Kategori: Hikayeler

DENİZ KIZI

“İsmail kardeş, Deniz Kızı’nı görmeye gidelim mi?”

İsmail, Nuri’nin vurduğu topu ayak içiyle karşılarken, kıkırdadı. Sahile panayır kurulduğundan beri, Nuri bu saatlerde bakkalın önündeki kaldırıma oturup İsmail’in okuldan dönmesini bekliyor; o sokağın başında belirir belirmez topu asfalta dikip şutunu çektikten sonra bağırarak aynı soruyu soruyordu.

“Olmaz Nuri, ödev var.” diyerek ellerini iki yana açtı İsmail. Bir yandan da topu sürüyordu.

“Hıı ödev mi var?” Nuri’nin gözleri kocaman açıldı. Ödevden çok korkardı. “Ödevleri yapmak lazım. Sonra okulda döverler.”

Cümlesini bitirir bitirmez kendine bir tokat attı. Mahallenin büyükleri Nuri’nin bu tikini, her akşam içip içip yarım akıllı oğluyla onu doğuran karısını cezalandıran babasına borçlu olduğunu söylerlerdi.

“Evet ödev var. Hem zaten para da yok.”

İsmail, bunu söylerken ellerini ceplerine sokup astarlarını dışarı çıkardı.

Nuri: “Bende var!” diye atıldı. Pantolon cebinden bir avuç dolusu bozuk para çıkarıp, İsmail’e gösterdi.

“Ooo iyi iş çıkarmışsın bugün. Kimden topladın bahşişleri?”

“Süslü Naciye Teyze, Komser Necat Amca, bi de Kılıbık Ayhan Bey. Hihihi…”

“Şşşt. Öyle deme ayıp. Adam sana bahşiş veriyor, sen onunla dalga geçiyorsun.”

Nuri’nin göz akları yine büyüdü. Kendine okkalı bir tokat attı. “Ayıp şey söylememek lazım. Sonra insanı döverler.”

İsmail sekiz yaşındaydı. Nuri ondan on yaş büyük. İki kafadarın sohbetini Bakkal Arif’in gür sesi kesti.

“Nuriii… Hemen kap şu toz şekerle yumurtaları, Şaziye Hanım’a götür. Pasta yapıyormuş, misafiri gelecekmiş. Acele bekliyor.”

“Geldim Arif Abi.” diye bağırdı Nuri. Hareketlenmeden önce bir kez daha İsmail’e döndü. Üst dişleri alt dudağının üstünde, gözlerini kısıp en sevimli halini takınarak sordu:

“İsmail Kardeş, sen ödevlerini bitirince Deniz Kızı’nı görmeye gidelim mi?

“Elma şekeri de alacaksak olur.”

Nuri, “ayıpsın” deyip kaşla göz arasında İsmail’in yanaklarını şapır şupur öptükten sonra bakkalın kapısından içeri daldı. İsmail sırıtarak evin yolunu tutarken koluyla ıslanan yanaklarını kuruluyordu.

Bir saat sonra Nuri plastik topun üstüne oturmuş, dengesini sağlamaya çalışarak İsmail’i bekliyordu. Üstünde “v” yakalı bir tişört vardı. Deniz Kızı’nı ilk gördüğü günden bu yana ateşler içinde yanıyor, ne kazak ne de mont giyiyordu.

Çok geçmeden İsmail de sokağın başında göründü. Ellerini paltosunun ceplerinden çıkarmadan, başıyla “kalk gidelim” işareti yaptı. Nuri bir koşu Bakkal Arif’e haber verdi. Elinde topuyla İsmail’in yanında yürümeye koyuldu.

Mahalleden çıkıp sahil yolunda ilerlemeye başlayınca yanlarından son sürat arabalar geçmeye başladı. Nuri hemen İsmail’in elini tuttu. Yol boyunca İsmail Nuri’yle uğraşıp durdu.

“Nuri, seni sigara içerken görmüşler.”

Nuri’nin dudakları büzüştü, gözleri şaşılaştı.

“Hayır içmedim.”

“Nuri, sigara içmek çok ayıp.”

Nuri ağzını kocaman açıp eliyle kapattı.

“Hem de çok ayıp.”

“Üstelik zararlı.”

Nuri başını iki yana sallayarak onayladı.

“Hem de çok zararlı.”

“Ama en günahı ne biliyor musun Nuri?”

Nuri’nin alnı endişeden kırış kırış oldu.

“Sen biliyor musun?”

“Evet. Yalan söylemek.”

“Yalan söylememek lazım. Sonra insanı döverler.”

Kendine okkalı bir tokat attı.

“O zaman seni çok kötü dövecekler Nuri.”

“Hayır, kimse görmedi ki.”

“Neyi görmedi.”

“Sigara içtiğimi.”

“Nerde içtin ki kimse görmedi?”

“Kömürcü Naci Amca’nın deposunda.”

“Sana bir şey söyliyim mi Nuri?”

Konu değişiyor sandı, gözlerinde bir kıvılcım çaktı Nuri’nin.

“Söyle… Söyle… Güzel bir şey söyle.”

“Yalan söylemek, sigara içmekten daha kötü bir şey.”

Nur’nin bakışları aşağı indi. İsmail’e hak vererek önüne baktı.

“Ve sen demin bana yalan söyledin. Önce sigara içmiyorum, dedin. Sonra Kömürcü Naci Amca’nın deposunda içtiğini itiraf ettin.”

Suratına sert bir tokat yapıştırdı Nuri.

“Allah beni kahretsin. Sonra adamı çok kötü döverler böyle.”

Art arda tokatları saydırmaya devam etti.

“Tamam… Tamam… Vurma! Kimseye söylemem söz. Arkadaşımın dayak yemesini ister miyim hiç? Ama sen de dikkatli ol, Nuri. Başını belaya sokacak işlerden uzak dur.”

Nuri’nin kara gözleri mutlulukla ışıldadı. Üst dişleri dışarı fırladı. Bütün gövdesiyle gülümsedi.

“Biz çok iyi arkadaşız di mi İsmail?”

“Öyleyiz tabi.” diye yanıtladı, İsmail. “Unuttun mu, biz kan kardeşiyiz.”

“Evet” diye sırıttı, Nuri.

Yazın ayrık otuyla kanattıkları parmaklarını birbirlerininkinin üstüne bastırışlarını gururla hatırladı.

“Kan kardeşler birbirlerinin sırlarını kimseye söylemezler di mi?”

“Asla söylemezler.” diye yanıtladı, İsmail.

Nuri’nin üst dişler iyice öne çıktı. “Benim Deniz Kızı’na aşık olduğumu da kimseye söylemezsin, di mi İsmail?”

“Söyler miyim hiç Nuri?” diye içerledi, İsmail. “Bugüne kadar hiçbir sırrını söyledim mi?

Nuri, İsmail’in elini bütün gücüyle sıktı.

“Sen benim en iyi arkadaşımsın, biliyor musun İsmail?” diye sordu.

İsmail’in bundan şüphesi yoktu. O da Nuri’nin elini dostça sıkarak karşılık verdi.

***

Hafta içi gündüz saati olmasına rağmen panayır yeri kalabalıktı. Kayık salıncakların, dev silindirin içinde dönen motosikletin ve ip cambazının önünden koşar adım geçtiler. Mavi çadırın önünde denizci kostümü giymiş, saçı sakalı birbirine karışmış, tek gözü yuvarlak bir deri parçasıyla örtülü bir adam avaz avaz bağırıyordu:

“Hanımefendiler, beyefendiler, sevgili çocuklar! Biraz sonra kapılarını açacağım bu esrarengiz çadırın içinde doğanın bir harikası, bir var oluş mucizesi, yeryüzünde eşi benzeri olmayan bir yaratık bulunuyor: Okyanuslarda yaşarken, aşk acısıyla karaya vurmuş bir Deniz Kızı…”

Nuri, kendinden geçmiş, ağzı açık dinliyordu. İsmail dirsek atınca salyalarını içine çekti.

“Cüzi bir miktar giriş ücreti ödeyenler biraz sonra dünya üzerinde deniz kızı görme şansına erişmiş ayrıcalıklı azınlık arasında yer alacaklar.”

Nuri cebindeki paraları avuçlayıp Denizci’ye doğru uzattı. İsmail arkadaşının kolunu çekerek: “Daha değil, acele etme” diye fısıldadı. Kurt denizci, müşterinin iştahından hoşnut, duyurusuna devam etti:

“Şunu şimdiden söyleyeyim. İçerideki Deniz Kızı asla konuşmuyor. Dalgalar arasında aşkını yitirdikten sonra öylesine büyük acılar çekmiş ki, gülümsediğini de gören olmadı hiç. Ama okyanuslardan daha derin lacivert gözleriyle öyle bir bakıyor, öylesine derin bakıyor ki, adeta karşısındakinin aklını başından alıyor. Ve baylar bayanlar, çok kuvvetli bir inanışa göre, Deniz Kızı kimin gözlerinin içine uzun uzun bakarsa onun dileği gerçek oluyor.”

Nuri heyecandan İsmail’in omzuna yumruk attı. İsmail parmağını sallayarak onu tehdit etti. Nuri şirinlik yaparak özür diledi.

“Bu yüzden saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler ve sevgili çocuklar… Sizden ricam lütfen içeri girdikten sonra sessiz olunuz. Bir dilek tutunuz. Ve gözlerinizi Deniz Kızı’ndan ayırmadan, onun da size bakması için dua ediniz. Hepinize bol şans dilerim. Evet lütfen şurada tek sıra olalım, biletler için bozuk paralarımızı hazırlayalım.”

Nuri koşup en öne geçti. İsmail onu takip etti. Arkalarındaki sıra uzarken iki kafadar topu birbirlerine atıp tutarak vakit geçirmeye koyuldular. Nuri bir türlü dikkatini toplayamıyor, ikide bir topu yere düşürüyordu.

Kuyrukta toplam on iki kişi birikince, Denizci son kez sesini yükselterek etrafı kolaçan etti. Ufukta başka müşteri adayı bulunmadığından emin olunca çalımlı adımlarla çadırın kapısına doğru yürüdü.

Nuri’nin yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Denizci’nin kapıdaki düğümü çözüp brandayı açması ile Nuri girişe doğru atıldı. Denizci: “Hiç acele etme delikanlı! Deniz Kızı’nın kaçacak ayakları yok sonuçta. Hepiniz onu göreceksiniz.” diyerek herkesi güldürünce, Nuri kulaklarına kadar kızardı.

İsmail’le el ele çadıra girdiler. İçerisi havasızdı. Ağır bir rutubet ve balık kokusu nefes almayı güçleştiriyordu. En ön sıradaki sandalyelere oturdular. Nuri topu sandalyenin altına sıkıştırdı. Perdenin açılması için diğer seyircilerin de yerleşmesini beklemeye koyuldular.

Nuri elektriğe tutulmuş gibi bacaklarını titretiyor, İsmail arada arkadaşının dizine şaplak atarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Büyük çoğunluğu erkeklerden oluşan diğer seyirciler de yerlerini alınca Denizci, Nuri ile İsmail’in bulunduğu ön sıraya kadar kararlı adımlarla yürüdü. Perdeyi tutup, gizemli bir bakışla tüm sandalyeleri süzerek bir süre bekledi. Ve ani bir hareketle, tek hamlede perdeyi açıp, seyircileri Deniz Kızı ile baş başa bıraktı.

Sahnenin ortasında içi bulanık su dolu bir havuz vardı. Deniz Kızı havuzun kıyısına uzanmıştı. Balık yarısı suyun içinde, insan yarısı dışarıdaydı. Kuyruğunu oynattıkça gümüş rengi iri pulları suyun altında parlayıp sönüyor, simsiyah saçları omuzlarını ve göğüslerini örterek kar beyazı göbeğine kadar iniyordu.

Başı öne eğikti. Ne suya, ne de karaya aitti. Aşk onu büyülü denizlere sürüklemiş, sonra da acımasızca karaya fırlatmıştı. Şimdi ne bir kez daha açık denizlere ulaşabilecek gücü, ne de karada yaşamaya elverişli bir bedeni vardı. Hüznün, çaresizliğin heykeli olarak, para karşılığı izlenebilen bir ucube, yalnız erkeklerin hayal gücünü harekete geçiren savunmasız bir beden, doğurgan kadınların hallerine şükretmelerini sağlayan bir ibret tablosu olarak yaşamaya sürgün edilmişti.

Kendisine benzemeyenlere ya tapan, ya da onları yok etmeye çalışan insan türünün dengesizliklerine alışmaya çalışıyor ama hassas yapısı buna el vermiyordu.

Derken beklenen an geldi: Deniz Kızı ağır ağır başını kaldırmaya başladı. Bakışlarını önce yukarı, çadırın tavanına dikti. Sonra gaipten emir almış gibi çenesi ağır ağır aşağı indi ve gözleri arka sıralarda oturan genç bir adamın gözlerine kilitlendi. Dakikalarca hiç kıpırdamadan bakıştılar.

Nuri ile İsmail büyülenmiş gibi Deniz Kızı’nın lacivert gözlerine dalmışlardı. Bu defa kendilerine de baksın diye dudaklarını oynatarak bildikleri duaları sırayla okuyorlardı.

Derken Deniz Kızı keskin bir hareketle başını sağa çevirdi. Ve en köşede göbekli arkadaşı ile oturan bıyıklı adama bakmaya başladı. Göbekli dürtünce, Bıyıklı sırıtır gibi oldu ama bakışları bir kez Deniz Kızı’nın gözlerine saplanınca bir daha başka şeyle meşgul olamadı.

İsmail saatini kontrol etti. Nuri’nin kulağına umutsuzca: “Bugün de bize bakmayacak böyle giderse.” diye fısıldadı.

Nuri gözlerini kocaman açıp parmağını dudaklarının üstüne götürerek: “Şşşt” dedi. “Öyle deme sakın, küser.”

Deniz Kızı bu kez bakışlarını soluk benizli bir kız çocuğunu kucağına oturtmuş, baş örtülü kadına çevirdi. Çok geçmeden baş örtülü kadının gözünden sicim gibi yaşlar akmaya başladı. Kadın iki elini açmış dualar ediyor, dileği gerçekleşsin diye arada hasta kızının yüzüne üflüyordu. Nuri ile İsmail bu esnada Deniz Kızı’nın gözlerinin de buğulandığını fark ettiler.

Ve sonra hiç beklemediği bir anda, günlerdir Nuri’nin rüyalarına giren mucize gerçekleşti. Deniz Kızı bakışlarını en ön sıradaki sandalyelerin hizasına indirdi. Ve kısa süren bir taramanın ardından Nuri’nin gözlerine kilitlendi.

Nuri, üst dişleri dışarı öne fırlamış öylece kalakalırken, Deniz Kızı’nın okyanus rengi gözleri onu hiç tanımadığı büyülü bir aleme doğru hızla çekmeye başladı.

Hayatı boyunca hiç kimse ona öyle derin, hayranlıkla, varlığına saygı duyarak bakmamıştı. Anneciğinin bakışlarındaki merhametten de, İsmail’inkilerdeki samimiyetten de farklıydı Deniz Kızı’nın göz küresindekiler. İç çeker gibi, içine çeker gibi bakıyordu. Rüya görür gibi, rüyasına davet eder gibi bakıyordu. Birlikte acı çekmekte çekinecek bir şey yokmuş gibi bakıyordu.

Denizci tekrar ortaya çıkıp, mavi perdeyi örtünceye kadar Nuri ile Deniz Kızı bakışmaya, birbirlerine sevgi göndermeye devam ettiler.

Çadırdan çıkana dek Nuri tek kelime etmedi. Bir ara kolunun tersiyle gözlerini kuruladı. Tam dışarı çıkmış, temiz havayı doyasıya ciğerlerine çekiyorlardı ki, İsmail’in aklına içeride unuttukları top geldi. Denizci’den izin isteyip, sandalyenin altındaki toplarını aldılar. Elma şekerciye doğru yürümeye başladılar.

Nuri kalan bozuk paralarını elma şekercinin tepsisine boşalttı. Elma şekerci ince beyaz bıyığını oynatarak paraları parmağının ucuyla teker teker saydı. Neyse ki, Nuri’nin bakiyesi iki şeker almalarına yetti.

İsmail “Hadi gidelim, elma şekerlerimizi yolda yeriz.” dedi.

Nuri: “Olmaz.” diye itiraz ederken başıyla önce sağ elindeki topu, sonra sol elindeki şekeri işaret etti. “Anneme hızlı arabaların yanından yürürken el ele tutuşacağımıza söz verdim.”

İsmail omuz silkip, elma şekerlerini bitirinceye kadar panayırda oyalanmaya razı oldu. Kayık salıncakta sallananları, sigaraya halka atanları, tüfekle atış yapanları seyrederek baştan sona iştahla yaladıkları kırmızı şekerlerini ve nihayet koçanına kadar kemirdikleri elmalarını bitirdiler.

Hava kararmak üzereydi. El ele tutuştular. Sahil yolunun kaldırımından mahalleye doğru yürümeye başladılar. İsmail’in aklı hala Nuri ile Deniz Kızı’nın bakışmasındaydı.

“Biz çok iyi arkadaşız, di mi Nuri?”

Nuri dalıp gitmişti. İsmail dürtüp sorusunu tekrarlayınca kendine geldi.

“Öyleyiz tabi.”

“Unuttun mu, biz kan kardeşiyiz.” diye üsteledi, İsmail.

Nuri: “Evet” diye sırıttı. “Kan kardeşler birbirlerinin sırlarını kimseye söylemez.”

“Evet, asla söylemez.” diye onayladı, İsmail. “Senin Deniz Kızı’na aşık olduğunu kimseye söylemeyeceğim, merak etme.”

Nuri böyle dostluk ilanlarından çok hoşlanıyordu. İsmail aniden durdu. “Ama sen de benim soruma cevap vereceksin.”

Yanlarından vızır vızır arabalar geçiyordu.

“Tamam söz.” dedi Nuri. Meraktan kirpikleri kırpışıyordu.

“Deniz Kızı sana bakarken bir dilek tuttun, değil mi?”

Nuri’nin gözünün önüne Deniz Kızı ile bakışlarının birbirinde eridiği sahne geldi. Üst dişleri dışarı fırladı. Kendi kendine gülümsemeye başladı. Nuri koltuğunun altını dürtünce topu düşürdü. Birkaç kez beton kaldırımda seken topu sonunda yakalamayı başardı.

“Evet, tuttum.” dedi nefes nefese.

İsmail: “Ne tuttun? Çok merak ettim.”

Nuri sırıtarak yürümeye devam etti. “Deniz Kızı’nın…” dedi. “Sevdiğine kavuşmasını diledim.”

“Yani?” diye sordu İsmail. “Sana kavuşmasını mı diledin?”

“Yoo” derken ciddileşti Nuri. “Aşk acısı çekiyor ya… Sevdiği kim ise, onunla bir an önce buluşsunlar. Daha fazla acı çekmesin, dedim.”

İsmail başka soru soramadı. Mahalleye kadar tek kelime etmeden, el ele yürüdüler.

Bakkal Arif dükkanın ışıklarını yakmıştı. İsmail, topu Nuri’nin elinden kaptı. Kaçırarak arkasına sakladı.

“Oğlum gerçekten kendin için hiçbir şey dilemedin mi? Bak… Yalan söylüyorsan…”

Son cümlesi esnasında işaret parmağını tehditkar biçimde salladı.

“Hayır… Hayır…” dedi Nuri başını telaşla iki yana sallayarak. “Yalan söylememek lazım. Yoksa adamı çok kötü döverler.”

Sözünü bitirir bitirmez kendine sert bir tokat attı.

İsmail kıkırdayarak topu kaldırıma doğru fırlattı. İkisi birden topun peşinden koşmaya başladılar.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MUCİZELER

Yıkılmaya yüz tutmuş bir atölyenin üst katındaki camı kırık, tozlu pencerenin aralığından hüzünlü keman tınıları yükseliyordu. Yolun sonunda güneş sapsarı bir top olmuş, ışığıyla müziği okşuyordu. Avurtları çökük adam, çatlak parmaklarını rakı bardağına vurarak ritim tutuyordu. Başını Haliç’e doğru çevirdi. Süleymaniye’nin başında bulutlar geziniyordu. Sıradan hayat, gizli saklı mucizelerle doluydu.

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

SEV BENİ

Kemancı coşmuştu: “Sözler eksik bizde Yenge. Bundan sonrası sende…” Kadın, bakışlarını Erkek’e kilitledi. Sanki sözleri o yazmış, besteyi o yapmış, şimdi de şarkısını taş plağa kaydediyordu. Alay eder gibi başlıyor, yemin eder gibi bitiriyordu. Gözleri Erkek’ten başkasını görmüyordu.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

AGOP İLE AGATA

Agop sabaha karşı beşe doğru Beşiktaş’taki fırınlarının üst katındaki ufak odada gözlerini açıyor. Hava buz gibi. Dışarısı zifiri karanlık. Fırının alevinden yükselen turuncu ışığı takip ederek tahta merdivenden aşağı önce hamurhaneye, oradan da zemin kattaki fırına iniyor.

Günün ilk ekmekleri pişmiş bile. Babası, atını tezgaha yanaştırmış. Agop hemen tezgahın arkasına geçiyor. Ekmekleri beşer beşer istifleyip, babasına vermeye başlıyor. Bunu yaparken, bir yandan da yanan ellerine üflüyor. Babası hiç boşluk bırakmadan ekmekleri atın sepetine hızlıca diziyor. Tek sepet yüz yirmi beş ekmek alıyor. Diğer sepeti de tepeleme doldurarak bir ağız ekmeğin tamamını yükledikten sonra, Ortaköy semtine doğru dağıtıma çıkıyor.

O yıllarda ekmek fırından alınmıyor, konaklara, lokantalara, bakkallara Agop’un babası gibi tablakarlar tarafından götürülüyor.

Agop; sırasıyla Maçka ve Nişantaşı’na ekmek dağıtan dedesi Mardiros’a; Ihlamur ve Yenimahalle bölgesinden mesul Kosovalı Usta Yuvan’a ve Pera’nın tablakarı kendisinden iki yaş büyük Şipka’ya da yardım edip, hepsini yolcu ettikten sonra ocağın üzerindeki fasulye tenceresinin başına geçiyor.

Sefer tasına, bolca soğan ve acı biberle pişirilmiş fasulyeden dört beş kaşık koyup, tasın kapağını sıkıca örtüyor. Kitaplarını koltuğunun altına alıyor. Yarım ekmeği ikiye bölüyor. Yarısını öğlen yemeği için, zayıf bedenine biraz büyük gelen paltosunun cebine yerleştiriyor. Diğer yarısını dişleyip, sefer tasını sallayarak sokağa çıkıyor.

Hava hala karanlık. Ağzından burnundan buharlar yükseliyor. Fırının bitişiğindeki bakkal dükkanı henüz açılmamış; Yorgi Usta Tophane’deki mezbahada ciğer bekliyor olmalı. Arnavut kardeşler Miro ve Petri Maryo’nun manav dükkanının kapısı aralık. Geceyarısı Bahçeköy’deki bostandan yola çıkmış katırlar, uysalca eyerlerinin iki yanına bağlanmış sebzelerin boşaltılmasını bekliyor. Miro, kapı ağzında beliriyor. Agop’u görünce “Allah zihin açıklığı versin” diye takılıyor. “Bakalım başımıza ne olacaksın?”

Helvacı İmam fesine doladığı yeşil sarık ve safran sarısı saltası ile gömleğinin kollarını dirseğine kadar sıvamış, kazana doldurduğu tahin helvasını hamur gibi yoğuruyor. Agop’u görünce:

“Kuru kuru yeme ekmeği, al şunu katık et.” diyerek hamurdan çekip irice bir parça koparıyor. Memleketi Safranbolu’dan gelen aile mektuplarını okuttuğu bu delikanlıyı bir başka seviyor.

Musa Çavuş çay ocağının gerisinde. Buharlar arasında bardakları yıkıyor. Sırtında dervişlerinki gibi bir aba. Bıyık uçları uzun ve kıvrık, burnu enfiye çekmekten simsiyah. Agop’u görünce sigarasını dudaklarının ucunda oynatarak: “Bir bardak çay iç de için ısınsın, evlat.” diyor. Agop mahcupça teşekkür ediyor. “Eksik olma Musa Çavuş.” diye yanıt veriyor. “Alacağım olsun. Mektebe geç kalmayayım şimdi.”

Kadınlar hamamının önünden geçerken, bir kaç saat sonra kubbenin altına sere serpe uzanacak ıslak kadın bedenlerini düşlüyor. Son günlerde olur olmadık zamanda aklına, rüyasına kadın teni düşüyor.

Dolmabahçe’ye doğru devam ediyor. Yol takır takır buz tutmuş. Isınabilmek için hızlı yürümesi lazım. Kaymamak için yavaş… Orta karar bir tempo tutturup, Dolmabahçe Sarayı’nın köşesindeki Erzincan Armudan’lı hemşerisinin kahvehanesinde mola veriyor. İki dakikalığına içeri girip kıpkırmızı olmuş ellerini sobada ısıtıyor. Koca Anto, Agop’un ağzına bir kahve şekeri sokup uğurluyor.

Hava hafiften aydınlanmaya başlamış bu esnada. Salı Pazarı’nda kaldırım boyunca çekik gözlü Türkmen ve Çinli doktorlar sandalyelerindeki yerlerini almış, şifalı otları ile kadın müşterilerini bekliyorlar.

Kar atıştırmaya başlıyor. Uzaktan nal sesleri duyuluyor. Sonra o sesler yaklaşıyor ve ağzından dumanlar yükselen güçlü bir Macar atının çektiği tramvay tam Agop’un yanından geçerken, haremlik kısmının hafifçe aralanmış perdesinin gerisinde güzel bir çift kadın gözü beliriyor.

Siyah peçesinin aralığından, uçuşan kar tanelerini ilgiyle seyreden ceylan gözler Agop’un aklını başından alıyor. Onlarla teması hiç bitmesin istiyor. Ama Agop’un bakışlarını fark etmesiyle, kadının bir hışım perdeyi kapaması bir oluyor.

Agop yakalarını kaldırıyor. Yüksekkaldırım’ı tırmanırken iliklerine kadar üşüyor. Geçenlerde, okulların tatil olduğu bir gün Akaretler’de ekmek dağıtırken, çaldığı kapılardan biri evin çocuğu tarafından ardına kadar açılıp da soba başında soyunup dökünmüş kadınları karşısında bulduğunda; nasıl gözlerini cariye ve halayıkların baldırlarına, çıplak omuzlarına dikip, içerden çığlıklar yükselinceye dek öylece kalakaldıysa, şimdi de aynı fütursuzluğu şu ahu gözlü kadına yapmış olmaktan ötürü şaşkınlık ve derin bir suçluluk duyuyor.

Kule’ye yaklaştıkça insan sayısı artıyor. Avrupai şapkalı tüccar ve bankacıları, poturlu hamalları, kalpaklı Çerkezleri, sikkeli dervişleri, Avusturyalı rahibeleri, üniformalı İngiliz bahriyelerini geride bırakıyor.

Getronagan Ermeni Okulu’nun merdivenlerini üçer beşer tırmanırken utanç ve suçluluk duyguları yerini heyecana bırakıyor. O gün, Kevork’la paylaştıkları en arka sıranın cam kenarında oturma sırası onda çünkü.

Sınıfta henüz kimse yok. Cebinden çakısını çıkarıyor. Beyaza boyalı camın alt kısmını kazıyarak ufak bir yuvarlak açıyor. Eğilip gözünü oraya dayıyor. Karşı pencerenin bütününü görebilinceye kadar yuvarlağı büyütüyor.

Sınıf kapısının gıcırdadığını işitir işitmez toparlanıyor. Sefer tasını, kazıdığı yuvarlağı kapatacak şekilde pervaza yerleştirip kitaplarıyla ilgilenir gibi yapıyor.

Yemek teneffüsünde Kevork sıranın ucuna oturup, sınıftakilerle Agop arasına iri cüssesi ile adeta duvar çekiyor. Agop her ihtimale karşı pervazda kitap okur gibi yaparak gözünü, kazıdığı yuvarlağa dayıyor. Bir kaç saniye sonra tam karşıdaki geneleve ait pencerede iki kadın dans etmeye başlıyor.

Kevork, fahişelerin gözetlendiklerinin farkında olduğunu iddia ediyor. Çünkü ne zaman Agop ya da Kevork yuvarlaktan bakıp, deliği karartsalar; bu kadınlar göbek atmaya, gerdan kırmaya, hatta günlerindeyseler kombinezonlarının askılarını düşürüp memelerini sallamaya başlıyorlar.

Agop elbette ki fahişelerin cüretkar gösterilerinden ziyadesiyle etkileniyor. Ama onun aklı, her defasında pencere kıyısına oturmuş, hülyalı bakışlarla gökyüzünü seyrederken bulduğu üçüncü kadında. En kısa boylusu ve genci o. Belki bu yüzden; boyuna, yaşına en münasip o olduğu için nefesini kesiyor. Belki de sağ yanağındaki gamzesi, gece siyahı saçları, zeytin karası gözleri ve onların üzerinde muntazam birer yay çizen alımlı kaşları yüzünden.

Agop, Kevork’tan farklı. Diğer iki kadın değil omuzlarını, baldırlarını; kalçalarını bile açsalar Agop gözünü esmer güzelinin hüzünlü yüzünden ayıramıyor. Aklı beyaz camdaki ufacık yuvarlaktan uçup bulutlara yükseliyor, Kevork sırtını yumruklayıncaya dek dış dünyayla bütün bağlantısı kesiliyor. Kevork’un dediğine bakılırsa, camdan ayrıldıktan sonra da yüzüne yerleşen şapşal gülümsemenin dağılması en az bir ders saati sürüyor.

O gün Agop zeytin gözlü güzelini seyrederek hayallere dalmışken ilginç bir şey oluyor. Genelevin alt katından biri seslenmiş olmalı, diğer iki kadın dans etmeyi bırakıp koşarak merdivenlerden aşağı iniyor. Onlar gözden kaybolunca esmer güzeli ayağa kalkıp, pencerenin önüne geliyor. Kar yağışına ve omuzlarını açıkta bırakan incecik elbisesine aldırmadan pencereyi açıyor. Kar taneleri çıplak omuzlarına, gamzeli yanaklarına, kuzguni saçlarına düşerken o simsiyah gözlerini tam kazınmış yuvarlağın ortasına, Agop’un göz bebeğine dikerek, vücut diliyle bir şeyler anlatmaya başlıyor.

Önce bir şeyin sapını tutar gibi sıktığı elini omzunun üstünde ileri geri sallıyor. Diğer eliyle havada yarım daire çizerek “daha sonra” anlamına gelebilecek bir hareket yapıyor. Ve avcunu açıp parmaklarını kendine doğru çekiyor.

“Zil çaldıktan sonra gel.” diye mırıldanıyor Agop.

Kevork “Bir şey mi dedin?” diye soruyor. Agop “Şşt” diye tıslayarak onu susturuyor. Sonraki dakikalarda esmer güzeli aynı hareketleri bir kaç kez daha tekrarlıyor. Agop mesajı doğru anladığından kesinlikle emin oluyor.

Derken diğer iki kadın gülüşerek odaya dönüyorlar. Agop’un esmer güzeli, onları görür görmez pencereyi kapatıp işaretleşmeyi kesiyor. Böylece Agop, mesajın diğer kadınlardan gizli verildiğini anlıyor.

Paydos ziline kadar Agop’un içi içini yiyor. Karşı taraf, o delikten bakanın kim olduğunu bilmediğine göre… Neden tanımadığı birini çağırıyor? Müşteri arıyorsa niçin genelev sokağını dolduran azgın herifleri değil de mektebin camından gizli gizli bakan öğrencileri davet ediyor? Peki niye bunu fahişe arkadaşlarından gizliyor?

Zil çaldıktan sonra, Kevork’la beraber sınıfın boşalmasını bekliyorlar. Kevork, sıranın gözüne sakladığı beyaz yağlı boya kutusunu çıkarıyor. Babasının hırdavatçı dükkanından aşırdığı kutu bu. Hademeye, dolayısıyla idareye yakalanmamak için her akşam ders bitiminde camda açtıkları yuvarlağı örtmelerine yarıyor.

Agop camdaki gözetleme dairesini boyarken, bir çırpıda gündüz gördüklerini anlatıyor. Kevork heyecandan yerinde duramıyor.

“Hadi kalk, gidiyoruz o zaman” diye bağırıyor.

“Nereye, geneleve mi? Almazlar ki bizi oraya. Yaşımız tutmuyor. Üstelik elimizde kitaplar, sefer tasları… Bir tek alnımızda “öğrenci” damgası eksik!” diye itiraz ediyor, Agop.

Kevork: “Boş versene!” diyor. “Bi yolunu buluruz. Hayatımızın daveti bu. Tepecek değiliz ya.”

Genelevin giriş kapısına vardıklarında kar yağışı, tipiye çeviriyor. Boğaz’dan esen poyraz, iki delikanlının yürümesini güçleştiriyor. Yüzleri görünmesin diye yakalarını iyice kaldırıp şapkalarını kulaklarını örtünceye kadar indiriyorlar. Kitaplarıyla sefer taslarını bol paltolarının içine gizliyorlar. Tipi yüzünden görüş mesafesi oldukça düşük… Bekçilerin bulunduğu kulübeden ne yaşları, ne de öğrenci oldukları seçilebiliyor. Kapıdaki kalabalığın arasına karışarak, kimlik kontrolsüz içeri girmeyi başarıyorlar.

Komşularının hangi evde olduğunu kestirmeye çalışıyorlar. Sokağın kıvrıldığı köşede durup başlarını kaldırarak çevre binalar arasında önce kendi okullarını, sonra sınıflarını, sonra da sınıftaki pencerelerinin karşısına düşen evi tespit ediyorlar. Kısa sürede şapkalarını, omuzlarını beyaza boyayan karın altında, oraya doğru ilerliyorlar.

Agop, camekanın gerisindeki mangalın başında ısınmaya çalışan kadınlar arasında beyaz teni inci gibi parlayan esmer güzelini bir bakışta tanıyor. Kalbi gümbür gümbür atmaya başlıyor. Arkadaşının kadınla iletişim kuramayacak kadar heyecanlandığını fark eden Kevork, camekanın karşısına geçip, zeytin gözlerin dikkatini çekinceye kadar bekliyor. Göz göze geldiklerinde, konuşmak istediğini işaret ediyor.

Kadının yay kaşlarından teki kalkıyor. Hüzünlü bir tebessüm eşliğinde Kevork’u içeri çağırıyor. Kevork, Agop’un koluna girerek demir kapıdan geçiyor. Mangalın başına toplanmış bütün fahişelerin bakışları onlara çevriliyor. Kevork, “okulun camı” der demez esmer güzelinin yüzü aydınlanıyor. Delikanlıları kuytu bir köşeye çekiyor.

Pazarlık eder gibi iki gence iyice sokulup fısıltıyla konuşmaya başlıyor. Fildişi rengi teninden yükselen lavanta kokusu Agop’un başını döndürüyor.

Kadın, isminin Agata olduğunu söylüyor. Sakız’lı bir Rum olduğunu. Kaçırıldığını… Annesinden, kardeşlerinden, köklerinden koparılıp buraya kapatıldığını… Her gün satışa çıkarıldığını… Yuvasına dönmezse böyle yaşamaya daha fazla dayanamayacağını…

Agop’un gözleri doluyor.

Kevork “peki bizden ne istiyorsun?” diye soruyor, lafı dolandırmadan. Agata ikisinin de güçlükle işitebildiği bir fısıltıyla: “Beni buradan kurtarmanızı” diyor.

Kevork’la Agop şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlar.

“Burada güvenebileceğim hiç kimse yok.” diye devam ediyor Agata. “Böyle bir şeye kalkıştığım duyulursa beni öldürürler. O yüzden sizi çağırdım. Mekteplilerin iyi insanlar olacağına inandım.”

Agop “öyleyiz zaten” der gibi başını sallıyor. Kevork onun kadar saf değil.

“Bizim buraya girmemiz bile yasak. Yaşımız tutmuyor. Bakma bugün tipi sayesinde kapıdakilere enselenmedik.” diyerek ellerini iki yana açıyor.

Gıdısı sarkık, süslü ve yaşlı bir kadın, paytak adımlarla üçüne doğru yaklaşıyor. Sigaradan kartlaşmış sesiyle:

“Ne kaynatıyorsunuz bakalım orda?” diyor. “Girecekseniz girin. Girmeyecekseniz yallah. Evlenmeyeceksiniz ya neticede.”

Agata, Agop’un elini tutarak: “Bu yakışıklı benimle odaya çıkacak, Madam” diyor. Agop kulaklarına kadar kızarıyor: İlk kez bir kadının elini tuttuğu için… Yukarıda ne halt edeceğini bilmediği için… Cebinde beş kuruş parası olmadığı için…

Agata koynundan çıkardığı parayı Madam’a uzatıyor. “İşte” diyor. “Merak etmeyin. Beyefendi vizitesini peşin ödedi.”

Madam’ın yüzü gülüyor. Parayı kıvırıp simli kesesine koyuyor. Kesenin ağzını büzüp, sicimine düğüm atıyor.

Agata’yla Agop el ele, gıcırdayan ahşap merdivenleri tırmanıp koridorun sonundaki kapıdan içeri giriyorlar. Oda daracık. Zeminde beyaz çarşaflı bir döşek, duvar dibinde iki minder var.

Agata mindere oturup, kapı ağzında dikilmekte olan Agop’a gelmesini işaret ediyor. Agop utana sıkıla kadının yanına ilişiyor.

Agata siyah gözlerini kocaman açarak: “Plan yapmak için yarım saatimiz var.” diyor. Melodili konuşuyor. Elini kolunu salladıkça giysilerinden yükselen lavanta kokusu Agop’u hepten sersemletiyor.

“Çarşamba sabahları, saat sekizde Galata Limanı’ndan Sakız’a gemi kalkar” diyor Agata. “Yani kaçmak için en uygun zaman Çarşamba sabahının erken saatleri… Yokluğum fark edilip, peşime adam salınıncaya kadar kendimi gemiye atmış olursam, bu bataktan sonsuza kadar kurtulmuş olurum.”

Zeytin rengi gözleri yakından mücevher gibi ışıl ışıl parlıyor. Agop onu özgürlüğüne kavuşturmak için her şeyi yapmaya hazır. Ama beyni durmuş gibi. Hiç bir şey düşünemiyor.

Agata, kaskatı kesilmiş delikanlının elini tutuyor tekrar:

“Öğrencilikten başka meşguliyetin var mı?” diye soruyor.

“Fırınımız var Beşiktaş’ta.” diye yanıt veriyor, Agop. ” Sabahları ve tatil günleri babamla dedeme yardım ederim.”

“Ne yapıyorsun peki fırında?” diye sorarken, parmaklarını Agop’unkilere geçiriyor. Rüzgar kar tanelerini cama savuruyor. Çerçeve zangır zangır sallanıyor. Agop’un alnı boncuk boncuk terliyor.

“Sabahları tablakarların sepetlerini doldurmaya yardım ederim. Tatil günleri ise onlara katılıp, ekmek dağıtmaya çıkarım.”

Yanıtı Agata’nın ilgisini çekiyor. “Hangi bölgelere ekmek dağıtıyorsunuz?” diye soruyor.

“Beşiktaş, Maçka, Nişantaşı, Ortaköy, Pera…”

Agata’nın gözleri parlıyor.

“Pera mı dedin?”

Agop başını sallıyor. Agata, baş parmağıyla Agop’un elini usul usul okşuyor.

“Evet bu çevredeki evlere, lokantalara, bakkallara biz ekmek veririz.” diyor gururla.

“Kaçta yapıyorsunuz bu işi?” diye soruyor bu kez Agata.

“Tablakarlar sabah beş buçuk gibi yola çıkarlar. Altı, yedi civarında dağıtıma başlarlar.”

Agata gözlerini tutkuyla Agop’unkilere dikiyor.

“Seni Tanrı gönderdi bana” diyor ve Agop’un yanağına ıslak bir öpücük konduruyor.

Agop’un göğüs kafesinde fırtınalar kopuyor, tüyleri diken diken oluyor, soluğu sıklaşıyor. Agata ayağa fırlayıp, ellerini kollarını sallayarak planı anlatmaya koyuluyor.

“Genelev kapısının tam karşısındaki bakkalı biliyorsun, değil mi?”

“Evet” diye yanıtlıyor, Agop. Soluğunu düzenlemeye çalışıyor: “İyi bilirim.”

“Çarşamba sabahı tablakarınla saat yedi buçukta o bakkala ekmek vermeye geleceksin. Ben de aynı saatte bakkala çıkacağım. Bizim bir tek bakkala çıkmamıza izin var… Onda da peşimize gözcü koyarlar. Gözcüler bakkala kadar peşimizden gelmez. Genelev kapısında beklerler. Şu sizin atların tek sepeti kaç ekmek alıyor?”

“125”

“Bir ekmek ne kadar çekiyor?

“Bir kilo.”

“Yani sepet beni rahat rahat taşır.”

Kapı yumruklanmaya başlıyor.

“Haydi artık.” diye bağıran Madam’ın sesi duyuluyor. “Kızı nüfusuna mı alacaksın, mektepli?”

“Çıkıyoruz, Madam.” diye bağırıyor Agata.

Kapıya kadar el ele yürüyorlar. Agata, bu kez de diğer yanağından öperek, Agop’u yolcu ediyor.

Agop önünü iliklemeden sokağa fırlıyor. Ve genelev kapısından çıkıp, yokuş aşağı bilinçsizce koşmaya devam ediyor.

Voyvoda Caddesi’nden dört nala gelen atlı tramvayın altında kalmak üzereyken son anda güç bela durduğunda, aklına Kevork geliyor. Gerisingeri yokuşu çıkmaya koyuluyor. Yarı yolda Kevork’la karşılaşıyor. Dalgınlığından ötürü özür diliyor. Nefes nefese olan biteni anlatıyor. Kevork, dudak bükerek dinliyor. Bu işin çok tehlikeli olduğunu söylüyor.

Salı gecesi Agop’un gözüne uyku girmiyor. Saat beşte sedirden fırlayıp yukarı katta horuldayan Şipka’nın yanına çıkıyor. Dürterek uyandırıyor. Sırayla babasının, dedesi Mardiros’un ve Usta Yuvan’ın sepetlerini doldurup yola çıkmalarına yardım ediyor.

Şipka’nın ağırdan almasına sinir oluyor. Şipka ise son derece sakin. Agop’a asıl oraya erken varmalarının tehlikeli olacağını izah ediyor. Tam zamanında genelev kapısında olup, bir an önce işlerini halledip, bekçilerin dikkatini çekmeden bakkaldan ayrılmaları gerektiğini söylüyor.

Usta Yorgi dükkanı erken açmış o sabah. Önce onunla, sonra katırın sırtındaki pırasa demetlerini boşaltmakta olan Petri Maryo ile selamlaşıyorlar.

Hacı İmam ikisine de karmakta olduğu tahin helvası hamurundan birer parça koparıp veriyor. “Sabah sabah kuvvetlenin biraz.” diyor.

Hava, yerler, her şey buz gibi. Musa Çavuş’tan ayaküstü birer bardak çay içiyorlar. Bu kez hamamın önünden geçerken Agop’un aklına diğer kadınlar gelmiyor. Onun için bir tane kadın var artık yeryüzünde: Onun kahramanı olmaya gidiyor.

Saat tam yedi buçukta yokuşu çıkıp genelevin karşısındaki bakkala ulaşıyorlar. Daha önce kararlaştırdıkları gibi, Şipka atı tam bakkalın kapısını ortalayacak biçimde durduruyor. Böylece gözcülerin ve bekçinin bakkalın iç tarafına bakan sepette neler olduğunu görmesini engellemiş oluyor.

Çok geçmeden genelevin kapısında siyah çarşaf giymiş Agata görünüyor. Agop onu gözlerinden tanıyor. Bu sırada Şipka, toz şeker çuvallarını tavan arasında tuttuğunu bildiği Bakkal’dan, yarım kilo şeker istiyor. Bakkal tavan arasındayken, Agop soğukkanlılığını korumaya çalışarak, atın yanından dükkana giren Agata’nın boş sepete yerleşmesine yardımcı oluyor. Ve üstüne diğer sepetten aldığı ekmekleri yerleştirerek, onu iyice kamufle ediyor.

Yarım kilo şekeri alıp ekmekleri bırakan Şipka ile Agop, bakkalla vedalaşarak, atlarının yanında caddeye doğru yürümeye başlıyorlar. Agop, engel olamadığı geniş bir tebessüm eşliğinde tam elini Şipka’nın omzuna atmış, genç adama teşekkür etmeye hazırlanırken, yukarıda bir gürültü kopuyor. Bakkalın kapısından fırlayan gözcüler, küfürler savurarak Agop’la Şipka’ya doğru koşmaya başlıyorlar.

Şipka’nın: “Kaçalıım” diye bağırmasıyla, Agop, Şipka ve at bütün gücüyle koşmaya başlıyorlar. Bir tarafında 125 kilo ekmek, diğer tarafında Agata bulunan at yeterince hızlanamıyor.

Şipka koltuk altından tuttuğu gibi Agata’yı sepetten çıkarıyor. Diğer sepetteki ekmekleri hızla yol kenarına boşaltıp, Agata’yı atın üstüne oturtuyor.

Şimdi at; Şipka ile Agop’tan daha hızlı koşuyor.

Sakız’a gidecek gemi limanda; kalkış saatini bekliyor. Agata nefes nefese: “Bu gemiye bineceğimi biliyorlar. Beni içeride muhakkak bulurlar.” diyor telaş içinde.

Agop’un gözleri faltaşı gibi açılıyor. Ne yapsın, ne desin bilemiyor.

O sırada Şipka limanda tanıdık bir kayıkçı görüyor. Uzaktan işaretleşerek kayığının müsait olduğunu öğreniyor. Agata ile Agop’u apar topar onun yanına götürüyor. Arkadaşına emanetlerini gizlice Beşiktaş İskelesi’ne bırakmasını söylüyor.

Kayıkçı, kayığın içine yatırıp yağmurluk ve battaniyelerle kamufle ettiği Agop ve Agata ile limandan ayrılırken, Şipka Sakız gemisinin merdivenlerini üçer beşer tırmanan gözcüleri görüyor.

Agata ile Agop Beşiktaş’a varıncaya kadar battaniyenin altında gizli gizli öpüşüyorlar. Bir taraftan da rüya gibi anımsayacakları bu yolculuk hiç bitmesin diye içlerinden dua ediyorlar.

Agop, Agata’yı fırına getiriyor. Önüne bakarak, genç kadının gideceği yeri olmadığını, babası izin verirse bir hafta boyunca sedirini ona ödünç vermek istediğini söylüyor. Babasının nutku tutuluyor. Başını kaldırmadan atının sepetine ekmek doldurmaya devam ediyor. Sonra Agata tuvalete çıktığında:

“Biz seni mektebe bunun için mi gönderdik?” diye bağırarak, Agop’a okkalı bir tokat atıyor.

Hayatında ilk kez babasından dayak yiyen Agop, o an bir daha mektebe gitmemeye karar veriyor. Araya Mardiros dedesi giriyor. Agop’un kötü bir şey yapmadığını, yalnızca insanlık görevini yerine getirdiğini söylüyor. Oğlunu sakinleştirmeye çalışıyor.

Bir hafta boyunca Agata, Agop’un odasında kalıyor. Sabahları Agop, Mardiros ile tablakarlık yapmak üzere fırından ayrıldıktan sonra Agata odaları siliyor, süpürüyor. Çamaşırları yıkıyor. Uzun zamandır midelerine fasulye ve tanlı çorba dışında yemek girmeyen erkeklere enfes Rum yemekleri yapıyor. Fırında çalışan herkesin gönlünü fethediyor.

Bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Ertesi Salı gecesi, yalnızca Agata ile Agop’un değil, Agop’un babası dahil, fırındaki hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Agata, yemekten sonra kendisine hayatının en zor günlerinde kucak açan; döşek, ekmek, su veren; şefkatini esirgemeyen bu güzel insanlara tek tek teşekkür ediyor. Onları hayatı boyunca unutmayacağını söylüyor. Konuşması, yaşlandıkça sulu göz olan Mardiros’un ağlamasına neden oluyor. Her şeyi dalgaya alan Şipka’nın bile gözleri doluyor.

Çarşamba sabahı vakitlice caddeye çıkıp, atlı tramvaya biniyorlar. Agop selamlık, Agata ise siyah örtü ile ayrılmış haremlik kısma oturuyor. Daha önce tasarladıkları üzere, tramvay Liman’a vardığında Agata örtünün gerisinden çıkmıyor. Agop ayağa kalkıp geminin güvertesini, merdivenlerini, çevresini gözetliyor. Merdivenin başında dikilmiş, yukarı çıkan çarşaflı yolcuları dikkatle inceleyen iki adamın genelev gözcüleri olduğuna kanaat getirir getirmez vardacıya “geri dönüyoruz” işareti yapıyor.

İspir kırbacı Macar atının sırtında şaklatıyor ve araba gerisin geri Beşiktaş’a doğru yola çıkıyor. Bu gelişme Agop’u öyle mutlu ediyor ki, dayanamayıp haremlik örtüsünü kaldırıyor. Ve Agata’nın dudağına bir öpücük konduruyor.

Fırına ayak bastıklarında Agop’un babası ile dedesi Agata’ya sanki yıllarca görmedikleri kızları eve dönmüş gibi sevgiyle sarılıyorlar.

O akşam, Agata’nın Miro ve Petro’dan alınma ıspanak ve Yorgi Usta’nın pirinciyle yaptığı enfes yemeği, üstüne de Agata’nın dönüşü şerefine Agop’un babasının Helvacı İmam’a kestirdiği tahin helvasını afiyetle yiyorlar. Yemeğin sonunda herkes karnını doyurmuş, keyifle sohbete dalmışken, Mardiros önemli konuşmalarının arifesinde yaptığı gibi ekmek bıçağının sapını masaya vurarak uğultuyu kesiyor. Nihai sessizliğe ulaşıldığında:

“Sevgili Agata” diye söze başlıyor. “Biz seni kızımız gibi sevdik. Sen de şahitsin, bugün o gemiye binememene her birimiz ne kadar çok sevindik.” Boğazını temizleyip, devam ediyor:

“Sakız’da bir ailen olduğunu biliyorum. Ama artık bizler de senin ailen sayılırız. Gel, hayatını bir kez daha tehlikeye atma. Artık şu uğursuz gemiye binmeye kalkışma.”

Agata gözlerini yaşlı adamın sarkık göz torbalarına dikmiş; şefkat dolu, davudi sesini pür dikkat dinliyor.

“Beri yandan burada kalman da tehlikeli olacaktır. Genelevin adamları, madamları, bir kuşu kaçırmanın bütün sürüyü etkileyeceğini iyi bilirler. O yüzden seni yakalayıp ibret-i alem olsun diye cezalandırmadan bu işin peşini bırakmazlar. Daha bugün Musa Çavuş’tan işittim: Bizim Beşiktaş eşrafına da eşgal bildirip, mükafat vaad etmişler.”

Agata ile Agop endişe içinde birbirlerine bakıyorlar.

“Uzun lafın kısası, biz oğlumla düşündük taşındık. Ve sizin için en doğru kararın, bizim memlekete, Armudan’a gitmeniz olduğuna kanaat getirdik.”

Agop tebessümüne mani olmaya çalışarak, masanın altından Agata’nın elini tutuyor. Agata, Agop’un parmaklarını bütün gücüyle sıkıyor. Mardiros devam ediyor:

“Bizim ekmek parası peşinde buralara geldiğimize bakma sen; Agop’un annesi, babaannesi, hısım akrabamızın hepsi orada yaşıyor. Yani başınızı sokacak dam, karnınızı doyuracak aş, hasta olsanız önünüze konacak çorba, sizi koruyup kollayacak komşu, Agop’un süreceği tarla, hepsi orda hazır. Gidin, Armudan’da evlenin, barklanın. Bu genelev fedaileri sizi unutuncaya kadar huzur içinde yaşayın. Sonra yine özlerseniz İstanbul’u, döner gelirsiniz. İsterseniz Sakız’a gidersiniz. Ama bizim köyümüzün havası, suyu pek güzeldir. Demedi demeyin, alışınca kolay kolay vaz geçemezsiniz.”

Ertesi akşamüstü trenin tekerleri paslı rayda gıcırdayarak ağır ağır dönmeye başlıyor. Agata ile Agop yarı açık pencereden sarkmış, hiç durmadan el sallıyorlar.

Agop’un babası, Mardiros dedesi, Kosovalı Usta Yuvan, Şipka, Yorgi Usta, Helvacı İmam, Arnavut Miro ve Petro Maryo Kardeşler, Kevork hepsi perondalar. Kimi helvasını, kimi ciğerini, kimi kahvesini, kimi romanını, kimi meyvesini getirmiş genç çifte yolluk olarak. Şapkalarını, mendillerini, kocaman ellerini sallayarak Agop’la Agata’yı uğurluyorlar.

Davulcu gümbede gümbede vuruyor tokmağı. Zurnacı düğün türküleri çalıyor. Musa Çavuş çağırtmış onları. Şimdi de abasının eteklerini savurarak, aralarında göbek atıyor.

Bir avuç güzel insanın türküsü, hüznü, kahkahası, gözyaşı, sevgisi pencereden içeri süzülüp vagonu dolduruyor. Tren ağır ağır uzaklaşırken Agata ile Agop mutluluktan ağlıyor.

 

 

* Bu öykü Hagop Mintzuri’nin yaşam öyküsünden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

KARA SEVDA

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?” Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.” Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti. Hasan saatine baktı.

TEMİZLİKÇİ

Alışveriş merkezinin yemek katında onu temizlikçi bonesi ve önlüğüyle bir masada sere serpe otururken gördüğünde, kendisi suç işlemiş gibi irkildi. Kovboy şapkalı, orta yaşlı bir adamın etrafında el dedektörünü dolaştırırken de gözünü temizlikçiden alamıyordu.  Yo, öyle fenalaşmış ya da kısa süreliğine soluklanmak için sandalyenin ucuna ilişmiş filan gözükmüyordu kadın. Dirseklerini masaya dayamış, aheste aheste gözlerini ovuşturuyordu. 

GÖÇ

Bir mangal: Tutacağı balıkları pişirmek için. Birkaç eski dolap: Parçalayıp mangalı yakmak için. Bir parça branda: Uyurken üstüne örtmek için. Bir araba lastiği: Salı rahatça yanaştırabilmek için. Bir can simidi: Sal batarsa hayatta kalabilmek için. Ve bir karga: O da artık bu şehirde yaşayamayacağına karar verdiği için.

LİMAN

Erkek, denizde olmayı seviyordu. Bembeyaz bir gömlek sırtında, göğsü yelkenli gibi rüzgarla dolu… Güneşin altında büyümüş bir ter damlası gibi mavinin sırtında kayarak uzaklaşmaktaydı aklı fikri. Kendini bildi bileli…

Kadın karada köklenmek üzere yaratılmıştı. Saçlarını, eteklerini uçuşturarak limanda dolaşmak… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini; dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsemek… Erkeğinin uzatacağı masmavi atlastan bir çadır dikip, asırlık bir zeytin ağacının altına yuvasını kurmak… Ve yaradılışın tüm sırlarını minicik gövdesine sığdıran bir yavru dünyaya getirerek, doğanın doğurganlığına ortak olmak için…

Erkeğin aklı öteki koylardaydı. Açık denizlerde… Yeni memleketlerde. Başka türlü insanlarda… Dalgalarla boy ölçüşmekte, rüzgarı arkasına almakta, diğer teknelerle yarışmakta… Kendisinin ve hayatın sınırlarını keşfetmekte… Var oluşunun anlamını bulabilmekte…

Karşılaştılar bir gün. Limanda… Teknesinde dikilen Erkek, Lokantacı’nın kovasını yakaladığı balıklarla doldururken…

Kadın, iskelede denizi seyrediyordu. Güneşi arkasına almıştı. Evrende bir tek o vardı, gerisi alev alev yanıyordu. Eteği rüzgara karışmış, nazlı nazlı uçuşuyordu. Aynı rüzgar kadının kızıl saçlarını erkeğin yüzüne savuruyor, gözünün başka şey görmesini engelliyordu.

Kadın, irkildi şöyle bir. Erkeğin bakışları, güneşten daha sıcaktı. Rüzgardan daha sarsıcı… Deniz köpüğü gibi bembeyaz gülüşüne, güneş yanığından tunç rengi olmuş teninine, gecenin ortasındaki yıldızlar gibi parlayan gözbebeklerine… Onun kendisine bir Tanrı gibi bakabilmesine vurulmuştu işte.

Lokantacı fark etti hemen, ikisinin bir olacağını. Körfez’e uzanan dağlar gibi, birbirlerine uzanıp hep öyle, iç içe kalacaklarını. Sigaradan sararmış pos bıyığını dişleri arasına sıkıştırmış, Erkek’le Kadın’ın tepesinde konfetiler gibi uçuşan martıları seyrederken: “Dilsiz o da senin gibi” diye fısıldadı erkeğin kulağına. “Tıpkı senin gibi dilsiz ve kimsesiz.”

***

Erkeğin denizin kurutulmuş haline benzeterek uzak bir limandan satın aldığı masmavi atlastan, bir çadır dikti kadın. Asırlık bir zeytin ağacının altına kurdular.

Kadının keçisi vardı bir tane. Onun sütünü içtiler. Gölgesine sığındıkları ağacın zeytinlerini yediler. Kadın keçiyle birlikte şifalı, birbirinden lezzetli otlar, yemişler topladı dağlardan. Bir pınar vardı zeytin ağacını besleyen; suyu ordan içtiler. Erkek, ağları her zamankinden dolu dönmeye başladı akşamları. Birlikte yedikleri balıklar her zamankinden daha tatlı…

Kimi gün Kadın da denize açıldı Erkek’le. Keşfettiği mağaraları, uyuyakalmış koyları, insanlardan kaçıp dağlara ev kuranları gösterdi, Erkek ona. Ufak balıkları denize geri attığını… Rüzgarla nasıl karşılıklı ıslık çaldıklarını…

Kadın sıkı sıkı sarıldı erkeğine. Onun sevdiği her şeyi sevdi. Sevgisi yankılandı kayalıklarda, denizi usul usul çalkaladı. Sevgisinin dalga dalga büyüyüşünü gördü gözleriyle. Dağlara çarpıp, daha da büyüyerek geri döndüğünü.

Birbirlerini özlediler. Yan yanayken bile… Uzun uzun bakıştılar. Keçinin tüylerini okşadılar; hindibağları, deniz kabuklarını, topal martıları… Hayranlık duydular balığın pullarına, yusufçuğun kanatlarına, yonca yaprağından yağmur damlası içen serçeye, eski insanların inşa ettiği devasa surlara, yılanın kabuk değiştirişine, yaraların kapanışına, öpünce sızının azalmasına, sevişince her şeyin unutulmasına.

Seviştiler. Denizde. Çadırda. Dağlarda. Keçinin yanında. Zeytin ağacının gölgesinde. Rüzgarın karşısında. Yağmurun, şelalenin altında… Yiyecek bir şey bulamadıklarında, karınlarını bir güzel doyurduktan sonra. Hava serinlediğinde, güneş tatlı tatlı ısıttığında. Gece uyuyabilmek, sabah uyanabilmek için… Günbatımı çok güzel olduğundan… Yıldız kaydı diye… Bulutların sarmaş dolaş olduğunu gördüklerinde… Onlar da bir oldular. İkisi bir olunca, tüm evrenin de aralarına sığabildiğini keşfettiler. Seviştikçe mutlu oldular. Mutlu oldukça daha çok seviştiler.

Konuşan insanlara, yalnızca konuşarak anlaşmaya çalışmalarına; dağlara, denizlere sığmayan duyguları minicik harflere, sözlere, cümlelere sığdırma çabalarına; gökyüzü her göz atışta başka bir hal alırken onu hep tek ve aynı sözcükle tanımlamalarına; özgürlüğün mesela sekiz harfe kelepçelendiği an aslında çoktan uçup gitmiş olduğunu anlamamalarına üzüldüler. Diğerleri, tepede, mavi bir çadırda keçileriyle yaşayan bu ikiliye acıdıklarından çok üzüldüler onlara.

***

Erkek, şeftali ağacı gibi büyüdü, yeşerdi, dallanıp budaklandı kadının sonsuz sevgisiyle. Kadın onun dallarında tomurcuk oldu önce, sonra çiçek. Ve bir gün, güneşin pırıl pırıl gülümsediği bir sabah, nurtopu gibi bir şeftalileri oldu.

Gözlerini dünyalar güzeli yavrularından; kadının hayatı boyunca ufuklarda aradığı mucizeden, erkeğin denizler aşarak ulaşmaya çalıştığı hayatın anlamından alamadılar günler, haftalar boyunca.

Erkek, keçinin memesini sağıp karısına içirdi. Bebek minicik dudaklarıyla annesinin memesini sağıp karnını doyurdu. Günbatımına doğru, gözlerini yavrularından ayırabildikleri kısacık bir an için, Kadın ve Erkek birbirlerine baktılar. Kadının yorgun ve şefkat dolu gözlerinden iki damla yaş düştü. Erkek, damlalar çocuğun yüzüne değmeden parmağıyla onları havada yakaladı. Diliyle ağzına götürüp, içti.

Konuşabilselerdi eğer, o anı asla öyle yaşayamazlardı.

***

Mavi çadırlarında hayvanları kalıyordu artık. Zeytin ağacının altına, kuru ağaçlardan güzel bir ev yapmıştı Erkek bebeğin doğduğu yaz. Bebek keçiyle, lokantacının hediye ettiği civcivlerle, yusufçuklarla, ateş böcekleriyle, kaplumbağa ailesiyle, kumrularla büyüdü. Çocuk oldu. Annesiyle dağlarda ot, mantar, kuru dal, yemiş topladı. Babasıyla balığa çıkabilecek yaşa geldi.

O sabah, evin sundurması altında yumurta, süt, zeytin ve maydanozla kahvaltılarını yaptılar. Sonra annesi denizde yemeleri için hazırladığı bohçayı tutuşturdu erkeğin eline. İlk kez bu kadar büyüktü kumanya. Erkek gülümsedi. Kadın gülümseyemedi ona… İlk kez.

İlk kez ayrılacaktı yavrusundan. Öyle bir sarıldı ki, Erkek ile Çocuk güldüler. Kadın ağladı. Zeytin ağacının altına dikildi. Yemyeşil ağaçların, kiremit çatıların altında uzanan masmavi denize baktı saatlerce. Bembeyaz yelkenli, palmiyenin dalları arasından göründü nihayet. Kanatlarını açmış, bir kelebek gibi süzüldü mavinin sırtında.

Kadın o gün hiç iş yapmadı. Ağzına lokma koymadı. Bütün gün ağladı. Dua etti. Ufka baktı. Koyun köşesinden dönen her bir kara nokta için yerinden fırladı. Sonunda nazlı nazlı yaklaştı beyaz yelkenli. Kadın tepeden aşağı koşmaya başladı. Limana… İskelede, Erkek’le ilk tanıştıkları yerde kucakladı Çocuk’u. Liman bir kez daha aşka bulandı. Kadın bir kez daha kendinden geçip, bir erkeğin gözlerinde eridi o akşam, güneşin denizde kaybolması gibi.

***

Aynı akşam limanda onları gören Lokantacı, Çocuk’un ses çıkarabildiğini, onun okula gitmesi gerektiğini söyledi Erkek’e.

Erkek ile Kadın uzun uzun düşündüler bunu. Kara kara düşündüler… Mutluydular. Özgürdüler. Bilmeleri gereken her şeyi biliyorlardı. Birbirlerini, doğayı, hayatı seviyorlardı. Sessizce, sınırsızca hepsiyle anlaşabiliyorlardı. Yağmurun, ayazın, hırçın dalgaların koynundayken bile hiç kimseye gereksinim duymuyorlardı. Yaralarını severek iyileştirebiliyorlardı.

Çocuk’un bakışları kasabadakilerinki gibi gölgelensin istemiyorlardı. Teninin onlar gibi solmasından; aynaların, giysilerin, kalabalıkların esiri olmasından; duygularını seslere sığdırmaya çalışmasından, sözsüz iletişimi unuttukça mutsuzlaşmasından, öfkelenerek kendini ve başkalarını suçlamasından, sonra Kadın ile Erkek’ten, doğasından ve hepsini bir araya getiren sevgiden kopuk biri haline gelmesinden korkuyorlardı.

Erkek ile Kadın gecelerce uyuyamadılar. Sürgünü kendilerinin mi seçtiğini yoksa buna zorlandıklarını mı düşündüler. Diğerlerinin arasında hayatlarının nasıl olabileceğini hayal etmeye çalıştılar. Çocuklarının kendileri gibi dilsiz olmadığını hatırlattılar birbirlerine. Ve onun hayatı hakkında kendi kendilerine karar alamayacaklarını…

Bir sabah Çocuk ortada, Erkek ve Kadın iki yanında kasabaya indiler. El ele… Hepsi beyazlar içinde. Dosdoğru okula gittiler. Demir parmaklıkların gerisinden boş bahçeye baktılar uzun uzun. Çocuk bu kadar düz bir alan görmemişti hiç. Basket potalarına, futbol kalelerine merakla baktı. Gözleri kocaman oldu.

Zil çaldı, derken. Tiz, gürültülü ve arsız… Kulaklarını tıkadılar üçü de. Zil sustuğunda çığlıklar duyuldu. Ve binanın kapısından oluk oluk çocuk akmaya başladı bahçeye. Farklı yaşlardan, kızlı erkekli, onlarca, yüzlerce çocuk… Bağırarak, itişerek, koşarak, topa tekme atarak, fırlatıp çemberden sokmaya çalışarak, bir köşeye oturarak, kol kola girerek doldurdular bahçeyi. Erkek ile Kadın bakışlarını Çocuk’a çevirdiler. Gözlerindeki pırıltıyı, kulaklarına kadar genişleyen ağzını görünce kararın çoktan verildiğini anladılar.

***

Çocuk büyüdü, genç oldu.

Bir sürü arkadaş edindi. Onlara sevdirmeye çalıştı kendini. Ve öğretmenlere beğendirmeye. Onlarla aynı dili konuşmayı öğrendi. Çok büyük şeyleri; heyecanları, hayalleri, özlemleri, umutları, hayal kırıklıklarını, aşkı sözcüklere sığdırmaya çalıştı. Başlarda hoşuna gitti bu kelime oyunları. İyi notlar da aldı.

Sonra sonra hep bir şeylerin eksik kaldığını hissetti. Öğrendikçe içindeki deliğin büyüdüğünü… Öğretmenlerle, kitaplarla ve diğer çocuklarla iletişim kurabilmek için zihnini sayılar, şekiller ve harflerle doldurdukça; doğanın, sevginin dilini, kendi benzersizliğini unuttuğunu fark etti. Herkesin birbirini anladığını sandığını… Ama aslında hiç kimsenin kendini bile anlayamadığını.

Bir gün dersin ortasında çantasını, defterini toplayıp terk etti okulu, Çocuk. Kadın, pınarda akşam yemeği için topladığı madımakları yıkıyordu. Keçi yanı başında otluyordu. Çocuğu o saatte karşısında görünce şaşırdı kadın. Çocuk iki elini yana açarak “bitti” dedi. “Okul bitti benim için.”

***

Çocuk büyüdü, erkek oldu.

Bazı sabahlar babası ile balığa gidiyordu. Zeytin ağacının altından el sallıyordu annesi beyaz yelkenliye. Baba oğul, küçük balıkları denize atıyorlardı. Aklı öteki koylardaydı Çocuk’un. Açık denizlerde… Yeni memleketlerde. Başka türlü insanlarda… Dalgalarla boy ölçüşmekte, rüzgarla arkadaş olmakta, diğer teknelerle yarışmakta… Kendisinin ve hayatın sınırlarını keşfetmekte… Bütün bunların anlamını öğrenebilmekte.

Düşüncelere dalıyordu sık sık. Babasının kendisini izlemekte olduğunu fark edince, bembeyaz gülümsüyorlardı birbirlerine.

Annesi ile saçlarını uçuşturarak limanda dolaşıyor, Erkek’i bekliyorlardı bazı günler… Yüzünü ufka çevirerek, evrenin tüm güzelliğini, dalganın ritmini, rüzgarın okşayışını, gökyüzünün kavrayışını, dağların yükselişini özümsüyordu, Çocuk…

Bazen de dağlara çıkıyordu tek başına. Yalnızlığında demlenirken, hiçbir şey düşünmezken, hayatın aslında hakkında düşüneceğin değil, zihnini akışına bırakacağın bir şey olduğunu sezerken… Sonra bir an için sezmeyi de unutmuşken… Birdenbire kendini herkesle, her şeyle uyum ve bütünlük içinde buluveriyordu.

İşte öyle anlarda ciğerlerine, kollarına, kalbine sığmayan bir coşku açığa çıkıyor, fokurdamaya başlıyordu içinde. Çocuk, terlemeye başlıyor, kesik kesik nefes alıyor, titreyen elleriyle artık cebinden eksik etmediği kağıtla kalemi çıkarıyordu güç bela.

Ve yazmaya başlıyordu, Çocuk. Yazdıkça rahatlıyor, bütün o düşündüklerini, hissettiklerini, sezdiklerini sözcüklere sığdırmak yerine onlara taşıtmanın yolunu arıyordu. Yazmanın da mucizenin bir parçası olduğunu biliyordu artık. Rüzgar gibi, yağmur gibi, yıldızlar gibi, denizin mavisi, martının kanadı gibi bir parçası…

Yazdıklarını Erkek ve Kadın’a okuyordu bazen. Erkek ile Kadın Çocuk’un aşka benzer bir duygu yaşadığını anlıyor, birbirlerine gülümsüyorlardı.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

GÜNEŞ TOPLAYAN KADINLAR

Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da; guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar.

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

KARA SEVDA

“Selam Luciba” dedi, Hasan. “Jasmine’i gördün mü?” Genç kadın açık renk avuçlarını açarak bembeyaz gülümsedi: “Yok, görmedim bugün hiç.” Kolkola yürüdüğü kız yavaşlamasına izin vermeyince son sözcüklerini başını geriye çevirip, sesini yükselterek sarf etmişti. Hasan saatine baktı.

HALİÇ RESİTALİ

Gün ağarırken, Perşembe Pazarı’nın ıssız sokaklarında bir kadın gölgesi belirir. Hırdavat depolarının kapalı kepenklerine, karton ve çöp yığınlarına, uyuyan evsizlere, onların kağıt toplama arabalarına ve köpek dostlarına dokunarak ilerleyen bu gölgenin sahibi şapkalı, uzun trençkotlu, yüksek topuklu bir kadındır.

ÖĞRETMEN DEDEM

Bir çift beygir koşulu araba Kaz Dağları’nın kekik kokan yamaçlarından Ege’nin koyu mavisine doğru doludizgin iniyor. Beygirlerin yuları on bir yaşında bir çocuğun ellerinde. Arabanın yarısı çocuğun dağdan topladığı taşlarla dolu. Tekerler çukurlara girip çıktıkça taşlar arabanın içinde yuvarlanıp duruyor. Güneş tam tepede. Ağustos böcekleri kuru otların arasında koro halinde cırlıyor.

Arabanın geçtiği toprak yoldan toz bulutunun yanısıra, kuşlar, sinekler, arılar havalanıyor. Çocuk kan ter içinde. İçinden: “Hele bir denize varayım, arabaya kum yüklemeye başlamadan suya şöyle bir dalıp çıkarım” diye geçiriyor. “Sonra bir kere de yüklemeyi bitirince girerim. O serinlik beni inşaata varıncaya kadar idare eder.”

Aynı yılın, yani 1941’in sonları. Çocuk yine arabanın tepesinde. Bu kez köylerindeki zeytin tarlasında. Çuvalcılar her biri yüzer kiloluk çuvalları arabaya yüklerken, onun yorgun bakışları zeytin silken sırıkçılara takılmış. Arabaya istiflenmiş on üç çuval sayıyor yola çıkmadan önce. Sonra yuları çekip bütün gücüyle “deeeeh!” diye bağırıyor. Sesi tizleşiyor sona doğru. Rüzgarı kesmek için öne doğru eğilerek tortop oluyor. Gözlerini kısıp uzaklara bakıyor. Edremit’teki yağ fabrikası Güre’ye on üç kilometre uzaklıkta. Daha fabrikaya varacak. Sıraya girecek. Arabayı boşalttıracak. Geri dönecek. Arabasına bir parti daha zeytin yükletecek. O zaman hava daha da soğumuş olacak. Ya da iyice üşüdüğünden ona öyle gelecek. Tekrar fabrikaya gidecek. Sıraya girecek…

İkinci kez fabrikaya ulaştığında hava kararmak üzere. Açlık ve yorgunluktan eli ayağı titriyor. Fabrikanın ufak ziyaretçi odasına kendini zor atıyor. Ellerini gürül gürül yanan sobaya yanaştırıp bir süre öylece kalıyor. Biraz ısınınca sobanın yanındaki sahana tenekeden bol miktarda taze sıkılmış zeytinyağı koyuyor. Sabahtan tülbente sardığı iki yumurtayı iç cebinden çıkarıyor. Zeytinyağının içine kırıp, sahanı sobanın üstüne koyuyor. Bir kaç dakika sonra fabrika bekçisinden aldığı yumuşak ekmeği, akı patladıkça kızgın zeytinyağı tanecikleri sıçratan yumurtanın sarısına bastırıyor. Ekmeği bandıra bandıra önce yumurtaları mideye indiriyor sonra da kalan zeytinyağını bir güzel sıyırıyor. Haftalardır akşamları hep aynı yemeği, aynı iştahla yiyor.

Yemekten sonra ağırlık çöküyor; közlenmekte olan meşe odunlarının çıtırtısı ve odadakilerin, kulağına ninni gibi gelen Ege şiveli konuşmaları eşliğinde göz kapakları iyiden iyiye ağırlaşıyor. Sağanak yağış cama yüklenmeye başayınca yerinde şöyle bir doğruluyor. Odadan dışarı adımını atar atmaz kuru soğuğun onu kendine getireceğini; kaslarının, kemiklerinin önce ağrımaya başlayacağını, sonra ayazı yedikçe ağrının yerini sızıya ve nihayet hissizliğe bırakacağını biliyor.

Köye döndüğünde hava zifiri karanlık. Atları çözüp, ahıra salıyor. Önlerine yemlerini koyup, yanaklarını okşayarak, onu yağmurda, çamurda yarı yolda bırakmadıkları için teşekkür ediyor. Arabanın içini süpürüp evin yolunu tutuyor.

Gaz lambasının zayıf ışığında bir deve aitmiş gibi görünen babasının gölgesi ürpermesine neden oluyor. Tespih çekerek onu beklediğini, az sonra ağzına geleni sayıp dökeceğini biliyor. Kapının tokmağı elinde, bir süre eşikte öylece bekliyor. Arabadaki o şahin halinden eser yok. Büzüşmüş, ıslak bir serçeye benziyor. Neyse ki kapıyı babaannesi açıyor. Babası köpürdüğünde onu bir tek nur yüzlü nineciği sakinleştirebiliyor.

Yeni yılın ilk ayları… Arabada iki yüz elli kiloluk dört zeytinyağı bidonu var. Pullukla tarla sürme işini bitireli bir kaç hafta olmuş. Şimdi çocuk her sabah Akçay’a zeytinyağı taşıyor. Hava ilikleri donduracak kadar soğuk. Hayvanlar daha hızlı koşarak ısınmak ihtiyacında. Oysa arabada bir tondan fazla yük var. Yol bozuk. Çocuk biraz daha hızlanırsa arabanın kırılacağını, tekerlerin dağılacağını biliyor. Beygirleri yavaşlatması lazım. Ama dizginleri değil çekmek, tutmakta bile zorlanıyor. Mosmor olmuş ellerini bir süredir hissetmiyor. Son çare kayışları ayaklarına doluyor. Bacaklarını havaya kaldırıp, sağa sola oynatarak hayvanları zaptetmeye çalışıyor. “Dönüşte araba hafifleyecek nasılsa, o zaman beygirlerin hızlanmasına izin veririm.” diye düşünerek teselli bulmaya çalışıyor. Ama sonra bir tur daha yapması gerekecek. Canı sıkılıyor. Ayaklarını kaldırıp bütün gücüyle dizginleri çekiyor. Atlara zayıf düştüğünü belli etmemesi gerekiyor.

Öğlen önüne tarhana çorbası koyarken annesi, başöğretmenin görüşmek için babası ile çocuğu okula çağırdığını haber veriyor. Çocuk hem meraklanıyor, hem de Akçay’a ikinci seferi yapmaktan kurtulduğuna seviniyor. Yemekten sonra annesi sandıktan çocuğun bayramlık giysilerini çıkarıyor. Saçını ıslatıp tarıyor. Babaannesi sokak kapıda duasını bitirip, karanfil kokan nefesini çocuğun yüzüne üflüyor.

Babası ile öğretmenin odasına girdiklerinde, başöğretmen Nedim Bey onları güler yüzle karşılıyor. Odada orta yaşlı, takım elbiseli şık bir adam daha var. Onunla da tokalaşıyorlar. Çocuk görüşme boyunca bakışlarını adamın golf pantolonundan ayıramıyor.

Çocuğa bir kaç soru soruyorlar. Derslerden, hayattan, ahlaktan… Çocuk hepsini bir çırpıda cevaplıyor. Teşekkür edip dışarı çıkabileceğini söylüyorlar. Çocuk kapının önünde sabırsız adımlarla volta atarken, Nedim Öğretmen odada kalan babasına, golf pantolonlu müfettişin Savaştepe Köy Enstitüsü’ne öğrenci seçtiğini, Balıkesir’in köylerini dolaşarak zeki, çalışkan çocukları listesine aldığını açıklıyor.

Babası hiç sesini çıkarmadan önüne bakıyor. Nedim Bey, çocuğun Köy Enstitüsü’ne kabulünün hem kendi istikbali, hem de genç cumhuriyete aydınlık nesiller yetiştirme ülküsü bakımından önemini uzun uzun anlatıyor. Konuşması bitince babası tek kelime etmeden müsaade istiyor. Sıcacık odayı terk eden adımları buz gibi koridorda yankılanıyor. Taranırken ıslatılmış saçlarıyla üşümekten ve meraktan tir tir titreyerek beklemekte olan çocuğa hiç bir açıklama yapmadan, yanından yürüyüp geçiyor.

Bir ay sonra tekrar okuldan çağırıp, çocuğun Köy Enstitü’süne kabul edildiğini haber veriyorlar. Gece gurur, telaş, endişe, göz yaşı, “hayırlı olsun”a gelen misafirler, aralara sıkıştırılan öğütlerle geçiyor. Ertesi sabah şafak vakti evden çıkarlarken babasının elinde ufak bir bavul, çocuğunkinde yuvarlak bir teneke bal ve içi poğaça, börek, kurabiye dolu bir bohça var. Ninesi hatim indiriyor. Annesinin gözyaşları, arkalarından döktüğü suya karışıyor.

Edremit’ten Balıkesir’e günde tek otobüs kalkıyor. Son anda ona yetişiyorlar. Balıkesir’den İzmir’e her gün yolcu treni yok. O gün bir marşandiz olduğunu öğreniyorlar. Yük treninin arkasına takılı yolcu vagonuna bilet alıyorlar.

Baba ile çocuk her zamanki gibi az konuşuyorlar. Marşandizi beklerken bohçayı açıp böreklerini yiyorlar. Sırayla tuvalete gidiyor, bavulla bal tenekesinin başını boş bırakmıyorlar.

Tren ilerledikçe çocuğun dünyası büyüyor, ufku genişliyor. Babası uyuklamaya başlayınca kollarını, yarısına kadar indirdiği camın üstüne yaslıyor. Yüzünü rüzgara veriyor. Çam ormanlarının reçineli kokusunu ciğerlerine çekiyor. Hiç görmediği kuş cinsleri, kınalı koyun sürüleri, yeşil sarı desenli dev bir battaniye gibi kıvrılarak ufka dokunan yeryüzü, dağları delen tüneller, marşandizin büyülü camının dışında eşsiz bir geçit yapıyor.

Babası arasıra göz kapaklarını aralayıp, kaşlarını çatarak çocuğa yerine oturmasını işaret ediyor. Yine de tren dar bir geçitten zangır zangır sallanarak geçerken çocuk horlayan babasını uyandırmamaya dikkat ederek ayağa kalkıyor. Ve beline kadar camdan dışarı sarkarak, avazı çıktığı kadar “ben öğretmen olacağım” diye haykırıyor!

Okul geniş bir araziye yayılmış, öğretmen ve öğrenciler tarafından inşa edilmiş yapılardan oluşuyor. Bunlardan birinde kayıt yapılıyor. Kaydın ardından baba misafirhaneye, çocuk yatakhaneye gönderiliyor. Yatakhane tek mekan; yüz elli kişi aynı çatının altında uyuyor. Üstte yatan öğrenciler düşmesin diye ranzalar ikişerli dizilmiş. Çocuk altta yer bulabiliyor. Bitişiğine İvrindili biri düşüyor. İkisi de memleketlerinden konuşurken mahzunlaşıyor. Sohbet kısa sürüyor.

Çocuk pijamalarını giyiyor. Pijamaları mis gibi yuva kokuyor. Burnunu çekerek bal tenekesi için güvenli bir yer aramaya koyuluyor. Önce karyolanın altına koyuyor; içine sinmiyor. Duvarda bir çivi gözüne çarpıyor. İvrindili’nin tarafında. Balı çiviye asmak için izin istiyor. İvrindili’nin cevap verecek hali yok; battaniyenin altında hıçkırarak ağlıyor.

O gece çocuğun gözüne uyku girmiyor. Horultu ve sayıklamalar eşliğinde, babasına burada kalmak istemediğini hangi sözcüklerle ifade edeceğini, babasının bu karara nasıl tepki vereceğini kestirmeye çalışıyor. Okula kabul edildiği andan itibaren o öğretmen olacak diye kendisinden fazla sevinip gururlanan annesinin, babaannesinin, Nedim öğretmenin yüzüne nasıl bakacağını düşündükçe kalbi sıkışıyor.

Ancak gün ağardıktan sonra uykuya dalabiliyor. Yarım saat kadar sonra da kulağının dibinde kopan bir çığlık ile yataktan fırlıyor. Önce kabus gördüğünü sanıyor. Sonra İvrindili’nin dehşetten büyümüş gözleri ile karşılaşıyor. İvrindili: “Ne oldu bana?”, “inme mi indi üzüntüden?”, “neden başımı kadıramıyorum?” diye haykırarak ağlıyor. Üst sınıflar başına toplanıyorlar. Çok geçmeden işin aslı ortaya çıkıyor. Çocuğun çiviye eğik astığı tenekedeki balın gece boyunca İvrindili’nin yastığına damladığı ve zamk gibi saçlarını yastığa yapıştırdığı anlaşılıyor. Ağabeyler saçını yıkayarak İvrindili’yi kurtarıyorlar. Çocuk, özür niyetine kalan balı tenekesiyle hediye edince, İvrindili onu öğretmene şikayet etmekten vaz geçiyor. Böylece olay, daha fazla büyümeden kapanıyor.

Babası ile yemekhanenin kapısında buluşuyorlar. Ders başlayıncaya kadar okul bahçesinde sessizce yürüyorlar. Çocuğun boğazında bir yumru çıkmış sanki. Yutkunamıyor. Gece boyunca defalarca provasını yaptığı özürler, açıklamalar, yakarışlar bir türlü sese dönüşüp dudaklarından dökülemiyor. Bir ara göz göze geldiklerinde, hayatında ilk kez babasının onunla gurur duyduğunu hissediyor. Belki boğazındaki yumru, belki de o bakış konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

Tuvaletlerin çeşmesi binanın dışında. Ulu bir çınarın altında. Babası tam onun önünde duruyor. Dudaklarını büzerek ayrılık vaktinin geldiğini söylüyor. Oğluna sarılıp, yanaklarından öpüyor. İlk kez öyle, şapır şupur öpüyor. Çocuğun gözünden bir damla yaş dökülüyor. Sarılırken, babası anlamasın diye omuzlarının titremesine mani olmaya çalışıyor. Babası, ağırdan alırsa çocuğun orada kalamayacağını seziyor. Bakışlarını çocuğun ıslak gözlerinden kaçırarak hızla arkasını dönüyor. Tespihini çekerek, istasyona doğru uzaklaşıyor. Çocuk önce sessizce, babası gözden kaybolduktan sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyor. O ağlarken arkasındaki çeşme de şırıl şırıl akıyor.

Duygularını asla dışa vurmayan babasının da o gün sessizce gözyaşı döktüğünü, yıllar sonra, dönüş yolculuğu esnasında babasıyla aynı vagonu paylaşmış uzak bir akrabasından öğreniyor.

***

O sabahın üstünden tam yirmi üç yıl geçiyor… Çocuk artık çocuk değil, köy öğretmeni. Köyün yalnızca öğretmeni değil; doktoru, inşaatçısı, ziraatçısı, müzisyeni, hakemi, nikah şahidi, bilirkişisi… Çocuğunun okumasına mani olan ebeveynleri ikna eden, onlara da okuma yazma öğreten, parlak öğrencileri öğretmen okuluna gönderen, köyün kalkınması için gece gündüz çalışan, aldığından fazlasını vermeye yeminli, idealist bir cumhuriyet feneri.

Hayatı konuşarak, öğreterek geçiyor. Ama o sabah, Savaştepe Öğretmen Okulu’nun bahçesinde, zamanında babasıyla turladıkları ağaçların altında yürürken, o da tıpkı babası gibi tek kelime edemiyor. Yanında burnunu çekerek ağlayan bir kız çocuğu var. Kendi öz kızı. Yirmi üç yıl sonra yine boğazında aynı yumru çıkmış sanki. Konuşmak ne kelime, yutkunamıyor.

Kız, çok şey söylemek istiyor. Ama onun durumu da babasınınkinden farksız. O susmak bilmeyen cıvıl cıvıl kızın gıkı çıkmıyor. Tam ağzını açmaya hazırlanırken babasıyla göz göze geliyorlar. O güne kadar öz kızını diğer öğrencilerinden ayrı tutmamak için ona karşı hep biraz mesafeli davranan babasının, hayatında ilk kez onunla gurur duyduğunu hissediyor. İşte o bakış, kızın konuşmasına, eve dönmek istediğini söylemesine engel oluyor.

Baba, ulu çınarın altında, tuvaletlerin çeşmesinin önünde duruyor. Dudaklarını büzerek, ayrılık vaktinin geldiğini söylüyor. Kızına sarılıp, yanaklarından öpüyor. İlk kez öyle, şapır şupur öpüyor. Kızın gözünden bir damla yaş süzülüyor. Omuzları titremeye başlıyor. Babası, ağırdan alırsa kızın orada kalamayacağını seziyor. Bakışlarını kızın ıslak gözlerinden kaçırarak arkasını dönüyor.

Kız o kısacık anda, babasının göz çukurunda inci gibi parlayan yaşı fark ediyor. Onu ilk kez ağlarken görüyor. Babası istasyona doğru hızlı adımlarla uzaklaşırken, kız arkasından önce sessizce, babası iyice gözden kaybolduktan sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Narin omuzları, çocuk yaşta bir başına kalmanın güçsüzlüğüyle, seviliyor olduğunu bilmenin güveni arasında inip inip kalkıyor.

O ağlarken arkasındaki çeşme de şırıl şırıl akıyor.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KARAVANA

Masadakiler, yemekhanede nadir çıkan kuru köftenin tadına doyasıya varabilmek için tek kelime konuşmuyor, iştahla lokmalarını çiğniyorlardı. Sarışın çocuk burnunu çekti. Sonra bir kez daha. Ali göz ucuyla onu izliyordu. Çocuğun omuzları şöyle bir kalkıp indi. Sonra bir kez daha… Hıçkırmaya başladı. Ali metal su bardağını doldururken bir damla gözyaşının yanık köftelerden birinin üstüne düştüğünü gördü.

OKUR YATAR

Buruşturduğu gazeteyi çöpe attı. İki büklüm banka geri döndü. Bitkin düşmüştü. Şapkasını çıkardı. Yastık yaptı. Banka kıvrıldı. Hava kararmıştı. Cadde, işten eve dönmeye çalışan insanları…

SÜTLÜ KAHVE

Loş bir Latin kafesi. Kara sineğin biri boşalmış kola bardağının içinde aheste geziniyor. Sıcaktan ara sıra sandalyelerin bambuları çıtırdıyor. Yüksek tavanda geniş kanatlı bir pervane hafiften yalpalayarak dönüyor, dönüyor… Sanki her dönüşte biraz daha yalpalıyor. Duvara gömülü raflarda tenekeden kahve kavanozları, yaprakları sararmış kitaplar, sırları dökülmüş aynalar ve pastoral kapaklı dikiş kutuları dizili.

İBRAHİM İN BALIKLARI

Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor. “İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?” Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince: “Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor. “Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

İBRAHİM’İN BALIKLARI

Öylesine bir Kasım akşamı. Hava kuru, yerler ıslak. Pek keyfim yok. Sıkıntım da yok, hoş. Kaldırım insan seli; cadde araba. Bu saatte, buralarda kararlı olman, ne yöne gideceğini bilmen lazım. Kalabalıkla sürüklenirsin yoksa…

“Galata’ya gidip yazsam mı bu gece?” diye düşünüyorum. Tam önümde o tarafa giden bir otobüs duruyor. Kendimi şoförün yanı başında, kart basarken buluyorum. Cüzdanı cebime geri koyarken huzursuzum biraz; ne yazacağımı bilmiyorum.

En iyisi önce Karaköy’e uğramak… Balık ekmek yiyip, biraz Haliç havası alırım. Orada aklıma bir şeyler gelir belki; daha önce geldi kaç kere.

Orta kapıya doğru ilerliyorum. Hiç değilse birkaç gece fotoğrafı çekerim.

Otobüste oturacak yer yok. Ayakta da pek kimse yok. Bir ben, bir de on yaşlarında bir çocuk.

Otobüs ilerliyor. Telefonumla oyalanıyorum. Gözüm ayağımın dibindeki balık dolu beş litrelik pet şişeye kayıyor. Başımı kaldırıp bir kez daha çocuğa bakıyorum. Dalgın dalgın Dolmabahçe’nin ağaçlıklı yolunu seyrediyor. Bir elinde ufak bir naylon torba. Diğerinde ucu paslı kamış olta.

“Sen mi tuttun bunları?”

O yaşta bir çocuk için bu kadar balık tutmak olağan bir şeymiş gibi, sakince başını sallıyor.

“İki kilo var mı orada?”

“İki mi?” diye itiraz ediyor. Şişeyi kaldırdığı gibi mavi plastik kulbunu elime tutuşturuyor.

“Haklısın. Epey ağırmış.”

Otobüsün içi loş. Plastik şişe ufak boylu, iri pullu balıklarla dolu.

“Ne bunlar?”

“Balık.” diye cevap veriyor. Dalga mı geçiyor diye gözlerimi, siyah kirpiklerinin ortasına dikiyorum.

“O kadarını ben de biliyorum. Yani cinsleri ne?”

“Balık” diye tekrarlıyor ellerini iki yana açarak.

Aksanını o zaman fark ediyorum.

“Nerelisin sen?”

“Halep.”

“Adın ne?”

“İbrahim.”

“Ver bakalım şu şişeyi İbrahim. Yakından bakalım, balıkların ne cinsmiş?”

Su şişesini ışığa yaklaştırıyorum.

“Kefal bunlar… Boyları biraz ufak, o yüzden ilk bakışta tanıyamadım ama… Evet, kesinlikle kefal bunlar.”

“Bi’ tane de büyük var.” diyerek elindeki naylon torbanın ağzını açıyor. İçinde yirmi santim uzunluğunda bir kefal ve mavi bir olta süngeri var.

“Ne dedin sen balığa?” diye soruyor. Heceleyerek birkaç kez tekrarlıyorum ama kefal sözcüğüne dili dönmüyor.

“Nerede tuttun bunları?”

“Deniz”

“Yani hangi semtte, Boğaz’ın neresinde?”

“Denizde.”

Israr etmenin anlamı yok.

“Peki…” diyorum. “Ne yapacaksın bu kadar balığı?”

“Karaköy’de…” diyor. “Satacam”

“Kime satacaksın?”

Alt dudağını büküyor. Omuzlarını kaldırıp indiriyor.

“Belli değil, demek… Kaça satacaksın peki?”

“On beş, belki yirmi.”

“O kadar edeceğini nereden biliyorsun?”

Torbayı tekrar açıp, mavi süngere saplı olta iğnelerini gösteriyor.

“Dokuz liraya aldım bunu.” diyor. “Eve para lazım.”

“Ev nerede?”

“Kadıköy”. Kadıköy’ü tuhaf telaffuz ediyor. Eski kartpostallardaki frenk usulü yazılar gibi: Kadıkoey.

“Annen baban var mı?”

“Anne, kardeş var.”

“Baban?”

Önüne bakıyor.

“Savaşta mı öldü?” diye üsteliyorum. Bakışlarını cama çevirirken, başını aşağı yukarı sallıyor.

Bir süre sessizlik oluyor.

Baş örtülü bir teyze aramızdan ruh gibi kayıp, dışarıdaki gölgeler arasında kayboluyor. Otomatik kapı tekrar kapanınca, İbrahim yine eski yerine, tam karşıma geçiyor.

“Kaç kardeşin var?”

“Dört. Benle beş. En büyük ben.”

“Eve götürsene balıkları.” diyorum. “Hep beraber yersiniz işte.”

Başını iki yana sallıyor. “Bunları satacam. Parayı anneme verecem. O ucuz yemek pişirecek.” Avcunu açarak ekliyor: “Yarına da yemek lazım.”

Diyecek bir şey bulamıyorum. Otobüs sert bir fren yapıyor. İbrahim son anda arkasındaki demire tutunarak dengesini sağlıyor.

“Abi neydi bunların adı?”

Balık şişesini işaret ediyor.

“Kefal”

Sonraki iki durak arasında konuşmuyoruz. İbrahim dudaklarını kıpırdatarak “kefal” deme çalışmaları yapıyor.

“Ben de Karaköy’de ineceğim.” deyiveriyorum. “İstersen balık pazarına beraber gideriz. Belki satmana yardımım dokunur.”

Gözleri parlıyor. “Ortak mıyız?” diye soruyor.

Gülümseyerek: “Yok.” diyorum. “Balıkları tutan sensin. Parası da senin hakkın. Ben sadece arkadaşlık edeceğim sana.”

Köprünün başında otobüsten iniyoruz. Kestanecinin lüks lambası altına dizdiği kestane kebaplar ve karşı tepede yükselen Süleymaniye Camisi altın rengi parlıyor.

“İbrahim senin resmini çekeyim mi şurada?”

Önce ne kast ettiğimi anlamıyor. Telefonu gösterince:

“Olur” diyor. Eğilerek balık dolu şişeyi, kamış oltayı ve naylon torbayı yere bırakmaya yelteniyor.

“Yok.” diyorum. “Onları da yanına al ki, ne kadar sıkı bir balıkçı olduğunu belgeleyebileyim.”

Sözümü dinliyor. Ciddiyetle pozunu veriyor. Ben “tamam” deyinceye kadar kıpırdamıyor.

Merdivenlerden aşağı inerken:

“Daha önce hiç balık satmadın mı?” diye soruyorum.

“Yok, bugün ilk defa tuttum.” diye cevaplıyor.

Aniden duruyorum.

“Yani sen bütün bunları, balığa çıktığın ilk gün mü tuttun?”

O da duruyor.

“Yanımdaki adamlar da şaşırdı hep.” diyor. İspatlamak için kamış oltanın paslı ucuna sarılı misinayı açıyor. İğnesini gösteriyor. “Böyle yem taktım. Böyle denize attım. Çektim. Balık geldi. Yine attım. Çektim. Balık geldi. Yine attım…”

“Oltayı nereden buldun peki?”

“Sabah çöpten buldum.” Torbanın ağzını açıp, içindeki mavi süngeri gösteriyor. “Ucuna iğne aldım: Dokuz lira.”

Motor iskelesinin kıyısından yürüyoruz. İri bir martı, köprü tarafından kanat çırparak geliyor. İskeledeki lambanın tepesine tünemiş ısınmakta olan bir başka martıyı kovalayıp, yerine konuyor.

Balık pazarı şıkır şıkır. İlk tezgahın başındaki sakallı, lastik çizmeli balıkçı, elindeki maşrapaya sokup çıkardığı eliyle balıkları suluyor. Leğenlerde istavrit ve çinekoplar yüzüyor. Palamut, levrek ve somonlar, büyük tablaları örten yaprakların üzerine özenle dizilmiş. Her şey taze, pırıl pırıl görünüyor.

Sakallı balıkçıya yaklaşıp İbrahim’le az önce otobüste tanıştığımı, şişedeki balıkları onun tuttuğunu, satması için yardımcı olmaya çalıştığımı açıklıyorum.

“Yok, onlar beş para etmez.” diye kesip atıyor.

Bakışlarımı İbrahim’den kaçırarak yan tezgaha doğru yürüyorum. İbrahim peşimde. Göz ucuyla, her adımında gövdesinin şişeyi taşıdığı tarafa doğru biraz daha eğildiğini görüyorum.

İkinci balıkçı da tereddütsüz: “Abi, o balıklar satılmaz.” diyor.

Umudumu yitirmemeye çalışarak üçüncüsünün yanına gidiyorum. Yandaki balıkçıyla konuşmalarımızı duymuş, ben ağzımı açmadan:

“Bak, şu ilerideki tezgaha sor.” diyor. “Alırsa belki onlar alır. Ötekilere sorup hiç nefesini tüketme.”

İşaret ettiği kırmızı tablalı geniş tezgahın gerisinde iki kişi balık temizliyor. Göbekli, yaşlı bir adam tartının başında tanıdık bir müşterisiyle laflıyor.

Tezgaha yaklaşıyoruz. İbrahim’in yüzünde soğukkanlı bir ifade. Sakince sırasını bekliyor. Nihayet göbekli adam müşterisiyle vedalaşıyor.

“İbrahim göster bakalım amcaya balıklarını.” diyorum.

Yaşlı adam eğilip, pek iyi görmeyen gözlerini şişeye iyice yaklaştırıyor. Yüzünü buruşturarak:

“Ufak tefek kefal bunlar.” diyor.

İbrahim çevik bir hareketle şişeyi yere bırakıp, naylon torbanın ağzını açıyor:

“Büyüğü de var.”

Yaşlı adam hiç oralı olmuyor. “Bunlar pis balık.” diyor. “Bi’ halta yaramaz. Bedava versen koymam tezgaha.”

“Anladım…” diyorum hayal kırıklığımı yansıtan cılız bir sesle. “Peki… Zararlı mıdır? Yani çocuk evine götürse yenir mi?”

Tezgahın arkasından: “Yenir tabi.” diye bağırıyor, temizlediği balıklara hortumla su tutan bıyıklı adam. “Temizlesinler. İyice yıkasınlar. Kızartıp yesinler. O da aynı denizden çıkıyor sonuçta.” Konuşurken neredeyse tamamı küle dönüşmüş sigarası dudakları arasında aşağı yukarı sallanıp duruyor.

Tezgaha yeni bir müşteri yanaşıyor. Göbekli’ye palamutun üç tanesini kaça vereceğini soruyor. Onlar pazarlığa tutuşurken elimi İbrahim’in omzuna koyuyorum:

“Sen eve götür istersen bunları.” diyorum.

“Olmaz.” diye itiraz ediyor. “Madem kimse yemiyor, kardeşlerim de yemeyecek.”

“Ne yapalım peki?”

“Senin olsun. Hediye” diyor.

Gülümsüyorum. “Teşekkür ederim ama ben eve gitmiyorum şimdi… Şu arka tarafta balık ekmek yiyeceğim.”

Kısa bir sessizliğin ardından:

“Gel sana da ısmarlayayım.” diyorum. “Hem yemek yerken senin balıkları ne yapacağımızı da konuşuruz.”

Ben önde, İbrahim ve balıkları arkada, aynı tezgahların önünden geçerek balık pazarının kapısına doğru ilerliyoruz. İbrahim:

“Hangi balıktan tutsam alırlardı?” diye soruyor.

“Tezgahlara bak. Hangisini satıyorlarsa onu alırlar.”

Başını sallıyor. Leğende yüzen balıkları seyrederken biraz geride kalıyor.

Balık pazarının bitişiğindeki lokantaya giriyoruz. Ben balık ekmek istiyorum. İbrahim “lavaş” diyor. Garson “lavaş yok” deyince ekmek arasına razı oluyor. Bir şey içmesi için ısrar ediyorum. “Kola” istiyor.

Balıklarımızı beklerken sohbet ediyoruz. Çok para kazandığı günler kardeşlerine cips, kola filan götürüyormuş. Bir taraftan da şımarırlar diye korkuyormuş. Bir adam demiş ki, ‘eğer şımarıp yenisini isterlerse annen görmezken onlara tokat at.’

“İnsan sevdiğine tokat atar mı hiç?” diye soruyor İbrahim kaşlarını çatarak. “Ona dedim ki, sen git kolaysa kendi çocuklarına tokat at!”

Balıklar geliyor. Kocaman ekmek, içinde yarım ithal uskumru, yeşillik ve bol soğan var. Masadaki limon suyu şişesinin ağzını açıp salatanın üstüne bol bol döküyorum. İbrahim beni taklit ediyor.

“Annen çalışıyor mu?”

“Hı hı” diyor. “Fıstık ayıklıyor.”

“Nasıl ayıklıyor?”

“Kabuğundan.”

“Para veriyorlar mı ki o işe?”

“Az ama verirler. Dilenmiyor ya.”

Yemek yerken konuşmayı pek sevmiyor. Isıracağı yere önce dikkatle bakıyor. Sonra kocaman ısırıyor.

“Sen ne zaman eve gideceksin?”

“On iki.”

“Merak etmiyor mu annen?”

“Ediyor. Ama… Para kazanmam lazım.”

“Ne iş yapıyorsun gece?”

“Cam silme.”

“Kırmızı ışıkta duran arabaların camlarını mı?

“Hı hı.”

“İzinsiz siliyor bazıları gıcık oluyorum.”

“Ben izinsiz silmem.”

“Dilenenler hakkında ne düşünüyorsun?”

“Allah insanı dilensin diye değil; çalışsın, ekmeğini kazansın diye yaratmış.”

Başımı sallayıp ona hak verdiğimi belli ediyorum. Utanıyor biraz. Kara kirpiklerini kırpıştırarak bakışlarını kaçırıyor.

“Senin balıklar nerede?”

Şişeyi kaldırıp masanın üstüne koyuyor. Cebimden cüzdanımı çıkarırken:

“Bak, tek başına bu kadar balık yakalayarak yirmi lirayı fazlasıyla hak ettin sen.” diyorum. “Bugün bu parayı sana ben vereceğim. Yarından itibaren de balık pazarında gördüğün cins balıklardan tutar, getirip burada satarsın.”

“Ben dilenci değilim.” diye çıkışıyor İbrahim. “Balıkları satın al o zaman!”

“Alamam.” diyorum. “Dedim ya eve gitmiyorum. Ne yapacağım ben onları?”

“Bir garibana hediye et.”

Gülümsememe hakim olamıyorum.

“Peki.” diyorum. “Senin dediğin gibi olsun. Var mı buralarda bildiğin bir gariban?

“Alt geçitte adam ney üflüyor.”

“Evet. Biliyorum o neyzeni.”

Başını iki yana sallayarak: “Ben dilencilere hiç para vermem.” diyor. “Ama mendil satsın, çalgı çalsın kendim veririm, onlar istemeden.” Ağzını peçeteyle silerken: “Param varsa…” diye ekliyor.

Ben hesabı öderken:

“Balık satanlar o adamın kafasının üstündekini de alırlar mı?” diye soruyor.

Önce ne demek istediğini anlamıyorum. Arkama dönünce, duvar dibindeki masaya oturmuş müşterilerden birinin başının üstündeki balık ve karides resimlerini görüyorum.

“Hangisini?”

Parmaklarını eklembacak gibi oynatıyor.

“Karidesi mi diyorsun?”

Başını sallıyor. Birkaç kere “karides” demeyi deniyor ama beceremiyor.

Lokantadan çıkıp motor iskelesinin kıyısından ilerliyoruz.

“Karides iyi para eder. Onu nasıl tutuyorsun?” diye soruyorum.

“Balık kafası koyarım poşete. İple denize salarım.” Duraksıyor.

“Neydi adı?” Sorarken parmaklarını eklembacak gibi oynatıyor.

“Karides”

“Ben yaşarken ondan korkuyorum, biliyor musun?” Gözlerini kocaman açıyor. “İnsanın üstünde yürür o. Suratında bile yürür.”

Yüzünü buruşturuyor.

“Bir de onun böylesi var…” derken baş parmağı ile işaret parmağını kıskaç gibi kapatıp açıyor.

“Yengeç mi?” diyorum.

“Hah” diyor. “Isırır çok.”

Yürüdükçe gövdesi balık şişesini tuttuğu tarafa doğru ağır ağır eğiliyor.

Alt geçidin girişinde, beyaz saçlı, ak sakallı, feleğin çemberinden geçmiş bir adam oturuyor. Taşa gazete kağıdı sermiş. Üstüne de sekiz on paket kağıt mendil, üç tane de tespih dizmiş.

“Bu amcaya versek mi senin balıkları?”

“Olur.” diyor. “Gariban işte.”

Adama yaklaşıyoruz.

“Sizden bir ricam olacak.” diyorum. Adam kibar ve davudi bir sesle: “Buyrun” diye karşılık veriyor.

Bir çırpıda durumu anlatıyorum. Sözlerimi bitirmeden: “… kısacası ben İbrahim’in balıklarını satın alıp, size hediye etmek istiyorum.” diyorum. “Eğer kabul ederseniz ikimiz de çok mutlu etmiş olacaksınız.”

Adam, cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor. Düzgün bir Türkçe ile:

“Sağ olun beyefendi.” diyor. “Yeriz tabi. Kefaller biraz ufakmış ama bize ziyafet olur.”

İbrahim: “Büyüğü de var.” diye atılıyor. Torbanın ağzını açıp içindekini adama gösteriyor.

Su şişesi ile birlikte torbayı da adama teslim ediyor. Adam torbanın içindeki mavi süngeri fark edince cebinden kocaman bir falçata çıkararak şişenin boynunu yarıyor. İbrahim’e:

“Senin balık büyükmüş sahiden. Şişenin ağzından geçmez. Balığı buradan at şişeye, torbayı kendine al.” diyor.

İbrahim eli kokar diye balığı tutmuyor. Koşup karşı büfeden bir poşet alıyor. Büyük balığı onunla yakalayıp, beyaz sakallı adamın yardığı yerden diğerlerinin üstüne bırakıyor.

“İbrahim madem ki, ellerinin temizliğine bu kadar düşkünsün bir tane de mendil al da amcadan, cebinde bulunsun.” diyorum.

İbrahim mendili alıyor. Ben cüzdanımdan beş lira çıkarıp gazete kağıdının üstüne bırakıyorum.

Adamla vedalaşıp alt geçide giriyoruz.

“Eh artık senin balıkları hediye ettiğime göre parasını da ödeyebilirim.” deyip cüzdanımdan yirmi lira çıkarıyorum. İbrahim’in eline tutuşturuyorum. İbrahim parayı katlayıp cebine koyuyor.

Neyzene yaklaşıyoruz. Neyin sesi boş alt geçidi, uçsuz bucaksız bir sazlığa çeviriyor. Başlarımız huşu içinde hafif hafif sallanıyor.

Oldukça ağır adımlarla ilerliyor olmama rağmen İbrahim geride kalıyor. Göz ucuyla arkama bakıyorum. Tam o sırada İbrahim’in, cebinden çıkardığı bozuk paraları neyzenin önündeki teneke bardağa bıraktığını görüyorum.

Görmemiş gibi yapıyorum. Alt geçidin bitiminde yüzüme iyot kokulu sert Boğaz rüzgarı çarpıyor. Gözlerimin nemlenmesini ona bağlıyorum.

Merdivenlerin başında İbrahim’le vedalaşıp Galata’ya doğru yürümeye başlıyorum. Neyse ki, artık ne yazacağımı biliyorum.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

SİYAH BEYAZ

Kafasında beresi, ağzında külü büyümüş sigarasıyla balık tutan bir adamla göz göze geliverirsin ya köprünün üstünde. O adamla bir de mezarlıkta karşılaşabilirsin. Balık yerine kürek tutuyordur.

DEMİR ATLI

Bağbozumu zamanı, oluklarından üzüm suyu akan daracık sokaklardan birinde, aniden çıkıverir karşınıza. Ne gölgesi, ne de motorunun sesi hızına yetişebilmiştir. Olağanüstü bir devinimle, sessizce çağlayarak dönmüştür köşeyi. Setinden henüz kurtulmuş, coşkun bir nehir gibi. Ve siz daha ne ile karşı karşıya olduğunuzu kavrayamadan mızrak gibi…

TARHANA ÇORBASI

Poyraz deniz tarafından bıçak gibi soğuk ve keskin esiyor. Ortaköy’ün daracık, loş sokaklarında üç gölge titreşerek ilerliyor. Esma, babası ile babaannesinin arasında isteksizce, tabanlarını arnavut kaldırımına sürte sürte yürüyor. Paltosunun rengi gibi al al olmuş yanaklarını şişirerek kendi uydurduğu tekerlemeyi söylüyor: “Çok yoruldum… Çok acıktım… Çok üşüdüm… Çok yoruldum… Çok acıktım…”

HASRET OTU

Sağanak yağmurun altında saatlerdir yürüyordu. Asfalt çoktan bitmiş, keçi yolu silikleşip arazide erimiş, düzlük bayıra, toprak çamura yüz tutmuştu. O ise kaşları çatık, ağzı kalın bir çizgi, karşıki dağa doğru hiç istifini bozmadan, yürüyor, yürüyordu. Lastik değil kurşun geçirmişti sanki ayaklarına. Yola çıktığından bu yana, senelerdir aksayan sağ ayağı bile yere sağlam basıyordu.

BOĞAZİÇİ’NİN BÜLBÜLÜ

Boğaziçi, bir zamanlar özü su, ışık, bülbül sesi ve sazdan oluşan kendine has, tılsımlı bir alemdi. Bu alemin halkı yalı adı verilen dantel gibi işlenmiş ahşaptan, çok odalı konutlarda yaşardı. Boğaziçi’nin kıyısında yan yana boy vermiş yalılar; ön cephelerini usul usul okşayan tuzlu suyun gündüz güneş, gece ay vasıtasıyla gönderdiği aşk elçisi ışık yansımalarının camlarından içeri süzülerek tavan ve duvarlarında oynaşmasına göz yumar, suyun sureti ile dahi olsa tenlerinde dolaşmasından duydukları hazzı, günbatımlarında altın rengi ışıldayan camlarından belli ederlerdi.

Bazen de Boğaz bu cilveli oynaşmalarla yetinmez, kayıkhaneden içeri usulca sızarak yalının koynuna ulaşırdı. Yalıdakilerin ve sandallarıyla, çatanalarıyla, mavnalarıyla kıyısından geçenlerin mahcubiyetle başlarını başka yönlere çevirerek görmezden geldikleri bu beyaz köpüklü ve yosun kokulu günahkar anlar, yalı ile Boğaz’ın mahremiyeti olarak kalırdı.

Yalılardan bazılarının sınırları içinde köşkler, limonluklar ve kameriyeler bulunan büyük koruları, bazılarının ise servi, dut ve türlü meyve ağaçları yetişen şirin bahçeleri olurdu. Ve bu korularla bahçelerin, varlıkları şarkı söylemeye başlayınca fark edilen bülbülleri… Bülbüller kolay beri çıplak gözle görülemezdi. Ama bu hususi yeryüzü cennetine ilk kez yolu düşenler dahi, zihinlerini rüzgarla bir usul usul oynaşan dal ve yapraklar arasından yükselen büyülü ötüşlere teslim etmeleri halinde; ruhlarının önce Boğaziçi suları gibi durulup berraklaştığını, sonra da ilahi aşk sandalına atlayıp Rumeli Feneri’nden açık denizlere doğru yelken açtığını, hayalle gerçek arası bir esrikliğin salıncağında duyumsarlardı.

Boğaziçi’nde insanın kulağından girip ruhunun en derinlerine dokunabilme konusunda bülbüllerle yarışabilecek tek bir seda vardı: Saz. Yalılar mangalda ağır ağır köpüren kahvelerin kavruk kokusu eşliğinde sabah mahmurluğundan kurtulmaya çalışırlarken; rüzgarın havalandırdığı tül perdeler dahili ve harici hayatlar arasında bir balerinin bembeyaz etekleri gibi gidip gelirken; akşam yemeğinin ardından batan günün artıkları masa örtüleri aracılığıyla cumbalardan Boğaz sularına doğru silkelenirken, saz tellerinden inci taneleri gibi dökülen nağmeler alelade anları ansızın şiirleştirir; mehtaplı gecelerde bülbüller gibi karanlığın örtüsünü üstlerine çekip cisimlerinden vazgeçen saz sandalları, bir tatlı huzur almaya gelen kayıkları peşlerine takarak, Boğaziçi’nde hülyalı gezintilere çıkarırlardı.

Abdülhak Şinası Hisar’ın tarif ettiği üzere, eski büyük yalılar Osmanlı İmparatorluğu’nun küçük birer minyatürü gibiydiler. Burada vazife görenlerden dadı Çerkez, bacı Zenci, hizmetçi Rum, evlatlık Türk, sütnine melez, kahya kadın Rumelili, ayvaz Ermeni, aşçı Bolulu, hamlacı Türk veya Rum, harem ağası Habeş, bahçıvan Arnavut olurdu.

İşte bu minyatür imparatorluklardan birinde, Büyükdere’deki heybetli bir paşa yalısında Helena adında bir Rum hizmetçi yaşardı. Zeytin rengi gözleri dünyaya hep buğulu bakan, her gece yatmadan önce tavan arasındaki kadın hizmetliler odasında uzun uzun taradığı kuzguni saçları beline varan, narin hatlı, ağırbaşlı, yalı ahalisinin deyimiyle çekirdek gibi bir genç kadın…

Paşanın himayesine çocuk yaşta alınmış, kısa sürede çalışkanlığı, yumuşak tabiatı, titizliği ve güçlü hafızası ile kendini sevdirmişti. Huzuru yalnızca mazide bulabilen bu kalender genç kadın, yatmadan önce Boğaziçi manzaralı kafesli penceresinin pervazına yerleştirdiği Meryem Ana ikonasının karşısında diz çöker; bulutların ayı gölgelediği günlerde kandil feriyle aydınlattığı, mehtaplı gecelerde ise ayın şavkıyla yüzü esrarengiz biçimde nurlanan porselen heykelcikle; sanki dolunaylı bir yaz gecesinde son sözlerini sarf eden annesinin karşısındaymış gibi uzun uzun konuşurdu.

Mehtaplı gecelerde ekseriyetle yalı sahiplerinden biri saz alemi tertip eder, usta sazcılardan kurulu bir heyeti sandalla Boğaziçi’ne çıkarırdı. Selamlık ve haremlik kayıklarla musikinin peşinden büyülenmiş gibi sürüklenen yalı sakinleri, vakit ilerledikçe neredeyse elle tutulabilir bir sükunet ve maneviyatla dolan incecik kayıklarının içinde mazi ile istikbal, farkındalık ile unutkanlık, gökyüzünü sime bulayan yıldızlarla onların suya düşen yansımaları arasında aheste aheste ilerler; uzaktan geçen balıkçı teknelerini, karşı kıyıya yakın gezinen sandalları, ansızın başlarının üstünde kanat çırpan karabatak ve martıları ruhlar aleminden kopup gelmiş esrarengiz karaltılar olarak algılarlardı.

Sonra Boğaziçi ile el ele tutuşmaya karar vermiş hülyalı bir kadının narin avcunu samanyolu gibi saran bembeyaz köpükler ya da uzaklarda gazel okuyan bir erkeğin şamandıralara tünemiş deniz kuşlarını peş peşe havalandıran davudi sesi, kayıktakilerin silkinerek kendilerine gelmelerine neden olur; gece boyunca rüya mı gerçek mi olduğu sık sık karıştırılan efsunlu anlar böylece birbirini takip ederdi.

Paşa ve ailesinin mehtaba çıktıkları geceler, yalı çalışanları için de son derece müstesna zamanlardı. Hizmetkarlar, dadılar, aşçılar, bahçıvanlar, kahyalar, zenneler ve haremağaları gündüzden hazır ettikleri buzlu şerbetler, türlü lokum ve şekerlemeler, kahve ve tütünler eşliğinde mutfakta, koruda, kameriyede kadınlı, erkekli gruplar halinde toplanır; ılık yaz gecelerinin insan tenini hafif hafif okşayan ipeksi kumaşını; muhabbet ve kahkahaları ile rengarenk nakşederlerdi.

Yalıda kalıp da bu muhabbetlere iştirak etmeyen bir tek kişi olurdu: Helena. Velinimetleri Boğaz’ın serin sularında gözden yittiği gibi genç kadın koşarak tavan arasındaki odasına çıkar, görüşmeyeli başından geçenleri annesine anlatmaya, onunla dertleşmeye koyulurdu.

Yine öyle bir gece, annesinin benzersiz bakışlarını Meryem Ana’nın göz çukurlarında görür gibi olduktan; nazenin elinin aralık pencereden esen rüzgarla bir saçlarını tatlı tatlı okşadığını duyumsadıktan; uzun süredir hatırlamadığı birkaç parça oyuncak, çın çın öten bir yortu laternası ve eğlenceli bir tekerlemenin sözleri kulağına fısıldandıktan sonra, kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek bir şey oldu: Annesi Helena’dan bir şarkı söylemesini istedi.

Helena yalıya geldiğinden beri, yani çocukluğundan bu yana, daha doğrusu annesinin bu dünyaya gözlerini yumduğu geceden sonra şarkı söylememişti. Öte yandan cumbalı sedire oturup, çökük omuzlarını ve mızrabını Boğaz’ın dalgaları ile bir oynatarak, hasret dolu hatıralarını musikiye tercüme eden Paşa’nın hemşiresinden ve mehtaplı gecelerde menekşe renkli gökyüzünde süzülüp tavan arasının aralık penceresinden içeri sızan incesaz nağmelerinden pek çok şarkıyı derin derin içine çekmiş; kendini tabiatın uyaklı güzelliği, çocukluğunun biçare özlemi ya da yalnızlığın kapkara kozası ile sarılmış hissettiğinde onları soluk verir gibi usul usul üfleyerek, dışındaki hayatla uyumunu korumaya çalışmıştı.

Helena hangi alemde olursa olsun, bir dediğini iki etmeyeceği annesinin talebi karşısında, onun isteğini yerine getirmekle ilgili tereddüt yaşadığından değil de, nasıl şarkı söyleneceğini bilmediğinden, bir süre duraksadı. Bakışlarını Meryem Ana heykelciğinin çökük gözlerinden kaçırarak, pencere kafesinin gerisinde uzanan esrarlı aleme çevirdi. Karşı sahildeki yalının penceresinde titreşerek yanık kalma mücadelesi veren kandili kendisine; gök kubbenin simli atlasından kopmuş olsa da, solgun ışığıyla yeryüzüne işaret yollamaya devam eden yapayalnız yıldızı annesine; ördek gibi sakin sakin gezinirken aniden dalıp karanlık sularda kaybolan karabatağı çocukluğuna benzetti. Yutkunarak bakışlarını bir kez daha Meryem Ana’ya çevirdi. Sanki heykel usulca başını sallayarak, işaretini verdi. Yalnız gezen yıldız kuvvetlice yanıp söndü. Karabatak az ileriden su üstüne çıktı.

Ve Helena şarkısını söylemeye başladı.

Sesi yelkovan kuşları gibi Boğaziçi’ni yalayarak ama asla kanatlarını suya değdirmeden kayarcasına akıp gidiyor, yalı balkonlarından sarkan mor salkımların çiçeklerini okşayarak Boğaziçi’ne eşsiz kokular serpiyor, mezarlıkların kutsal dinginliğinde, serviler ve beyaz mezar taşları arasında derin bir iç çektikten sonra mehtaba çıkmışların kayıklarını şöyle bir çalkalıyor ve o sarsıntı esnasında zaten dolgunlaşmış kalpleri taşırıyordu.

Sanki gece yırtılmış, saadet ihtimali ortadan kalkmış, şarkın iflah olmaz hastalığı, bütün aleniyetiyle sandalların arasında gezinmeye başlamıştı. Bunun adı aşk hastalığıydı. Tabiatın güzelliğine Helena’nın tılsımlı sesi de eklenince herkesin içindeki boşluk ansızın, şimşek çakmış gibi görünür hale gelmişti.

Özlemle yanan dudaklar dua eder gibi usul usul Helena’nın şarkısına eşlik ederken, mehtabın şahitliğinde herkes kendine aslında yalnız ve sadece aşk için yaşadığını itiraf ediyordu. Geriye kalan her şey ona yaklaşmak için bir bahane, ona ulaşmak için bir vasıta, ona duyulan ihtiyacı gizlemek için bir yalandı.

Aşk bir ürperişti. Bir arayış, bir bekleyiş, bir çaresizlik, çoğu zaman da imkansızlıktı. Ona asla kavuşamayacağını sezenlerin yürekleri derinden sızlıyor; onu ihmal etmiş olanlar beyhude harcadıkları zamanlara dair koyu bir pişmanlıkla doluyor; aşkın soluğunu yakınlarında hissedenler ise ondan uzak düşme endişesi ile kendilerini yiyip bitiriyordu.

Helena’nın sesi Boğaziçi’nin yüzünü gelin duvağı gibi örterken, tülün altında kalanlar şarkın bu en batılı şehrinin gerdanında, itiraflarına devam ediyorlardı. Onlar aslında aşk kadar, belki aşktan çok o ürperişi, arayışı, bekleyişi, çaresizliği, hatta imkansızlığı seviyorlardı. Şimdi su göl gibi durgunlaşarak, yüzeyine dürüstçe bakan herkese aynı şekilde karşılık verirken, onlar aslında hep saadet peşindeymiş gibi yaşadıklarını ama içten içe hüznün de en az o kadar müptelası olduklarını, kederi de aşk kadar sevdiklerini anlıyorlardı.

Helena şarkısını bitirdiğinde Boğaz, üzerindeki canlılarla birlikte uzunca bir süre sükunetini korudu. Sessizliği sona erdiren ise suları adeta yararak ilerleyen bir Pazar kayığının kürek sesleri oldu. İstanbul’dan esnafa ve yalı ahalisine meyve, sebze, bakliyat, kahve ve türlü öteberi taşıyan Pazar kayığı, altı çifte gedikliydi. İri küreklerinin her birini bir kayıkçı çift eliyle tutuyor, ayağa kalkıp yavaş yavaş oturarak çekiyordu. Küreklerden biri Recep’in ellerinde, Recep’in gözü Paşa’nın yalısının tavan arası penceresindeydi.

Her akşam yalının önünden geçerlerken yaptığı gibi, Recep “Hooop” diye bağırarak diğer kürekçileri durdurdu. Kayıktakiler birer sigara yakıp yüzlerini ay ışığına vererek istirahate çekilirlerken, Recep kayığın yalıya yakın ucuna yürüyüp, Helena’nın kafesin gerisindeki gölgesini seçmeye çalıştı.

Aylardır her sabah yalının siparişlerini o teslim ediyor, akşamları da Helena’nın asla kendisini göremeyeceğini bile bile orada öylece dikilip, kafesin gerisindeki zayıf kandil ışığına dalarak; onun manalı, hüzünlü, kainata bedel simasını hayal ediyordu. Helena’nın yüzü Recep’in hayatının dağınıklığını bir merkezde topluyordu. Recep’in şiirli, saf, işveli, hatta mucizevi bulduğu her şeyin; mesela mehtabın, yakamozun, derinlere dalmadan duramayan karabatağın, baharla beraber Boğaz’ın yanaklarını allaştıran erguvanların, kimi sabahlar gülümseyerek Pazar kayığına yarenlik eden yunusların, tek sıra ilerlemeyi neferlerden iyi beceren yelkovan kuşlarının ve bazı geceler hususi dinlemeye gittiği Dere’deki mezarlığın bülbüllerinin hep aşkın ispatları olduğuna, o ispatların tamamının, hatta çok daha fazlasının ise Helena’nın uzviyetinde vücut bulduğuna inanıyordu. Onun için hayat demek, aşk demekti. Ve aşk, onun hayatında Helena ile tecelli etmişti.

Helena tavan arasındaki pencerenin kafesinin aralıklarından dışarı bakıyor, yalının karşısında durmuş Pazar kayığını ve onun ucunda dikilen erkek silüetini seyrediyordu. O silüetin her sabah yalıya öteberi getiren Recep’e ait olabileceğini düşünüyor, bunu düşününce kalbinin daha hızlı çarpmaya başladığını fark ediyor, utanç içinde Meryem Ana’nın kaşlarını çattığını zannediyor, karanlığın içinde heykel gibi dikilen erkeğin Recep olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyeceğini aklından geçiriyor ama yine de her geçen lahza, biraz daha heyecanlanmadan duramıyordu.

Recep, tavan arasındaki kafesin gece lambası gibi yanıp yanıp sönmesini Helena’nın orada, kafesin arkasında hareket ediyor olmasına yoruyor, bütün mevcudiyetiyle onun da kendisine bakıyor olmasını diliyor, bu görüntüyü zihninde canlandırmaya çalışıyor, gerçekten öyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemeyecek olmanın sızısını derinden hissediyordu. Ama yine de hayatta hiçbir şeyin onu, Boğaziçi’nin ortasında Helena ile karşılıklı bakışıyor olma ihtimalinden daha fazla heyecanlandıramayacağını, o kafesin aslında bir engel değil, aşkının tazyikini her an büyüten bir bent vazifesi gördüğünü tüm benliğinde hissediyordu.

Bu sırada sazlar yine çalmaya başlıyor, mehtaba çıkan kayıklar saz sandalı ile birlikte, yine esrarlı bir uyum içerisinde, aralarındaki mesafeleri koruyarak usul usul harekete geçiyordu. Tatlı bir Boğaz esintisi musikiden aldığı güçle Helena’nın ruhlarda açtığı yaraları üfleye üfleye iyileştirmeye girişiyor, mehtaba çıkanlar gaipten geldiğine hükmettikleri o meçhul tılsımlı sesin tesirinden ağır ağır kurtularak, bildikleri sularda yol almanın huzurlu alışkanlığına dönmeye çalışıyorlardı.

Aşkı tıpkı mehtap gibi ne ulaşılabilir, ne de vazgeçilebilir bir hayat gayesi olarak Boğaziçi ile bir terennüm etmek; ondan medet uman herkesi saadete, bir o kadar da hüzne boğuyordu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

LOKANTACI YARİM

Sevmemesi gerekenleri sevmeyi severdi. Sigarayı… Babasını… Tırnak kemirmeyi… Mustafa’yı… Bütün gün arı gibi işlenir, müşterinin seyreldiği akşamüstü saatlerinde kapının önündeki masaya ilişir, mutfaktaki ocakta yaktığı sigarasından derin bir fırt çekerdi. Yeşile çalan gözlerini sabit bir noktaya diker, sevmemesi gerekirken…

GÖZLERİNİN İÇİ

O sahneye çıkmadan önce Hamiyet, Zeki Müren ve Münir Nurettin plakları çalınır, sakız gibi bembeyaz masaörtülerinin üzerine dizili piyatalarda kekikli zeytin, çiroz salatası, Ermeni pilakisi, lakerda, midye dolma ve ince kesilmiş beyaz peynir ikram edilirdi. Rakı kadehlerini tokuşturup, mezelerden tadarak günün yorgunluğunu atan konuklar, Laternacı Niko ile hepten havaya girerlerdi.

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

AHMED

Poyrazın iliklere kadar işlediği bir Aralık günü. Asfalt bozuk. Trafik sıkışık. Çöpler vıcık vıcık. Ahmed hızlı hareket ettiğinden soğuğu hissetmiyor. Zaten uzun süredir, hiçbir şey hissetmiyor. Çekçek arabasıyla, adım adım ilerleyen araçların arasından yıldırım gibi geçiyor. Plastik saplı, ince bir demir çubuk tutuyor sağ elinde: Bir rulo fırça kalıntısı. Çöpleri onunla karıştırıyor.

AHİN GIDA

Her pazar sabahı Yenikapı durağında iner, Kumkapı’ya kadar yürür, yol üstündeki marketten iki torba dolusu gıda alışverişi yapardı. İstasyon tarafındaki daracık sokaklardan birinin köşesinde bulunan “AHİN GIDA”nın önünden geçer, sokağın ucundaki cumbalı, bakımsız binanın giriş katında tek başına yaşayan Miran Usta’nın kapısını çalardı.

Miran Usta’nın, sokağa bakan pencerenin önündeki koltuğundan kalkıp, kapıya ulaşması en az üç dört dakika sürerdi. Son zamanlarda bacakları hepten güçsüzleşmiş, kuş kadar kalmış gövdesini bile zor taşır olmuştu. Kulakları çok az işitiyor, sesi neredeyse çıkmıyordu. Ama çıraklıktan alıp yetiştirdiği Asım’ı karşısında her gördüğünde, gözleri çocukluğunda olduğu gibi ışıl ışıl parlıyordu.

Asım, Miran Usta’sının elini öper, koluna girip cam kenarındaki koltuğuna kadar ona eşlik ederdi. Yaşlı adamı yerine oturtup, minderini belinin arkasına yerleştirir, karşısındaki koltuğa geçtiğinde kahve fincanını sehpada hazır bulurdu. Her defasında tam istediği gibi, orta şekerli ve sıcacık… Hep aynı saatte gelmezdi halbuki. Ama her defasında kahvesinin dumanı üstünde olurdu.

Aslında Miran Usta’nın kehanetlerine aşinaydı, Asım. Daha ziyade ustasını yordu diye mahcup oluyordu. Yoksa hangi dakika geleceğini nasıl bildiğine pek de şaşırmıyordu artık.

“Bugün kuru fasülye pilavı fazla yapalım, pilavı ayıklarken en az otuz taş çıktı.” derdi mesela Miran Usta. Ve o gün bir otobüs turist gelirdi öğlen yemeğine.

Hava durumu güneşli de gösterse, o “Boşver silme bugün camları, sabah kırlangıçlar suya yakın uçuyordu.” demişse o gün muhakkak yağmur yağardı.

Kasa tamtakır olurdu bazı akşamlar. Asım ertesi sabah malzeme alacak paraları kalmadığına telaşlanırdı. Miran Usta ise genç çırağını her zamanki sakin, şefkat dolu bakışlarıyla süzer, ertesi sabah lokantayı yarım saat erken açmasını, Kuyumcu Garbis ya da Tespihçi Necmettin’in dükkanlarına giderken uğrayıp hesap kapatacağını söyleyiverirdi mesela. Asım, ustasının dediğini yapar ve malzeme için gerekli para muhakkak tahsil edilmiş olurdu ertesi sabah.

Miran Usta müşterilerin her birinin çocuğunun, torununun cinsiyetini doğumdan önce bilmişti. Fakirin fukaranın müşkül durumunu esrarengiz bir duyarlılıkla sezerdi. Asım’ı kaç kez, tepsi dolusu yemekle cami avlusuna, depoların saçak altlarına, sur diplerine göndermiş; çırak her defasında ustasının söylediği yerde açlıktan kıvranan, halsizlikten olduğu yere yığılmış, soğuktan donmak üzere olan garibanlarla karşılaşmıştı.

Asım’ı gördüğü ilk gün; on beş yaşında sivilceli bir yeni yetme olarak lokantanın kapısından ürkekçe başını uzatıp “Çırağa ihtiyacınız var mı acaba?” diye sorduğu an, işini bir gün ona devredeceğini görmüştü, Miran Usta.

Onu hiçbir zaman sahip olamadığı evladı yerine koymuş, mutfağa, insanlara, hayata dair bildiği her şeyi sabırla, defalarca, uzun uzun anlatmış; kuru fasülyenin, etli nohutun, tek tek taneleri sayılan tereyağlı pilavın, pamuk gibi tas kebabının, parmak ısırtan hünkarbeğendinin, irmik helvasının, tiritin yapılışına dair tüm incelikleri ezberletmiş; birlikte çalıştıkları beş yılın sonunda bir Cuma akşamı ceketini alıp, her şeyi olduğu gibi Asım’a bırakarak lokantasına ve müşterilerine veda etmişti.

***

Asım o gün bugündür, her Pazar alışverişini yapıp gelir, ustasının elinden kahvesini içtikten sonra mutfağa girer, bütün haftanın yemeğini birkaç saat içinde yapar, yan binanın bodrumunda yaşayan Roman kızı Gülten’e, evi temizlemesi için yevmiyesini bırakır; faturaları, makbuzları cebine koyar, hava kararıncaya kadar cam kenarında ustasıyla karşılıklı oturur, akşam vakti elini bir kez daha öpüp müsaadesini isterdi.

Son dönemde pek konuşamıyorlardı ama cam kenarında karşılıklı sokağa baktıkları, arada bir göz göze gelip birbirlerine minnettarlıkla gülümsedikleri zamanlar, her ikisi için de hayatın en huzurlu anlarıydı.

***

Yine öyle karşılıklı oturdukları bir akşamüstü Miran Usta etajerin çekmecesinden cep telefonunu çıkarıp Asım’a uzattı. En az on beş yıl öncesine ait, ufak ekranlı hesap makinesine benzer bir modeldi. 1 numaralı tuşu kopmuş, yerine kumanda ya da başka bir cihaza ait kırmızı bir tuş takılmıştı. Asım, telefona uzanırken, soran gözlerle ustasının kırışık yüzüne baktı.

Miran Usta titreyen elleri ile telefonu Asım’ın avcuna sıkıştırdı. Genç adamın elini bırakmadan, başıyla sokağı işaret etti. Asım, ustasının neyi kastettiğini anlayabilmek için ayağa kalktı. Dışarıda gördüklerini saymaya başladı.

“Kestane arabası… Karşıdaki mavi cumbalı bina… Yeşil Doğan otomobil…”

Miran Usta başını iki yana salladı.

“Roman çocukları… Ekmek kamyoneti… Kaynakçı… Midyeciler…”

“AHİN GIDA…” diye hırladı Miran Usta. Artık çok seyrek konuşuyordu. Konuştuğunda ise sesi derinlerden, adeta gaipten geliyordu. Tek kelime bile yaşlı bedenini bitkinleştiriyordu.

“Cep telefonunu AHİN GIDA’ya götürmemi mi istiyorsun Usta?” diye sordu Asım.

Miran Usta, yorgun başını memnuniyetle aşağı yukarı salladı. Derdini anlatabilmişti.

“Peki ne yapayım, bakkala mı satayım bunu?”

Eliyle ‘hayır’ anlamında bir işaret yaptı.

“Hediye mi edeyim?”

Bu kez avcunu açıp, iki yana oynatarak ‘öyle sayılır’ gibilerinden bir jestte bulundu. Sonra işaret parmağını bir şeyler sayar gibi oynattı. Havada saydıklarının hepsini kapsayacak bir çember çizdikten sonra telefonu kulağına götürdü. Asım, “Telefonu oraya bırakayım, ihtiyacı olan alsın konuşsun, diyorsun.” diye tercüme etti.

Miran Usta’nın gözleri yine çocuk gibi parladı. Gülümseyince dişsiz damağı ortaya çıktı.

“Anladım, Usta.” dedi. “Merak etme, ben bakkala telefonu verir, ihtiyacı olanı bedava konuşturmasını tembih ederim. Telefon hattını da sınırsız görüşmeye ayarlatıp faturalarını düzenli olarak öderim.”

Miran Usta’nın yüzü adeta aydınlandı. Uzun süredir onu bu kadar mutlu görmemişti.

“Çok iyi düşünmüşsün.” diye tebessüm etti Asım, ustasının elini sıkarken. “Fakir fukara konuşsun sevdiğiyle.”

Sonra aniden endişelendi. “Peki sen ne yapacaksın? Bir ihtiyacın olursa, Allah korusun acil bir durumda, nasıl konuşacağız seninle?”

Miran Usta yüzündeki iyimser ifadeyi koruyarak sabit telefonu gösterdi. Eliyle ‘ben hiç dışarı çıkmıyorum ki artık” işareti yaptı.

Asım bir an için durup düşündü. Gerçekten de uzun süredir, özellikle sesi iyice kısıldığından bu yana ustasıyla nadiren telefonla konuşuyor; o görüşmelerde de bir türlü benimseyemediği cep telefonu yerine her seferinde sabit telefonunu kullanan Miran Usta’nın adeta öteki dünyadan gelen boğuk sesi, bir iki kelimenin ardından tükeniyordu.

O akşam vedalaşırlarken Miran Usta, Asım’a hiç olmadığı kadar sıkı ve uzun sarıldı. Asım, bunu ustasının hayırseverlik projesini desteklemesine bağladı. Ama içi de bir tuhaf oldu. Hey gidi Miran Usta… Neler görmüş geçirmiş o gözler böyle ufak tefek şeylere yaşarır mıydı?

***

Asım, yine her Pazar, Yenikapı durağında iniyor, Kumkapı’ya kadar yürüyor, yol üstündeki marketten alışverişini yapıyor – artık yalnızca bakkalda satılmayan malzemeleri oradan alıyordu – sonra AHİN GIDA’ya uğruyor, alışverişini tamamlarken cep telefonunun kullanılıp kullanılmadığını da kontrol ediyordu.

AHİN GIDA’nın sahibi bir gün bıçağını sapladığı koca bir kalıp teneke peynirini tartarken, dükkanın isminin bir önceki sahiplerinin soyadı olan Şahin’den geldiğini, kendisinin yeni isimle filan uğraşmak istemediğinden aynı tabelayla devam ettiğini, sonra “Ş” harfi düşüp kaybolunca ona da boş verdiğini anlatmıştı. Biraz tembel ama iyi niyetli bir adamdı.

Miran Usta’nın isteğini başlangıçta başına iş çıkarabilecek bir mevzu olarak algılamış, sonra Asım’ın dil dökmelerinin ardından kendisine bir zararı olmayacağına, hatta fakire fukaraya yardım etttiği için sevaba gireceğine aklı yatar gibi olmuştı.

Ama onu asıl ikna eden, Asım’ın ticari zekası olmuştu. Çevrede bir sürü dar gelirli insan oturuyordu. Bunlar beleş telefon etmek için günün her saatinde bakkala geleceklerdi. Sıra beklerken birer çay içseler ya da telefonla konuştuktan sonra bir bisküvi, ekmek ya da limon alıp evlerine dönseler, bakkalın satışlarında ciddi bir artış olurdu.

Dükkanın içinde gereksiz kalabalık yaratıp, bakkalın devamlı müşterilerini olumsuz etkilemesin diye telefonu dışarıda tutmaya karar verdiler. Cihazı sağlam bir kılıfa koyup, çelik sicimle içinde meyve rafları bulunan kafesli dolaba bağlayarak hem yerini sabitlemiş, hem de çalınmasını engellemiş oldular.

Ertesi gelişinde Asım, sıra bekleyenler rahat etsin diye beş tane hasır oturaklı tabure getirdi. Artık kendisi de pazarları uğradığında bu taburelerden birine oturuyor, telefonun çalışıp çalışmadığını kontrol ediyor, konuşmalara kulak veriyor, kuyruktakileri gözlemliyor, sonra hepsini o gelmeden bir dakika önce kahvesini pişirip hazır etmiş Miran Usta’sına rapor ediyordu.

***

Ağustos’un ilk Pazar günüydü. Asım her zamanki gibi öğleden önce elinde torbalarla AHİN GIDA’ya uğramış, ekmek dolabının önündeki tabureye oturmuştu. Telefon açmaya gelen kimse yoktu. Bir çay söyledi, bakkalın beyaz kedisini sevmeye koyuldu.

Çok geçmeden pembe çantalı, basma entarili bir kadın, telaşlı adımlarla yaklaştı. Meyve raflarının dibindeki tabureye oturdu. Telefonu sıkıca kavradı. Yakını iyi göremeyen gözlerinden uzak tutarak kırmızı tuşa bastı. Kulağına götürdü. Üstüyle başıyla oynayarak bir süre bekledi. Aradığı numaranın geç açılmasını doğal karşılar bir hali vardı. Birden gözleri kocaman açıldı:

“Aloooo?”

Kibarca, adeta yalvararak devam etti.

“Kusura bakmayın, efendim. Geçen sefer heyecandan en önemli sorularımı unuttum.” Duraksadı. “Bir seferde tek soru hakkım mı var?” Sesini iyice incelterek. “Peki efendim… Eeee… Size zahmet olacak ama… Kızım üniversiteyi kazanabilecek mi acaba?”

Cavabın gelmesi biraz zaman aldı. Ve gergin hatlarının gevşemesine, yüzüne geniş bir gülümsemenin yerleşmesine neden oldu. Birkaç kez arka arkaya “Allah razı olsun” dedikten sonra telefonu kapattı.

Asım’a dönüp sevinçten ışıldayan gözlerle: “Allahıma çok şükür Tıp Fakültesine girecekmiş” diye haykırdı.

Asım olup bitenden hiçbir şey anlamamıştı.

Bir an önce eve koşup, aylardır gece gündüz ders çalışmakta olan kızına müjdeyi vermek için sabırsızlanan kadının ağzından zor da olsa şu bilgileri alabildi: Kırmızı tuş meselesini yan sokaktaki komşulardan biri keşfetmişti. Bu mübarek telefonu eline alıp normal bir telefon numarası çeviren, normal bir telefon görüşmesi yapıyordu. Yalnızca kırmızı tuşa basıldığında ise telefon çalıyor, çalıyor, en sonunda açılıyor, sanki gaipten gelen kısık bir erkek sesi, arayanın geleceğe dair sorularına yanıt veriyordu. Fazla konuşmuyor, bir görüşmede, en fazla birkaç kelime ediyordu. Bugüne dek mahalleden kime ne söylediyse doğru çıkmıştı.

***

Bir dahaki gelişinde, Asım taburelerde yer bulamadı.

Sonraki gelişinde telefon kuyruğu Miran Usta’nın evinin penceresine kadar uzamıştı. Asım gülümseyerek AHİN GIDA’ya girdi. Bakkal, tezgahın gerisinden çıkıp Asım’a sımsıkı sarıldı.

“Allah senden razı olsun Asım Kardeş” dedi. “Sen bu telefonu getirdiğinden beri her hafta kazancım ikiye katlanıyor. Ben böyle şey ne gördüm, ne duydum. Mahallede herkesin yüzü gülmeye başladı, Allah çarpsın. ”

Tezgah arkasındaki koltuğunu göstererek:

“Geç otur şöyle.” dedi. “Demli bir çay koyayım sana.”

Asım gülümsedi. Elindeki market poşetlerini kenara bıraktı. Ufak bir naylon torbadan, kağıda sarılı bir nesne çıkardı. Kağıdı sıyırınca otuz beş, kırk santim boyunda, lacivert renkli bir “K” harfi göründü.

“Önce bunu senin tabeladaki eksik harfin yerine yapıştıralım.” dedi.

Bakkal başını kaşıdı. Asım’ın ne yapmak istediğini anlamamıştı. Ama artık hiçbir dediğine itiraz etmeyecek kadar güveniyordu ona. Hemen bir merdiven ve yapıştırıcı buldu.

Asım merdiveni bakkalın dışına taşıdı. Harfin arkasına yapıştırıcıyı bol bol sürdü. En üst basamağa çıktı. Ve “K” harifini, kopan “Ş” harfinin yerine yapıştırıp, tutkal iyice kuruyuncaya kadar eliyle bastırdı.

Merdivenden inince bakkalla beraber şöyle yola doğru birkaç adım çıkıp uzaktan tabelaya baktılar. Bakkal yüksek sesle, heceleyerek okumaya başladı:

“KAHİN GIDA”

O okumayı bitirinceye kadar Asım poşetlerini yüklenmiş, Miran Usta’nın evine doğru hareketlenmişti. Bakkala, “Haftaya içerim çayını” diye seslendi. “Bu hafta biraz geç kaldım. Ustamın kahvesi soğumasın.”

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

FEYLESOF YUSUF

“İnsan en çok ağlarken insan olur.” der Feylesof Yusuf. “Gözyaşı insanın özüdür.” Elini kalbinden yüzüne götürür. İşaret parmağını göz pınarına bastırır. “Burukluğunu, pişmanlığını, özlemini, acısını birkaç damlaya dönüştürdüğünde kişi -ki en büyük mucizelerinden, en akıl almaz üretimlerinden biridir bu- yüreği eskisi gibi bir kaya parçası değildir artık. Su veren bereketli bir topraktır. Suyla toprak varsa şefkat vardır. Umut vardır. Hayat vardır, hayat!”

ÇOK UZAKLARDA

Şimdi bardaki herkes; işten çıkmış iki takım elbiseli centilmen, sarmaş dolaş genç ve orta yaşlı çiftler, döne döne dans eden zarif, yaşlı kadın, İskandinav bir turist grubu, hep bir ağızdan neşe içinde parçayı söylüyorlar. Cenk geldiği günden bu yana, Londra’nın mutlu olmak için fırsat kollayan ve bunu kolayca becerebilen insanlarına gıpta ediyor. Sarah da onlardan biri. Dolgun omzunu Cenk’inkine bastırarak, onu düşüncelerden sıyrılmaya, eğlenceye katılmaya davet ediyor.

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

ÇOK BULUT

Hava ısındıkça bulutlar alçalıyordu. Nallar yumuşayan asfalta her adımda biraz daha gömülüyor; tahta arabaya tepelemesine yüklenmiş ot yığını, nemlendikça beton gibi ağırlaşıyordu. Sahipleri gibi sıska ama güçlü atlar bütün bunlara aldırış etmeden, köylerine doğru dört nala ilerliyorlardı.

İki arabaydılar. Taze biçilmiş otları, Fidel’in durumu her geçen gün kötüleşen annesine götürüyorlardı.

Bulutlar, gökyüzünün masmavi çayırına küme küme, koyun sürüsü gibi yayılmıştı. Fidel, onları her biri başka bir zaman diliminden kopmuş, zihin boşluğunda başına buyruk gezinen anılara benzetiyordu.

Gri, kısmen kara bir bulutun altından geçerken o kabus gece düştü aklına. Annesinin, göğsüne yıldırım gibi saplanan sancıyla bir daha kalkamayacağı yatağına yığılıp kaldığı; onu hayata sımsıkı bağlayan köklerin çatır çatır toprağından söküldüğü uğursuz gece…

Sonrası hiç ağarmayan bir kör karanlık, hiç ısınmayan bir yürek, pamuk ipliğine bağlı bir hayattı annesi için. Yarım asır boyunca yuvasının hem direği hem çiçeği olmuş kadın; kırılmış, solmuş, perdelerinden sızan ışığa dahi dayanamadığı evde koyu bir gölgeye dönüşmüştü.

Cırcır böcekleri ötmeye başladı uzaklarda. Yolun kıyısındaki kahve ağacından yeşil bir papağan havalandı. Beyaz bir bulutun altından geçiyorlardı. Fidel, annesinin hayata döndüğü günü anımsadı.

Su istemişti kadın. İlk kez konuşmuştu aylar sonra. Tek kelime: “Su”. Fidel hemen bir bardağa su doldurup getirmişti. Başını sağa sola sallayarak istediğinin o olmadığını belli etmişti annesi. “Çok su” diyerek bedenini göstermişti. Fidel kadının yıkanmak istediğini sanmıştı bu kez. Bir kova su doldurup geri dönmüştü. Diğer elinde banyo yaparken kullandıkları temiz bez.

Yine itiraz etmişti annesi. “Çok su” diye fısıldamıştı.

Fidel ahıra koşmuş, yalağı söküp sırtlamıştı bu kez. Kadının gözlerinin içi gülmüştü, boyunca sacdan tekneyi görünce. Fidel, yalağı temizleyip suyla doldurmuş; annesinin yatağının yanına taşımıştı. Kadın saatlerce yatmıştı suyun içinde. Perdeleri de uğursuz geceden sonra ilk o gün açtırmıştı.

Suyu parlatan ışık hüzmelerinin altında, bembeyaz, buruşuk bedeniyle, anne gibi değil de anne karnındaki cenin gibi görünüyordu. Onun nurlanmış yüzünü uzun uzun seyretmiş, geldiği yere dönmeye çoktan karar verdiğini o gün anlamıştı Fidel.

Tekerlek, iri bir taşın üstünden geçerken araba sarsıldı. Fidel dengesini bulmaya çalışırken bir tutam ot düştü asfalta. Canı sıkıldı Fidel’in. Papatya şeklinde bir bulut yetişti imdadına.

“Çiçek” demişti annesi, su istedikten bir ay sonra, bir sabah gözünü açar açmaz. Fidel koşup, bahçedeki papatyalardan bir demet yapmış, annesinin göğsüne bırakmıştı.

“Iıh” diye başını sallamıştı yine annesi. “Çok çiçek.”

Fidel sırtına boş bir çuval vurmuş, evin arkasındaki tepeye tırmanmıştı. Birkaç saat sonra çuvalını rengarenk, çeşit çeşit çiçekle doldurup dönmüştü geri. Annesinin üzerine mis kokulu bir yorgan gibi örtmüştü onları. Kadının yalnızca başı kalmıştı dışarıda. Öyle güzel gülümsüyordu ki, Fidel annesinin doğaya karışmak; ona gübre, tohum olmak; bundan böyle varlığını bir çiçekte sürdürmek arzusunu apaçık sezmişti.

Fidel önde, çocukluk arkadaşı arkada, ot dolu arabalarıyla köye girdiler. Köylülerin tuhaf bakışlarına aldırmadan doğruca Fideller’in evine vardılar. Fidel elinde bir kucak dolusu otla içeri girdi. Annesi kapının gıcırtısına uyandı. Otları görünce gözleri ışıldadı. Çiçekler solduğundan beri onu böyle görmemişti Fidel. Kucağındakileri annesinin yanına bıraktı. Taze ot kokusunu derin derin içine çekti kadın. Kırlara çıkan bir kız çocuğu gibi neşelendi. Fidel perdeleri açtı. Annesi, hayalindeki yemyeşil yamaçtan aşağı koşmaya başladı.

Fidel pencerenin kenarına yaslanmış, hayranlıkla annesinin eskisi gibi güzelleşen yüzünü seyrederken, kadın aniden gözlerini açtı:

“Çok ot.” diye fısıldadı.

Fidel bunu bekliyordu. Hemen dışarı çıktı. İki araba dolusu otu bir çırpıda içeri taşıdı.

Annesi yatağına istemedi onları. Otlardan yer yatağı istedi. Fidel bu dileğini de hızlıca yerine getirdi. Kadını kucaklayıp, usulca otların üzerine bıraktı. Çayırdaydı şimdi kadın. Kendisi gibi köksüz otların çayırında. Fidel annesinin toprağa iyice yaklaştığını fark etti o zaman. Kadının otlar arasında mum gibi eriyip ağır ağır yok olan bedenini izlerken, yanağından aşağı bir damla yaş süzüldü.

Ertesi sabah, annesinin çok sevdiği kahve ağacının altında bir çukur açmaya başladı. Kahve ağacının dalına yeşil bir papağan konuncaya kadar bilinçsizce yaptı bunu. Papağandan gökyüzüne çevirdi bakışlarını. Melek kanatlı bir bulut gördü tam tepesinde. Koşarak eve girdi. İçerisi loştu. Kapı aralığından süzülen ışık tam annesinin yüzünü aydınlatıyordu.

Gülümsüyordu kadın. Fidel’in çocukluğundaki gibi şefkatli. Kendinden vazgeçenlere özgü bir huzurla… Fidel eğildi. Yanağından öptü. “Toprak” diye fısıldadı o an annesi. Fidel ağlamaya başladı.

Yattığı yerden gökyüzünü görüyordu kadının sönmeye yüz tutmuş gözleri. Melek bulut, evin tam tepesinde onu bekliyordu.

“Çok toprak.” diye fısıldadı annesi. Son isteği bu oldu.

Fidel onu çok sevdiği kahve ağacının dibine taşıdı. Üstünü çok toprakla örttü. Toprağın üstü zamanla çok çiçekle kaplandı. Fidel onları her gün, çok çok suladı.

Yeşil papağan hiçbir zaman kahve ağacının dallarından ayrılmadı. Fidel o günden sonra ne zaman başını yukarı kaldırsa, gökyüzünü melek bulutlarla dolu buldu.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

MADAM KROPKA

Kocası öldüğünden beri tepeden tırnağa siyah giyinir. Siyah bisiklete biner. Siyah kahve satar. Genellikle siyah konuşur. Siyah tenteli bir kafesi vardır. Onun önünde dikilir. Eteğinin altına kocasının siyah çoraplarını giyer. Elleri hep ceplerindedir. Cebindekiler her gün değişir. Telaşlı, somurtkan, düşünceli birilerini görmesin, dişi örümcek gibi ağını atar. Kaldırımdan çekip, kafesine sokar.

YOSUNLU KAPI

Eski bir semtin yıkılmaya yüz tutmuş rutubetli binalarının kıyısından geçerken, denize inen bir yokuşta genzi iyot ve yosun kokusu ile dolarken, sahaflarda içinde neler yazdığından çok, daha önce kimlerin dokunduğunu merak ettiği kitapları karıştırırken…

PAZAR

Durgun bir Pazar günüydü. Boğaz’ın usul usul çalkalandığı, gökyüzünün bulutlarını şişirip mavisini sakındığı; güneşin sızacak aralık bulamadığı. Üstünü gri bir battaniye gibi örten gökyüzünden aşağı indirdi, bakışlarını. Boğaz, gökyüzünü taklit ediyordu. Elleri ile ensesini hafifçe kaldırarak balıkçı silüetlerini izlemeye koyuldu.

PAZAR OLA

1922 yılının yazdan kalma bir Ekim günüydü. İnci Mecmuası muhabiri Kemal Bey yazısını teslim etmiş, kahkülünü uçuşturan esintiye karşı Babıali yokuşundan Sirkeci’ye doğru iniyordu. Sigarasından derin bir nefes çekerken, artık bekarlıktan yorulduğunu düşündü. Zaten vazifesi gereği oldukça düzensiz, koşuşturmalı, muamma ve tehditlerle dolu bir hayatı vardı.

SARI MELAHAT

Yıl 1944. Soğuk bir sonbahar akşamı. Hava her zamankinden erken kararmış. Sabah başlayan yağmur kesintisiz devam ediyor. Şemsiye ve şapkalar altından akan insan seli, parke taşlı yollardan Eminönü Meydanı’na dökülüyor.

Babıali yokuşundan inen gazetecilerle öğrenciler; Sirkeci garından dağılan yolcular; Tahtakale’den, Mahmutpaşa’dan, Sultanhamam’dan, Mercan Yokuşu’ndan içi dolu torbalarla, çuval ve küfelerle ağır aksak dönen işportacılar, tüccarlar, hamallar; iş çıkışı alışveriş için Mısır Çarşısı’na uğrayan vatandaşlar; otobüs duraklarında kuyruk bekleyenler; iskeleye yönelenler; balıkçı leğenlerinde yüzen palamutları seyredenler; hava soğudukça yakarışları yükselen dilenciler; köpeklerle yan yana saçak altlarına sığınmış seyyar satıcılar; ıslanmasın diye biletlerini koyunlarına saklayan milli piyangocular… Hepsi de meydanın kördüğümünden bir an önce kurtulup, kendi yollarına gitme telaşındalar.

Galata Köprüsü’ne çıkmak üzere yolun karşısına geçmeye hazırlanan Gazeteci Muzaffer Bey, Yeni Cami’nin kapısının önünden geçerken evde kahve kalmadığını hatırlıyor. Aniden karar değiştirerek Mısır Çarşısı’na doğru adımlarını hızlandırıyor. İçinden “belki on beş, yirmi dakika kaybederim ama Kurukahveci Mehmet Efendi’den tazecik kahve çektirim” diye geçiriyor.

Mısır Çarşısı’nın kemerli girişinde, cüce piyangocunun yanında dikilen on beş yaşlarındaki çelimsiz gazeteci, Muzaffer Bey’in dikkatini çekiyor. Narin başı kemikli omuzları arasına gömülmüş çocuk, koltuğunun altında kalınca bir deste Yeni Sabah tutuyor. Çıplak ayakları ıslak kaldırım taşıyla bütünleşmiş; mermerden bir heykele aitmiş gibi görünüyor.

Muzaffer Bey’in gönlünden gazete almak geçiyor. “Kahvenin yanında iyi gider, hem çocuğa da hayrım dokunur”, diye düşünüyor. Ama sağ elinde akşam çalışmak için eve götürdüğü dosyalarla dolu evrak çantası, sol elinde şemsiyesi var. Kalabalığın ortasında ıslak şemsiyeyi kapayıp, cüzdanı çıkarmak kolay değil. İnsanlar zaten birbirine sürtünerek, güç bela ilerliyor. Yaya trafiğini aksatıp, daha fazla itilip kakılmamak için gazete almaktan vazgeçiyor.

Birkaç adım sonra Muzaffer Bey’in gerisinde bir patırtı kopuyor. Arkasını döndüğünde, gazeteci çocuğu iri yarı bir adamın bacağına sımsıkı sarılmış halde buluyor. Adam, diğer ayağı ile çocuğu tekmeleyerek kendini kurtarmaya çalışıyor. Çocuk inatçı ve göründüğünden çok daha kuvvetli. Saçı başı çamur içinde kalmış ama adamın paçasını bir türlü bırakmıyor. Gazeteler yere saçılmış. Üstlerine basan basana… Adam ağıza alınmayacak küfürler savuruyor. Çocuk kısa bir an için dişlerini sıkmayı bırakıp Muzaffer Bey’e dönerek: “Bey amca cüzdanın!” diye bağırıyor.

Muzaffer Bey’in pantolonunun arka cebini kontrol etmesi ile betinin benzinin atması bir oluyor. İçinde kimliklerinin yanı sıra, ertesi sabah bankaya yatırmak üzere taşıdığı beş bin lira bulunan cüzdanın yerinde olmadığını fark ediyor. Boğuk bir sesle: “Yakalayın! Hırsız!” diyebiliyor.

Neyse ki, etraflarındaki üniversiteli grupla hamallar derhal durumu idrak ediyor. Hamallar yankesiciyi kıskıvrak yakaladıkları gibi ceplerini aramaya koyuluyorlar. Çok geçmeden ceketin yan cebinde Muzaffer Bey’in cüzdanını bulup, sahibine teslim ediyorlar. Aynı anda üniversiteliler bir trafik polisi ile çıkageliyorlar.

Muzaffer Bey ve yolda isminin Bedri olduğunu öğrendiği gazeteci çocuk, karakolda içlerini ısıtan birer bardak çay eşliğinde ifade veriyorlar. Çıkışta Muzaffer Bey Bedri’yi kolundan yakalıyor. Bir kez daha minnet duygularını ifade ederek cebine yüklü bir miktar bahşiş sıkıştırıyor. Bedri önce bahşişin tamamını reddediyor. Uzun bir çekişmenin ardından Muzaffer Bey’in ısrarlarına dayanamayarak ziyan olan gazetelerin tutarı kadar parayı alıp, gerisini iade ediyor.

Bedri’nin gözüpekliğinden, dürüstlüğünden ve adalet duygusundan çok etkilenen Muzaffer Bey, muhakkak babası ile tanışmak istediğini söylüyor. Bedri bir çırpıda; babasını iki yıl önce kaybettiklerini, o ölünce orta ikinin yarısında mecburen okulu bırakıp çalışmaya başladığını, annesi ile Süleymaniye’de bir göz odada yaşadıklarını anlatıyor.

Muzaffer Bey o gece Bedri’yi bırakmıyor. Birlikte Bedri’nin Süleymaniye’deki evlerine gidiyorlar. Annesi oğlunun çamur ve sıyrıklar içinde kalmış yüzünü kandil ışığında ağır ağır temizlerken, nohut kahvesini yudumlayan Muzaffer Bey böylesine erdemli bir evlat yetiştirdiği için kadına övgüler yağdırıyor. Kahvesini bitirip fincanı tabağa yerleştirirken, Bedri’yi artık manevi oğlu saydığını, bundan böyle harçlığını ve okul masraflarını bizzat kendisinin karşılayacağını, Bedri gibi kıymetli bir çocuğun muhakkak tahsil görerek vatana, millet fayda sağlaması gerektiğini söylüyor. Bedri yine mahcup bir ifade ile itiraz etmeye yeltenirken, annesi göz yaşları içinde avuçlarını açıp, Muzaffer Bey’e dua etmeye başlıyor.

***

Yıl 1948. Pırıl pırıl bir bahar günü. Bir grup son sınıf öğrencisi ellerinde lise diplomaları, şakalaşarak Cağaloğlu yokuşundan aşağıya iniyorlar. Aralarında Bedri de var. Boğaz tarafından esen tuz kokulu rüzgar, delikanlının kahküllerini uçuşturuyor, geniş alnını tatlı tatlı okşuyor. Bedri kendini hiç olmadığı kadar hafif hissediyor o an. Bir martı gibi kanatlanmak, şehirhatları vapurunun bacasına konmak, Galata Kulesi’nin etrafında turlamak istiyor.

Sirkeci Garı’nın önünden geçerlerken Bedri duraksıyor. Yavaşlamasının nedeni, garın kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağlayan genç köylü kadın… Arkadaşlarına ufak bir işi olduğunu, beş dakika sonra Sarayburnu’ndaki çay bahçesinde onlara katılacağını söylüyor.

Daha önce de İstanbul’a ayak basar basmaz paniğe kapılan pek çok taşralıya el uzatmışlığı var, gar çevresinde. Sucu çocuğa bir tas su doldurtup, yüzünü elleriyle örtmüş, omuzları inip kalkan kadına yaklaşıyor.

Konuşacak durumda olmayan genç kadına suyun yarısını içirtiyor. Kalanıyla elini, yüzünü yıkamasını söylüyor.

Kadın biraz kendine gelince duru güzelliği meydana çıkıyor. Hıçkırarak anlatmaya başlıyor. İsminin Fatma olduğunu, köyünden kaçmak zorunda kaldığını, İstanbul’un kim kime dum duma koskoca bir şehir olduğunu işittiğini, izini bulamasınlar diye geldiğini… Ama ayak bastığı andan itibaren bu kargaşada değil yaşamak, nefes dahi alamadığını… Evine de bir daha asla dönemeyeceğini… Bedri gelmeden önce, kendini trenin önüne atmayı bile düşündüğünü sıralıyor.

Bedri kadının kah ürkekleşen, kah meydan okuyan; kurbanlıkla asilik arasında gidip gelen dalgalı karakterinde, göz yaşlarının gizleyemediği pırıltılı bakışında, beline inen altın rengi saçlarında tuhaf bir cazibe, karşısındakine cesaret veren bir davetkarlık seziyor. Onu orada bırakırsa kurda kuşa yem olacağından endişeleniyor.

Fatma’nın ayaklarına yaslı bohçayı yerden kaldırırken: “Seni bizim eve götüreyim.” diyor. “Derdini anama anlatırsın. Ne yapacağına karar verene kadar da bizde kalırsın.”

Annesi kapıyı açıp karşısında ağlamaktan gözleri şişmiş genç kadını görünce ağzı bir karış açık kalıyor. Bedri annesinin boynuna sarılarak önce diplomasını gösteriyor, sonra da onu Tanrı misafirleri Fatma’yla tanıştıyor.

O gece aynı tencereden kuru fasulye kaşıklarlarken Fatma, Bedri’nin annesinin sıraladığı sorulara kaçamak yanıtlar veriyor. Bedri rahat konuşabilsinler diye iki kadını baş başa bırakarak, yemekten sonra dışarı çıkıyor.

Annesi ertesi sabah Bedri’nin yatağının ayak ucuna oturduğunda, olumsuz bir şeyler söyleyeceği zamanlar yaptığı gibi bir süre dudaklarını büzüp, kirpiklerini kırpıştırarak sessiz kalıyor. Sonra bir çırpıda; Fatma’nın bir dediğinin bir dediğini tutmadığını, rüyasında sabaha kadar bebek sevdiğini, kim bilir ne haltlar karıştırıp köyünden kaçtığını, başlarını belaya sokmadan tez zamanda bu ne idüğü belirsiz kadından kurtulmaları gerektiğini söylüyor.

Bedri annesinin sezgilerine sonuna kadar güvenen bir evlat. Öte yandan, yaptığı tek bir iyilik sayesinde büyün hayatının değiştiğini de asla unutmuyor. Fatma’yı kapının önüne koymaya vicdanının el vermeyeceğini söyleyerek, annesini birkaç gün daha sabretmeye ikna ediyor.

Fatma, Bedriler’in evinde kaldığı süre boyunca ev işlerine elini sürmediği gibi, döşeğini bile yerden kaldırmıyor. Bütün gün aynanın karşısında saçlarını tarıyor, kaşlarını artistler gibi inceltiyor, cam kenarına oturup sokaktan gelip geçeni süzüyor.

Fatma’nın akşam yemeklerinden önce uzun uzun süslenip, en alımlı elbiselerini giymesi, oğlu geldikten sonra evin içinde salına salına gezinmesi, Bedri’nin annesinin endişelerini büyütüyor. Artık genç kadına ne soru soruyor, ne de ev işlerinde yardımını istiyor. Mümkün mertebe konuşmuyor. Bedri, annesi ile Fatma arasında giderek büyüyen gerginliği, üzülerek takip ediyor.

Sonunda bir akşam, yemekten sonra annesinden Fatma ile ikisini baş başa bırakmasını rica ediyor. Yaşlı kadın isteksizce mutfağa gidip kapıyı arkasından sertçe kapayınca, Fatma’nın bakışı aniden değişiyor. Gözlerinde, onu gar kapısında gördüğü ilk günkü davetkar pırıltı beliriyor.

Bedri bakışlarını halının deseninden ayırmadan, genç kadına her zaman başının üstünde yeri olduğunu ancak artık yavaş yavaş bundan sonraki hayatında ne yapmak istediği konusunda bir karar vermesi gerektiğini; planını kendisine aktarırsa, ona yardımcı olmak için elinden geleni yapacağını söylüyor. Derin bir nefes aldıktan sonra, artık Fatma’nın misafir sayılmayacağını ekliyor ve evlerinde kaldığı müddetçe yaşlı anasına destek olmasını rica ediyor. Bakışlarını halıdan kaldırdığında Fatma’nın gözünün ferinin çoktan gitmiş olduğunu, çok geçmeden bedeninin de evlerini terk edeceğini anlıyor.

Ertesi sabah annesi telaş içinde Bedri’yi uyandırıp, Fatma’nın yatağının boş olduğunu söylüyor. Bedri uyku sersemi genç kadının kalmakta olduğu odaya girdiğinde, Fatma’nın gitmeden önce ilk ve son kez, döşeğini toplamış, çarşafını, yorganını katlamış olduğunu görüyor.

***

Yıl 1951. Beyoğlu’nda bir içkili lokanta. Muzaffer Bey ve Bedri sahne önü masalardan birine oturmuş, Bedri’nin üniversiteden, hem de üstün başarı ile mezuniyetini kutluyorlar.

Bedri artık yakışıklı, kültürlü, kendine güveni tam, ticarete atılmaya hazır bir genç erkek. Muzaffer Bey kadehini manevi oğlunun başarılarına kaldırırken, onunla gurur duyduğunu söylüyor. Cam bardakların göbekleri keyifle çınlıyor. Bedri içkisinden küçük bir yudum aldıktan sonra, hayatında iyi giden şeylerin tamamını Muzaffer Bey’le annesine borçlu olduğunu ifade ediyor.

Muzaffer Bey, başarısı ile birlikte alçakgönüllülüğü de her geçen gün artan delikanlıya sıcacık gülümserken: “Fazla tevazu gösterme, gerçek sanırlar” diye nasihat ediyor. “Sen henüz bıyıkları terlememiş bir çocukken borçlandım ben sana. Hayatındaki hemen her şeyin, her geçen gün daha iyiye gitmesinin sebebi de, faili de bizzat sen, kendinsin.”

Muzaffer Bey rakılarını tazeleyen ince bıyıklı garsona, o gece assolist olarak kimin sahne alacağını soruyor. Aldığı “Sarı Melahat” yanıtından son derece hoşnut, Bedri’ye dönüp: “Hanımefendiyi daha önce defalarca dinledim. Müstesna bir ses ve temaşa.” diyor.

Bedri hemen her konuda malumatı ve hayat tecrübesi bulunan Muzaffer Bey’e hayranlık ve minnetle gülümserken, Muzaffer Bey yan masada tek başına oturan genç adama laf atıyor.

Adamın dış görünüşü, hali, tavrı lokantadaki diğer müşterilerden oldukça farklı. Üzerinde yakası sararmış beyaz bir gömlek ve dikişleri patlak, rengi ağarmış, kahverengimsi bir ceket var. Yüz hatları gergin, davranışları tedirgin.

Muzaffer Bey’in sorularına isteksizce, kısa cevaplar veriyor. Konuşurken karşısındaki ile göz teması kurmuyor. Güç bela isminin Arslan olduğunu, bir şilepte çalıştığını öğrenebiliyorlar. Muzaffer Bey çok sayıda denizci arkadaşı bulunduğundan bahsederek, açık denizde hayatın ne denli zor, limanlardaysa bir o kadar eğlenceli olduğunu bildiğinden dem vuruyor. Son cümlesi esnasında Arslan’a göz kırparak kadehini uzatıyor.

Muzaffer Bey’in ardından, Bedri de kadehini tokuşturmak üzere uzandığında, sağ elini ceketinin yan cebinden çıkarmayan Arslan’ın alnının boncuk boncuk ter kaplı olduğunu fark ediyor. Adamın sıkıntılı halini, mesleği nedeniyle insan içine çıkmaya alışkın olmamasına bağlıyor. Yüz hatları ve mimikleri Bedri’ye hiç yabancı gelmiyor. Ama nereden tanıyor olabileceğini bir türlü çıkaramıyor.

Muzaffer Bey genç adamı rahatlatıp, eğlence havasına sokmak için sonraki kadehi birlikte içmek üzere masalarına davet ediyor.

Arslan kısa bir tereddütün ardından sandalyesini Muzaffer Bey’e doğru çeviriyor. O sırada Muzaffer Bey de tatlı diliyle; Sarı Melahat’in endamıyla, sesiyle sahneyi nasıl doldurduğunu, hele “Makber”i söylerken yalnızca yürekleri değil rakı kadehlerini bile tir tir titrettiğini anlatmaya koyuluyor.

Bedri, Sarı Melahat’in ismini duyunca Arslan’ın bakışlarının hepten donuklaştığını fark ediyor. Adamın çenesi seğirmeye başlıyor. Apar topar kalkıp, lavaboya gitmek üzere izin istiyor. Dönüşte sandalyesini kendi masasına çevirip, konuşmaya devam etmek istemediğini belli ediyor.

Bu sırada saz heyeti sahneye yerleşmiş. Kürdilihicazkar peşrev başlayınca Muzaffer Bey ile Bedri de sohbeti kesip, dikkatlerini musikiye veriyorlar.

Az sonra “İstanbul sahnelerinin taçsız kraliçesi” anonsu ile Sarı Melahat sahneye davet ediliyor. Ve alkışlar, coşkulu ıslıklar eşliğinde yeşil parlak elbisesi, altın sarısı saçları, ağır makyajı ile kadife perdenin arkasından çıkıp, sahnenin ucuna doğru salına salına yürümeye başlıyor. Yerlere kadar eğilerek seyircileri selamlıyor. Bedri bütün bunlar olup biterken, Arslan’ın tepkisizliğini sürdürdüğünü ve sağ elini hala cebinden çıkarmadığını gözlemliyor.

Sarı Melahat selamlama faslını bitirip yüzünü Muzaffer Bey’lerin bulunduğu tarafa doğru çevirerek ilk parçasını söylemeye başladığında, Bedri’nin ağzı bir karış açık kalıyor: “Sarı Melahat” lakaplı sanatçının aslında Fatma olduğunu, derhal fark ediyor.

Şarkının sonlarına doğru Fatma da Bedri’yi tanıyor. Bir an için buğulu bakışlarının gerisinde, garda karşılaştıkları günkü gibi bir pırıltı beliriveriyor.

Bedri, Fatma’nın fildişi rengi omuzlarını, hafif taşırılmış kırmızı rujunu, kalemle çizilmiş gibi incecik kalmış kaşlarını, dalga dalga savurduğu fönlü sarı saçlarını büyülenmiş gibi izliyor. Bütün bunların yanında, Sarı Melahat’a dönüşürken Bedri’ye göre en kıymetli özelliklerini; simasındaki duruluğu, yabanlıktan gelen cazibesini, gözlerindeki feri yitirdiğini fark ediyor.

Sarı Melahat ikinci şarkıda seyircilerin arasına iniyor. Lokantayı tıka basa doldurmuş neredeyse tamamı erkeklerden oluşan gruplar, coşkuyla tempo tutarak assolisti masalarına davet ediyorlar.

Sarı Melahat yan masaya ulaştığında, parfümünün rüzgarı Bedri’yle Muzaffer Bey’e kadar geliyor. Geçmişi hatırlatan biraz mahcup, biraz davetkar bir tebessüm eşliğinde Bedri’ye doğru yöneldiği sırada, Arslan kadını çıplak kolundan yakalıyor.

Sarı Melahat’in dudağını ısırmasından canının yandığı anlaşılıyor. Yine de bir terslik olduğunu belli etmeden hemen toparlanıp Arslan’a dönüyor. Ve şarkının kalan kısmını serenat yapar gibi kolunu sıkmaya devam eden adamın gözlerinin içine bakarak söylüyor.

Muzaffer Bey iyice keyiflenmiş, kadehini Bedri’ninkine bir kez daha vuruyor. Kulağına eğilerek: “Mesele şimdi anlaşıldı. Bizim gemici Sarı Melahat’a yanıkmış meğer!” diyor.

Aynı anda saz heyeti aranağmeye geçiyor. Ve Arslan, Sarı Melahat’ı kendine doğru çekip kulağına doğru avaz avaz bağırmaya başlıyor. Bedri, Arslan’a en yakın oturan kişi olarak bütün söylediklerini işitiyor.

“Kocanı dul, çocuğunu öksüz bıraktın. Yaşlı babamla anamı diri diri mezara kapattın. Ya şimdi benimle köye dönersin… Ya da bacım demem, canını alır, hepimizin namusunu temizlerim.”

Bunları söylerken Arslan’ın ağzından tükürükler saçılıyor, gözlerinde şimşekler çakıyor.

Bedri bir an için Muzaffer Bey’e dönüp, duyduklarını aktarmak istiyor. O sırada Fatma kolunu sertçe çekerek, ağabeyinin elinden kurtuluyor. Arslan’ın gecenin başından beri cebinde tuttuğu eli bir tabanca ile dışarı çıkıyor.

Arslan namluyu Fatma’ya doğru çeviriyor.

Sarı Melahat şarkıya girmeyince, olan bitenden habersiz saz heyeti aranağmeyi uzatıyor.

Bedri sekiz yıl önce, Muzaffer Bey’in cüzdanını çalan hırsızın üstüne atıldığı gibi, bu defa da Arslan’ı durdurmaya hazırlanıyor. Tabancayı, Arslan’ın yüzündeki kararlılığı ve Bedri’nin niyetini fark eden Muzaffer Bey, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle Bedri’yi ceketinin yakasından yakalayıp, ayağa kalkmasını engelliyor.

Aynı anda silah ateşleniyor, Fatma’nın sarı saçlarını kızıla boyuyor.

Sazlar, müşteriler, garsonlar… Tüm evren kısa bir an için sessizliğe gömülüyor. Arslan zangır zangır titremeye başlıyor. Yere düşen silahın buz gibi metalik sesi lokantanın duvarlarında yankılanıyor.

Yakasını Muzaffer Bey’in elinden kurtaran Bedri koşup, Fatma’nın yere düşen başını kaldırıyor. Yavaşça dizine yaslıyor.

Kadın son nefesini verirken; Bedri’nin yıllar önce pırıl pırıl bir bahar günü gar kapısında karşılaştığı duru güzellik, avuçlarında tutmakta olduğu yüze ağır ağır geri dönüyor.

 

 

 

* Bu öykünün ana karakterleri Bedri ve Fatma, belirtilen tarihlerde İstanbul’da yaşamış ancak gerçek hayatta büyük olasılıkla hiç karşılaşmamışlardır. Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopesi’nde yaşam öykülerine ayrı ayrı yer verilen bu iki şahıstan Bedri hakkında elimize ulaşan yazılı son bilgi, üniversiteden başarı ile mezun olup ticarete atıldığı şeklindedir. Fatma ise öykünün son bölümünde olduğu gibi, Sarı Melahat takma adıyla sahneye çıktığı bir içkili lokantada kardeşi tarafından vurularak cinayete kurban gitmiştir.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

İNTİKAM

Genç polis memuru, Zaman Han’da sünnet giysileri satan yaşlı adamı yolcu ettikten sonra dosdoğru komiserin odasına gitti. “Gelsene Mehmet.” diye içeri buyur etti komiser. “Hayrola, sıkıntı mı var?” “Çok büyük sıkıntı değil ama enteresan bir durum, komiserim.” dedi Mehmet. “Birileri esnafın sokağa çıkardığı vitrin mankenlerine saldırıyor.” “Allah Allah, hiç duymadım böyle şey.”

FIRFIR HÜSNÜ

Sabah dokuz dedin mi Kariye Müzesi’nin önündedir. Sol elinde bir salkım çıngıraklı topaç. Sağ elinde ucuzundan bir dal sigara. Yakalar kalkık. Surat asık. Turist olmaz pek o saatlerde. Olsun da istemez. Olmasın diye biraz erken gelir zaten. Tarihi kiliseye karşı oturur. Dumanı basar ciğerine. Arka taraftaki Pembe Köşk adlı kafeden tanıdık bir ezgi yükselir muhakkak. Romana tüm ezgiler tanıdık… Alır onu, kendi tarihine götürür.

COŞKUN’UN ASANSÖRÜ

“Şurda olaydın da bi’ Cüneyt Arkın gibi bakaydın ya kerata!” diye hayıflandı, Mustafa Hoca. Coşkun’un tek kaşıyla çenesini hafif yukarı kaldırışını, ağzını kapatıp dudaklarını büzdükten sonra gözlerini kısıp, uzaklara sert ve derin bakışını hatırladılar. Hepsinin yüzünde irili ufaklı tebessümler belirdi.

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.

YOĞURT KOVASI

Eski bir İstanbul semtinin tarihi bir binasında tadilat projesi almıştım. Müşterim varlıklı bir aileden gelen; yaşamını sanat ve sosyal sorumluluk projelerine adamış, orta yaşlı bir bayandı. Daha önce evinin restorasyonunu yapmıştım. Mekanın karakterine sadık kalışımdan, kendimi işime adayışımdan etkilenmiş, kitap yazmak için kullanacağı bu Osmanlı dönemi dairesinin tüm tadilat ve iç mimari işlerini bana emanet etmişti.

Bina, 20. yüzyılın başlarında bir Rum banker tarafından yaptırılmış, kiliseye ve ana caddeye yakın merkezi konumu nedeniyle bir dönem hali vakti yerinde idareci, tüccar, bankacı ve avukatların ailelerine ev sahipliği yapmıştı.

Varlık vergisi, 6-7 eylül olayları, 1964 tehciri derken dairelerin ilk sahipleri birer birer ülkeyi terk etmiş, yerlerine onlardan tapularını yok pahasına satın alanlarla Doğu’dan göçen aileler yerleşmişti. Son yıllarda bölgedeki gayrımenkul fiyatlarındaki hızlı yükselişe bağlı olarak bu kalabalık muhafazakar ailelere, yaşamlarını ilginçleştirmek isteyen bohem ruhlu modernler de eklenince; semt farklı kimlikleri bir arada yaşatan, çok sesli günlerini hatırlamaya başlamıştı.

Üç ay süren tadilat boyunca pazarları hariç hemen her günümü bu semtte, rutubet ve hikaye kokan tarihi apartmanda geçirdim. İlk günden itibaren en çok ilgimi çeken, bakkalın iki kat üstündeki esrarengiz daireydi. Biri hariç tüm pencereleri, lime lime olmuş demode desenli perdeler ile örtülüydü. Camları toz, kir ve martı dışkısından oluşan kalınca bir tabaka ile kaplıydı. Perdesiz tek giyotin penceresi ise her zaman aralıktı. Bu pencereden sarkan mavi çamaşır ipinin ucuna bağlı yogurt kovası olmasa; içeride birilerinin yaşadığına kimse ihtimal vermezdi.

Bir sabah, duvarlardaki orijinal freskleri açığa çıkarması için anlaştığım kalem ustasına dairenin kapısını açmak için apartmana doğru koşar adım ilerlerken, yoğurt kovasının hareket ettiğini fark ettim. Pencerede yine kimse yoktu. Yoğurt kovasının bağlı olduğu mavi çamaşır ipi görünmez bir el tarafından ağır ağır salınıyordu.

Kova yere değinceyene kadar indirildi. Derken balıkçıların, balıkların dikkatini çekmek için misinalarını salıp salıp yukarı çektikleri gibi, mavi ip de yukarı doğru çekilip çekilip sertçe bırakılmaya başlandı. Bu işlem arka arkaya birkaç kez tekrarlandı.

Gerek sesi, gerekse görüntüsü ile sabah sakinliğinde fazlasıyla dikkat çeken eylem, çok geçmeden Bakkal tarafından da fark edildi. Ve kalın, simsiyah bir bıyıkla örtülü ağzını mümkün mertebe açmadan konuşan, hesap yaparken kulağının arkasından eksik etmediği tükenmez kalemle kafasını kaşıyan adamın dışarı çıkmasına sebep oldu.

Kovanın başında duran Bakkal, önce sünger dalgıçları gibi ipe asılarak orada olduğunu yukarıdakine bildirdi. Sonra kovanın içindeki kağıt parçasını ve parayı aldı. Kağıtta yazanı dikkatlice okuyup içeri girdi. Çok geçmeden bir ekmek, bir şişe süt ve arap sabunu ile dışarı çıktı. Elindekileri kovanın içine yerleştirdi. İpe bir kez daha asıldı. Ve bu işaretin ardından kova yukarı doğru çekilmeye başlandı.

O sırada müşterimin dairesinin kapısında beni bekleyen kalem ustası ısrarla cep telefonumu çaldırıyordu. Devamını izleyemeden koşarak apartmana girdim.

Bir başka gün, akşam üstü saatlerinde daireden çıkmış, yer karosu seçmeye giderken yogurt kovasının başında kırmızı yemenili, şalvarlı bir roman kadın gördüm. Kıyılmış tütün dolu şeffaf bir poşetle birkaç paket sigara kağıdını kovanın içine yerleştirdi. Cebinden çıkardığı filtre torbasını en üste koydu. Tıpkı bakkal gibi ipe asılarak, o da yüklemenin tamamlandığı işaretini verdi. Ve yine kova ağır ağır yükselmeye başladı.

Bu olaydan birkaç gün sonra, bakkalda sıvacılar için ekmek arası bir şeyler yaptırırken, camekanın dışında genç bir adam gördüm. Yoğurt kovasının içindeki gömleği aldı, yerine cebinden çıkardığı kağıt parayı koydu.

Bakkal’a bütün bunların ne anlama geldiğini sormanın tam zamanıydı. Salamı incecik dilimlere ayırmakla meşgul adam, tanıklık ettiğim sahneleri bir çırpıda anlatışımı, başını kaldırmadan dinledi. Bıyığının altında beliren müstehzi tebessüm eşliğinde:

“Dikkat ettin mi Mimar Bey? Akşamları gaz lambası yakarlar, o dairede.” dedi. “Ne elektriği bağlı, ne de suyu. Damacanalarını kapılarına gönderirim, geceyarısı el ayak çekilince içeri alırlar. Dış dünyayla tek bağlantıları: O gördüğün yoğurt kovası!”

“Kaç kişiler peki?”

“Onu bile kesin bilen yok. Yiyip içtiklerine bakarsan iki ya da üç…”

O sırada içeri bakkalın uzun süredir görmediği iki hemşehrisi girdi. Hasretle kucaklaştılar. Gelenlerden yaşlı olanının kulağı iyi duymadığı için bağırarak konuşmaya başladılar.

Yarım ekmeklerin parasını ödeyip, merakım daha da büyümüş olarak apartmanın merdivenlerini çıkmaya başladım. Yoğurt kovası sarkan daire, tadilatını yaptığımız evin bir alt katındaydı. O katın merdiven boşluğundan geçerken yavaşladım. Karşı dairenin kapısının önü ayakkabı ve terlik doluydu. İçeriden buram buram kavrulmuş soğan kokusu geliyordu.

Yoğurt kovalı daireye doğru bir adım attım. Bir adım daha… Kapının altından incecik bir ışık çizgisiyle beraber belli belirsiz bir melodi sızıyordu. İki adım daha atıp iyice yanaştım. Evet, içeride bir Bach ezgisi çalınıyordu. Bir süre kıpırdamadan kulağım kapıda öylece kaldım. Notalar, akordu kısmen bozulmuş bir piyanodan yükseliyordu. Parmaklar piyanonun tuşlarına çok hafif, okşar gibi dokunuyordu.

Derken karşı dairenin kapısının anahtarı içeriden çevrildi. Görülmemek için kendimi üst kata çıkan merdivenlere zor attım. Birkaç saat dairede kaldım. Sıvacılara işi tarif edip kontrollerimi yaptıktan sonra su alma bahanesiyle tekrar aşağı, bakkala indim.

Bakkal, sigara satış elemanı ile sohbet ediyordu. Satış elemanı “hayırlı işler” dileyerek kapının önüne park ettiği ticari araca bininceye kadar, gazetelere göz atarak oyalandım.

Araç gözden henüz kaybolmuştu ki, camekanın önünde yaşlı bir adam belirdi. Kasketli, ceketli, bastonlu, seksenini geçmiş bir amcaydı. Başının bir metre üstündeki yoğurt kovasını bastonuyla tutup aşağı çekti. Cebinden köstekli bir saat çıkardı. Zinciri kararmış, camı sararmış, arkası kabartma figürlerle süslü saati dikkatlice kovanın dibine yerleştirdi. Mavi çamaşır ipini çekerek yukarıya işareti verdi.

Sağ salim adrese teslim oluncaya kadar kovayı bakışlarıyla takip etti. Sonra içi rahat, yoluna devam etti.

Bakkal, kartonları yırtıp sigaraları rafa yerleştirirken: “Mühendis Bey seni çok meşgul etti bu yoğurt kovası…” diye laf attı.

“Öyle gerçekten.” dedim, ilgimi gizlemeyerek. “Sahiplerinin hikayesini merak ettim. Öte yandan… İnsanların tepesinde inşaat yapıyoruz haftalardır. Daha da epey işimiz var. Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileyeyim diye kapılarını çaldım kaç kez…”

Bakkal gülerek: “Açmazlar paşam, açmazlar.” dedi. “Bu mahallede elli senedir oturan var. Bir kere yüzlerini gören yok. Daha ne diyim, kapılarını aralık gören bile yok.”

“Peki kim olduklarını bilen de mi yok?”

“Yok! Çocukluğu bu mahallede geçmiş altmış, yetmiş yaşlarında müşterilerim var. Onlar da bilmiyor. Gayrımüslim apartmanıymış bu. Rumlar otururmuş. Sonra gitmişler birer birer. Sonra da daireler kim bilir kaç kere el değiştirmiş. Bunlar ne zaman gelmiş, kimlerdenmiş, bilen, duyan yok.”

“İnanılır gibi değil.” dedim. “Bunca yıl hiç kimseye temas etmeden…”

“Dedim ya yoğurt kovasıdır onların teması…”

Sırıtması dudaklarına yapışıp kaldı. Kalemiyle kafasını kaşıdıktan sonra kağıttaki rakamın üstünü çizdi. Yenisini yazdı.

“Peki ne bileyim, bunlar çöplerini nasıl atıyorlar? Hastalanınca ne yapıyorlar? Tamirat işlerini nasıl hallediyorlar? Su tesisatı kullanmıyorlar diyorsun; kendilerini, çamaşırlarını nasıl yıkıyorlar? Nereden yiyecek buluyor, nasıl pişiriyorlar?”

“Birer birer sor Mimar… Bizde bu kadar şeyi akılda tutacak kafa olsa bakkal mı olurduk?” diyerek zaman kazandı. Kalemi kulağının arkasına yerleştirdi. Bakışlarını bana dikti.

“Şimdi… Çöplerini damacanayı aldıkları vakitte, yani gece yarısından sonra herkes uyurken kapının önüne koyarlar. Her ayın ilk günü aidat parasını zarfla çöp kutularının üstüne bırakırlar. Hastalanınca otla çöple tedavi olurlar. Yoğurt kovasına siparişlerini yazar, para bırakırlar. Söylerim aktara halleder. Epey damacana tüketimleri var, herhalde yıkanma, çamaşır işini öyle; yemek işini tüple hallederler.”

“Peki tamirat? Hiç mi eşyaları kırılmıyor, bozulmuyor, tuvaletleri taşmıyor bu insanların?”

“Çok beceriklidirler o konularda. Kendi işlerinden geçtim, mahalledekilerin bazı onarım işlerini de hallederler. Az önce gördüğün Süleyman Amca’nın saatini başka tamir edebilen yok mesela.”

Şaşkınlığım giderek büyüyordu.

“Alışverişi yoğurt kovası ile yaptıklarını anladım. Peki parayı nerden buluyorlar?”

“Sigara sararak, dikiş dikerek, malzemesini gönderene yemek, tatlı yaparak, Fransızca, İngilizce metin tercüme ederek, dediğim gibi küçük eşya tamiratı yaparak… Dürüst, kaliteli iş yaparlar. Şikayetçi olanı görmedim. E dışarı göre hesaplılar sonra… Benim gibi sadık müşterileri çok, anlayacağın.”

Cips isteyen çocuğa para üstünü verdikten sonra devam etti.

“Birkaç kere sıkıştılar. Şamdanlarını, gümüş çatal bıçak takımlarını, vazolarını filan sattık sokağın başındaki antikacıya.”

O gün öğrendiklerim beni derinden etkiledi. Sonraki haftalarda da zihnimin tavan arasında yaşamaya devam ettiler. Sokağa her girişimde, gözümü pencerelerine dikiyor, katlarından her geçişimde kulağımı kapılarına yapıştırıyordum. Arada sırada işittiğim dokunaklı piyano ezgileri ve saat başı çalan duvar saati gongu dışında hiçbir ses duyamıyordum.

Bir keresinde arka sokakta resim atölyesi bulunan orta yaşlı bir kadını, yoğurt kovasına bir litre süt, küçük poşetlerde un, şeker, teryağı ve damla sakızı koyarken gördüm. Ne sipariş ettiğini sordum. Kadın, sağ elinin parmaklarını birleştirip “nefis” işareti yaparak: “Hayatımda yediğim en lezzetli damla sakızlı muhallebiyi onlar yapıyor.” diye yanıt verdi.

En az yarım asır boyunca esrarı çözülememiş yoğurt kovalı dairenin sırrını açığa çıkaran ise bir tesadüf, daha doğrusu kaza sonucunda bizim işçiler oldu.

Duvar ve tavan işlerini bitirmiş, zemindeki çürük rabıtaları sökmüş, tabanı düzleme aşamasına geçmiştik. İşçiler salonda çalışıyordu. Düzgün şap atabilmek için öncesinde rabıtaların altındaki harç ve kalıntıları temizliyorlardı. Ben ise içerideki odada bilgisayarımı açmış, teklif hazırlıyordum. Bir an için tak tak sesleri kesildi. Peşinden önce kadın çığlıkları, sonra da yaşlı, ürkek bir erkek sesi duyuldu:

“Hanımlara dokunmayınız!” diye bağırıyordu. “İstirham ederim, bana dilediğiniz muameleyi yapınız ama hanımlara dokunmayınız!”

Koşarak salona girdim. İşçiler ağzıları birer karış açık, zeminde açtıkları deliğe bakıyorlardı. Hemen aralarına, deliğin başına geçtim. Gördüğüm manzara, bu devre ait değildi:

Tam altımda beyaz gömlek, mavi kravat takmış, saçlarını yapıştırarak yana taramış, robdöşambrlı, seksen beş, doksan yaşlarında bir adam çenesi titreyerek gözlerimin içine bakıyordu. Aynı yaşlarda bir kadın yüzünü koltuğa kapamış, minderlerin altına saklanmaya çalışıyordu. Adam “hanımlar” dediğine göre evde en az bir bayan daha olmalıydı ama ortalıkta başka kimse görünmüyordu. Salondaki tüm eşya ve aksesuarlar, duvar kağıdı ve halılar, tıpkı adamla kadının giysileri gibi 1950’lere aitti.

Bir süre karşımdaki manzaraya, yanlışlıkla bir dönem filminin setine girmişim gibi şaşkınlıkla baktım. Sonra adamın zangır zangır titreyen elleri ve çenesi aklımı başıma toplamama neden oldu.

“Lütfen korkmayın, beyefendi.” dedim. “Size zarar vermek aklımızın ucundan geçmez. Biz üst katınızın tadilatını yapıyoruz. Ve bu deliği yanlışlıkla açtık. Hatamızı en kısa sürede telafi edeceğimize söz veriyorum.”

Kadın minderin altından, ağlamaklı, melodili bir Türkçeyle:

“Yalan söylüyordur Niko” dedi. “Sakın inanma! Ötekiler de böyle kazma, küreklerle girmişler Hristiyan evlerine.”

Bu son cümle ile zihnimdeki dağınık parçalar hızla birleşmeye başladı..

“Siz…” diye sordum. “Niko Bey… Siz kaç senedir evinizden dışarı çıkmadınız?”

Yaşlı adam:

“Bu sizi alakadar etmez beyefendi.” diye cevap verdi. “Bu ailevi bir meseledir. Yabancıları alakadar etmez.”

“Yoksa…” diye ısrar ettim. “Eylül 1955’ten beri mi?”

Yaşlı adamın beti benzi sapsarı oldu. Paniğe kapılmış halde:

“Nereden biliyorsunuz?” diye sordu. “Yoksa bunca senedir bizi müşahade altında mı tutuyorsunuz?”

“Hayır.” diye yanıtladım. “Azınlık vatandaşlarımıza yapılan o saldırılar çoktan tarihe karıştı. Artık kimse müşahade altında tutulmuyor. Türkler, Rumlar, Yunanlılar yıllardır dost.”

Bu sözler üzerine kanepede yastıklar arasına gömülmüş kadın, usulca başını kaldırıp yaşlı adama baktı. Uzunca bir sessizliğin ardından yaşlı adam:

“Haklı olduğunuzu temenni ederim, beyefendi.” dedi. “Ama lütfen kusura bakmayın. Öyle fena sahnelere, vicdansız talan ve saldırılara şahitlik ettik ki, hiç kimseye itimadımız kalmadı. Eğer buyurduğunuz gibi niyetiniz bize zarar vermek değilse rica ederim o deliği kapatın ve bizi kendi halimize bırakın.”

Talebini anında yerine getirip, deliği bir suntayla örttüm. İşçilere, asla suntayı yerinden oynatmamalarını tembihleyerek iki sokak arkadaki café’ye koştum.

İnterneti hızla tarayıp son yıllarda Türk-Yunan dostluğuna dair basında çıkan haberleri, Türklerin Yunanistan tatillerine ait fotoğraf ve istatistikleri, Fener Rum Patriği’nin Diyanet İşleri Başkanı ile görüşmesi esnasında verilen kardeşlik mesajlarını, Türk ve Yunan iş adamlarının iş birliğini geliştirme yemeklerini, Fener Rum İlköğretim Okulu ve Lisesi ile Zapyon ve Zoğrafyon okullarının faaliyette olduğuna dair duyuruları hızla derleyip hepsinin çıktılarını aldım. Koşarak daireye geri döndüm.

Suntayı tıklatarak, kaldırmak için izin istedim. Niko Bey, sebebini sordu. Açıklamalarımın ardından bir süre düşündü ve “açabilirsiniz” dedi.

Aldığım tüm çıktıları dosyalığa yerleştirdim. Rulo haline getirip delikten aşağı bıraktım. Suntayı kapatıp beklemeye başladım.

Yaklaşık iki saat sonra Niko Bey’in “Beyefendi gönderdiğiniz kağıt ve fotoğraflar söylediklerinizi destekliyor.” diyen diplomatik sesi duyuldu. “Ama takdir edersiniz ki, bu meseleyi etraflıca düşünüp, belgeleri tekrar inceleyip, eşim ve kızım ile fikir teatisinde bulunmamız gerekir. Bu sebeple bize yarın sabaha kadar müsaade etmenizi talep ediyorum.”

“Tabi, efendim. Siz nasıl isterseniz…” diyerek işçileri evlerine gönderdim. Aileyi ürkütmemek için ne Bakkal’a ne de bir başkasına konudan bahsettim. Birkaç kitapçı dolaşıp, 6-7 Eylül olayları ve 1950’lere ilişkin bulabildiğim kitapları satın aldım. Sabaha kadar utanç içinde okudum.

Sabahleyin erkenden dairedeydim. Ufak tefek tıkırtılar çıkararak orada olduğumu belli ettim. Çok geçmeden Niko Bey’in sesi duyuldu:

“Beyefendi… Kapağı açabilirsiniz.”

Aşağıda çizgili lacivert takım elbiseleri ile Niko Bey, mavi döpiyesi, krem rengi şapkası ve aynı renk saten eldivenleri ile süslü eşi Elena Hanım ve dantelli yakalı, kırmızı çiçekli elbisesi, at kuyruğu saçları ile 65 yaşlarında olmasına karşın çocuksu görünen Helen yan yana dikilmiş, bana bakıyorlardı.

Saygıyla selamladım. Tiyatro oyunlarının finalindeki seyirci selamlama sahnelerini andıran bir uyum ve nezaketle karşılık verdiler. Niko Bey titreyen sesiyle:

“Tam 62 yıl olmuş dışarı çıkmayalı.” dedi. “Zahmet olmazsa… Bize eşlik edebilir misiniz?”

“Onur duyarım.” dedim.

İki dakika sonra kapılarındaydım.

Kapı ağır ağır, gıcırdayarak açıldı. Toz zerreciklerinin uçuştuğu loş koridora doğru adımımı attım. Salona kadar üçü birden bana eşlik ettiler.

Helen’in kadife tabureye oturarak çaldığı Bach piyano konçertosunu dinlerken sessizce kahvelerimizi ve likörlerimizi içtik. Duvar saatinin gongu dokuz kez çalarken, Elena Hanım rimelli kirpiklerini kırpıştırarak bana enfes sakızlı muhallebisinden ikram etti.

Her ne kadar saat başı gong çalsa da zamanın akmayı unuttuğu bu dairede var olan herkeste, her şeyde, bir tür ağırbaşlılık ve uyum seziliyordu. Yoğurt kovası hariç dış dünya ile tüm irtibatın kesilmiş olması boş vermişliğe, amaçsızlığa, özensizliğe yol açmamış; tam tersine kendine, birbirine, geleneklere, rutinlere, nesnelere, artık var olmayan kişilere ve anılara karşı sınırsız bir sevgi ve sadakat biriktirilmesine yol açmıştı.

Tam altmış iki yıl boyunca her gün, ertesi sabah dışarı çıkılabilirmiş gibi hazır olunmuş, bunun asla gerçekleşmemiş olması bir sonraki günün hazırlığına mani olmamıştı. Bir süre sonra bu bekleyişin kendisi hayatın anlamı, gündelik yaşamın temel güdüsü haline gelmiş; zamanla dışarıdaki tekinsiz belirsizliğe kafa uzatmak bir seçenek olmaktan çıkmış, rutinle kendine yetebilen bir organizmanın parçası olma alışkanlığı, yazgı olarak kabullenilmişti.

Dünle yarının, gerçekle hayalin, canlıyla cansızın iç içe geçtiği bu loş dairede insan ölümsüzlüğe benzer bir varoluş inadı hissediyordu.

Bach konserinin bitiminde hepimiz Helen’i uzun uzun alkışladık. O da müsamereye katılmış küçük bir kız çocuğu gibi at kuyruğunu sallayıp, eteğinin ucundan tutup, tek ayağı geride yerlere kadar eğilerek bizi selamladı.

Kısa süren sessizliğin ardından Niko Bey:

“Hadi… Çıkalım o zaman.” dedi.

Hepimiz ayağa kalktık. Elena Hanım, Niko Bey ve Helen, Meryem Ana ikonasının karşısında ellerini açıp dua ederlerken, ben de çok amaçlı iş tezgahı gibi kullanılmakta olan yemek masasını incelemeye koyuldum. Masanın bir köşesinde sigara sarılıyor, bir köşesi dikiş dikmek için kullanılıyor, bir bölümü tornavidaları, büyüteci, çeşitli büyüklüklerde yay, vida ve binlerce minik parçası ile ufak bir saat tamircisinin tazgahını andırıyor, hemen onun yanında iç organları dağılmış antika bir gramofon bir an önce toplanmayı bekliyordu.

Elena Hanım’la Niko Bey kol kola girdiler. Koridor boyunca ağır ağır, gelin damat gibi törensi bir edayla yürüdüler. Eşikte durup istavroz çıkardılar. Ve Niko Bey’in ilk adımının ardından, sırayla dış dünyaya ayak bastılar.

Apartmanın dış kapısına vardığımızda üçü de ellerini kaşlarının üzerine siper ederek, gün ışığına uyum sağlamaya çalıştılar. Dışarıdaki hareket ve gürültüyle yüzleşebilecek cesarete kavuşmaları epey zaman aldı. Kollarına girdim. Ürkek kuşlar gibi titreşen yaşlı bedenlerini ağır ağır sokağa çıkardım.

Helen sevinçle mavi çamaşır ipinin ucunda rüzgarla bir hafif hafif sallanan yoğurt kovasını işaret etti. Hep birlikte başında toplanıp, altmış iki yıl boyunca dış dünyaya dokunan tek uzuvlarını minnetle okşadılar. Evlerinin buradan nasıl göründüğünü, mavi ipin aşağıdan nasıl çekildiğini birbirlerine gösterdiler.

Helen kovayı kaldırıma kadar indirdi. Birkaç kez yukarı çekip çekip bıraktı. Sesi duyan Bakkal dışarı çıktı. Onu esrarengiz komşularıyla tanıştırdım. Elena Hanım ve Niko Bey Bakkal’a yıllar süren yardımları için teşekkür üstüne teşekkür ederken Bakkal, şaşkınlık ve mahcubiyetten ne diyeceğini bilemez haldeydi. Helen ise hayatında ilk kez gördüğü simsiyah bıyıktan gözlerini alamıyordu.

Ağır ağır yürüdük. Yol boyunca üçü de tir tir titriyordu. Niko Bey ile Elena Hanım sık sık mola verip nefeslendiler. Zamanın şatafatlı binalarından birkaçını tanıdılar. Onları gömülmemiş cesetlere benzetirken zorlukla yutkundular. Binaların arasına gerilmiş çamaşırları, plastik sandalyelerini sokağa atmış pimapen çerçeveli börekçileri, çöpleri taşıp yerlere dökülmüş konteynırları, engebeli kaldırımları, şehri hastalık gibi sarmış elektrik telleriyle çanak antenleri, sümüklü, yalın ayak çocukları, tozlu, hastalıklı sokak köpeklerini, onların kıyısında kahvesini yudumlayan şortlu, uzun sakallı entelleri, aynı masada oturmalarına karşın birbirleri ile konuşmak yerine ellerindeki küçük cihazlara bakan gençleri, kaldırımlarda yürüyecek yer bırakmayan arabaları iç çekerek seyrettiler.Tek kelime konuşmadan, dişlerini sıka sıka yürümeye devam ettiler.

Işıklara geldik. Önümüzden akan metal nehrini hayret ve korku dolu gözlerle izlediler. Üçüncü yeşil ışıkta ancak karşıya geçebildik. Çöplerin, sarhoşların, çimenlerde uyuklayanların arasından sahile yürüdük. Yanımızdan bir grup çarşaflı kadın, birkaç seyyar satıcı geçti.

Az ileride, eski bir teknenin güvertesinde balık ekmek satılıyordu. Dumanı ve kokusu bulunduğumuz yere kadar geliyordu. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Haliç yoğunlaşmış, hava kurşun gibi ağırlaşmıştı.

Helen’in gözü baloncunun kırmızı balonlarındaydı.

Derken balık ekmekçi radyosunu açtı: Denizin üstünden cızırtılı bir Zeki Müren şarkısı yükselmeye başladı.

Elena Hanım hıçkırdı. Niko Bey beton yığınına dönmüş karşı kıyıya, sevimsiz yeni köprüye, tanıyamadığı şehrine bakarken kırışık yanağından aşağı bir damla göz yaşı kaydı.

Elena Hanım dayanamadı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Karı koca birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar. En iyi bildikleri şeyi yaparak içlerine kapandılar.

Helen’in kulağına: “Balon ister misin?” diye fısıldadım. Küçük bir kız çocuğu gibi başını sallayıp, sevinçle elimi tuttu.

Niko Bey’den izin aldık. Ay yıldızlı kırmızı balonlardan satın almak üzere, el ele baloncuya doğru yürümeye başladık.

Öyküyü Paylaşın:

Bu Kareli Öyküleri okudunuz mu?

KIPKIRMIZI

Havalimanına varmış olmalı, diye düşündü. Belki güvenlik cihazından geçiyordur şu an. Belki de bavulunu teslim etmek üzere. Tek elinde pasaport, kuyrukta beklerken canlandı gözünün önünde. Diğer elindeki cep telefonunun ekranına bakarken… Yüzü her geçen dakika biraz daha solarken… “Eğer…” demişti, son kucaklaşmalarının ardından. “Kararını değiştirirsen… Bu uçak kalkmadan bir saniye önce dahi olsa… Bir kere çaldır, yeter.”

TULUMBACI

Numan Ağa’nın kahvehanesinde alelade bir akşamüstü yaşanıyordu. Gedikpaşa Hamamı’ndan pelte gibi çıkmış bir grup kunduracı peykelere uzanmış huzur içinde kahvelerini höpürdetiyor, beyaz sakalları tütünden yer yer sararmış bir ihtiyar kapı ağzında çubuğunu tüttürüyor, uzun boyunlu bir yiğit gözlerini yummuş yanık sesiyle Erzurumlu Emrah’tan bir semai okuyordu.

ZAMANE PİNOKYOSU

Konuşurdu tahtayla. “Ağacın canı vardır” derdi, babası. “Damarları, kıvrımları, rengi, nemi, kokusu, sertliği ile o da konuşur seninle. Dinlemeyi bilirsen yol gösterir. Yardımcı olur. Ancak o zaman gerçek bir Pinokyo yapabilirsin. Diğer türlüsünü fabrikalar yapıyor zaten, senden çok daha hızlı ve ucuza.”

TAMİRCİ

Okulun paydos zili çaldı mı pantolonundaki tozu pası silkeler, yüzünü sabunlu suyla yıkar, aynanın sırları dökülmemiş köşesine yaklaşarak saçlarını ıslak eliyle tarardı. Kapıya çıkmadan montunu sırtına geçirmiş olurdu mutlaka. Fermuarını çekerek kirlenmiş tişörtünü; ellerini ceplerine sokarak yağ karasına bulanmış ellerini gizlerdi. Omzunu oto tamiranesine bitişik tahta kapıya yaslar, bir ayağını diğerinin üstüne atar, gözleri hep dalgın, hep uzaklara bakardı.