçmüş diğer hısım akrabalarla yan yana, koca servinin altında.

O kadar uzun süredir tek başınaydı ki köyde, tanıksızlığı zamanla tanımsızlığa yol açmış; onu başta kendisi olmak üzere hiçbir şeyden emin olmayan, dahası buna gerek duymayan birine dönüştürmüştü. Öldü mü, rüyada mı, diri mi sık sık karıştırır; bu üç alemin de tren vagonları gibi ara geçişlerle birbirine bağlandığını bilir, kendisinin hangi vagon ya da geçişte olduğunu umursamazdı. Bir tek, ölüler vagonundan diğerlerine geçmesi yasaklı Fatması’yla artık sarılıp yatamadığına üzülür ama onun varlığını, ona dokunabildiği zamanlardan dahi daha yoğun hissedebildiği mavimtırak anlarda, esrarengiz bir hazla kutsanırdı.

Trenin iki yanı camsız pencerelerle doluydu ve o kafasını bu pencerelerden her uzatışta ya Fatması’nın bir başka pencereden sarkmış güzeller güzeli yüzüyle karşılaşır ya da tren yolu boyunca sıralanmış kavak ağaçlarından birinin dalına konmuş, Fatması’nın gittiği sabah başına bağladığı yemeni ile aynı mavi renkte bir su kuşuna rastlardı.

Fatması da, mavi kuş da, birer müjde gibi nasıl ansızın çıkageldilerse aynı hür iradeyle “pırr” diye yok olur, işte ancak o zaman, onları zihninin perdesinde görememeye başladığında, Fatması gittiğinden beri sahip olduğu her şeyle birlikte gözlerini de kaybetmiş olduğunu hatırlardı.

***

Bu kez kuşu ürkütmemeye dikkat ederek döşekten usulca tahta zemine indi. Dirsek ve dizlerinin üstünde sürünerek pencereye doğru ilerledi. Yıllar önce bir gece şiddetli fırtınada camı kırıldıktan sonra pencere de tıpkı gözleri gibi işlevini yitirmişti.

Başını kaldırdı. Kuş hala yerindeydi. Bir diyeceği olmalı muhakkak diye düşündü. Yoksa soluğundan bile ürker insanın… Bunu düşünür düşünmez ürperdi. Fatması’ndan beri kimsenin ona bir diyeceği olmamıştı. Ne de onda kimsenin herhangi bir diyeceğini işitme isteği.

Suçluluk duygusu sinsi bir kurtçuk gibi yaşlı bedenini inceden inceye kemirirken tüm dikkatini kuşun gagasına vermeye çalıştı.

Fatması gittiğinden beri suçluluk duyardı. Kuyunun başındaki zeytin ağacını, Fatması çıkmadan önce kaç kez kabuslarında görmesine rağmen kesip kurtulmadığı için…

O gün sırıkla zeytinleri silkip Fatması’na yardım etmek yerine öğlen yemeğinden sonra uyuyakaldığı için…

Fatması daha önce birkaç kez ağaca tırmanırken terliklerinin kaydığından yakınmasına karşın ona yeni terlik alacak kadar odun toplamadığı için…

O öğlen yemekte Fatması en iştahlı zeytin ağacının kuyunun başındaki olduğunu söylemesine rağmen, o kaybolunca bu konuşmayı tamamen unuttuğu için. Köylülerle saatlerce ellerinde alev alev yanan çıralarla Fatması’nı ararlarken belki de o kuyunun dibinde hala sağ olduğu için…

Mavi yemeniyi ağacın dalından sarkarken gördüğünde zangır zangır titremeye başlayan bedenini, birkaç dakika sonra tıpkı Fatması gibi zeytin ağacının tepesinden bırakmasına rağmen kuyuyu isabet ettiremediği için…

O atlayış esnasında kafasını kuyunun ağzına çarpıp kendini kör ettiği için…

Körlük, içindeki karanlıkla dışarıyı da boyayarak aslında ona iyi geldiği için…

Terk edilmişliğini kimsesiz kalan köyün çürümüş evleriyle, minaresiz camisiyle, kara tahtası soğuk bir kış gecesi köy kahvesinin sobasında yakılan okuluyla, oluk oluk boşa akan çeşmesiyle paylaşmak, nefes almasını kolaylaştırdığı için…

Fatması hiç nefes alamazken o kolayca nefes alabildiği için…

Ne yaşamayı, ne de ölmeyi becerebildiği için…

Aslında görmediği bir mavi kuş onu zihninde Fatması’na götürdüğü için… Bu sayede hak etmediği halde sık sık Fatması’nı görebildiği ve tek taraflı mutlu olduğu için…

Aslında büyük olasılıkla bunların hiçbiri olmadığı için…

Zaman zaman Fatması’nın da aslında hiç yaşamamış olduğundan kuşkulandığı için…

Hatta böyle düşündüğü zamanlarda kendi varlığından da şüphe duyduğu için…

***

Mavi kuş gagasında bir şey tutuyordu. Sarı, parlak, yuvarlak… Altından bir halka gibi. Gagasını ortasından geçirmiş, başını havaya kaldırıyor, tuttuğunu düşürmüyordu.

Nikah yüzükleriydi bu!

Kuş kanat çırparak havalandı. O da peşinden.

Elinde sopası, evin tahta merdivenlerinden koşarak aşağı indi. Bozdağ’ın eteklerindeki bir tepenin sırtında tren gibi dizilmiş ev yıkıntılarının arasından yıldırım gibi geçti.

Kanat seslerini takip ederek kuyunun kıyısına kadar geldi. Önce mavi kuşun onu kuyunun alt geçidinden yer altı dünyasının ölümsüzlüğüne geçmeye davet ettiğini sandı.

Derken Fatması’nın gittiğinin ertesi günü dibinden kestiği zeytin ağacının köklerine yakın bir köşeden kalp atışına benzer bir ses duydu. Eğildi. Elleriyle yeri yoklamaya başladı. Çimleri söktü. Taşları fırlattı. Toprağı kazdı… Kazdı… Nereyi kazması gerektiğini, ne aradığını bilir gibi uzun uzun yaptı bunu.

Nihayet altın halkanın soğuk, pürüzsüz yüzeyi eline geldi! Yüzük parmağını kaldırdı. Diğer eliyle yıllar önce köyün imamının nikah günlerinde yaptığı gibi tek seferde yüzüğü parmağına taktı. Demek o sabah, orada düşürmüştü hayatlarını birbirine düğümleyen kanıtı.

Demek, o bir hayalet, Fatması bir düş, sevdaları bir masal değildi.

Mavi kuş alçaldı, kavak dalına kondu. Tatlı bir rüzgar esti. Dalları oynattı. Yaprakları açıklı koyulu hışırdadı. Uzakta bir Ağustos böceği cırladı.

Eski günlerdeki gibi Fatması’nın elini tutmak için karşı konulmaz bir çağrı gıdıkladı avucunun içini. Mavi kuş bülbül gibi şakıyordu. Kanatlandı aniden. Mezarlık tarafına doğru uçmaya başladı. Büyülenmiş gibi takip etti mavi kuşu. Bacakları gençliğindeki kadar güçlü, kanat seslerinin peşine düştü.

Koca servinin altında, Fatması’nın mezarının başında durdu. Mavi kuş, artık paçavraya dönmüş mavi yemeninin bağlı bulunduğu mezar taşına kondu.

Yere çömeldi. Elini toprakta gezdirmeye başladı. Fatması’nın elinin bulunduğu yerin üstünde durdu. Toprağı şefkatle okşadı, usul usul sevdi. Bedenine bir ılıklık akmaya başladı. Mavi kuş havalandı. Omzuna kondu. Tatlı bir rüzgar esti. Servi başını ona doğru eğidi.

Ilıklık aydınlığa dönüştü. İçi köy çeşmesinden gürül gürül akan saf sevgiyle köşe bucak yıkandı. Toprağın altı ile üstü, düşler ve gerçekler, görünen ve sezilen, zaman ve ötesi farklı vagonlar olmaktan çıkıp yekpare bir trene dönüştü. Tren, altın halkadan yapılma dev bir tünelin içinden geçerek sonsuza doğru yola çıktı.

Alyansını parmağında ileri geri oynatarak treni uğurladı.

Yanağını ılık toprağa, Fatması’nınkinin üstüne koydu. Gözlerini son kez kapadı. Sırtında hafif bir ürperti duydu. Üstünü toprakla örttü.

Fatma ile sarılarak uyuduğu günlerden sonra ilk kez uzun ve deliksiz bir uykuya daldı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOKUŞ

İhsan’la Musa… Biri muslukçu, öteki kaynakçı. Biri yapılı, öteki ufak tefek. Birinin başı üşür, ötekinin bağrı hep açık. Biri öteberisini bollaşmış ceplerine tıkıştırır, ötekinin elinden poşet eksik olmaz. Birinin dört çocuğu var, ötekinin üç. Sabahları işe beraber giderler. Yolda Kürt böreği alır, Çaycı Halit’in taburelere çöküp yerler.

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı. Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu.

KARAVANA

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı. Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

HEYKELTIRAŞ

Sofraya otururken annesine: “Ölümü yenemeyeceğimi kabullendim. Ama ona öyle kolayca teslim olmamaya karar verdim.” dedi. Yumurtalı ekmekli, sucuklu, bal kaymaklı mükellef kahvaltıyı ilk gençliğindeki gibi iştahla silip süpürdü. Annesi sevinç göz yaşlarını gizlemeye çalıştı. Çay doldurmak için ocağın başına her gidişte ellerini havaya açıp, Allah’ına şükretti.

TEMİZLİKÇİ

Alışveriş merkezinin yemek katında onu temizlikçi bonesi ve önlüğüyle bir masada sere serpe otururken gördüğünde, kendisi suç işlemiş gibi irkildi.

Kovboy şapkalı, orta yaşlı bir adamın etrafında el dedektörünü dolaştırırken de gözünü temizlikçiden alamıyordu. Yo, öyle fenalaşmış ya da kısa süreliğine soluklanmak için sandalyenin ucuna ilişmiş filan gözükmüyordu kadın. Dirseklerini masaya dayamış, aheste aheste gözlerini ovuşturuyordu.

“Kafi değil mi, beyefendi?” diye uyardı kovboy şapkalı adam kibarca.

“Dedektörün sesi kapalıymış, o yüzden iki kez geçmek zorunda kaldım, efendim. Kusura bakmayın.” diyerek kenara çekildi. Adam, Meksika desenli örme pelerinini savurarak, kovboy çizmelerinin topuklarını granit karolara vura vura ilerledi. İşte kimisi de böyle, parayı bol bulunca ne yapacağını, ne giyeceğini şaşırıyordu.

Bir kez daha başını temizlikçinin bulunduğu yöne çevirince, masanın üstündeki pahalı cep telefonunu ve yarısından fazlası içilmiş kola bardağını fark etti. Enikonu yerleşmişti masaya. Kim bilir ne zamandır oradaydı.

Kapı dedektörüne çantasıyla girmeye yeltenen genç kızı uyararak, x-ray cihazını işaret ederken, ‘bir temizlik görevlisi o marka telefona nasıl sahip olabilir ki?’ diye soruyordu kendi kendine. ‘Daha bunun faturası var, yol parası var… Ne yer, ne içer, nerede yatar, kalkar? Kiminle konuşur, kiminle buluşur? Hali vakti o kadar yerindeyse neden temizlikçilik yapar?’

Geçen gece arkadaşlarıyla sohbet ederlerken, “neden böyle kan beynine sıçrıyor ki, imkanlarını zorlayan ya da sana göre müsriflik yapan birini görünce?” diye lafa karışmıştı Kahveci Nusret.

“Herkes bir defa geliyor dünyaya. İsteyen her gün evinde iki kap yemeğini yer; isteyen haftada bir lüks lokantada ziyafet çeker, kalan günler kuru ekmeğe talim eder. Sen rahat bir emeklilik için en güzel yıllarını çalışarak geçirirsin; o gençliğini yaşar, yaşlılığında sürünmeye razı olur. Sen çocuğun için varını yoğunu seferber edersin, çocuğun yine de tek başına ayakta duramaz. Onun çocuğu mecburen kendi sorumluğunu kendi sırtlanır, bir bakmışsın seninkinden önce olgunlaşmış, bir de üstüne babasına destek olmaya başlamış… Yani her koyun kendi bacağından asılır, koçum. Seninki temiz yol. Yine bildiğin yoldan git. Ama başka yola sapanları da yadırgama, hele hele yargılama sakın!”

O günden beri düşünüyordu. Kahveci Nusret insan sarrafıydı. Ama onun tanıdığı müsriflerin, özentilerin hiçbirinin yolu hayırlı bir yere çıkmamıştı. Yalnızca kendilerine değil, başta en yakınları olmak üzere çevrelerindekilere de büyük zarar vermişlerdi. Öyle iyi bilmediği konularda ahkam kesen biri değildi; kendi öz babası bunların önde gideniydi.

İşte şimdi temizlikçinin sakin sakin kolasından bir yudum alıp tekrar ellerini yüzüne kapayışını izlerken, yine engel olamadığı bir öfkeyle doluyordu.

“Bir şey mi oldu?” X-ray cihazındaki arkadaşının uyarısı üzerine şöyle bir toparlandı. Zoraki bir gülümsemeyle herşeyin yolunda olduğunu işaret etti. Kapı dedektörünü çığlık çığlığa öttüren kadına dönerek:

“Üzerinizde metal eşya mı var, hanımefendi?” diye sordu.

Kadın paltosunun önünü açınca boynundaki stetoskop ortaya çıktı. Stetoskobu plastik kutuya koyarak, tekrar kapıdan geçmesini rica etti.  Bu dalgınlıkla kim bilir ameliyatta milletin içinde neler unutuyordur bu, diye geçirdi aklından.

Sonra yine temizlikçiyi düşünmeye başladı. Ne zordu bu devirde iş bulmak. Hele böyle sıcacık, güvenilir bir yerde… Dışarıda tonlarca insan işsizlikten kırılırken… Mesela gündeliğe giden kendi hanımı, el alemin evinde sabahtan akşama kadar sigortasız, güvencesiz pencere pervazlarında gezerken…

Diğer güvenliğe belli etmemeye çalışarak göz ucuyla temizlikçiyi kesti. Elleriyle gözlerini kapamış, öylece kıpırdamadan duruyordu. Yoksa kadıncağızın başına bir felaket mi gelmişti? Bu yeni olasılık çatık kaşlarının inmesine, alnındaki kırışıkların düzelmesine neden oldu. Tabi ya, kesin öyle bir halt olmalıydı. İdari işler sorumlusu istisnasız her toplantıda ‘disiplinsizliğe sıfır taviz’ diye kükrerken, şu duruşun işten tazminatsız atılmak anlamına geldiğini bilmemesine olanak yoktu.

Heykel gibiydi kadın… Düşünen kadın heykeli… Evet, evet kesin çok kötü bir şey gelmişti başına. Belki bir yakınını kaybetmiş, belki bir kaza ya da hastalık haberi almıştı. Azıcık sakinleşsin, gücünü toplasın diye oturtmuşlardı onu masaya. Büyük ihtimalle cep telefonu da ona değil, müdürüne filan aitti. Bu tür olağanüstü durumlarda uygulanan prosedürleri bilirdi. Alıştırarak söylesin diye önce müdür aranmıştı. Herhalde kola da sakinleşmesi için masasına bırakılmıştı.

Derin bir nefes aldı. Belki de bardaktaki kola değil ilaçtı. Kadının bir hastalığı vardı. İlacını içmek için izin almıştı. Kendine gelmeye çalışıyor ama bir türlü toparlanamıyordu. Başı dönüyor ya da gözleri kararıyor olmalıydı. Yoksa normal bir insan, kalabalığın ortasında dakikalarca gözlerini kapayarak oturur muydu?

Soluğunu tutmuş, ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Kapıdan ayrılması görev ihlaliydi. Kadına yardım etmemek insanlık suçu!

Bu arada öğlen yemek saati bitmiş, insan trafiği sakinleşmişti. Sanat galerisindeki açılış partisi devam ediyordu.

Birkaç dakika boyunca hiç yeni müşteri gelmeyince cesareti arttı. X-ray cihazındaki arkadaşına, “Benim tuvalete gitmem lazım.” diyerek elindeki güvenlik dedektörünü monitörün önüne bıraktı. Neyse ki tuvalet, temizlikçinin oturduğu masanın bulunduğu taraftaydı. Seri adımlarla o yöne doğru yürümeye başladı.

Kadının oturduğu masanın kıyısına geldiğinde, ne diyeceği konusunda kararsızdı. Bir an duraksadı. Kaybedecek vakti yoktu. Sonuçta işçi sınıfı, birbirinin dilinden de, halinden de anlardı.

“Merhaba bacım.” dedi. “Yardımcı olabileceğimiz bir konu var mı?”

Kadın ellerini yavaş yavaş gözlerinden aşağı indirdi.

“Teşekkür ederim.” dedi. “Çok naziksiniz. Migrenim tuttu da, içerisi çok gürültülü. Biraz mola vereyim dedim.”

Kadının sesi televizyon dizilerindeki oyuncular gibi karizmatik çıkmıştı. Her vurgunun hakkını veren kusursuz bir diksiyon ve özgüvenle…

Dikkatli bakınca makyajsız sandığı yüzün fondöten kaplı, kaşların ise sosyete kadınlarınınki gibi dövme olduğunu fark etti.

“Buyurun lütfen, oturun. Tiyatrocu musunuz?”

Beyni durmuş gibiydi. Şaşkınlığı giderek büyüyordu.

“Yoo…” dedi ağzı açık. Başını iki yana sallarken dudakları sallanıyordu.

Temizlikçi kahkahayı basınca hepten tedirgin oldu. Masadan bir adım uzaklaşıp, gergin hareketlerle etrafı kolaçan etmeye koyuldu.

“Kostümünüz harika olmuş. Ama ben ‘Merhaba bacım’ deyişinizdeki otantik aksanın ancak tiyatro eğitimi almış, usta bir ağızdan çıkabileceğini düşünmüştüm.”

Kulaklarına kadar kıpkırmızı oldu. Dili damağı kurumuş, dişleri kenetlenmişti. Ne, kadına tam olarak neden bahsettiğini sorabiliyor, ne neden orada bulunduğunu açıklayacak bir sözcük sarf edebiliyor, ne de arkasını dönüp uzaklaşabiliyordu. Aniden başını çevirince dedektör kapısında sıra bekleyenleri gördü.

O sırada temizlikçinin telefonu çaldı. Kadın telefonu açıp kulağına götürdü.

“Ah merhaba hayatım.” dedi. “Teşekkür ederim, gayet iyiyim. Alışveriş merkezinde, sanat galerisindeyim. Bizim Tijen’in sergi açılışı var da bugün. Evet… Evet… Serginin teması: “Görünüşe Aldanma”.

Bakışlarını kadının yüzüne dikmiş, adeta donakalmıştı.

“Evet hayatım. Şu kıyafet balosu temalı açılış partisi… Görsen nasıl renkli ve enteresan bir organizasyon oluyor. Kovboy kostümüyle gelen mi istersin, doktorculuk oynayan mı? Abartıp süper kahraman olan bile var… Ben mi? Ben temizlikçi kılığındayım. İnanmazsın şu an karşımda müthiş bir güvenlik prototipi var. ‘Bacım’ filan dedi bana demin. Çok şeker… Ha ha ha ha… Keşke sen de gelebilseydin…”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli… Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek…

ŞIMARTMAK

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları. İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı…

PRENSES

Mecburdu buna. Ayakkabısı, çorabı, elbisesi, tokası, çiçeği, elması hepsi tertemiz, ütülü, fırfırlı, tazecik, cıvıl cıvıl olmadı mı sokak kapısının eşiğine adımını atamazdı. Yıllarca annesi, teyzeleri, ablaları, nineleri, komşuların kızları, daha kimler itmiş, çekmiş, çimdiklemiş, saçından sürüklemiş,

GRİ

Kovulmuştu. Ve hiç fena hissetmiyordu kendini. Rüzgar yüzünü tatlı tatlı yalıyordu. Omuzlarındaki tek ağırlık ceketi. Onu da çıkardı. Kravatını katlayıp cebine koydu. Şehir bomboştu. Hiç görmediği kadar… Belki o saatlerde hep böyle olurdu. Kovulmasa haberi bile olmayacak.

ŞIMARTMAK

“Kolay değil, ekmeğini taştan çıkarmak” derdi. “Görmüyor musun, yerini yurdunu terk etmiş, otogar girişlerinde göçmen kuşlar gibi titreşen şu garibanları… Senin benim şikayet ettiğimiz hayatlara sahip olabilmek için kolunu, bacağını, böbreğini veren çıkmazsa içlerinden, şerefsizim!”

Yıllarca hamallık yapmış, beli müsaade etmeyince nakliye araçlarında şoförlüğe başlamış, kızının doğduğu sene “Allah rızkını verir” deyip, senetle elden düşme bir kamyonet satın almıştı.

Haftanın altı günü sabah ezanından önce evden çıkar, yatsıda dönerdi. Allah sevdiği er kulunu kız çocukla ödüllendirirmiş; gözünün nuru, dönüşünü camda bekliyor olurdu.

Kapıyı ille de yumuk elleriyle kendi açıp, öyle bir sarılırdı ki babasının boynuna… Terini duymaz, kirini, pasını görmez, parası var mı yok mu bilmez; doğarken cennetten toplayıp getirdiği demet demet öpücüğe boğardı, çalı gibi dikenli yanakları.

İşte o kavuşma anlarında eklemleri kasılır kalır, gözleri sıkı sıkı kapanırdı. Kendini bu kadar saf ve sınırsız sevgiye layık görmediğinden mi, böylesinin var olabileceğine bir türlü inanamadığından mı, nasıl karşılık vereceğini bilmediğinden mi, duygusunu açık ederse onu şımartacağından çekindiğinden mi…

Kıymetlisinin ipeksi saçlarına çekinerek dokunur, burnunu uyku kokmaya başlamış ensesine usulca yanaştırır, işte tam o sırada, kendini koyvermek üzereyken gözlerini aniden açıp, onları gülümseyerek seyretmekte olan karısını, kaşlarını çatarak selamlardı.

Sonra o banyoya, çocuk yatağa, hanım mutfağa…

Ertesi gün, kızı doğalı dört yıl olacaktı. Aylardır gelgitler yaşayarak o günü bekliyordu. Hayatta hiç kimse için, hiçbir şey için değişmemiş olmaktan ötürü gurur duyardı. Ertesi gün değişecekti. Karısı şaşırsa da, yavrusu şımarsa da, Rahmetli babası mezarında ters dönse de; o bundan böyle Allah’ın bildiğini kuldan esirgemeyecekti. Hayatında ilk kez… Bir insana, onu çok sevdiğini açık edecekti.

Geçenlerde çok eşyalı bir ev nakliyesi için Kırgız bir hamal tutmuştu. Halterci gibiydi namussuz; buzdolabını, bulaşık makinesini, çelik kasayı sırtlanıp sırtlanıp apartmanın en üst katına koşar adım çıkarmıştı. Sonra öğlen bakkalın önündeki kaldırıma oturmuş, bütün ekmek arası salam kaşarlarını yerlerken Kırgız Hamal’ın salamları ayırıp, yırttığı gazete parçasının üstünde biriktirdiğini görünce, dayanamayıp nedenini sormuştu. Kırgız’ın çekik gözleri ışıldayarak büyümüştü birden. Kıç cebinden içi boş cüzdanını çıkarmış, gururla oğlunun resmini göstermişti.

Elin Kırgız’ı salamını ta memleketindeki oğluna gönderecekti de ona iş veren şerefsiz, kızına bir doğum günü hediyesini çok görecekti ha? Yok yok, artık bu gönül pintiliğine bir son verecekti. Sevgi arsızı olmasın derken, kızcağızın varlık içinde yokluk çekmesine daha fazla izin vermeyecekti.

Belki yine karşısına geçince eli kolu kaskatı kesilecek, ona uzun uzun sarılamayacak, saçlarını dilediği gibi okşayamayacaktı. Ama bu defa sokak kapısını açtığında daha, kızı babasının elindekini görür görmez bunun ne anlama geldiğini anlayacaktı. Bu defa gözlerini kapamayacak, kızının yüzündeki şaşkınlığı, merakı, sevinci an be an seyredecekti. Çocuktu tabi daha, o an aklı fikri hediyesinde olacaktı… Ama minik kalbi babasının onu ne kadar sevdiğini anlayacak ve hep hatırlayacaktı. Adı gibi biliyordu bunu. Onun başına, çocukken bir kerecik böyle bir şey gelmiş olsa, bir daha asla unutmazdı.

Yılın en soğuk, en puslu, en meşgul günüydü. Üç ayrı adresten eşya toplanacak, akşam beşe kadar depoya yetiştirilecek, nakliye parası teslimatta alınacaktı.

Sabah her zamankinden yarım saat erken yola çıkmış; daha ilk adrese giderken yolda lastiği patlatmış, ayazda bir buçuk saat onu değiştirmekle uğraşmıştı.

İkinci adres cadde üstündeydi. Yüklemeyi bitirdikten sonra Ganalı ameleyi yiyecek bir şeyler alması için köşedeki büfeye göndermiş, tam o sırada bir cenaze evine yüklü sipariş hazırlayan tavuk dönerci, Ganalı’yı uzun süre bekletince, meraklanıp kendisi de peşinden gitmiş; hazır büfeye kadar gelmişken ekmek arası dönerlerini orada sıcak sıcak yemelerine karar vermiş, dönüşte kamyoneti bıraktığı yerde bulamamıştı.

Sakinliğini korumaya çalışarak koşar adım cadde üstündeki dükkanlara girip çıkmış, kamyonetin çekici tarafından götürüldüğünü gören berber çırağı sayesinde rahat bir nefes almıştı. Ekmek teknesinden olmak bir yana içindeki eşyanın ederi kim bilir ne tutardı?

Taksi parası, çekici, otopark ücreti derken cebinde, cüzdanında ne varsa teslim etmiş, epeyce de zaman kaybetmişti. Neyse ki, aracın kasasındaki eşyalarda hasar gözükmüyordu.

Üçüncü adresteki yükü hızlıca indirebilsinler diye, kolları sıvadı. Beli sakatlandığından bu yana ilk kez hamallık yapıyordu. Ganalı ile birlikte eşyaları soluk soluğa indirip, kasaya yüklediler. İş bitiminde alın terini koluna sildi, aksayarak arabaya yürüdü. Yorgunluktan elleri titriyordu. Ama mola vermeden tekrar yola koyuldu.

Gazı köklüyor, ağırlıktan ötürü daha fazla hızlanamayan aracı bağırtıyordu. Bir süre, arkadan kornaya basıp, selektör yakanlara aldırış etmeden sol şeritten gittiler. Sonra trafik yavaşladı. Ve önlerindeki araç durdu. Ganalıyı indirtip, ileride ne olduğuna bakmaya gönderdi. Kaza vardı! Kırk beş dakika da orada kaybettiler.

Sigara üstüne sigara yakıyordu. Cebinde sigara alacak kadar dahi parası kalmadığını fark edince daha az içmeye başladı. Benzini de azalıyordu. Depoya zamanında yetişip tahsilatı yapamazsa, eve kadar idare ederdi belki ama sonrasını kestiremiyordu.

Yol tekrar açıldığında, işi mucizelere kalmıştı. Yine de yılmadı. Sol şeritten, orası yavaşladığında ceza yemeyi göze alarak emniyet şeridinden bastırıp, yetişmek için elinden, ayağından ne geliyorsa yaptı.

Beşi beş geçe deponun kapısındaydı. Bekçinin demesine göre depocu ile muhasebeci tam saatinde, yani beş dakika önce çıkmıştı. Pazartesi sabahına kadar da orada tek gözlü karabaşla ihtiyar bekçi dışında bir Allah’ın kulunu bulamazdı.

Ganalı durumun ümitsizliğini kavramıştı. Boynunu büktü. Yevmiyesini istemeden arabadan indi. Hiç değilse kaldığı bekar odası depoya yürüme mesafesindeydi.

Gömlek cebinden paketi çıkardı. Son iki sigarasından birini Ganalı’ya verdi. İnce uzun adamın siyah derisinin altında bembeyaz, dostça bir tebessüm belirdi. Pazartesi sabahı aynı yerde buluşmayı kararlaştırıp tokalaştılar. Ganalı başının üstünden tüten sigara dumanı eşliğinde ağır ağır gözden kayboldu.

Nakliye araçlarının park ettiği yol kenarında durdu. Kafasını toplamaya çalıştı. Ganalı gibi kaderine razı olup sigarasını tüttürerek eve eli boş gitmek istemiyordu. Bunca yıl borç almayı da vermeyi de kitabından çıkardıktan sonra, şimdi eşi dostu aramak da gururuna dokunuyordu.

Kara kara düşünürken gözü karşıdan karşıya geçmeye çalışan iki gence takıldı. Gömleklerindeki yazılardan, caddenin tam karşısındaki kebapçının garsonları olduklarını anladı. Açılış gününden kalma çiçekleri solmuş çelenkleri ve balondan kemeri taşıyorlardı.

Taşıtlara kırmızı ışık yanınca, yaya kaldırımını ağır ağır geçtiler. Yüklerini kamyonetin hemen arkasındaki çöp konteynırına dayadılar. Ve ağızlarından dumanlar çıkararak dükkana geri döndüler.

Dikiz aynasını düzeltti. Bakışlarını balonların yansımasından alamıyordu. Birden rüzgar esmeye başladı. Balonlar havalandı. Kapıyı açıp dışarı fırladı. Balonlar ters yönde sürükleniyordu. Peşlerinden koşmaya başladı. Balonlar uçup az ileriye konuyor; o bütün gücüyle koşmaya devam ediyordu. Neyse ki dev bir üzüm salkımını andıran kemer, solucan gibi kıvrılıyor, çok da hızlı hareket edemiyordu.

Rüzgar şiddetlendi. Balonları yolun kıyısına kadar itti. Dev bir tır, sağ şeritten hızla yaklaşıyordu. O da aynı noktaya doğru bütün gücüyle koştu.

Balonlar ağır ağır kaldırımdan, yola indi. Tırın sağ ön lastiği tam ortalarından geçmek üzereydi. O, son bir hamle ile uzanıp balon salkımının ucunu yakaladı. Gözlerini sımsıkı kapatarak, kendine doğru çekti. Tır, bir adım sağından hızla ve korkunç bir gürültü çıkararak geçti.

Gözünü açtığında, cadde mavi ve pembe balon patlakları ile doluydu. Elindekilere baktı: Yaklaşık yirmi kırmızı, beş altı tane de pembe balon kurtulmuştu.

Bu kadarı minik melek kızını havalara uçurmaya yeter de artardı!

Balonları yerden kaldırdı. Çamurlarını mendiliyle sildi. Kamyonetin yanına geldi. Ön kapıyı açtı. Balon salkımı o kadar büyüktü ki, içeri sığmadı. Aracın kasasına göz attı: Tıka basa doluydu.

Bu saatten sonra vazgeçecek hali yoktu. Kırmızı balonlardan iki tanesini kopardı. Kasa ile koliler arasına sıkıştırdı. Üç tane daha kopardı. Onları da esneterek aralara yerleştirdi. Kalanları ön koltuğa koymak için epey mücadele etti. İte kaka hemen hepsini sığdırdı. Bir tanesi inatçılık ediyor, kapının kapanmasına engel oluyordu.

Tam o sırada bir kız çocuğu sesi duydu.

“Anne bak kırmızı balonlar ne kadar güzel”

Önce sesin kızına ait olduğunu sandı. Sonra gaipten sesler duymaya başladığını… Konuşma devam etti:

“Keşke benim de bir tane olsa…”

Başını çevirince annesiyle aracın yanından geçmekte olan pembe paltolu bir kız çocuğuyla göz göze geldi:

Son kırmızı balonun ipini çekip kopardı. Kıza uzattı. Çocuğun ağzı, tıpkı kendi kızınınkini hayal ettiği gibi şaşkınlık ve sevinçten bir karış açıldı.

Annesi önce duraksadı. Sonra itiraz etmeye hazırlandı. Kadına dönüp:

“Lütfen yenge…” dedi. “Ben de kızıma götürüyordum; çocuklarımızın yüzü gülsün.”

Kadının yüz hatları gevşedi. Başını usulca salladı. Hızlıca toparlandı. Kızını dürterek: “Amcana teşekkür et o zaman” dedi.

Araca güçlükle binebildi. Çocuksu bir uçarılıkla şoför koltuğuna yayılmaya çalışan balonlarla itişe kakışa, onları kızının kırmızı yanakları yerine koyarak, dikenli sakallarıyla patlatmamaya çalışarak; kasadaki eşyaların el verdiği kadar hızlı ve her zamankinden coşkulu evinin yolunu tuttu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOĞURT KOVASI

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı.

TARLABAŞI

Demir kapılı, cumbalı ev bakımlıydı o zamanlar. İçinde bir Rum ailesi yaşardı. Güngörmüş, iyi insanlar… Kahveleri kavruk olurdu. Tatlıları şerbetli. Esmer, küçük kızları, piyano çalmadığı zamanlar demir kapının üstündeki cumbanın camına alnını yaslar, uzun uzun sokağı seyrederdi.

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

KIPKIRMIZI

Bütün gece yatakta dönüp durmuştu. Saatine baktı. Kalktı, perdeyi açtı. Dışarısı zifiri karanlıktı. Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere.

Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken…

“Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu, uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

Arkasını dönmeden önce buğulu gözlerinin derinlerinde belli belirsiz bir ışık belirmişti. Titrek bir pırıltı… Sisli havada, dağ başındaki bir evin penceresinden sızan mum alevi gibi. Zayıf ama ümitvar.

Montunu sırtına geçirip dışarı fırladı. Yarım saat vardı daha. Gece yarısından bu yana üstüne üstüne gelen dört duvarın arasına sığmayacak yarım koca saat.

Saçak altlarında uyuyan sokak köpeklerinin, otobüs durağında bekleşen karaltıların arasından hızla geçti. Bir gece önce, onu bıraktıktan sonra yaptığı gibi; elleri ceplerinde, bilinci yarı kapalı.

“Gitmemi istemezsen, kalırım.” demişti, yanmayan bir sokak lambasının altında nefeslerini tutmuş, yan yana otururlarken. Dizleri birbirine dokunuyordu. Herkesin eli kendi cebine saklanmış. “Büyütürüz birbirimizi.”

Sözcükleri, karaya vurmak üzere olan ilişkilerinin burnunda deniz feneri gibi çakmıştı. Dümeni elinde bulmuştu ansızın. Oysa o ne şiddetli ışığı, ne de dümende olmayı severdi.

“Bugüne kadar büyütebildik…” diye karşılık vermişti soğukkanlılığını korumaya çalışarak. Dizini kendine doğru çekmişti biraz. “Özgürdük çünkü. Şimdi sen sırf bizim için kalırsan eğer… Artık özgür olamayız.”

Hava kuruydu. Yerler ıslak. Ve hala karanlıktı neyse ki. En ufak bir iyimserliğe dahi tahammülü yoktu çünkü.

“Senden önce özgürdüm ben.” sözcükleri dökülmüştü biçimli dudaklarının arasından. Ne hesap soruyor, ne de yalvarıyordu. Kendini anlamaya çalışıyor gibiydi daha çok. Kendi kendine konuşuyor gibi. “Eksik de hissetmiyordum aslına bakarsan. Ama seninle… Başka oldum.” İnce burnunu hafifçe kaldırarak derin bir nefes çekmişti içine. Ucu kıpkırmızı olmalıydı o an burnunun. Karanlıktı, görmüyordu ama emindi bundan.

“Bunları konuşmaya başladığın andan itibaren…” diye karşılık vermişti buz gibi bir sesle. “Başka olmaktan ağır ağır çıkar, tekrar olmaya başlar her şey.” Yutkunmuştu sonra kuru kuru.

Son cümlesini işitmemiş gibi devam etmişti rüzgarın uçuşturduğu bir tutam saçını zarif bir el hareketiyle kulağının arkasına atarken. “Yalnızca sen değildin başka olan. Seni tanıdıktan sonra sabahlar da başkalaştı. Akşamlar da… Kitaplar da… Martılar da…” Tam bunu söylerken çevirmişti yüzünü. Gözleri mücevher gibi parlıyordu. “Anladım ki, gerçek aşk tek kişiye hapsetmiyor insanı. Bütün dünyaya açıyor.”

Boğaz’a doğru ilerliyordu. İçi de hava gibi kapkara. Yaraya tuz basmanın iyi geldiğini duymuştu çocukken. Tuzlu deniz havasını içine çekmeye gidiyordu.

“Aşkın bir kimyası olduğuna şüphe yok.” demişti, tekrar dizini, dizine değdirirken. “İnsanı sarhoşlaştıran bir hali var. Hani çakır keyif olunca her şey güzel görünür ya göze… Aşk onun biraz daha uzun soluklusu bana kalırsa…” Tam burada ikisini de rahatlatan, bembeyaz bir gülümseme belirmişti banklarında.

“Ama sonra…” Dizleri tedirgince uzaklaşmıştı yine birbirinden. “Sonrası hayatın bütün film festivallerini elinin tersiyle itip, tek bir diziye talim etme hali…” Yutkunmuştu yine. “Tek kitap okuyarak alim olunabilir mi? Tek ülke görerek seyyah? Hep aynı yemeği yiyerek sağlıklı kalabilen birini tanıyor musun?”

Burada sözünü kesmişti işte. “O tek kitabın içeriği, derinliği, okurun arayışına uygunluğu ve her baskıda kendini yenileyebiliyor oluşuna göre değişmez mi sorunun cevabı? O tek ülke, kurulduğundan beri bütün dünyanın canlılarına kapılarını ardına kadar açıp, anayurtlarındaki gibi var olmalarına izin vermişse? Hep aynı yemeği yemek sağlıklı ve şart değil elbette. Ama aynı kişiyle, aynı sofrada, aynı yemeği yemenin de huzur veren bir yanı yok mu? İnsanoğlunu bin yıllardır hayata ve birbirine daha güçlü bağlayan biraz da böyle ritüeller değil mi?” Nefes almadan sıralamıştı bunları. Bitiminde göğüslerinin gölgesi ayaklarının dibinde bir süre hızlı hızlı inip kalkmıştı.

Boğaz’a ulaştığını soğuk, iyotlu hava ciğerlerini sızlatınca fark etti. Başını kaldırdı. Ufukta belli belirsiz gündoğumu hazırlıkları başlamıştı. Rüzgar estikçe üstünde hayalet bir çocuk varmışçasına usul usul sallanan salıncağın yanından geçerek, parka doğru yürüdü.

“Hepsinde haklı olabilirsin.” demişti alt dudağını ısırmayı bırakarak. “Ama bütün bunlar tek başına yaşayabileceğin sınırsız olasılığı iki kişinin ortaklaşa gerçekleştirebileceği sınırlı deneyimler toplamına indirgeyecek…”

“Yani?” diye sormuştu alaycı mı, alıngan mı olduğunu belli etmeyen, duygusuz bir tonda.

“Yani her defasında yeni bir varlığı, yorumu, teni, rengi keşfetmek yerine, hayatını tek bir varlığın, yorumun, tenin, rengin filtresiyle yaşamak zorunda kalacaksın. Her yeni güne ‘başka nasıl biri olabilirim?’ diye başlamayacaksın. Sürekli ‘onunla ne yapabilirim?’ sorusunun cevabını arayacaksın.”

Uzun bir sessizlik olmuştu bu konuşmanın ardından. “Ben her gün başka biri olmak istemiyorum.” deyip aniden ayağa kalkmıştı. “Kendim olmak istiyorum sadece. İçinden geldiği zaman, içinden geldiği gibi davranabilen… Hayatı boyunca hiç kimseyi, hiçbir koşulda, içinden gelmediği gibi davranmaya zorlamayan biri.”

Bunu söylerken sarılıp yanaklarından öpmüştü; ne mesafeli, ne tutkulu. Sonra gözlerinin içine bakmıştı inadına. Bunun ne kadar derine işleyebildiğinin farkında: “Ama sanırım haklısın… Ben şu an… Hayatı aşkın kırmızı filtresiyle görüyorum…” Nefes alırken burun delikleri zarifçe açılıp kapanmıştı. “İçimden öyle geliyor. Dalga dalga… Alev alev… Seninle yapabileceklerimi, dünyanın tüm olasılıklarından daha fazla önemsiyorum.”

Hiçbir şey diyememişti. Yalnızca o an değil, gece boyunca hiçbir şey diyememişti. İçinden ne geldiğini, hayatı nasıl görmek istediğini hiçbir zaman tam olarak bilememişti.

Gözü karşı kıyıya takıldı. Yalıların ve kuleli tarihi okulun tepesinde altın rengi bir çizgi belirmişti. Bu çizgi ile birlikte gökyüzünde sarımsı, morumsu sızıntılar belirmeye; siyahın tavizsizliği ağır ağır grinin kararsızlığına dönüşmeye başlamıştı.

Kendini hiç iyi hissetmiyordu. Gri ile idare edebilirdi. Ama daha fazlasıyla başa çıkıp çıkamayacağından emin değildi.

Bir an için evine dönmeyi düşündü. Hali yoktu. Teknelerin karşısına sıralanmış banklardan birine çöktü. Sabah koşusuna çıkmış genç bir adam önünden hızla geçti. Sonra yine park ıssızlaştı. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin temasına tahammülü yoktu. Gözlerini sımsıkı kapadı. Yakalarını kaldırdı. Kollarını göğsünde kavuşturdu. Kalan on beş dakikayı içine kapanarak geçirmeye karar verdi.

İçinden o geliyordu.

Dalga dalga… Alev alev… Gözlerini kapayınca siyah görmez mi insan? Ruhundan kırmızı fışkırıyordu.

Başka yüzler düşünmeye çalışıyordu. Başka eller, başka sözler… Başka anlar, başka renkler…

Bacağını bacağının üstüne bastırıyordu. Yumruğunu, dişlerini, göz kapaklarını sıkıyordu. Soluğunu tutuyordu.

Daha fazla dayanamadı… Nefesi patlarcasına boşaldı. Gözleri kendiliğinden açıldı. Kirpiklerini kırpıştırdı…. Gördüklerine inanamadı! Gökyüzü kırmızıydı. Başını sağa sola çevirdi. Pembe, kızıl filan da değil: Kıpkırmızı!

Banktan fırladı. Rıhtıma bağlı yat ve teknelerden denizi göremiyordu. Oysa şu an onun her yeri, herşeyi göreceği bir açıklığa; özgür bir bakışa ihtiyacı vardı.

Koşarak bir sıçrayışta tam karşısındaki yolcu teknesinin burnuna atladı. Merdivenleri tırmanarak üst kata çıktı. Teknenin kıçına kadar koştu. Soluk soluğa durdu.

Yalnızca gökyüzü değil, Boğaz da kıpkırmızıydı. Dalga dalga, alev alev, cayır cayır kırmızı…

İçinden tek renk geliyordu. Dışarıda tek renk görüyordu. Hayatında ilk kez kendini evrenle tam bir uyum ve bütünlük içinde hissediyordu.

Yüzündeki gülümseme aniden dondu. Panik halinde ceplerini karıştırmaya başladı. Güçlükle telefonunu buldu. Eli kolu birbirine karışıyordu. Saate baktı. Uçak kalkmak üzereydi. Telefon numarasını ararken işaret parmağı zangır zangır titriyordu.

Nihayet buldu. Parmağını numaranın üstüne bastırdı. Asırlar kadar uzun süren bir sessizliğin ardından çalma sinyali duyuldu. Telefon anında açıldı.

“Ben…” deyip derin bir nefes aldı. “Artık hayatı kırmızı görüyorum.”

Karşıdan yanıt, hıçkırıkla karışık geldi.

“Bekle orda. Hemen uçaktan iniyorum.”

 

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

ÇATI KATI

Kadın çatı katında yaşıyordu. Şehrin kirliliğinden, gürültüsünden uzak. Bulutlar arasında, tek başına… Bir kaç martı dostu vardı. Bir çift de kumru komşusu. Kedileri, kitapları, kemanı, çiçekleri…

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken…

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu.

Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu. Son zamanlar evde, bahçede işlenmeyegörsün nefesi çabucak tıkanırdı. O gün ise körpecik genç kız ciğeri soluk alıp veriyordu adeta göğüs kafesinde. Yıllar bünyesini zayıf düşürmüştü; kat kat giyinir, biraz cereyanda kalsa içi üşürdü. Ama o sabah alev alev kalkmıştı yataktan. Saatlerdir sırılsıklamdı ama ne soğuk tanıyordu ne de yorgunluk.

Zeytinliklerin içinden geçiyordu. Yağmura da güneşe olduğu kadar razı; minik yapraklarını göğe doğru teslimiyetle açan asırlık ağaçların arasından. Rüzgarla beraber hu çeken dallardan ilahiler yükseliyordu. Şüphesiz ölümsüzlüğü en iyi zeytin ağaçları biliyordu.

Fundalıklar başlıyordu sonra. Dikenli, çiçekli, çan şekilli, tostoparlak… Batan, yırtan, çeken, yapışan… Ezeli sürgünlerine yoruyordu bu hallerini. Kim olsa biraz acıtmak, hıncını çıkarmak; biraz çekmek, alıkoymak ister onu onca yıl yok sayanlardan biri karşısına çıkınca. Yalnızlık Allah’a mahsus.

Kızılçam ormanına yağmur işlemiyordu pek. On insan boyu dev ağaçların ince, uzun iğne yaprakları gökyüzünü sepet gibi örtüyordu çünkü. Reçine rayihası toprak kokusuna karışıyordu sepetten sızan yağmur tanelerinin kışkırtmasıyla. Tazelik üflüyordu yeryüzü gökyüzüyle bir olup. Oksijen çadırı gibiydi orman, tatlı tatlı başını döndürüyordu. Ağaçlardan birini kucaklayıveriyordu ansızın. Ne de olsa akran sayılırlar.

Kayalıklara doğru kestaneler yükseliyordu. Kökleri geçirgen toprağı sever. Yapraklarının kenarları testere gibi. Dikenli yumakları yerlere saçılmış. Zamanında içinde dolgun, etli kestaneler saklamış dikenli yumaklar. Memeleri sızlıyordu ansızın. Dipdiri, taş gibiyken kestane gibi sakladığı, hanidir sünmüş, çürümeye yüz tutmuş memeleri. Oğluna, kızına can veren memeleri. Oğlunun, kızının can verişleri geliyordu gözünün önüne. Yağmur başlıyordu yine şakır şakır. Ne kadar yağsa az.

Yamaç dikleştikçe kekikler yetişiyordu imdadına. Kocası kokuyordu toprak buram buram. Odunsu gövdesi, saçaklı kökleri, ters yaprakları, tek tük çiçeği ile. Kekiğin suyu ile midesini, çayı ile uykusunu, yağı ile romatizmasını tedavi etmeye çalışmıştı yıllarca. Sonunda kekik de pes etmişti. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz ama… Dağ gibi adam dağ kekiği kadarcık kalmıştı gider ayak.

“Zirvede!” demişti rüyasında ak sakallı dede. “Kısmetin, karşıki dağın zirvesinde.” Kocasının da, evlatlarının da öleceğini vaktiyle bilen zattı bu. Azrail diye bilmişti onu o geceye kadar. Bu kez ayırmaya değil, buluşturmaya gelmişti oysa.

Kayalara, köklere tutunuyor, çamura saplanıyor, ölümüne tırmanıyordu. Allah işaretle beraber güç kuvvet de ihsan etmişti. Yılmıyor, mücadele ediyordu. Güvendiği kökler elinde kaldığında, lastiği yosunlu kayalardan kaydığında kendini yerde buluyor, hatta bazen bayır aşağı yuvarlanıyordu.

Kalın zarla çevrilmiş bir rüyada gibiydi. Ne amacına ulaşabiliyor, ne yaranın berenin acısını hissediyor, ne de ayılabiliyordu. O azmettikçe rüzgar şiddetini artırıyor, kara bulutlar eteğinde ne varsa silkeliyor, yamaç kale duvarı gibi dikleşiyordu.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. “Seni ertesi öğlen sevdiklerine kavuşturacak ot…” diye devam etmişti ak sakallı dede. “Karşıki dağın zirvesinde.”

Dedenin sözleri kulaklarında çınladıkça vahşi bir kedi gibi, pençeyi andıran kemikli ellerini ıslak toprağa geçiriyor, keçi gibi kayadan kayaya sıçrıyordu. Burnunun ucundaki iğnenin deliğini bulamayan kataraktlı gözleri şahin gibi zirveye dikilmiş, alacakaranlıkta ölümsüzlük otunu seçmeye çalışıyordu. Göremedikçe hırslanıyor, hırslandıkça tırmanıyordu.

Nihayet yamaçtan kah oluk oluk, kah güldür güldür akan yağmur sularının arasından zirveye tutundu. Nefes nefeseydi. Ayağını bastığı taş, topraktan sökülüp uçurumdan aşağı yuvarlandı. Son kuvveti ile kendini yukarı çekti. Sırt üstü yere bıraktı. Gök yarılmıştı sanki. Ya da o ilk kez gökyüzüne bu kadar yakındı.

Tazyikli su çamurlarını, yaralarını, çiziklerini yıkadı. Yağmurun içine işlediğini, ruhunu da tüm günahlarından, acı ve endişelerinden, güçsüzlüklerinden arındırdığını duyumsadı. Bir tebessüm yerleşti yüzüne. Kim bilir kaç yıl sonra… Öylesine unutmuştu ki gülümsemeyi, yerleşmekte zorlandı.

Dirseklerinin üzerinde doğruldu. Çevresine bakındı. Zirve çoraktı. Tam ortasında bir çukur, çukurun içinde çalılar… Sürünerek çukura yaklaştı. Çalıların dibinde iki dev yumurta. Onların çevresinde otlar!

Ak sakallı dedenin müjdelediği otları nasıl tanıyacağını düşünerek endişelenmişti yol boyunca. Oysa zirvede yeşillik namına yalnızca onlar vardı. Dişli kenarlı, tüylü yapraklı, turp otuna benzer bir tutam yabani bitki…

Çalıların arasına atladı. Elinde yüzünde açılan kesiklerden kan damlıyor, rüzgar onlara üflüyor, yağmur yıkayıp unutturuyordu. Sabah yola çıkarken katlayıp göğsüne sıkıştırdığı beyaz çuvalı çıkardı. Otları köklerinden söküp çuvalın içine koymaya başladı.

İşini bitirdiğinde başının üstünde hareket eden bir karaltı fark etti. Bakışlarını yukarı çevirdi. İnsan boyunda bir kartal tepesinde turluyordu! Ot çuvalını sırtlayıp çukurdan çıkmaya davrandı. Ayağı kaydı, yere yuvarlandı. Çalının dikenleri buruşuk derisini delik deşik ediyor, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi gümbür gümbür atıyordu.

Bir kez daha çukurdan çıkmaya yeltenirken eli bir sopa yakaladı. Tanıdık bir sopa. Sopa değil değnek. Ak sakallı dedenin değneği! Ona tutunarak kendini yukarı çekti. Onu sallayarak kartalı uzaklaştırdı. Ondan destek ala ala yamaçtan aşağı indi.

Kayarak, düşerek, sürünerek, her defasında ayağa kalkmayı bilerek kekikleri, kestaneleri, kızılçamları, fundalıkları, zeytinlikleri geçti. Eve vardığında, çocuklarını ilk kez kucağına aldığı zamanlar kadar mutlu ve bitkindi.

Güzelce yıkandı. Zeytinyağı sabunu kokulu entarisini, şalvarını, hırkasını giyindi. Baş örtüsünü sıkıca bağladı. Bahçeye, çuvalın başına döndü. Otların köklerini kesti. Çeşmede çamurlarını yıkadı. Çuvalın üstüne geri koydu. İçi içine sığmıyordu.

Birden yüzündeki tebessüm dondu. Otlarla ne yapması gerektiğini bilmiyordu! Kavuracak mı, haşlayacak mı, suyunu mu içecek, mezarlarına mı dökecek de sevdiklerine kavuşacaktı?

Sivrisinek vızıltısına benzer bir ses duydu. Ciğerlerinden geliyordu. Derin nefes aldı. Tef gibi ötüyordu. Şöyle bir ürperdi. Titremeye başladı. Göz kapakları ağırlaştı. Ak sakallı dede onu çağırıyordu. Sendeleyerek yatağına gitti. Gözünü kapar kapamaz sakinleşti. Gülümseyerek uyuyakaldı.

Sabah dersin başlamasına kısa bir süre kala, iki çocuk nefes nefese öğretmen odasının kapısını yumruklamaya başladılar. Öğretmen kapıyı açınca da korkudan büyümüş gözlerle, Koca Nine’nin bahçesine insan boyunda bir kartalın indiğini, pençelerinde bir tutam otla havalanıp dağa doğru uçtuğunu anlattılar.

Öğretmen önce karanlıkta yanlış görmüşsünüzdür, kargayı kartal zannetmişsinizdir, diyerek çocukları sakinleştirmeye çalıştı. Çocuklar yemin üstüne yemin edince, Koca Nine’nin evini kolaçan etmesi için hademeyi görevlendirdi.

Hademe, kireç gibi bir suratla ilk dersin ortasında çıkageldiğinde, kartalı gören iki çocuk da öğretmenin peşi sıra sınıftan çıktılar.

“Koca Nine Hakk’a yürümüş” dedi, Hademe. “Dün gece ölmüş olmalı.” Derin bir nefes aldı. “Her şeyde bir hayır var” diye devam etti çocukları göstererek. “Kadıncağız yıllardır kabuğuna çekilmişti. Bunlar olmasa kim bilir ne zaman bulunurdu cesedi.”

“Ot var mıydı bahçede?” diye atıldı kartalı gören büyük çocuk.

“Bir çuval, bir de değnek vardı evin kapısının hemen önünde. Çuvalın üstünde bir kaç kök ot… Turp otuna benziyordu. Yıkanmış, ayıklanmış.”

“Gerisini kartal götürdü işte.” diye başını salladı, sümüğü akan ufaklık. Diğer çocuk gözlerini yumarak onayladı.

“Mezarlıkta yeri var mı?” diye sordu Öğretmen.

“Var” diye cevapladı, Hademe. “Evlatlarıyla kocasının arasında bir mezar yeri ayırtmıştı kendine. Allah rahmet eylesin, gece gündüz onları sayıklardı.”

“Sen imama söylersin.” diye tembihledi, Öğretmen. “Selasını versin, öğle namazını müteakip cenazeyi kaldıralım. Bekletmeyelim merhumeyi.”

Hademe başını salladı. Ceketi ile başını örttü. Yağmurun altında koşarak gözden kayboldu. Öğretmen iki elini çocukların omuzlarına attı. Hep beraber sınıfa döndüler.

En ön sıradaki çocuk, heceleyerek kaldığı yerden okumaya devam etti. Öğretmen elleri arkasında cam kenarına kadar yürüdü. Bakışları karşıki dağa, aklı memleketteki yaşlı annesine takıldı.

İmam selayı okumaya başladı. Yağmur şiddetini iyiden iyiye artırmıştı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken…

MAVİ TRAKTÖR

Beyazdır evi. Sakız gibi kireçten. Ve çakır gözleri gibi açık mavidir penceresinin çerçeveleri. Herkesten önce uyanır. Al ibikli beyaz horozdan bile. Usulca sıyırır yorganı üstünden. Bakar ki, ayakları elleri tutuyor. Gözleri de görüyor her şeyciği birer birer… Avuçlarını açıp şükreder. Çocukların odası uyku kokuyordur. Ana karnı gibi nemli ve huzurlu. Tahta zemini gıcırdatmamaya çalışır ama asla beceremez bunu.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

LEOPAR

Alice’in yanağından kayan gözyaşı damlası ile leopar aynı anda toprağa inmişti. Alice, onunla göz göze gelince elindeki tahtadan bebeği bir kez daha yere düşürmüştü. Leopar yaklaşıp, bebeği koklamış, sonra Alice’e yönelmişti. Alice’in minik kalbi, göğüs kafesini adeta yumruklayarak, kaçması için yalvarıyor, ayakları ise toprağa kök salmış gibi kıpırdamadan öylece duruyordu.

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu.

Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı. Buna bir de mesai dışı saatlerde kafa dağıtmak için katılmayı alışkanlık haline getirdiği sazlı sözlü içki meclisleri eklenince, henüz otuzlarının başlarında olmasına rağmen şakakları ağarmış, göz altları parşömen gibi kırışmıştı. Kendini bir yandan işgal altında eğlenceye verirken, bir yandan da her geçen gün şahsiyetini kaybeden kadim İstanbul şehri gibi bedbaht hisseder olmuştu.

Annesi onu bu illetten kurtaracak çareyi adı kadar iyi biliyordu. Komşu ve uzak akraba iyi aile kızlarından, hamamda tanıştığı akça pakça, körpecik gelin adaylarından, aşağı mahalledeki kırık dökük evlere sülalecek doluşmuş, ecnebi artistleri kıskandıracak güzellikteki renkli gözlü göçmen kızlarından dilediğini biricik oğluna almak için her Allah’ın günü dil döküyordu. Ama ilk gençliğinde okuduğu frenk romanlarının ve mensubu olduğu neşriyat cemiyetinin tesiri ile görücü usulü değil, kendi gözü ve gönlüyle seçeceği hatunla baş göz olmayı kafasına koymuş Kemal’ini bir türlü ikna edemiyordu.

Yıllar ilerledikçe Kemal Bey de milli duygularla beynelmilel fikirler arasında sıkışıp kalmıştı. Balolarda, tiyatrolarda, bira bahçelerinde, Cadde-i Kebir’de sıkça tesadüf ettiği alımlı çalımlı gayrımüslim kadınlar ilk gençllik yıllarında az yüreğini hoplatmamış; temaşalarının yanı sıra tedrisatları ile de erkeklerden aşağı kalmayan modern birer fert olmayı becermiş bu kadınlar, rüyalarını az süslememişlerdi.

Ne var ki, İstanbul’un işgalinin ardından aynı kadınların kibirli İngilliz, Fransız ve İtalyan askerlerin etrafında nasıl da dört döndüklerine tanık olduktan sonra artık hiçbirini içine sindiremiyordu. Feracesiz, yaşmaksız sokağa çıkmayan Türk kadınlarına karşı derin hissiyatlara kapılabilmesi için ise ahşap kafeslerin gerisindeki kıkırdaşmalar, Boğaziçi mehtaplarında saz heyeti peşinde kürek çekilirken denk gelinen gölgeli bakışlar ya da yakınlaşılan harem kayıklarından yükselen iyotla karışık çiçek esansları kafi gelmiyordu.

Kemal Bey, o akşamüstü bütün bu açmaz ve meşguliyetlerinden biraz olsun uzaklaşabilmek için uzun süredir görmediği çocukluk arkadaşı Bıçakçı Rasim Usta’yı ziyaret etmeye karar vermişti. Rasim Usta’nın Tahtakale’de ufak bir dükkanı vardı. Kader ona mahalle arkadaşı Kemal Bey’den oldukça farklı bir yol çizmişti. Rüştiyeyi bitirmeden babasının yanında çıraklığa başlayan Rasim, babası harpte bir süngü taaruzu esnasında şehit olduktan sonra çocuk sayılabilecek yaşta işin başına geçmek zorunda kalmıştı. Bugün ise üç çocuklu bir aile babası ve Tahtakale’nin en iyi bıçakçılarından biriydi. Kemal Bey onun dükkanına ne zaman uğrasa huzur bulur, kışın sobanın üstünde fokurdayan çaydanlık; güneşli günlerde ise dükkanın dış cephesine asılan kafeste tatlı tatlı şakıyan kanarya nağmeleri eşliğinde yareni ile laflamak, onu safiyane çocukluk yıllarına seyahat etmiş gibi canlandırırdı.

Kemal Bey, bu kez arkadaşını dükkanın kepengini indirirken yakaladı.

“Hayrola Usta?” dedi, pes perdeden. “Akşam ezanından evvel dükkanı kapatmazdın sen?”

Rasim Usta, açıklama yapmak üzere sesin geldiği yöne doğru dönünce Kemal Bey’in müstehzi tebessümü ile karşılaştı. İki arkadaş hasretle kucaklaştılar.

“Ooo hoş gelmişsin, Kemal Kardeşim” derken sesi şaşkınlık ve sevinçle çınladı Rasim Usta’nın. “Dur açayım şu kepengi hemen. Geleceğini bilsem kapatır mıyım hiç dükkanı?” Sözlerini bitirir bitirmez kilidi açmaya davrandı. Kemal Bey:

“Vallahi darılırım kardeşim.” diye itiraz ederek Rasim Usta’nın bıçak kesiği izleriyle dolu koca elini tuttu. “Elbet mühim bir meselen var ki, bu vakitte dükkanı kapattın. Seni işinden gücünden etmeye gönlüm razı olmaz. Hem ben zaten öylesine uğramıştım. Halini hatırını sorup, yoluma devam edecektim.”

Karşılıklı ısrar ve iltifatların ardından Rasim Usta Kemal Bey’i, hiç değilse bir müddet beraber yürümeye ikna etti. Yolunu dükkana düşürdüğüne göre dostunun canı sıkkın olmalıydı. Ayaküstü biraz laflar, onu kafasına taktığı mevzulardan uzak tutardı.

Böylece her ikisinin de gönlü olmuş şekilde Tahtakale’den Küçük Pazar’a doğru yürümeye başladılar. “E anlat bakalım Rasim” diye takıldı Kemal Bey. “Senin gibi mesaisine namusu gibi bağlı bir ustaya bu saatte dükkan kapattıran sebep nedir?”

Rasim Usta hafifçe kızardı. Gevelediği lakırtıların devamını bir türlü getiremeyince, Kemal Bey çapkınca bir gülümseme eşliğinde:

“Yoksa sen de mi sıkıldın evlilikten?” diye sorarak arkadaşını sıkıntıdan kurtarmaya çalıştı.

“Haşaa…” diye itiraz etti, Rasim Usta. “Bilakis yaş ilerledikçe çocuklarla birlikte yuvama, zevceme olan düşkünlüğüm de artıyor.”

“Ee derdin ne o zaman?”

Rasim Usta derin bir iç çekti. “Çocuklar büyüdükçe evin masrafı da artıyor. Gel gör ki, son zamanlarda işler maalesef geri geri gidiyor.”

“Bu durumda dükkanı erken kapatmak yerine tam tersini yapmak gerekmez mi?”

Rasim Usta istese de acar muhabir dostundan bir halt gizleyemeyeceğini iyi bilirdi. Gülümseyerek:

“Peki o zaman… Anlatacağım nedenini ama bak sen okumuş adamsın; sonra dalga geçmek, diline dolamak filan yok. Herkesin itikadı ayrı, itiyatı ayrı…”

“Tamam, kan kardeş sözü.” dedi Kemal Bey elini göğsüne götürerek. “İyiden iyiye merak ettim bu esrarlı meseleyi.”

Rasim Usta derin bir nefes aldı. Bakışlarını yoldan ayırıp arkadaşının gözlerine çevirdi.

“Pazar Ola Hasan Bey’i bilir misin?” diye sordu.

“Hani şu çarşı pazar dolaşıp önüne gelen esnafa “Pazar ola” diyen koca kafalı deliden mi bahsediyorsun?”

“Biraz evet, biraz hayır.” diye cevap verdi, Rasim Usta. “Evet, kısa boylu, doğuştan kocaman kafalı bir adamdır Hasan Bey. Yıllarca her sabah Süleymaniye, Vefa, Çemberlitaş, Küçük Pazar, Katırcılar, Tahtakale, Marpuççular, Sultanhamam güzergahını kat etmiş, yolunun üstündeki dükkancılara, ayak satıcılarına teker teker “Pazar ola” demiş, nevi şahsına münhasır bir şahsiyettir.”

“Peki ya ‘biraz hayır’ dediğin kısım?”

“Hasan Bey deli değildir.”

Rasim Usta ciddileşen bir üslupla, kelimelerini itinayla seçerek devam etti.

“Her dem iyilikle bakan gözleri; hinlik, fesatlık bilmez karakteri yüzünden ona çocuksu diyebilirsin. Hazır cevaplığını, kimi zaman ekabirleri bile uzun uzun düşünmeye sevk eden alimane kelamlarını koca kafasından mütevellit üstün zekasına yorabilirsin. “Pazar ola” diye selamladığı esnafın işlerinin nasıl açıldığını takip ederek evliya olduğunu ileri sürebilirsin. Ama Hasan Bey deli değildir. Bunu velinimete nankörlük kabul ederim.”

Kemal Bey, uzun zamandır arkadaşının herhangi bir şeyi böylesine katiyetle savunduğuna şahitlik etmemişti.

“Sen öyle diyorsan, doğrudur kardeşim.” diyerek alttan aldı. “Benim kendisi hakkındaki bütün malumatım, birkaç kez yol üstünde tesadüf etmişliğim ile sınırlı. Demek o yüzden esnaf kendisine pek hürmetkar davranıyordu. Dükkanlarında otursun, bir şeyler yesin, içsin diye Hasan Bey’in etrafında dört döndüklerini, onun ise ikramları elinin tersi ile geri çevirerek, yetişeceği bir yer varmış gibi acele ettiğini hatırlıyorum. Bu durumda aklını yitirmiş bir deli değil, Allah’ın cezbesine erişmiş bir meczupmuş Hasan Bey, anlaşılan.”

Bu son benzetme Rasim Usta’nın çok hoşuna gitti. Tekrar yürümeye başladılar. Aslında Kemal Bey, kendi söylediğine pek ikna olmuş değildi ama onun için hiç de mühim olmayan bir mevzuda lafı uzatarak arkadaşıyla ters düşmek istemiyordu. Öte yandan Pazar Ola Hasan Bey gibi kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek zararsız bir şahsiyet hakkında laflamak onu kendi buhranlı meselelerinden uzaklaştırmış, bir nebze olsun hafiflemesini sağlamıştı.

“Bu senin Hasan Bey’le ilgili hatırladığım bir başka hususiyet de esnafı selamlama şekli… İşportacının yanından geçerken ‘Pazar ola İşportacıbaşı’, gazete satan küçük çocuğa ‘Pazar ola Gazetecibaşı’, kör dilenciye ‘Pazar ola Dilencibaşı’, kalaycı dükkanına başını uzatarak ‘Pazar ola Kalaycıbaşı’, berber çırağına ‘Pazar ola Berberbaşı’ diyordu.”

Rasim Usta, talebesini onaylayan sevecen bir hoca edasıyla Kemal Bey’in gözlemini tabir etti.

“İşte öyle yüce gönüllü bir zattır Hasan Bey. Yaşı, dini, rütbesi ne olursa olsun, onun nezdinde herkes yaptığı işin başıdır, üstadıdır, en kıymetlisidir. Çocukla ihtiyar, Müslümanla Yahudi, Rumla Ermeni, çırakla usta onun gözünde birdir. Hepsi aynı derecede mühimdir. İşinin piridir.”

Kemal Bey, arkadaşının Pazar Ola Hasan Bey’e duyduğu hürmet ve hayranlığı tebessümle takip ediyor; delilik ve dahilik alametlerinin birbirine ne kadar benzer olabileceğini hatırlatarak dostunun muhayyilesi ile alay etmek istemiyordu.

Bir süre konuşmadan yürüdüler. Çarşı, pazar oldukça tenha görünüyordu. Küçükpazar’ı geçip Unkapanı istikametinde ilerlemeye devam ettiler. Kemal Bey aniden Rasim Usta’ya dönerek:

“Sahi biz nereye gidiyoruz?” diye sordu.

Rasim Usta, göbeğini tutarak güldü.

“Hiç sormayacaksın sanmıştım.” dedi. “Atlamataşı’na. Pazar Ola Hasan Bey’in evine.”

Kemal Bey bir kez daha durup ellerini iki yana açtı.

“Latife ediyorsun.”

Rasim Usta gevrek gevrek sırıtarak, yürümeye devam etti:

“Vallahi latife etmiyorum, kardeşim. Ben de çarşı eşrafı gibi Pazar Ola Hasan Bey’in uğuruna inanıyorum. Yıllardır bütün dükkancılar, işportacılar bilir: Onun ‘Pazar ola’ dediği esnafın işleri o gün rast gider. Demedikleri ise kimi gün siftah dahi yapamaz. İşler her gün geriye gidiyor dedim ya az evvel…”

“Evet?”

“Ne zamandan beri işler fena biliyor musun?”

Kemal Bey başını iki yana salladı.

“Pazar Ola Hasan Bey altı ay önce bir araba kazası geçirip, evden dışarı çıkamamaya başladığından bu yana.”

“Yani?” Kemal Bey de artık ciddileşsin mi, gülüp geçsin mi şaşırmıştı.

“Yani Hasan Bey bize ‘Pazar ola’ demeyi bıraktığından beri, piyasanın bereketi de kesildi.” diye açıkladı, Rasim Usta. “Birkaç dükkan hariç herkesin işleri tepetaklak gidiyor. Sonunda sorduk, soruşturduk ki meğerse o birkaç dükkan; yani Mısır Çarşısı’ndaki baharatçılar, Tahtakale’deki kahvecilerle şekerciler, Küçük Pazar’daki kasap, Berber Osman filan gizli gizli Hasan Bey’in evine gidip ellerini, bıçaklarını, makaslarını, küreklerini Hasan Bey’in ellerine sürter, duasını alırlarmış.”

Kemal Bey dudaklarını büzerek:

“Sen de evliya ziyaretine gidip tuz, şeker bırakan, çaput bağlayan hatunlar gibi bir meczuptan medet mi umacaksın yani?” diye sordu.

Rasim Usta’nın yüz hatları gerildi. “Tastamam öyle kardeşim” dedi. “Şayet benim inancıma ve Hasan Bey’in cezbesine hürmet ediyorsan başımın üstünde yerin var; yok etmiyorsan ister burada, ister Hasan Bey’in evinin sokağında vedalaşalım, herkes kendi yoluna gitsin.”

Rasim Usta ki, Kemal Bey onu çocukluğundan beri hep ılımlı, uyumlu, uzlaşmacı bir karakter olarak bilirdi; ilk kez arkadaşına böyle rest çekiyordu. Kemal Bey önce afalladı. Sonra bu kadim yarenine beslediği muhabbetin, aydın kişi izanına ağır bastığına kanaat getirerek:

“Anca beraber, kanca beraber…” dedi. “Bizim kitabımızda yarenimizi yarı yolda bırakmak yazmaz.”

Rasim Usta’nın yüz hatları gevşedi. Arkadaşına minnetle gülümsedi. Unkapanı’na kadar hiç konuşmadan, uygun adım devam ettiler. Kemal Bey düşündükçe arkadaşının gerginliğinin bir inanç ve itimat meselesinden ziyade, geçim sıkıntısı yaşayan bir babanın endişe ve çaresizliğinden kaynaklandığına hükmetti.

Unkapanı’na vardıklarında, dükkanın önünde çubuk tüttüren hırkalı bir Bakkal’a Pazar Ola Hasan Bey’in evini sordular. Yoldan geçenler duman altı Bakkal’dan evvel davranarak el kol işaretleri ile adresi tarife koyuldular. Sonunda yağız bir delikanlı, o tarafa gittiğini söyleyerek Rasim Usta ile Kemal Bey’e kendisini takip etmelerini söyledi. İki arkadaş birbirlerine göz kırparak delikanlının peşine düşerken, her ikisi de Hasan Bey’in civardakiler tarafından bu derece tanınıp sayılmasına ve ziyaretçilerine neredeyse hacı muamelesi yapılmasına şaşırmış görünüyordu.

Delikanlı dar, kasvetli bir sokakta, bir nalburun önünde durdu. Dükkanın üstündeki eskice evi göstererek “burası” dedi. “Hayrını görün” temennisinin ardından, adımlarını sıklaştırarak yoluna devam etti.

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı. Rasim Usta önce kendini, sonra da Kemal Bey’i tanıtınca, kadın hiç konuşmadan misafirleri içeri buyur etti. Onları iki tarafında boş gaz tenekeleri dizilmiş ufak bir avludan geçirip kendi halinde bir odaya götürdü. Oranın Hasan Bey’in odası olduğunu söyledi. Hasan Bey’in bahçede olduğunu ekleyerek, çağırmak üzere dışarı çıktı.

Beş dakika kadar iki sedir ve duvara asılı bir Kuran-ı Kerim’den başka eşyası bulunmayan odada beklediler. Sonunda ak sakallı, sarıklı bir adam önde, Pazar Ola Hasan Bey arkada, içeri girdiler. Ak sakallı adam, Hasan Bey’in babası olduğunu söyleyerek sırayla misafilerin ellerini sıktı. Hasan Bey gözlerinde saf bir bakış, dudaklarında mütebessim bir ifade ile konukların karşısındaki sedire oturdu. Camdan dışarı bakarak:

“Sefa geldin Bıçakçıbaşı” dedi.

Rasim Usta avcunu göğsüne koyarak.

“Hoş gördük Hasan Bey” diye karşılık verdi. “Bu benim çocukluk arkadaşım: Kemal Bey.”

“Kemal Bey ne iş yapar?”

“Muhabirdir kendisi.”

“Sen de hoş geldin Gazetecibaşı. Anam kızartacağı balıkları sizin yazdıklarınızın üstünde unluyor.”

Kemal Bey, ne diyeceğini bilemedi. Gülümseyerek başını salladı.

“Niye geldiniz Bıçakçıbaşı?”

Babası araya girdi.

“Evladım hiç misafire öyle denir mi?”

“Baba sen ne zaman öleceksin? Daha senin vaktin gelmedi mi? Ben bile ölüyordum arabanın altında ama senin hiç niyetin yok. ”

“Tövbe tövbe… Allah’ın işine karışılır mı oğlum, hem ben ölürsem ne yapacaksın?”

“Yasin okurum. Ruhuna lokma dökerim, helva pişiririm. Fakir fukara sevinir.”

Kemal Bey makaraları koyvermemek için kendini zor tutuyordu. Rasim Usta lafa karıştı.

“Allah uzun ömür versin babanıza, Hasan Bey” dedi. “Siz isteyin, biz kendisi sağken de fakir fukaraya lokma döktürelim, helva dağıttıralım.”

“Senin baban var mı?” diye sordu Hasan Bey.

Rasim Usta önüne bakarak: “Sizlere ömür.” diye mırıldandı.

Hasan Bey yine şaka mı ciddi mi belli olmayan çocuksu bir tonda:

“Yaa bekara koca boşaması kolay tabi.” dedi. Babasını Rasim Usta’ya işaret ederek: “Bu sarıklı senin baban olsun ister miydin?”

Rasim Usta kekeledi. “İsterdim tabi.” diyebildi sonunda. “Baba, erkeğin arkasında dağdır.”

“Al o zaman, bizim Uludağ senin olsun. Haydi hayrını gör. Öp bakalım mübarek elini.”

Rasim Usta ne yapacağını bilemedi. Ak sakallı adam elini uzatınca mecburen alnına götürdü. Kemal Bey gülmemek için dudağını ısırıyordu.

O sırada ihtiyar kadın, iki feraceli misafirle kapıda göründü. Hasan Bey göz ucuyla misafirleri keserken:

“Bunlar neden gelmiş?” diye sordu.

İhtiyar kadın utana sıkıla: “Seni görecekleri gelmiş.” diye cevapladı.

“Haa… O zaman gelin oturun şöyle. Hoş geldiniz, sefa getirdiniz.” diyerek yerinden kalkıp misafirleri karşıladı. Babası ile birlikte karşı sedire, Kemal Bey’le Rasim Usta’nın yanına geçtiler. Kadınlar, baba oğulun boşalttığı yere oturdular.

İkisinin de yüzleri yaşmakla örtülüydü. Açıkta kalan gözlerden birinin yaşlı, diğerinin ise körpe olduğu anlaşılıyordu. Hasan Bey:

“Beni neden göreceğiniz gelmiş?” diye sordu.

Kırışık gözlerin sahibi: “Kızımı münasip bir koca ile baş göz etmek istiyoruz, Hasan Bey.” diye açıkladı. “Seni gören kızoğlankızlar, üç vakte kadar zevce oluveriyormuş diye işittik. Nasiplenmeye geldik.”

Hasan Bey konuştuğu kişiden başka yönlere bakıyor, karşısındakini dinlemediği izlenimi uyandırıyor, sonra beklenmedik bir anda sorduğu sorular ve ettiği kelamlar ile herkesi şaşırtıyordu.

“Nasıl bir koca ister kızın?” diye sordu bu kez de.

“Yaşı kemale ermiş, mürekkep yalamış, gezeceğini gezmiş, göreceğini görmüş, artık evinin erkeği, çocuklarının babası olarak huzurlu bir hayat sürmeye karar vermiş, hali vakti yerinde, helal süt emmiş bir koca ister.” diye sıraladı kadın.

“Ne çok şartınız, şurtunuz varmış. Açsın bakalım yüzünü.”

Kız, tereddütle annesine baktı. Annesi, bu kadar erkeğin karşısında yüzünü göstermesine asla izin vermezdi. Kadın bakışlarını yalvarırcasına Hasan Bey’e çevirdi. Pazar Ola Hasan Bey hiç oralı değildi.

“Aç aç… Zarar gelmez. Onlar yabancı değil. Sizin gibi namuslu insanlar.”

Kadın ve kızı ne söylenileni yerine getiriyor, ne de itiraz edebiliyorlardı.

Hasan Bey sıkılıp: “Siz bilirsiniz. O zaman kalkın, gidin.” deyiverince feracelerinin altında şöyle bir titrediler. Ta Edirne’den sırf Pazar Ola Hasan Bey’in duasını almak için gelmişlerdi. Daha önce hayrını görenler; kızlarının kısmetlerinin açılmasını Hasan Bey’in iyilik dolu bakışlarına borçlu olduklarını söylemişlerdi.

Kafa kafaya verip, fısıldaştılar. Ve sonunda kızın yaşmağını kısacık bir süre için açmaya karar verdiler.

Kızın eli yaşmağa giderken, Hasan Bey, babası, Rasim Usta ve Kemal Bey bakışlarını önlerine indirdiler. Kız yaşmağını indirdi. Ve beklemeye başladı. Hasan Bey hala diğerleri ile birlikte utangaç çocuklar gibi önüne bakıyordu. En sonunda kızın annesi dayanamadı:

“Efendi” dedi. “Buyurun. Bakabilirsiniz.”

Rasim Usta ile Hasan Bey’in babası hiç kımıldamadılar. Hasan Bey’in bakışları kısacık bir an için kızın yüzünü yalayıp utangaç çocuklar gibi odanın farklı bir köşesine kaçtı. İşte o an olağanüstü bir durum gerçekleşti. Kemal Bey’in başı kendi iradesi dışında bir kuvvet tarafından, adeta çenesinden tutulup ağır ağır yukarı kaldırıldı. Bakışları yaşmağın araladığı cennet kapısından içeri daldı. Sırayla gül dudaklarda, ipek tende ve hokka burunda pervane gibi kanat çırptıktan sonra ahu gözlerde alev aldı. Ve o alev, tez zamanda aşk yangınına dönüşerek Kemal Bey’i esir aldı.

O sırada genç kız da, kıvılcımlar saçan ela gözler karşısında büyülenmiş gibi kalakaldı. Annesinin böğrüne vurduğu dirsek darbesiyle kendine gelip yüzünü örttükten sonra da tesiri artarak devam eden o kıvılcımlar, kızın gözbebeklerinden aşağı göğüs kafesine sirayet etti. Ve çok geçmeden genç bedenini içten ateşler içinde bırakırken, dıştan tir tir titretmeye başladı.

Hasan Bey uzun sessizliklere tahammül edebilen biri değildi. Ayaklanırken:

“Pazar ola Gelinbaşı” dedi. Yaşlı kadın ayağa kalkıp, hafifçe eğilerek Hasan Bey’e teşekkür etti. Kız da onu taklit edip, kapıya yöneldi. Dışarı çıkmadan önce bir kez daha gözleri Kemal Bey’in yangın yeri bakışlarına takıldı. Önünden geçerken, titreyen eli beyaz ipek mendilini Kemal Bey’in ayaklarının dibine bırakıverdi.

Kemal Bey çölde su bulmuş bedevi gibi mendili yerden alıp burnuna götürdü. Ahu gözlüsünün ipek teni niyetine içine çekip yangınını hafifletmeye çalıştı. Ve birden yerinden fırlayıp, mendili teslim etme bahanesiyle, ana kızın İstanbul’da kaldığı adresi öğrenmek üzere peşlerinden dışarı çıktı.

Odaya geri döndüğünde Rasim Usta, bereketini artırsın diye dükkandan getirdiği bıçağı Pazar Ola Hasan Bey’in eline sürtmeye çalışıyor; Hasan Bey elini keser diye bıçağa dokunmaya yanaşmıyordu. En sonunda ak sakallı babasıyla Rasim Usta, Hasan Bey’i bıçağın sapına el sürmeye razı edebildiler.

Hasan Bey sapı kavrarken “Pazar ola Bıçakçıbaşı.” diye bağırdı.

Duasını alan Rasim Usta, sırtından ağır bir yük kalkmış gibi, nefesini salarak şöyle bir doğruldu: “Allah razı olsun Hasan Bey” dedi. Ve ayağa kalktı.

Rasim Usta vedalaşmak üzere ak sakallı adamın elini bir kez daha öperken, Hasan Bey seslendi:

“İstersen yeni babanı da al götür. Bir dahaki ziyaretinde geri getirirsin.”

Şaka mı ciddi mi söylendiği tam olarak anlaşılamayan bu sözlere hep beraber güldüler.

Kapıda dikilmekte olan Kemal Bey’i fark eden Hasan Bey:

“Sana da Pazar ola Gazetecibaşı.” dedi. “Yine gel.”

Kemal Bey, Hasan Bey’in karşısında saygıyla eğilirken: “Sayende Pazar oldu bile Hasan Bey.” dedi. “Akşama annemi kız istemeye gönderiyorum. İnşallah düğüne seni de bekleriz.”

Hasan Bey’in gözleri neşe ile parladı: “Gelirim inşallah.” dedi “Düğünleri çok severim. Keşkek yer, şerbet içeriz. Göbek atar, halay çekeriz.”

Rasim Usta ile Kemal Bey, avluda, gaz yağı tenekelerinin arasından sokak kapıya doğru ilerlerken içeriden hala Hasan Bey’in sesi geliyordu:

“Heeeyt!… Pazar ola Davulcubaşı… Pazar ola Zurnacıbaşı… Sana da Pazar ola Halaybaşı…”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İŞARET

Önünde iki feribot babası. Birinin boynuna deniz rengi halat sarılmış. Diğeri çıplak ve hür. Ona yakın duruyor kız. İki yeşil halat çımacıdan habersiz yılan gibi sarkmışlar geminin korkuluğundan aşağı. Uçları denizde, feribot ilerledikçe denizi çiziyorlar. Dokundukları yeri tatlı tatlı gıdıklıyorlar. Kızın üstünde krem rengi bir trençkot. Önünü kapayınca altındaki şort görülmez olmuş. Çıplak yani bacakları. Yakın durduğu iskele babası gibi: Yalnız ve hür.

DÖRT ARKADAŞ

Tam kırk yıl önce, Üniversite duvarının dibindeki ağacın gölgesinde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. İlk imam olan geldi. Sabah namazını kılar kılmaz Fatih’teki camisinden yola çıkmış, otobüs camından dışarı bakarken yıllar önce bir ağacın altında vedalaştığı çocukluğunu hatırlamaya çalışmış, tespihini hızlı hızlı çekip…

EGE RÜYASI

İşte O, bir tek bu saatlerde gerçekten nefes aldığını hissediyor, baba yadigarı “Rüya” adlı sandalının küreklerine asılarak karadan uzaklaşıyordu. Özellikle bir hedef belirlemiyor ama ilginç bir şekilde her gece kendini aynı sularda buluyordu. Duracağı yeri ve zamanı gözlerinin yıldızlar gibi seğirmesinden, sandalının yakamoza karışmasından ya da başının üstünde aniden beliriveren kar beyazı bir martıdan anlıyordu.

ŞIKIRDIM

Esad ve Esma yalının açık penceresindeki beyaz tülle esmer perde gibi kah ayakları yerden kesilip havalanarak, kah birbirlerine sımsıkı tutunarak; kah döşeğin derinliklerine savrularak, kah Dersaadet’i cibinlik gibi etraflarına dolayarak, yalının sultan odasında öyle bir gece geçirdiler ki, şafak sökerken her ikisi de ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinin müptelası olacaklarını kavradılar.